Etiket arşivi: ahmet saltık

SUÇ ve CEZA

Dostlar,

Prof. Dr. Rana Yavuzer Anadolu bir tıp doktorudur. Deri hastalıkları uzmanıdır.

Kendisine toplumsal sorunlara duyarlığı ve neredeyse bir hukukçu birikimiyle kaleme aldığı SUÇ ve CEZA yazısı için teşekkürler.

Biz de bir içerik eklemek istiyoruz :

Sevgi ve saygı ile.

20.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

SUÇ ve CEZA

Prof. Dr. Rana Yavuzer Anadolu

Toplumumuzun adalet duygusu zedelenmiştir.

Adalet; hakkaniyettir.
Yasaların adil, tarafsız ve hakkaniyetli olarak herkese eşit uygulanmasıdır.

Adalet; doğrunun aranması, sorulması ve bulunması sorumluluğudur.
Devletindir bu sorumluluk.

Toplumun bireyleri, devletlerinden birçok başka işlevleri beklediği gibi ve belki de
en çok adil ,adaletli tutum bekler.

Doğruluk ve tarafsızlığın yanı sıra, evrensel iyilik ilkeleri ve insan temel hakları çerçevesinde, gerçek kanıtlara dayalı yargılama ve adil cezalandırma bekler.

  • Suç ve ceza arasında bir karşılıklılık ve denge olmalıdır.

Bir hükümlünün, hem de ağırlaştırılmış müebbetten, 18-20 yıla mahkum bir hükümlünün eş ve ana-babalık haklarının elinden alınması ne demektir?

Şu demektir; eşini, evladını ziyaretçi olarak göremez, belki de onlarla yazışamaz.
Ölüm demektir bu. Adı konulmamış ölüm fermanı.

Ne menem bir adalet duygusudur bu? Ne biçim bir ceza anlayışıdır?
Bırakınız bu insanların hakikaten suçlu olup olmadıklarını bir kenara, ne insafsızlık,
bu ne hınçtır? Ve neye karşı? Darbe mi? Darbeye teşebbüs mü? Alın size darbe, teşebbüs falan da değil, anlı şanlı darbe. failleri bellidir, sonuçları ortadadır.
Otuz iki yıldır ne yapılmıştır? Ama amaç üzüm yemek değildir. Adalet hiç değildir.

Toplumumuzun adalet duygusu derinden sarsılmıştır. Vicdanı rahatsızdır.

Kuşkusuz hiçbir vatandaş, kanunlar karşısında suç oluşturan şeyleri savunmaz.

Gerçek suçlardan bahsediyorum burada. Sonradan ısmarlama kanun değişiklikleri ile minare kılıf misali “yaratılmış suçlardan” değil.

  • Gerçek suç tecavüzdür, adam öldürmedir, çocukları istismardır, kadınları tacizdir, çocuk yaştaki gelinlerdir.
  • Gerçek suç hırsızlıktır, milleti, devleti soymaktır, nüfuz ile haksız zenginleşmedir.
  • İnsanların insanca yaşama, çalışma, okuma , inanma ya da inanmama özgürlüğünü gizli ve açık yollarla engellemektir suç.
  • Suç bu ülkenin insanları arasında gizli ya da açık ayırımcılık yapmaktır.
    Bizden- onlardan demek, din, dil, ırk , mezhep, cinsiyet, fikir ayrılıklarını bahane ederek kimini kayırmak, kimini de korkutmaya, sindirmeye çalışmaktır.
  • Suç, bu ülkenin her bir kıyı- köşesine ve bu ülkenin her bir ferdine , vatandaşına çağdaş eğitim, insanca yaşam, ve eşit hizmet götürmemektir.
  • Bu ülkenin ulusal öncelik ve çıkarlarına ters davranmaktır suç,
    ulusu, toprağı, insanı başkalarının çıkar ve emellerine oyuncak etmektir.
  • Bilgi ve aydınlanma çağında; bu ülkenin çocuklarını bilgisiz, görüşsüz, düşüncesiz, karanlıkta bırakmaya çalışmaktır.
  • Büyüklerinin de doğru haber alma ve düşündüğünü açıkça söyleme hakkını
    gizli -açık kısıtlamadır.
  • Suç insanlığın evrensel barış ve esenliğini düşünmemektir.

Suç düşünmek olamaz!

(Cumhuriyet Bilim Teknik, 20.10.12)

2012 NOBEL KİMYA ÖDÜLÜ : Hücre yüzeyindeki akıllı alıcıları keşfedenlere


Dostlar,

Bilimsel ilerlemeler büyük ivme içinde.
Öte yandan yarattığımız sorunlar da.
Bir kısır – sonlu sarmala mı girdik?

BM Raporlarına göre son 50 yılda çevreye verdiğimiz zarar, tüm geçmiş zamanları aşkın.. (The Millennium Ecosystem Assessment-2005). Gereksinimlerimiz üstel biçimde artıyor ama doğa kaynakları ve dolayısıyla üretim bu hızda olamıyor.
Kapitalist düzen bir yandan yaşamın hemen tüm alanlarını zora sokarken (kirletirken!) bir yandan da “çözümler” sunuyor.

“Fast food” teknolojisi yaklaşık 3 onyıllık. Günümüzde her 7 insandan 1’i şişman (obes)..

Kapitalizmin hastalıklı çözümü : Obesite cerrahisi.. Traji-komik..

1 milyar da aç insanımız var
!

Bir  halter düşünün ki, 2 ucunda böylesi bir “ağırlık” (çok yönlü toplum sağlığı sorunu) var. Üstesinden verili / dayatılan yapı içinde gelemiyoruz.

2012 Nobel Kimya ödülünün dayandığı temel bilgiler teknolojik uyarlama aşamasında karşımıza “kişiye özel ilaçlar” olarak çıkabilecek yakın gelecekte. Her insanın genomik yapsıyla kodlanan hücre yüzeyi alıcıları (reseptörler) tam olarak tanımlandığında, herkese özel, belli hücrelerce seçici olarak dolaşımdan (kandan) çekilecek ilaçlar üretilecek. Deneme çalışmaları halen epey yol almış durumda.

Doğallıkla bu ilaçlar “hi-tech” yani yüksek teknoloji ürünü olduklarından çok daha pahalı olacakar. “Moneter” parasal temelde “kar hedefli” işleyen özel sağlık sigortası sistemleri sigortalılarına ilaç bedellerini geri ödemede çekinik duracaklar. İnsanları “tamamlayıcı-destekleyici sigorta” dedikleri bir başka sömürü alanına zorlayacaklar.
Bu konuda sitemizde daha önce çarpıcı bir değerlendirmeye yer vemiştik :

“Özel sağlık sigortasına sahip olan genel sağlık sigortalısı”..

gibi akıllara seza sıfatlar kullanılmakta SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu) tarafından, SUT’ta (Sağlık Uygulama Tebliği).
(Bkz. http://ahmetsaltik.net/saglikta-dovizle-vurgun/)

Çare;

  • HER-KE-SE YAYGIN-ETKİN-SÜREKLİ KAMU SORUMLULUĞUNDA KORUYUCU SAĞLIK HİZMETİ !

2012 NOBEL Kimya Ödülünün bizdeki çağrışımları bunlar kısaca.

Ödülü birlikte kazanan / paylaşan ABD Stanford (Dr. Brian K. Kobilka) ve Duke Üniversiteleri Tıp Fakültesinden (Dr. Robert J. Lefkowitz) 2 değerli meslektaşımızı kutlar, kendilerini saygı ile selamlarız.

Sevgi ve saygı ile.
20.10.12

Dr. Ahmet Saltık
Ankara Üniv. Tıp Fak.

www.ahmetsaltik.net

***************************************************************** 

2012 NOBEL KİMYA ÖDÜLÜ

* Ödül, hücre yüzeyindeki akıllı alıcıları keşfedenlere..

2012 Nobel Kimya Ödülü G-proteini alıcılarının işleyişiyle ilgili çalışmaları nedeniyle ABD’li Robert J. Lefkowitz ile Brian K. Kobilka’ya verildi.

