Etiket arşivi: Prof. Dr. Yıldırım Beyatlı Doğan

FELSEFECİYE HER GÜN YENİ YIL: MOSMOR

Dostlar,

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde mesai arkadaşımız ve uzun yılların dostu
Prof. Dr. Yıldırım Beyatlı Doğan (O, Psikiyatri kliniğinde), yeni bir denemesini gönderdi..

  • FELSEFECİYE HER GÜN YENİ YIL: MOSMOR

Tadı Betz hücrelerinizde kalıyor..

Sözcüklerden hatta hecelerden bir yazınsal sanat yapıtı bir “deneme yontusu”!

Üstelik de bilimsel..

Doğaya saygı; böylesine sıradışı zihinsel yetileri ikramı için..

O ham potansiyeli işleyen aileden okula, topluma, ustalara da..

Yetkin bir psikiyatrist ve seçkin bir beyin işte böyle sıradışı yeniyıl armağanları sunabiliyor dostlarına..

Yıldırım’ın dostu olmak bir keyif hatta ayrıcalık..

Bu nefis denemeyi okumak için erişkeyi (linki) tıklamak zahmeti size kalıyor..

Mosmor

Sevgi ve saygı ile.
31.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

BİLİM ve ULUSAL GÜDÜ

Dostlar,

Meslektaşım, dostum Sayın Prof. Dr. Yıldırım Beyatlı DOĞAN‘ın çok öğretici, düşündürücü, zihni derinleştirici bir denemesini daha paylaşmak istiyorum sizinle.

İçnde bulunduğumuz zor günlerde ufuk açıyor.

Keşke Prof. Fatih Hilmioğlu hocamız da Silivri tutsakevinde okuyabilse bu nefis denemeyi..

Yıldırım, Betz hücrelerine sağlık sevgin (aziz) kardeşim..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================================

BİLİM ve ULUSAL GÜDÜ

Prof. Dr. Yıldırım BEYATLI DOĞAN
Ankara Üniv. Tıp Fak. Psikiyatri Kliniği

Bilim sözcüğü ile kulağımıza dolanlar, zihnimize sızanlar bize ne söyler? Aydınlanma çağından başlayarak şu güne dek, içinde ‘bilim’ sözcüğü geçen farklı ve yeni bir cümle kurabilmek pek kolay görünmemektedir. Sorun sözcüğün aşındırılması ve yozlaştırılması nedeniyle ancak ve ancak aksak ve bozuk tek bir cümlede kullanılması mı yoksa sözcüğün içerdiği dinamik aklın her kullanımda kendini doğuran ve yenileyen özünü görmeme şeklindeki istemli körlükte mi yatıyor?

Tiyatro yazarı, oyuncusu, yönetmen kısaca tiyatro adamı sanatçı Ferhan Şensoy’un bir sözü geliyor aklıma; “Fransızca biliyorum ama Fransızcanın bundan haberi yok!” Bilim adamı tafralı, genelev apaşı donunda, öfkesi burnunda bir dolu insanımsı yaratığa bilim adamı muamelesi çekilirken bilimin bundan ne haberi var ne de sorumluluğu. Ülkemiz insanlarına bilim adına sunulan ve temaşa keyfi yaratan acıklı ve gülünç çarpıklıklar, az gelişmiş olmayı ülkemiz insanına kader biçen belli bir siyasanın şekillenmesi adına kotarılmaktadır. Değerden bağımsız bu siyasa uygun iktidar araçlarını kullanırken toplumsallık niteliği taşımayan sözde bir muhalefet damarı da yaratarak her türlü tartışmayı en başta boğmaktadır. Uğursuzluğu tarihe mal olmuş iktidar erkinin en asal tercihi bilimi değersizleştirerek mümkünse sınır dışı etmektir. Bilim sözcüğü duyulur duyulmaz, öfke uyandırıcı tiksindirici duygulara kapılmak kusmak tepinmek ve benzeri tepkiler belli bir topluluk refleksinin oluşturulduğunu göstermektedir.