Brian K. Kobilka: ABD vatandaşı. 1955’te Little Falls’ta doğdu. Stanford Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde moleküler ve hücresel fizyoloji öğretim görevlisi olarak çalışıyor.

Vücudumuz milyarlarca hücre arasındaki etkileşimin oluşturduğu bir sistemdir.

Her hücre, sahip olduğu minik alıcılar ile çevresini algılar
;
böylece yeni koşullara uyum sağlar. İşte 2012 Nobel Kimya Ödülü bu alıcıların önemli bir ailesi olan G-proteini alıcılarının işleyişini ortaya çıkartan çalışmaları nedeniyle Robert Lefkowitz ve Brian Kobilka’ya verildi.
GİZEM ÇÖZÜLÜYOR..

Hücrelerin çevrelerini nasıl algıladığı uzun zamandır gizemini koruyordu.
Bilim insanları adrenalin gibi hormonların güçlü etkileri olduğunu biliyordu.
Bunlar tansiyonu artırıyor ve kalbin daha hızlı atmasını sağlıyordu. Hücre yüzeyinde hormonlar için bir tür alıcı bulunduğundan kuşkulanılıyordu. Ancak 20. yüzyıl boyunca bu alıcıların nelerden oluştuğu ve nasıl çalıştıkları bilinmezliğini korudu.

1968’de Lefkowitz hücrelerin alıcılarını izlemek için radyoaktiviteden yararlandı. Birtakım hormonlara iyodin izotopları bağladı ve radyasyon sayesinde kimi alıcıları (reseptörleri) saptamayı başardı. Bunların arasında β -adrenerjik alıcı denilen adrenalini algılayan alıcı da vardı. Lefkowitz’in ekibi, alıcıyı hücre duvarında saklandığı yerden çıkartmayı başardı ve alıcının nasıl çalıştığına ilişkin ilk kez bilgi edindiler.

BENZER ÖZELLİKLERE SAHİP ALICI AİLESİ

Ekip 1980 yılında ikinci büyük adımını attı. Ekibe yeni katılan Kobilka, devasa boyuttaki insan genomundan β-adrenerjik alıcının genini ayrıştırma işini üstlendi. Yaratıcı bir yaklaşımla hedefine erişti. Araştırmacılar geni inceledikleri zaman alıcının gözdeki ışığı yakalayan alıcıya çok benzediğini keşfettiler. Bunun sonucunda aynı alıcı ailesine üye olduğu kestirilen, birbirine benzeyen ve benzer biçimde çalışan bir grup saptadılar.

Bugün bu aileye G-proteini alıcıları adı veriliyor. Işık, tat, koku, adrenalin, histamin, dopamin ve serotonin gibi yaklaşık bin kadar gen, bu alıcılardan sorumludur.
İlaçların yarısı G-protein alıcıları üzerinden etkisini gösterir.

Robert J. Lefkowitz: ABD vatandaşı. 1943’te New York’ta doğdu. Duke Üniversitesi Tıp Merkezi’nde biyokimya öğretim görevlisi olarak çalışıyor.

Lefkowitz ve Kobilka’nın çalışmaları G-protein alıcılarının nasıl çalıştığına ışık tutan çok önemli çalışmalardır. Dahası Kobilka, 2011 yılında başka bir keşifte daha bulundu. Ekibiyle birlikte β-adrenerjik alıcının görüntüsünün, hormon tarafından faaliyete geçirildiği ve hücreye sinyal gönderdiği anda yakaladı.
Bu görüntü moleküler bir sanat eseridir.

(Cumhuriyet, Bilim Teknik 19.10.2012)

2012 NOBEL EKONOMİ ÖDÜLÜ


Dostlar
;

ABD yine Nobel ödüllerini silip süpürdü deyim yerinde ise.

Bu arada 2012 Nobel Barış Ödülü’nün AB’ye verilmiş olmasını mutlaka kaydedelim. Böylelikle İsveç Karolinska Enstitüsü’nün poliiize oluşunun doruk bir örneğini daha gördük. Kestirimi zor olmayan birtakım ulusal lobilerin etkinliği tepelerde.
Yazık oluyor, bu ödül saygınlığını korumalı. “Rahmetli” Alfred Nobel‘in vasiyeti çiğnenmemeli. Orada konan ilkeler günün gerekleri ışığında güncellenerek korunmalı.

2012 NOBEL Ekonomi ödülüne gelince                   :

Lloyd S. Shapley ve Alvin E. Rothun çok değerli, nitelikli ve iyi niyetli olduklarından kuşkumuz yok. Kendileini içtenlikle kutlar ve emeklerini saygı ile selamlarız.

Ancak; bilim ve türevlerinden bu tür ödüller başlıbaşına bir soncul amaç / mit / fetiş değillerdir. Tüm insan çabaları gibi son çözümlemede araçtırlar..

İnsanın kişisel mutluluğunun, giderek barış içinde sağlıklı, üretken ve mutlu bir toplumsal yaşamın araçlarıdır. Başkaca bir yükümlemeye / işlevlendirmeye gerek yoktur. Bilimciler de kişisel doyumlarını insanları ve kollektif özne insan topluluklarını “sağlıklı, üretken ve mutlu” kılan katkıları üzerinden kendi profesyonel-bireysel doyumlarını sağlamalıdırlar.

Durum böyle olunca, bunca seçkin beyinin kuramsal düzlemde gerçekten çok değerli çalışmalarının somut yaşama yansımalarının sorgulanması kaçınılmaz oluyor.

Küreselleşen kapitalizm = Yeni emperyalizm neden içsel (doğasından kaynaklanan) dönemsel ve giderek sıklaşan-ağırlaşan bunalımlarından (krizlerinden) kurtul(a)mıyor?!

Küresel gelir dağılımı neden sınır (marjnal) düzeyde de olsa daha adil kılınamıyor?

Bu sorunsala koşut olarak yoksulluk (gerçekte YoksullaşTIRma!) neden hala 2 boyutta da yakıcılığını sürdürüyor? Dikey ve yatay düzlemde yayılan yoksullaşTIRma niçin denetim altına alınamıyor?

DB (Dünya Bankası) “yoksulluk sınırı” için

Mutlak (absolute) Yoksuluk < 1 $ / gün gelir

– Göreli (relative) Yoksuluk < 2 $ / gün gelir

lanetli denklemleri / tanımlarını sürdürecek mi?

Bu maskaralığa artık bir son vermek gerekmiyor mu?

IMF-DB İkilisi 1944’te Bretton-Woods Kurumları olarak yaratıldılar.
Dünyaya sunuş (Prömiyer) çok albenili idi : İkiz Kızkardeşler (Tween Sisters)..

2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı ardından acı dersler çıkarılmıştı ve uzun dönemli “istikrar” için sıkı yapılanmalara gidiliyordu. Ancak İkiz Kızkardeşler çok yaşlandı ve yıprandılar.. 68 yaşını bitiriyorlar bu yıl!

Dünya yangın yeri..  Üstelik seçkin IMF uzmanı Davidson Budhoo 30 yıl önce  haykırmıştı tüm dünyaya açık istifa mektubu ile..

Sonuç olarak; IMF-DB vb. türev kurum ve yapılanmalar güdümünde üretilenler büyük ölçüde pür / namuslu bilim olmayıp “postmodern bilim” karabasanıdır. Bu konuda yazdığımız kapsamlı makaleye  sitemizde aşağıdaki erişkeden (link) ulaşılabilir.

http://ahmetsaltik.net/postmodern-bilim-karabasani-nasil-basetmeli/

Çözüm   :  Büyük Atatürk‘ün gösterdiği hedeftir..

*    Sömürgecilik ve yayılmacılık (emperyalizm) yeryüzünden yok olacak ve yerlerine uluslararasında hiçbir renk, din ve ırk ayrıcalığı gözetmeyen yeni bir işbirliği ve uyum çağı egemen olacaktır.

“Bilgi  Asimetrisi” kuramı ile 2001 Nobel Ekonomi ödülü sahibi Prof. J. Stiglitz‘in Türkiye’de bir programda (NTV’de Mithat Bereket’e) kaydettikleri çok önemlidir :

Adam Smith’in Liberalizm kuramı doğrulanmamıştır..

Uğruna aklıcı ve örgütlü, uzun soluklu bir çaba gerekir. Prof. M. Chossudovsky ve
Prof. N. Chomsky’nin ortak söylemiyle,

DİRENİŞ KÜRESELLEŞTİRİLMELİDİR!

Sevgi ve saygı ile.
20.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net


2012 NOBEL EKONOMİ ÖDÜLÜ
Ödül, istikrarlı dağılım kuramına

Nobel Ekonomi Ödülü bu yıl istikrarlı dağılım kuramını geliştiren Lloyd Shapley ve piyasa tasarımı uygulamalarında verim artırıcı yöntemler geliştiren Alvin E. Roth arasında paylaşıldı.Lloyd S. Shapley: ABD vatandaşı. 1932’de ABD’de doğdu. Kaliforniya Üniversitesi’nde öğretim görevlisi.

 

Bu yılın (2012) Ekonomi Ödülü ekonominin şu temel sorularına yanıt veren çalışmalara verildi:

Farklı ögeleri birbirleriyle olabildiğince uyumlu bir duruma nasıl getirebilirsiniz? Örneğin öğrenciler nasıl bir dağılım ile giderecekleri okullara yerleştirilir?

Organ naklinde vericiler (donör), organa gereksinim duyan alıcılarla nasıl eşleşir?
Böyle bir eşleşme verimli bir hale nasıl getirilir? Hangi yöntemler hangi gruplar için yararlı olur? İşte Shapley ve Roth, istikrarlı dağılım konusunda soyut kuramdan
pratik tasarıma uzanan yolda bu sorulara yanıt oluşturdular.

Lloyd Shapley işbirliği ile ilgili oyun kuramından yararlanarak farklı uyum yöntemlerini inceledi ve karşılaştırdı. Uyumun istikrarlı olması için yeni yöntemler geliştiren Shapley ve ekibi Gale-Shapley algoritması adı verilen yöntemle ekonomiye yeni bir kavram kazandırdı. Shapley, belirli bir yöntem tasarımının, sistematik olarak piyasa kurumlarındaki taraflara nasıl yararlı olabileceğini ortaya koydu.

Alvin Roth, Shapley’in kuramsal sonuçlarının, önemli piyasaların işlerliğini etkileyebileceğini fark etti. Bir dizi deneysel çalışma sonucunda Roth ve ekibi, belirli bir piyasa kurumunun başarısının, istikrarlı olup olmamasına bağlı olduğunu kanıtladı. Roth daha sonra bu sonuçları sistematik laboratuvar deneyleriyle somut bir temele oturttu. Var olan kurumları yeniden tasarlayarak yeni doktorları hastaneleriyle, öğrencileri okullarıyla, organ bağışçılarını hastalarla buluşturdu. Bütün bu reformlar Gale-Shapley algoritması üzerine dayanıyordu.

 Alvin E. Roth: ABD vatandaşı. 1951’de ABD’de doğdu. Harvard Üniversitesi’nde öğretim görevlisi

Bu iki bilim insanı birbirlerinden bağımsız çalışmalarına karşın, Shapley’in temel kuramı ve Roth’un deneysel araştırmalarının bileşimi pek çok piyasada verimi arttırdı.

Özet olarak bu yıl ödül, ekonomi mühendisliğinin sıra dışı bir uygulamasına verilmiş oldu. (Cumhuriyet Bilim Teknik eki, 20.10.12)

İnsanı insan yapan ağızdan çıkan sözdür…

Dostlar,

Eski Roma’ya uzanan bir aktarım.. (anekdot)..

SÖZÜN GÜZELLİĞİ

Eski Roma’nın ünlü generallerinden birinin eşi dünya güzeli bir kadınmış.

Kültürü, neşesi, ev sahibeliği biçemiyle (üslubuyla) benzeri güç bulunur
bir “şahane kadın”.. mış

Boşanacakları haberi çıkmış, bütün Roma bu haberle çalkalanıyor.
Yakın arkadaşları bir cesaret konuyu açmışlar:

– Eşin Roma’nın en güzel, en beğenilen, gıpta edilen kadını, diye başlamışlar;
lafı birbirinin ağzından alarak dakikalarca övdükten sonra, sözü şu soruya getirmişler.

– Nasıl olur da ondan ayrılmayı düşünebilirsin?

General bacağını uzatarak:

– Çizmemi beğendiniz mi önce onu söyleyin bana, demiş.
– Çok güzel!
– Tay derisinden yapılmıştır. Sicilya’nın en marifetli çizmecisi tarafından, kendi eliyle, benim için yapılmıştır. Bir benzerini bütün Roma’da bulamazsınız.
– Belli, demiş arkadaşları. Benzersiz derken de haklısın. Ama bunun, bizim sorumuzla ne ilgisi var?

Arkadaşlarının merakını iki kelimeyle gidermiş general:

– Ayağımı sıkıyor….

İnsanda güzel olan yüzdür, yüzde güzel olan gözdür ama;

insanı insan yapan ağızdan çıkan sözdür…

Bu vesile ile, sitemizde yer alan İLETİŞİM BECERİLERİ yansılarımıza bir kez daha bakmak ister misiniz ??

Lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız ??

http://ahmetsaltik.net/iletisim-becerileri-communication-skills/

Derviş Yunus’un güzelim dizileri nasıl unutulur ?

  • Söz ola kese savaşı
  • Söz ola kestire başı
  • Söz ola ağulu aşı
  • Yağ ile bal ede bir çift söz..
Sevgi ve saygı ile.

20.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TÜRBAN ve Halife Abdülmecit’in kızı

Dostlar,

Sayın Prof. Ali Ercan hocamızdan ulaşan bir e-iletiyi paylaşalım..

“İslam siyasallaşacak ve simgesi türban olacak..”

Bu slogan ABD’nin “Yeşil Kuşak” doktrini çerçevesinde 1968’lere tarihleniyor.

Aynı yıl Ankara İlahiyat Fak. öğrencisi Hatice Babacan (Bakan Ali Babacan’ın halası) “ben türban takacağım..” demiş ve okula öyle gelmişti..

Biz de bu konuyu kapsamlı yazdık sitemizde :
(Erişkeleri / linkleri tıklayarak okuyabilirsiniz..)

Türbanın Gerçek Öyküsü
http://ahmetsaltik.net/turbanin-gercek-oykusu/

MÜSLÜMAN KARDEŞLER, ARAP BAHARI, İSLAMDA REFORM ve TÜRKİYE..
The Muslim Brothers, Arab Spring, Revival and Reform in Islam and Turkey.
http://ahmetsaltik.net/musluman-kardesler-arap-bahari-islamda-reform-ve-turkiye-the-muslim-brotherhood-arab-spring-revival-and-reform-in-islam-and-turkey/

Aslında TÜRBAN Türkiye’nin başına geçiriliyor, bir bölüm kadınımızın türban takması projenin görünür yüzü..

Sayın Ali Ercan, çıplak gerçekleri bir kez daha, önemli bir fotoğrafla
belgeleyerek yineliyor..

Türkiye’nin “gerçek, namuslu müslümanlarının” vicdan ve iffetlerine sunarız..

Sevgi ve saygı ile.
19.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TÜRBAN ve Halife Abdülmecit’in kızı

Değerli arkadaşlar,

Aşağıda son Halife Abdülmecit Efendi’nin büyük kızı Dürrüşehvar ile (Hatice Hayriye Ayşe Dürrüşehvar Sultan 1914-2006) çekilmiş bir fotografı var.

Görüldüğü gibi Müslümanlığından kuşku duyulmayacak olan Halifenin kızının başında “türban” ucubesi yok!

Baş örtüsünün Kuran’ın buyruğu olmadığını, hele hele saçının tek telinin bile görülmeyecek biçimde sıkma baş bağlamanın Kuran’la ilgili olmadığını daha önceki iletilerimde sizlerle paylaşmıştım..

    Türban yalnızca ve yalnızca siyasal bir simgedir, o kadar..
    Ne gelenekle, ne de dinle, imanla ilgisi vardır.
    ..