Profesör, doçent vb. adlandırmalar yalnızca üniversite kapsamında geçerli kadro isimleri iken günümüzde -rayiç bedeli değişken- bir etiket halini almıştır. Günlük yaşamımız tıka basa onlarla dolu. Şifalı otların anlatımında, burçların irdelenmesinde ağızdan dolma tek atımlık tüfekler kadar bile gürültü çıkarmaktan aciz psikolojik okumalar, kimi ruh hekimlerinin batan fabrikanın elden çıkardığı patiska kadar kıymet-i harbiyesi olmayan toplumsal yorumlamalar ve hatta politik analizler ve benzeri onca şaklabanlık günümüzü doldururken bilim adına zihnimizde olması gereken hacım giderek daralmaktadır. Yakın gelecekte yok olacağına kesin gözü ile bakılmaktadır.

Bilim sözcüğü yalnızca seslerden ibaret olsaydık sözcüğü sese yükleyebileceğimiz onlarca biçim bulunabilirdi. Oysa sese anlam yüklendiğinde sözcük gökte asılı laflardan olmayıp ancak ve ancak insan olmanın kılığında var olabilecek kavramsal bir derinliğe ulaşıyor.

Bu nasıl böyle oldu? Adım adım. Başlangıçtan itibaren an ve durum kollayan uğursuzlar, karınlarını ağrıtan fitneyi -zamanı geldiğinde- ortaya yere dökmekte tereddüt etmediler. Orta yere döktükleri neydi? Tek sözcükle söylemek gerekirse ‘fitne’. Fitne, vasat olma adına oluşturulan nedensellik inşası adına başlatıldı. Sonrası bugüne dek geldi. Dolayısı ile sürecin tanımlanmasında başlangıcı iyice nitelemek gerekmektedir.

Sürecin başlangıcı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın üniformasından, yıldızlarından soyunduğu ve Bandırma sefinesine adım attığı andır. Ulusal düzlemde başlayan kongre toplantıları her aşamada ulusalcılık adına derinleşen yurttaşların imece niteliğindeki çabalarıyla bir süre sonra adı ulusalcılık olan tarihsel bir kavrama dönüşmüştür. Üçü beş kuruşa kavram alamazsınız. Ama etiket edinebilirsiniz. Vasatlığın şiar edinilmesi, adeta bir erdem olarak kabul edilmesi etiketlerden ibaret toplumsal tutum ve davranış dağarının oluşmasına ve bunun bir toplumsal kabul haline gelmesine yol açmıştır. Fitne budur! Örneğin ‘Büyüklerimiz bilir.’ kabulü böylesi aşağılık bir fitnenin yerleşmesi sonucudur.

Kavram oluşturabilmek, kavramlarla düşünebilmek insan olmanın ‘olmazsa olmaz’ koşulu olarak değer bulur. En eski çağlardan bu yana doğusu, batısı ile kavram oluşturma, akıl at başı gitmiş insanın yetkin hale gelmesinde başat rol üstlenmiştir. Sözü, gideceği yere doğru hareketlenmişken yolundan alı koymamak gerek. Ulusalcılık kavramlaştırmasına geri döneceğim.

Ulusal kalkışmamız kurtuluşla sonuçlandığında ulusal bir savaşa sahip olduk. Bu açıdan yeryüzünde ulusal savaşı ile kurtuluşunu yaşamış ve bu kurtuluşunu sivil yapılanmanın akılcı harcına katabilmiş sınırlı örnekler vardır. İlk başta gelenlerden biri ülkemizdir. Türkiye demenin giderek bizlere dair bir dert olması boşuna değildir. Bu sözcüğü duyunca tırsıyan ve ışıkla birlikte sağa sola yalpalayan mutfak böcekleri atom bombası yok edemiyor ama hem Türkiye sözcüğü hem ulusal sıfatı anafilaktik şok sonucu böcek telefine yol açabiliyor. Aynen marşta terennüm edildiği üzere; ‘Bak şu feleğin işine!’

Ulusal kurtuluş savaşımızın hemen ertesinde devrimler adı altında gündem kazanan biçimsel ve içeriksel değişiklikler yasalara bağlanmıştır. Böylece vasatlık hastalığı salgını engellenerek hacı-hocanın vesayetine bağlı biat kültürü yok edilmeye çalışılmıştır.

Fikri ve irfanı hür tanımı bu anlattıklarımıza bire bir uymaktadır. Kişinin, edilgen bir dış dünya nesnesi olmaktansa zihni kavramlarla zenginleşmiş, kavramlarla derinleşmiş etken bir varlık haline gelmesine çalışılmıştır.