Tabii ki “benim keyfim böyle istiyor, ben bu türbanı kafama takarım.” diyenlere bir sözümüz olamaz..

Ancak “Dinimin gereği, İslam’ın gereği başımı örtüyorum.” diyenler yalnızca büyük yalan söylemekle kalmıyorlar; dolaylı olarak da başını örtmeyen hanımları İslam dışı olmakla suçlamış oluyor, töhmet altında bırakıyorlar..

Bu böyle biline.

Prof. Dr. D. Ali Ercan
19.10.12

“Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim”

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy hocamızın, Silivri tutsaklarından Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun trafik kazasında (??) ölen oğlu Emir’in cenaze törenine katıldıktan sonra yazdığı yazıyı sitemize o gün (16.10.12) koymuştuk.

“Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim”

Sonra da yorum bölümünde kendisine aşağıdaki eleştirimiz olmuştu :

=======================================
Değerli hocam,

Yazınızı okudum ve web siteme koydum.

Lütfen bakar mısınız??

Sizden önce de Fatih hoca için 2 yazı yazmıştım web sitemde..

Her şeye karşın teslim olmak yok!..

Aydın sorumluluğu işte böyle kurşun gibi ağır..

Çaresiz, son nefesimize dek omuzlayacağız.

Daha nitelikli bir toplum için..

Başka öneriniz var mı vatandaşlıktan / toplum üyeliğinden istifa dışında ??

Bu dizeleri web siteme, yazınıza yorum olarak da koyacağım..

Not : Bize de yolladığı, metnini yukarıya koyduğumuz e-iletisine karşılık olarak yollanmıştır..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
http://www.ahmetsaltik.net

==============================================================

Ali Demirsoy hocamız bir ileti ekinde yazısını güncellemiş.
Tam da kendisine yakışanı yapmış, sağolsun, bizi de dikkate almış :

Sevgili Ahmet Bey Kardeşim,

Yazımdaki eksikliği bir paragrafla giderdim.

Umutsuzluk aydına yakışmaz.

Sitenize bu gönderdiğim yeni yazıyı koyunuz.

Teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü Emekli Öğretim Üyesi
Beytepe/ANKARA
Telf: 0312.297 80 40 (aynı zamanda faks)

=======================================================

Sayın Demirsoy’un yazısı yeni içeriğiyle aşağıda..

Eklenen paragraf şöyle :

    * Bu yalnızlık güçsüzlüğe, çaresizliğe düşmemin değil, pusulasını yitirmiş bir toplumu aydınlığa çıkarmayı hedef olarak gören çabamın kamçısı oldu. Çok şeyi az kişiyle başarmanın da mümkün olacağını göstermenin zamanı geldi.

Teşekkürler Ali hocam,

Buna inanın AYDINLANMA KAZANACAK

Daha doğrusu AYDINLANMA GENE KAZANACAK..

Çünkü AYDINLANMA hep kazanıyor.. Tarihe bakın..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
http://www.ahmetsaltik.net

================================================

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim

Prof. Dr. Ali Demirsoy

16.10.2012 tarihinde tanık olduğum bir merasimde, bu toplumun ulaşmış olduğu kimliğin artık benim kimliğimle aynı olamayacak kadar farklılaştığını anladım. Eğer siz toplumun yaklaşımını ve anlayışını anlayamıyorsanız, o toplumun bir bireyi olmaktan uzaklaşmışısın demektir ya da o toplum, sizin, içinde rahat hareket edemeyeceğiniz ya da benimseyemeyeceğiniz kadar değişmiş demektir. Tanık olduğum şu sürecin üzerinde, ön yargılarınızı bir tarafa bırakarak bir insan olarak, ama sadece bir insan olarak düşünmenizi istiyorum.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, Almanya’da ve Hacettepe Üniversitesinde dâhiliye uzmanı olmuş, başhekimlik, dekanlık yapmış ve İnönü Üniversitesinde Gastroenteroloji kliniğini kurmuş ve iki dönem İnönü Üniversitesi Rektörlüğünü yapmıştır. Rektörlüğünün çok başarılı geçtiğini, üniversiteye önemli tesisler kazandırdığını, çok sayıda bilimsel toplantıya destek olduğunu ve on binlerce ağaç diktirerek üniversitenin kıraç arazisinde neredeyse orman kimliği kazanacak bir koruluğu bu bölgeye kazandırmıştır.

Tanıdığımız Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, cumhuriyete, laikliğe, bilimsel düşünceye sözde değil özde inanmış ve sahip çıkmış bir meslektaşımızdı. Bu yolda da cesur çıkışları olmuş bir yöneticimizdi.

Şu anda çeşitli suçlamalarla Silivri Cezaevinde, yaklaşık 4 yıldan bu yana tutuklu olarak (kesinleşmemiş bir suçtan dolayı değil) yatmaktadır ve bilebildiğimiz kadarıyla da ağır seyreden karaciğer kanserinden dolayı yaşamı tehdit altında olduğu söylenmektedir. Eğer varsa, suçunun ne olduğunu, bağımsız, hukuka ve adalete saygılı, insan haklarını ön planda tutan yüce mahkemelerimiz kuşkusuz kanıtlarıyla birlikte bu topluma kararlarıyla duyuracaklardır. Yargılama aşamasındaki bir davaya fikir beyan etmenin, görüş açıklamanın ve serzenişte bulunmanın hukuka aykırı olacağını bildiğim için bu konuyu burada kapatmalıyım.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun iki oğlu vardı. Biri Armağan, şu anda Amerika’da eğitimdeymiş, diğeri Emir; benim de yakinden tanıdığım yakışıklı, saygılı, yüzünden güzellik akan, aydınlık yüzlü bir gençti ve Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde dördüncü sınıfta okuyordu. Her hafta sonu yalnız kalan anasını, babasını görmek üzere Silivri’ye götürüyor, onunla iki gün kalarak geri dönüyordu. 13.10.2012 tarihinde çok kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.

Emir’in cenaze ve defin törenine birçok insan gibi ben de katıldım. Benzer durumlarda yaşanan hüzün doğal olarak bu törenlerde de yaşandı. Hepimizin gözlerinden yaşlar aktı. Buna benzer hüzün veren olaylar dünyanın her yerinde ve ülkemizde de sıkça yaşanmıştır. Ancak bu süreçte yer alanların acıklı durumları, çizilen bu tabloya yerleştirildiğinde, belki de dünyanın en kahredici, üzücü ve düşündürücü bir sahnesi sahnelenmiş oldu.

Dünya güzeli oğlunu yitiren ana, başından itibaren; özellikle mezarın başında eridi bitti; bir ananın dramını bütün çıplaklığıyla görüyorduk. Belki, onu, kendisi bir hekim olan kocası teselli edebilecekti; acılarını bir nebze de olsa dindirebilecekti Gözlerimiz kocanın üzerindeydi. Ancak kocayı, yanında, arkasında, önünde, -her halde- yıllarca kucağına almış, sevmiş, öpmüş, koklamış yavrusunu son seyahatinde yalnız bırakarak kaçmasın diye en az görebildiğimiz 6 kolluk görevlisi çembere almıştı. Zaten 4 yıl tutukluluk ve ağır hastalığı nedeniyle neredeyse bitme aşamasına gelmişti. Bir zamanların saygın doktoru, saygı yöneticisi Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun gözlerindeki -çok az kimsenin anladığını düşündüğüm- acı ifade birçoğumuzun kalbine kurşun gibi oturdu. Hiç kimseye, yaşayan oğluna, üzüntülerin en büyüğünü yaşayan eşine bile yardım edecek durumda değildi. Belli ki sadece bir töreni yerine getirmek için izinli çıkmıştı.

Yasalar neredeye kadar izin veriyor, nasıl veriyor bilemem; hukukçu değilim. Ancak Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun geniş bir koruma çemberi içinde Ankara’ya getirilip, evinde kalmasına izin verilmeden, geceyi Sincan Cezaevinde geçirmek, defin töreninin ardından (aynı gün mezarlıkta bu tören yaklaşık saat 16.00’da bitti) saat 19.00’da 4 yıldır tutuklu olduğu Silivride’ki koğuşuna götürülmek üzere izin verilmiş. Yani evinde çocuğunun ruhuna okunacak duaya bile âmin diyecek şans tanınmamıştı. Eşiyle birlikte yıllarca yavruları üşümesin diye yorganını örttükleri odaya, son bir kez birlikte bu yorganı katlamak için bir şans bile tanınmadı. Sanki Silivri kaçıyordu.

Bu yazıyı kaleme alırken ananın mezarı başındaki yok oluşunu, babanın gözlerindeki acı ifadeyi, bu durumu toplumun bir kara bahtı olarak görerek gözlerinden sicim gibi boşanan insanları bir türlü unutamıyorum. Anayasanın bile sık sık çiğnendiği bir ülkede, bir ailenin tarif edilemez bir acısına merhem olmamayı neden en katı yasalara bağlıyoruz? Biz bu kadar mı insanlık duygularımızdan uzaklaştık?

Eve ulaştığımda her şeyimle bütünleştiğimi düşündüğüm bu toplumun artık tarif edilen bir üyesi olmadığımı anladım. Bu kadar kin, bu kadar garez, bu kadar acımasızlık, bu kadar nefret, bu kadar gaddarlık benim mensup olacağım topluluk olamaz. Eğer geleneğimiz buna izin veriyorsa, ben bu gelenekten değilim, eğer kültürümüz buna izin veriyorsa ben bu kültürden değilim, eğer milli duygularımız buna izin veriyorsa, ben bu milletten değilim, eğer dinimiz buna için veriyorsa ben bu dinden değilim. Eğer insanlık bu ise ben insan bile değilim. Belli ki kalabalığın içinde yalnız kalmış birkaç insandan biriyim. Bu yalnızlık güçsüzlüğe, çaresizliğe düşmemin değil, pusulasını yitirmiş bir toplumu aydınlığa çıkarmayı hedef olarak gören çabamın kamçısı oldu. Çok şeyi az kişiyle başarmanın da mümkün olacağını göstermenin zamanı geldi.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu rektörlüğü sırasında birçok bilimsel toplantıya tam anlamıyla destek oldu. Beğensek de beğenmesek de tasvip etsek de etmese de o dönemde yöneticilik yapmış, birçok bildiriye ortak imza atmış, birçok kararı birlikte almış arkadaşlarını da gözlerimiz aradı. Onu yalnız bırakmayan politikacılarımız, bilim adamlarımız, bir zamanların yöneticileri vardı; ancak gözlerimizin aradığı çok kişiyi –en az bu acı olayda yanında olma ve ona manevi destek verme için bile- göremedik. İnsani bir görev için bile orada değillerdi. Belli ki sele kapılmış çok insanımız var.

Katılanları bu yazıyı yazarken şöyle bir tekrar gözden geçirdim. Nitelikli bir grubun olması, bir devrin özelliğini tanımlıyor gibiydi. Sele kapılanların gelmemiş olmasını daha hayırlı gördüm. Çünkü bir Azerbaycan atasözünde der ki:

    Sel geldiği zaman ilk olarak çer-çöp gelir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
16.10.2012

Değerli Kardeşim,

Bir völümünüzün bu toplumun artık bir üyesi olamayacak denli farklılaştığını söyleyebilirim. Bunlardan bir de benim ve yargıya bugün kesin olarak vardım.

Bu kez kısa olan bu yazımı kesinlikle okumanızı diliyorum.

Saygılarımla. 17.10.12

BİLİM ve ULUSAL GÜDÜ

Dostlar,

Meslektaşım, dostum Sayın Prof. Dr. Yıldırım Beyatlı DOĞAN‘ın çok öğretici, düşündürücü, zihni derinleştirici bir denemesini daha paylaşmak istiyorum sizinle.

İçnde bulunduğumuz zor günlerde ufuk açıyor.

Keşke Prof. Fatih Hilmioğlu hocamız da Silivri tutsakevinde okuyabilse bu nefis denemeyi..

Yıldırım, Betz hücrelerine sağlık sevgin (aziz) kardeşim..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================================

BİLİM ve ULUSAL GÜDÜ

Prof. Dr. Yıldırım BEYATLI DOĞAN
Ankara Üniv. Tıp Fak. Psikiyatri Kliniği

Bilim sözcüğü ile kulağımıza dolanlar, zihnimize sızanlar bize ne söyler? Aydınlanma çağından başlayarak şu güne dek, içinde ‘bilim’ sözcüğü geçen farklı ve yeni bir cümle kurabilmek pek kolay görünmemektedir. Sorun sözcüğün aşındırılması ve yozlaştırılması nedeniyle ancak ve ancak aksak ve bozuk tek bir cümlede kullanılması mı yoksa sözcüğün içerdiği dinamik aklın her kullanımda kendini doğuran ve yenileyen özünü görmeme şeklindeki istemli körlükte mi yatıyor?

Tiyatro yazarı, oyuncusu, yönetmen kısaca tiyatro adamı sanatçı Ferhan Şensoy’un bir sözü geliyor aklıma; “Fransızca biliyorum ama Fransızcanın bundan haberi yok!” Bilim adamı tafralı, genelev apaşı donunda, öfkesi burnunda bir dolu insanımsı yaratığa bilim adamı muamelesi çekilirken bilimin bundan ne haberi var ne de sorumluluğu. Ülkemiz insanlarına bilim adına sunulan ve temaşa keyfi yaratan acıklı ve gülünç çarpıklıklar, az gelişmiş olmayı ülkemiz insanına kader biçen belli bir siyasanın şekillenmesi adına kotarılmaktadır. Değerden bağımsız bu siyasa uygun iktidar araçlarını kullanırken toplumsallık niteliği taşımayan sözde bir muhalefet damarı da yaratarak her türlü tartışmayı en başta boğmaktadır. Uğursuzluğu tarihe mal olmuş iktidar erkinin en asal tercihi bilimi değersizleştirerek mümkünse sınır dışı etmektir. Bilim sözcüğü duyulur duyulmaz, öfke uyandırıcı tiksindirici duygulara kapılmak kusmak tepinmek ve benzeri tepkiler belli bir topluluk refleksinin oluşturulduğunu göstermektedir.

Profesör, doçent vb. adlandırmalar yalnızca üniversite kapsamında geçerli kadro isimleri iken günümüzde -rayiç bedeli değişken- bir etiket halini almıştır. Günlük yaşamımız tıka basa onlarla dolu. Şifalı otların anlatımında, burçların irdelenmesinde ağızdan dolma tek atımlık tüfekler kadar bile gürültü çıkarmaktan aciz psikolojik okumalar, kimi ruh hekimlerinin batan fabrikanın elden çıkardığı patiska kadar kıymet-i harbiyesi olmayan toplumsal yorumlamalar ve hatta politik analizler ve benzeri onca şaklabanlık günümüzü doldururken bilim adına zihnimizde olması gereken hacım giderek daralmaktadır. Yakın gelecekte yok olacağına kesin gözü ile bakılmaktadır.

Bilim sözcüğü yalnızca seslerden ibaret olsaydık sözcüğü sese yükleyebileceğimiz onlarca biçim bulunabilirdi. Oysa sese anlam yüklendiğinde sözcük gökte asılı laflardan olmayıp ancak ve ancak insan olmanın kılığında var olabilecek kavramsal bir derinliğe ulaşıyor.

Bu nasıl böyle oldu? Adım adım. Başlangıçtan itibaren an ve durum kollayan uğursuzlar, karınlarını ağrıtan fitneyi -zamanı geldiğinde- ortaya yere dökmekte tereddüt etmediler. Orta yere döktükleri neydi? Tek sözcükle söylemek gerekirse ‘fitne’. Fitne, vasat olma adına oluşturulan nedensellik inşası adına başlatıldı. Sonrası bugüne dek geldi. Dolayısı ile sürecin tanımlanmasında başlangıcı iyice nitelemek gerekmektedir.