Temel bilimlerin, sosyal bilimlerin, insana dair disiplinlerin ve sanatın, daha pek çok öğretinin en dolaysız yurttaşları bu dönemde yetişmişlerdir. İnsan olmanın bilgi, bilgilenme odağında asıl varoluş olduğu tanımı ulusalcı anlayışın, Cumhuriyet’in tek eksenini oluşturmuştur. Fakir bir ülkede bilgi, bilgi edinme bilgi ve bilmeden doğru var olma güdüsü yaygınlık kazanmak zorundadır. İlel ebed payidar kalacak Cumhuriyet söz konusu güdünün yaygın olmasını gereksinmektedir. Hasan Ali Yücel gibi eğitim bakanlarının varlığı, köy enstitüleri gibi yapıların varlığı bu gereksinime işaret eder.

Bilme, bilgi, bilgi edinme, bilgiyi kullanma, bilgi ile malumatı karıştırmama gibi ince ayrımlar ismen hatırlattıktan sonra bir önceki paragrafta kullandığım güdü sözcüğünün altını özellikle çizmek isterim.

Güdü, insan tutum ve davranışının hem aracı hem de amacı değerinde olabilecek bir tanımdır. Olguculardan tutun da akılcılara, varoluşçulara, görgül yaklaşanlara kadar güdü üzerinde söz etmeyen kalmamıştır. İnsan davranışının insanın tutum örüntüsünün yapı taşı değerindeki bileşeni güdüdür. Kimse idrarını sonsuz bir süreyle tutamaz. Sonunda refleks bir yolla işemek zorunda kalır. Refleks adını verdiğimiz bu fizyolojik esaslı, motor temelli hareket güdü içermez. Bilgi de gerekli değildir. Kenefin bulunduğu yere dair malumat, işemenin bedeline işaret eden bir etiket olduğu sürece adı geçen refleks döngüsünün davranış değil de hareket adını alması boşuna değildir. Davranışın farkı nedir?

Davranış öncelikle niyeti gerektirir. Niyet olmaksızın davranış gerçekleşmez. Tek başına niyet de yetmez. Niyetin tasarıma ihtiyacı vardır. Niyetin bir tasarıma kavuşması belli bir amaç odağında vücut bulmasıyla mümkün olur. Amaç, niyet, tasarlama insan edimine zemin hazırlar. Bu zemin üzerinde akan hareketlilik duyguyu düşünceyi bir arada barındırmak zorundadır. Hepsi bir arada güdü adını alır. Güdü olmaksızın davranış gerçekleşmez.

Bilme, bilme isteği, zihnin kendi hacmini bilmeye açması davranışın zihinsel zeminde bir nedensellik boyutuna duyduğu ihtiyaca işaret eder. Bu güdüdür. Yalnızca insana özgüdür.

Var olmayı beceren, kendini gerçekleştiren insanın kalımı için güdü mutlaka gerekmektedir. Güdünün yol arkadaşı akıl olmaktadır. Aralarındaki ilişki aklın önderliği değişmemek koşulu ile yerine göre karşılıklı olabilmektedir. Akıl, gereksindiği gizil güç için güdüye ihtiyaç duyabilir. Gene de akıl tek başına hareket edebilir mi? Akıl, hareket edebilmek için ille de güdüye mi ihtiyaç duyar? Hayır tabii.

Aklın ışığını yakan duygulardır.

Duygular, yalnızca aklın ışığını yakmakla kalmaz güdünün yolunu da aydınlatabilir.

Peki, bütün bunların ulusalcılıkla ne alakası var diyeceksiniz. Ulusalcılar olarak toplaşabildiğimize göre böyle demeyeceğinizi biliyorum. Ancak alakayı altını çizerek bir kez daha anmayı önemli buluyorum.

Cumhuriyet’in ilkelerden ödev çıkaran kuşağı nasıl bu hale geldi dersiniz?

Ulusal kalkışmamızın bilediği kavga gücümüz kurtuluşumuzu muştulayan savaşla amacına ulaştığında bağımsızlığımız için çabalarımız yaşadığımız duygularımızı arıtıp nesnelleştirirken aklımızın ışığını da yaktı! 200 kg’dan ağır top mermisini sırtına atan Salih çavuşun taşıdığı duygu yalnızca onun aklının ışığını mı yakmıştır? Yaşadığımız ve ortaklaşa yaşama kararı verdiğimiz ulusalcı coşkumuzun aklımızın ışığını yaktığı gene tarihsel bir gerçektir.

Taşıdığı adam gibi duygularla aklının ışığı yanan insanın ilk davranışı bilgi, bilginin kaynağı, bilginin olanaklılığı üzerinde düşünmeye başlamaktır. Böyle düşünebilmek için etiket yazısı haline gelmiş sanlara ve tanımlara ihtiyaç yoktur. Cumhuriyet, ulusalcılık coşkusuyla aklının ışığını yakabilmiş insanların kurduğu insanca düzenin adıdır. Ulusalcılık hem aklın ışığını yakmış hem de ışığa boğulmuş aklın bireşiminde yer almıştır. Bu nedenle ulusalcı kuşağın bireylerinin davranışları bilgi odaklı güdü ile renklenmektedir. Ulusalcı düşünceye ait insanın tutum ve davranışında bilgiyi esas alma şeklindeki güdü iyi insan, iyi yurttaş; doğru insan, doğru düşünce gibi farklı alt tanımlamaları da beraberinde getirmiştir.

Vasat insan tanımladığım bu özellikleri kendisi için tehdit ve tehlike olarak gören insandır. O, vasat hale gelerek biat etme dürtüsünü kerteriz almış nesneleşmiş biyolojik bir oluşumdan öte anlam taşımaz. Ulusalcıların rahatsız ettiği fitne odakları dün vasatlık adına yaygın tezviratta bulunurken bugün, vasatlığı kendi kurtuluşunun aracı ve amacı olarak gören post-modern mukallidi şarkiyatçı dürtüsüne sahip nesillerden medet ummaktadır. Bu nedenle bilim, bilimsel düşünce niteliksizleştirilirken vasatlaşmış insanlara ‘önce iman sonra zaman kalırsa anlarsın’ denmektedir.

Kişi güdüsünü yeniden kazanabilir. Tutum ve davranışını kendi zihinsel zenginliği düzeyine göre ayarlayabilir. Bunun için kişi zihnini derinleştirmelidir. Nesnelerle duyularımız aracılığı ile kurulmuş ilişkilerin sadece ilişki olduğunu o zaman anlar. Salatalık bir sebzedir. Parasıyla alıp filenize koyduğunuzda salatalıkla aranızda etiket fiyatının tanımladığı bir tür ilişki kurulmuş olur. Ama ne salatalık sizden ne de siz salatalıktan haberdarsınızdır. Çünkü aranızda etkileşim yoktur. Oysa zihni derinleşerek zenginleşmiş insan ilişkiyi etkileşim olmaksızın düşünemez. Bu noktada akıl ortaya çıkar.

Tek eksik aklın ışığının yanmasıdır.

Işığı yanan akıl yanı başında güdüyü görür.

    * Aklın ışığını ise duygu yakar.

Karda, tozda, çamurda, yağmurda, boranda her türlü ahval ve şerait dâhilinde aklın ışığını yakan bir duygu olarak ulusalcılığı içten selamlıyorum.

Beraberce!

İVAN DENİSOVİÇ ŞART DEĞİL..

Dostlar,

Değerli meslektaşım Sevgili Yıldırım Beyatlı Doğan’ın enfes bir denemesini daha sunuyorum.

İnsan duyarlığı ile hece hece, bilgece örülmüş..

“İVAN DENİSOVİÇ ŞART DEĞİL:
BENİM HAYATIMDA BİR GÜN: ÖRNEĞİN YARIN ÖRNEĞİN PAZAR GÜNÜ”

Keyifli okumalar..

Teşekkürle sevgili Yıldırım ve lütfen devam..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 01.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================================

Prof. Dr. Yıldırım Beyatlı Doğan

İVAN DENİSOVİÇ ŞART DEĞİL

İVAN DENİSOVİÇ ŞART DEĞİL:
BENİM HAYATIMDA BİR GÜN: ÖRNEĞİN YARIN ÖRNEĞİN PAZAR GÜNÜ

YILDIRIM B. DOĞAN

Bu hafta zor geçti. Bu bahar haftalar zorlu ve zor geçmeye başladı. Görüp göreceğin
bu bahar!

Gördüğün baharları öylesine bitirdin. Değerini bildin sanki!
Zor geçerse günlerin; sona doğru yaşayacağın zorluk/lar her gününü ilkyazın torbasından düşmüş bir gün olarak ve ‘hak etmediğin bir buluntu’ olarak yaşarsın.