Sürecin başlangıcı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın üniformasından, yıldızlarından soyunduğu ve Bandırma sefinesine adım attığı andır. Ulusal düzlemde başlayan kongre toplantıları her aşamada ulusalcılık adına derinleşen yurttaşların imece niteliğindeki çabalarıyla bir süre sonra adı ulusalcılık olan tarihsel bir kavrama dönüşmüştür. Üçü beş kuruşa kavram alamazsınız. Ama etiket edinebilirsiniz. Vasatlığın şiar edinilmesi, adeta bir erdem olarak kabul edilmesi etiketlerden ibaret toplumsal tutum ve davranış dağarının oluşmasına ve bunun bir toplumsal kabul haline gelmesine yol açmıştır. Fitne budur! Örneğin ‘Büyüklerimiz bilir.’ kabulü böylesi aşağılık bir fitnenin yerleşmesi sonucudur.

Kavram oluşturabilmek, kavramlarla düşünebilmek insan olmanın ‘olmazsa olmaz’ koşulu olarak değer bulur. En eski çağlardan bu yana doğusu, batısı ile kavram oluşturma, akıl at başı gitmiş insanın yetkin hale gelmesinde başat rol üstlenmiştir. Sözü, gideceği yere doğru hareketlenmişken yolundan alı koymamak gerek. Ulusalcılık kavramlaştırmasına geri döneceğim.

Ulusal kalkışmamız kurtuluşla sonuçlandığında ulusal bir savaşa sahip olduk. Bu açıdan yeryüzünde ulusal savaşı ile kurtuluşunu yaşamış ve bu kurtuluşunu sivil yapılanmanın akılcı harcına katabilmiş sınırlı örnekler vardır. İlk başta gelenlerden biri ülkemizdir. Türkiye demenin giderek bizlere dair bir dert olması boşuna değildir. Bu sözcüğü duyunca tırsıyan ve ışıkla birlikte sağa sola yalpalayan mutfak böcekleri atom bombası yok edemiyor ama hem Türkiye sözcüğü hem ulusal sıfatı anafilaktik şok sonucu böcek telefine yol açabiliyor. Aynen marşta terennüm edildiği üzere; ‘Bak şu feleğin işine!’

Ulusal kurtuluş savaşımızın hemen ertesinde devrimler adı altında gündem kazanan biçimsel ve içeriksel değişiklikler yasalara bağlanmıştır. Böylece vasatlık hastalığı salgını engellenerek hacı-hocanın vesayetine bağlı biat kültürü yok edilmeye çalışılmıştır.

Fikri ve irfanı hür tanımı bu anlattıklarımıza bire bir uymaktadır. Kişinin, edilgen bir dış dünya nesnesi olmaktansa zihni kavramlarla zenginleşmiş, kavramlarla derinleşmiş etken bir varlık haline gelmesine çalışılmıştır.

Temel bilimlerin, sosyal bilimlerin, insana dair disiplinlerin ve sanatın, daha pek çok öğretinin en dolaysız yurttaşları bu dönemde yetişmişlerdir. İnsan olmanın bilgi, bilgilenme odağında asıl varoluş olduğu tanımı ulusalcı anlayışın, Cumhuriyet’in tek eksenini oluşturmuştur. Fakir bir ülkede bilgi, bilgi edinme bilgi ve bilmeden doğru var olma güdüsü yaygınlık kazanmak zorundadır. İlel ebed payidar kalacak Cumhuriyet söz konusu güdünün yaygın olmasını gereksinmektedir. Hasan Ali Yücel gibi eğitim bakanlarının varlığı, köy enstitüleri gibi yapıların varlığı bu gereksinime işaret eder.

Bilme, bilgi, bilgi edinme, bilgiyi kullanma, bilgi ile malumatı karıştırmama gibi ince ayrımlar ismen hatırlattıktan sonra bir önceki paragrafta kullandığım güdü sözcüğünün altını özellikle çizmek isterim.

Güdü, insan tutum ve davranışının hem aracı hem de amacı değerinde olabilecek bir tanımdır. Olguculardan tutun da akılcılara, varoluşçulara, görgül yaklaşanlara kadar güdü üzerinde söz etmeyen kalmamıştır. İnsan davranışının insanın tutum örüntüsünün yapı taşı değerindeki bileşeni güdüdür. Kimse idrarını sonsuz bir süreyle tutamaz. Sonunda refleks bir yolla işemek zorunda kalır. Refleks adını verdiğimiz bu fizyolojik esaslı, motor temelli hareket güdü içermez. Bilgi de gerekli değildir. Kenefin bulunduğu yere dair malumat, işemenin bedeline işaret eden bir etiket olduğu sürece adı geçen refleks döngüsünün davranış değil de hareket adını alması boşuna değildir. Davranışın farkı nedir?

Davranış öncelikle niyeti gerektirir. Niyet olmaksızın davranış gerçekleşmez. Tek başına niyet de yetmez. Niyetin tasarıma ihtiyacı vardır. Niyetin bir tasarıma kavuşması belli bir amaç odağında vücut bulmasıyla mümkün olur. Amaç, niyet, tasarlama insan edimine zemin hazırlar. Bu zemin üzerinde akan hareketlilik duyguyu düşünceyi bir arada barındırmak zorundadır. Hepsi bir arada güdü adını alır. Güdü olmaksızın davranış gerçekleşmez.

Bilme, bilme isteği, zihnin kendi hacmini bilmeye açması davranışın zihinsel zeminde bir nedensellik boyutuna duyduğu ihtiyaca işaret eder. Bu güdüdür. Yalnızca insana özgüdür.

Var olmayı beceren, kendini gerçekleştiren insanın kalımı için güdü mutlaka gerekmektedir. Güdünün yol arkadaşı akıl olmaktadır. Aralarındaki ilişki aklın önderliği değişmemek koşulu ile yerine göre karşılıklı olabilmektedir. Akıl, gereksindiği gizil güç için güdüye ihtiyaç duyabilir. Gene de akıl tek başına hareket edebilir mi? Akıl, hareket edebilmek için ille de güdüye mi ihtiyaç duyar? Hayır tabii.

Aklın ışığını yakan duygulardır.

Duygular, yalnızca aklın ışığını yakmakla kalmaz güdünün yolunu da aydınlatabilir.

Peki, bütün bunların ulusalcılıkla ne alakası var diyeceksiniz. Ulusalcılar olarak toplaşabildiğimize göre böyle demeyeceğinizi biliyorum. Ancak alakayı altını çizerek bir kez daha anmayı önemli buluyorum.

Cumhuriyet’in ilkelerden ödev çıkaran kuşağı nasıl bu hale geldi dersiniz?

Ulusal kalkışmamızın bilediği kavga gücümüz kurtuluşumuzu muştulayan savaşla amacına ulaştığında bağımsızlığımız için çabalarımız yaşadığımız duygularımızı arıtıp nesnelleştirirken aklımızın ışığını da yaktı! 200 kg’dan ağır top mermisini sırtına atan Salih çavuşun taşıdığı duygu yalnızca onun aklının ışığını mı yakmıştır? Yaşadığımız ve ortaklaşa yaşama kararı verdiğimiz ulusalcı coşkumuzun aklımızın ışığını yaktığı gene tarihsel bir gerçektir.

Taşıdığı adam gibi duygularla aklının ışığı yanan insanın ilk davranışı bilgi, bilginin kaynağı, bilginin olanaklılığı üzerinde düşünmeye başlamaktır. Böyle düşünebilmek için etiket yazısı haline gelmiş sanlara ve tanımlara ihtiyaç yoktur. Cumhuriyet, ulusalcılık coşkusuyla aklının ışığını yakabilmiş insanların kurduğu insanca düzenin adıdır. Ulusalcılık hem aklın ışığını yakmış hem de ışığa boğulmuş aklın bireşiminde yer almıştır. Bu nedenle ulusalcı kuşağın bireylerinin davranışları bilgi odaklı güdü ile renklenmektedir. Ulusalcı düşünceye ait insanın tutum ve davranışında bilgiyi esas alma şeklindeki güdü iyi insan, iyi yurttaş; doğru insan, doğru düşünce gibi farklı alt tanımlamaları da beraberinde getirmiştir.

Vasat insan tanımladığım bu özellikleri kendisi için tehdit ve tehlike olarak gören insandır. O, vasat hale gelerek biat etme dürtüsünü kerteriz almış nesneleşmiş biyolojik bir oluşumdan öte anlam taşımaz. Ulusalcıların rahatsız ettiği fitne odakları dün vasatlık adına yaygın tezviratta bulunurken bugün, vasatlığı kendi kurtuluşunun aracı ve amacı olarak gören post-modern mukallidi şarkiyatçı dürtüsüne sahip nesillerden medet ummaktadır. Bu nedenle bilim, bilimsel düşünce niteliksizleştirilirken vasatlaşmış insanlara ‘önce iman sonra zaman kalırsa anlarsın’ denmektedir.

Kişi güdüsünü yeniden kazanabilir. Tutum ve davranışını kendi zihinsel zenginliği düzeyine göre ayarlayabilir. Bunun için kişi zihnini derinleştirmelidir. Nesnelerle duyularımız aracılığı ile kurulmuş ilişkilerin sadece ilişki olduğunu o zaman anlar. Salatalık bir sebzedir. Parasıyla alıp filenize koyduğunuzda salatalıkla aranızda etiket fiyatının tanımladığı bir tür ilişki kurulmuş olur. Ama ne salatalık sizden ne de siz salatalıktan haberdarsınızdır. Çünkü aranızda etkileşim yoktur. Oysa zihni derinleşerek zenginleşmiş insan ilişkiyi etkileşim olmaksızın düşünemez. Bu noktada akıl ortaya çıkar.

Tek eksik aklın ışığının yanmasıdır.

Işığı yanan akıl yanı başında güdüyü görür.

    * Aklın ışığını ise duygu yakar.

Karda, tozda, çamurda, yağmurda, boranda her türlü ahval ve şerait dâhilinde aklın ışığını yakan bir duygu olarak ulusalcılığı içten selamlıyorum.

Beraberce!

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim ..

Dostlar,

Prof. Dr. Ali Demirsoy büyüğümüzün İBRETLE DOLU yazısını mutlaka okumalısınız,
okutmalısınız..

Kendisinin de özel ricası, “..bu kez yazım kısa ama mutlaka okuyunuz..” diye rica ediyor.

Ali hoca ile cami avlusunda görüşemedik ama, yazısına büyük ölçüde biz de katılıyoruz..

Umarız kendisi de bu sitede Fatih hoca için yazdığımız 2 yazıyı okuma olanağı bulur..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim

16.10.2012 tarihinde tanık olduğum bir merasimde, bu toplumun ulaşmış olduğu kimliğin artık benim kimliğimle aynı olamayacak kadar farklılaştığını anladım. Eğer siz toplumun yaklaşımını ve anlayışını anlayamıyorsanız, o toplumun bir bireyi olmaktan uzaklaşmışısın demektir ya da o toplum, sizin, içinde rahat hareket edemeyeceğiniz ya da benimseyemeyeceğiniz kadar değişmiş demektir. Tanık olduğum şu sürecin üzerinde, ön yargılarınızı bir tarafa bırakarak bir insan olarak, ama sadece bir insan olarak düşünmenizi istiyorum.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, Almanya’da ve Hacettepe Üniversitesinde dâhiliye uzmanı olmuş, başhekimlik, dekanlık yapmış ve İnönü Üniversitesinde Gastroenteroloji kliniğini kurmuş ve iki dönem İnönü Üniversitesi Rektörlüğünü yapmıştır. Rektörlüğünün çok başarılı geçtiğini, üniversiteye önemli tesisler kazandırdığını, çok sayıda bilimsel toplantıya destek olduğunu ve on binlerce ağaç diktirerek üniversitenin kıraç arazisinde neredeyse orman kimliği kazanacak bir koruluğu bu bölgeye kazandırmıştır.
Tanıdığımız Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, cumhuriyete, laikliğe, bilimsel düşünceye sözde değil özde inanmış ve sahip çıkmış bir meslektaşımızdı. Bu yolda da cesur çıkışları olmuş bir yöneticimizdi. Şu anda çeşitli suçlamalarla Silivri Cezaevinde, yaklaşık 4 yıldan bu yana tutuklu olarak (kesinleşmemiş bir suçtan dolayı değil) yatmaktadır ve bilebildiğimiz kadarıyla da ağır seyreden karaciğer kanserinden dolayı yaşamı tehdit altında olduğu söylenmektedir. Eğer varsa, suçunun ne olduğunu, bağımsız, hukuka ve adalete saygılı, insan haklarını ön planda tutan yüce mahkemelerimiz kuşkusuz kanıtlarıyla birlikte bu topluma kararlarıyla duyuracaklardır. Yargılama aşamasındaki bir davaya fikir beyan etmenin, görüş açıklamanın ve serzenişte bulunmanın hukuka aykırı olacağını bildiğim için bu konuyu burada kapatmalıyım.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun iki oğlu vardı. Biri şu anda Amerika’da eğitimdeymiş, diğeri Emir; benim de yakinden tanıdığım yakışıklı, saygılı, yüzünden güzellik akan, aydınlık yüzlü bir gençti ve Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde üçüncü sınıfta okuyordu. Her hafta sonu yalnız kalan anasını, babasını görmek üzere Silivri’ye götürüyor, onunla iki gün kalarak geri dönüyordu. 13.10.2012 tarihinde çok kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.
Emir’in cenaze ve defin törenine birçok insan gibi ben de katıldım. Benzer durumlarda yaşanan hüzün doğal olarak bu törenlerde de yaşandı. Hepimizin gözlerinden yaşlar aktı. Buna benzer hüzün veren olaylar dünyanın her yerinde ve ülkemizde de sıkça yaşanmıştır. Ancak bu süreçte yer alanların acıklı durumları, çizilen bu tabloya yerleştirildiğinde, belki de dünyanın en kahredici, üzücü ve düşündürücü bir sahnesi sahnelenmiş oldu.
Dünya güzeli oğlunu yitiren ana, başından itibaren; özellikle mezarın başında eridi bitti; bir ananın dramını bütün çıplaklığıyla görüyorduk. Belki, onu, kendisi bir hekim olan kocası teselli edebilecekti; acılarını bir nebze de olsa dindirebilecekti Gözlerimiz kocanın üzerindeydi. Ancak kocayı, yanında, arkasında, önünde, -her halde- yıllarca kucağına almış, sevmiş, öpmüş, koklamış yavrusunu son seyahatinde yalnız bırakarak kaçmasın diye en az görebildiğimiz 6 kolluk görevlisi çembere almıştı. Zaten 4 yıl tutukluluk ve ağır hastalığı nedeniyle neredeyse bitme aşamasına gelmişti. Bir zamanların saygın doktoru, saygı yöneticisi Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun gözlerindeki -çok az kimsenin anladığını düşündüğüm- acı ifade birçoğumuzun kalbine kurşun gibi oturdu. Hiç kimseye, yaşayan oğluna, üzüntülerin en büyüğünü yaşayan eşine bile yardım edecek durumda değildi. Belli ki sadece bir töreni yerine getirmek için izinli çıkmıştı.
Yasalar neredeye kadar izin veriyor, nasıl veriyor bilemem; hukukçu değilim. Ancak Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun geniş bir koruma çemberi içinde Ankara’ya getirilip, evinde kalmasına izin verilmeden, geceyi Sincan Cezaevinde geçirmek, defin töreninin ardından (aynı gün mezarlıkta bu tören yaklaşık saat 16.00’da bitti) saat 19.00’da 4 yıldır tutuklu olduğu Silivride’ki koğuşuna götürülmek üzere izin verilmiş. Yani evinde çocuğunun ruhuna okunacak duaya bile âmin diyecek şans tanınmamıştı. Eşiyle birlikte yıllarca yavruları üşümesin diye yorganını örttükleri odaya, son bir defa birlikte bu yorganı katlamak için bir şans bile tanınmadı. Sanki Silivri kaçıyordu.
Bu yazıyı kaleme alırken ananın mezarı başındaki yok oluşunu, babanın gözlerindeki acı ifadeyi, bu durumu toplumun bir kara bahtı olarak görerek gözlerinden sicim gibi boşanan yaşları bir türlü unutamıyorum. Anayasanın bile sık sık çiğnendiği bir ülkede, bir ailenin tarif edilemez bir acısına merhem olmamayı neden en katı yasalara bağlıyoruz? Biz bu kadar mı insanlık duygularımızdan uzaklaştık?
Eve ulaştığımda her şeyimle bütünleştiğimi düşündüğüm bu toplumun artık tarif edilen bir üyesi olmadığımı anladım. Bu kadar kin, bu kadar garez, bu kadar acımasızlık, bu kadar gaddarlık benim mensup olacağım topluluk olamaz. Eğer geleneğimiz buna izin veriyorsa, ben bu gelenekten değilim, eğer kültürümüz buna izin veriyorsa ben bu kültürden değilim, eğer milli duygularımız buna izin veriyorsa, ben bu milletten değilim, eğer dinimiz buna için veriyorsa ben bu dinden değilim. Belli ki kalabalığın içinde yalnız kalmış birkaç insandan biriyim.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu rektörlüğü sırasında birçok bilimsel toplantıya tam anlamıyla destek oldu. Beğensek de beğenmesek de tasvip etsek de etmese de o dönemde yöneticilik yapmış, birçok bildiriye ortak imza atmış, birçok kararı birlikte almış arkadaşlarını da gözlerimiz aradı. Onu yalnız bırakmayan politikacılarımız, bilim adamlarımız, bir zamanların yöneticileri vardı; ancak gözlerimizin aradığı çok kişiyi –en az bu acı olayda yanında olma ve ona manevi destek verme için bile- göremedik. İnsani bir görev için bile orada değillerdi. Belli ki sele kapılmış çok insanımız var.
Katılanları bu yazıyı yazarken şöyle bir tekrar gözden geçirdim. Nitelikli bir grubun olması, bir devrin özelliğini tanımlıyor gibiydi. Sele kapılanların gelmemiş olmasını daha hayırlı gördüm. Çünkü bir Azerbaycan atasözünde der ki: Sel geldiği zaman ilk olarak çer-çöp gelir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
16.10.2012

Değerli Kardeşim

Bir kısmımızın bu toplumun artık bir üyesi olamayacak kadar farklılaştığını söyleyebilirim. Bunlardan bir de benim ve yargıya bugün kesin olarak vardım. Bu sefer kısa olan bu yazımı kesinlikle okumanızı diliyorum.
Saygılarımla

MESELE VATANSA GERİSİ TEFERRUATTIR..

Dostlar,

ADD Viyana Şubesi önceki başkanı dostumuz Sayın Erol Güçlü, özlü bir ileti yollamış..

Aşağıda paylaşıyoruz :

– ARKAMDA YÜRÜME, YOL GÖSTERMEYEBİLİRİM. ÖNÜMDE YÜRÜME, ARKANDAN GELMEYEBİLİRİM. YANIMDA YÜRÜ VE DOSTUM OL. / Albert CAMUS

– SUSMAK, APTALLARIN ERDEMİDİR. / Francis BACON

– ABD, ARADA UYGARLIĞI YAŞAMADAN, BARBARLIKTAN YOZLUĞA GEÇEN TEK ÜLKEDİR. / Oscar WILDE

– BÜTÜN YÖNETİMLERDE, YOZLAŞMA HEMEN HER ZAMAN İLKELERİN YOZLAŞMASINDAN BAŞLAR. / Charles de MONTESQUIEU

MESELE VATANSA GERİSİ TEFERRUATTIR.
Mustafa Kemal ATATÜRK

– BUGÜN BİZİM İÇİN 11 KASIM 1938 dir. / Osman PAMUKOĞLU,
HEPAR Genel Başkanı, 4 Eylül 2008 – Anıtkabir Özel Defteri

Her şeye karşın her koşulda mücadele eden Sivil-Asker KEMALİN ASKERLERİne saygılarımla. 16.10.12, Erol Güçlü

* * * * * * * *
Sayın Erol Güçlü’nün Viyana Şubesi Başkanı olduğu yıllarda, biz de ADD Genel Başkan Yardımcısı olarak bir yurtdışı gezimizde, Almanya’da bir dizi ADD Aydınlanma konferanslarımızın ardından, nazik çağrıları ile Viyana’ya geçmiştik..

– Türkiye`deki Güncel Sorunlar ve Atatürkçülere Düşen Görevler.
Almanya / Duisburg ADD, 09.06.06
– Globalizm ve Güncel Gelişmeler. Almanya / Bielefeld ADD, 10.06.06
– Emperyalizm Türkiye’den Ne İstiyor? Almanya / Wuppertal ADD, 11.06.06
– Batı (AB+D) Türkiye’den Ne İstiyor? Avusturya / W. Neustade ADD, 13.06.06
– Türkiye`de Güncel Gelişmeler. EuroTürk TV ile söyleşi, 14.06.06

2 konferans düzenlemiştik Avusturya’da. İlki W. Neustade’de idi, 13.06.06 günü.
Konumuz, “Batı (AB+D) Türkiye’den Ne İstiyor?” idi.
Yansılar eşliğinde sunumumuz epey ilgi toplamıştı.

Ertesi gün 14 Haziran 2006 idi.. Tıbbiyeden (İstanbul Tıp Fakültesi) mezun oluşumuzun 30. yılına giriyorduk.

Erol bey ve arkadaşları ateş gibiydi.. Soyadı gibi “güçlü” idiler..

Yeni taşındıkları şube binasında pek çok eksik vardı ama bir avuç Türk yurttaşımız arılar gibi özveri ile koşturuyorlardı.. Zamanla yarışılarak şube yerleşimi konferans için enaz (asgari) yeterliğe kavuşturuldu. O akşam biz de görseller eşliğinde,

“Batı (AB+D) Türkiye’den Ne İstiyor?”

başlıklı konferansımızı Viyana’da yineleyerek sunduk..

Erol bey, Viyana’da yayın yapan EuroTürk TV’de bize program olanağı da sağlamıştı.

Akşam Viyana kırsalında doğa içinde bir lokantada dostlarla, enfes şaraplar eşliğinde yemekte idik. İşadamı Sayın Edip Bayezit hoş sohbeti ve ev sahipliği ile geceye damgasını vuruyordu.

Viyana Şubesi Başkanı dostumuz Sayın Erol Güçlü ve Şube yönetimindeki arkadaşlarımızın konukseverliğine sınır yoktu..

Bir yandan da ADD Genel Başkanlığı için seçim kampanyamız Türkiye’de sürüyordu.

İlginç gelişmeler olmuş, sağ kolu olarak birlikte çalıştığımız Genel Başkanımız Sn. Ertuğrul L. Kazancı, aramızdaki centilmenlik anlaşmasını bozarak, bizi desteklemek yerine “yeniden” 3. kez aday olmuştu.

Bir de, seçime 15 gün kala, emekli Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur ADD’ye üye olmuş ve hemen takımını (ekibini) kurarak genel başkanlığa aday olmnuştu!..

Kendilerini zorlukla Bodrum’da bularak cep telefonu ile konuşmuş ve Ankara’da mutlaka görüşme dileğinde bulunmuştuk.. Bu olanağı bize vermedi Sn. Eruygur.

Genel kurulda uyarımızı çok açık yaptık; ADD için “uygun” olmayacaktı bu proje..
Gerekçelerini apaçık ortaya koyduk, bu yüzden epey sert tepki de aldık..
Seçimde 3 genel başkan adayından hiçbirimiz yeterli çoğunluk sağlayamadık.

Sonrası biliniyor.. 1 Temmuz 2007 operasyonu ve Sn. Eruygur’un tutuklanması! ADD’ye operasyon.. El konan bilgisayar ve evraklar..

Erol Güçlü kardeşimiz bizi böyle gerilere götürdü..

Paylaşalım istedik..

Yeri geldikçe bu konuya ilişkin ayrıntıları da yazmak isteriz.

Sevgi ve saygı ile.
16.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net