Dertli görünen bu satırlar iç sesim. Kaderin benimle konuştuğu iddiasında değilim.
Hem konuşacak olsa konuşmak üzere seçeceği en son kişi ben olurdum. Ben olsam öyle yapardım.

Ersin’i öldürdüler. Başka bir arkadaşım dayak yedi. Bir başkası hakaret ve tehdide uğradı. Tehdit, bugünlerde her birimizin birinci dereceden zorunlu akrabası oldu. Bizimle yatıp kalkıyor. Nesebi meşkûk (taşıdığı dölün kalıtsal izi sürülemeyen hukuksal bir terim) olmasına karşın tehdit, her birimizle akrabalık ilişkisi- hem de birinci dereceden, kan akrabalığı- tesis etmeye çalışıyor. Bizimle yaşasın, ruhumuzdan eksik olmasın istiyor! Kim bilir kimlerin işine yarıyor! Neden mi? Şer ustası post-modern züppelerin, iktidar olma adına birincil tercihi, hekimle tehditle kurduğu yakın bağdır. Tehdit ürküntü yaratır. Beden ısısına karşın insan ruhu dona kalır. İktidar olma hırsı demem hükümet olma ile sınırlı değil. Her türlü oligark pislik, tanımladığım durumun doğrudan sorumlusudur. Ne olursa olsun:

Diploması hekim; unvanı şef, profesör; yola erken çıktığı var sayılarak kıdemlenen dolayısı ile eskiliği ediminin sorgulanmasına engel kabul edilen dokunulmazlık atfedilen ve benzeri daha binlerce çürük yumurta! Örgütlerin hiç uyanmayan ama sürekli erken kalkan havasında ortalığı gürültüye boğan kıtıpiyos ibibikleri. Aynı sepette birbirlerinin kokularına alıştılar ama adam gibi adama, alnı ak olduğu için diploması ak olan hekimlere alışamadılar. Ivan Denisoviç’ in hayatındaki bir gün ile onların erk peşinde koşarken eskiyip hortladıkları her gün birbirine benzer mi bilmiyorum. Bu aralar günlerimin zor ve zorlu geçmekte olduğunu biliyorum.

Ersin ‘in ardından kesilmeyen öksürüğüm, konuşmamı olanaksız kılıp ta işimi yapamaz hale gelince doktora gittim. Ve o an; hayret, şimdi yalnızca duyar gibi yaşıyorum. İlk seferinde duyar duymaz öldüğümü hissetmiştim. “ Önce bir akciğer çekilsin. Ardından göğüs tomografisi. Tamam çekildi. Ama şimdi sonuçlar PACS sistemi içinde –rapor olmaksızın- doğrudan bilgisayar ortamına düşüyor. Bakar mısın? Baksan ne anlayacaksın? O zaman bakacak birini olacaksın. Ama bunu anladığın anda mesai zamanı tükenmiş oluyor. Ertesi günü bekleyeceksin. Ne kadar süre var? Kalan sürede sinopsisini yazdığın beş romandan hangisini bitirebileceksin. Dosya olarak bitmiş diğer çalışmalarından hangileri öncelikli? Ya eksikliği seni daraltacak, öngörmene, çabalamana karşın gerçekleşmeyen karşılaşmalar, nereyi tavaf edeceksin; hangi kenti, hangi durumu, hangi zamanı, hangi şarkıyı hangi şiiri ve hangi duyguyu? Hangi acıyı, hangi öfkeyi?
Yanıt yok. Bekleyeceğim. Bekledim. Zatürree imiş. İlaçlarımı alıyorum. Canlılığı harfleri, sözcükleri koşturan anlamları tık nefes bırakan duygularımı tımar ediyorum.

Ne zaman kadar? ‘Sana bir tomo çekelim. Sigarayı gerçekten içmiyorsun değil mi?’ özlü sözünü duyacağım zaman kadar.

Dedim ya bugünler zor geçiyor. O günlerle dolu son haftamı paylaşmak istedim sizinle. Oyaladım zihninizi. Bağışlayın. Günlerimden söz ederken hayatımızdaki herhangi bir gün diyerek başladım anlatmaya. Ne ki yarın hayatımızdaki günlerden biri. Yalnızca yarın mı? 29Nisan 2012 günü de hayatımızdaki günlerden biri. Günler aynı değildir. Aynı ismi taşırlar ama aynı değildir. Aynı ismi taşımalarına karşın onları farklı kılan nelerdir?
Kentler. Örneğin İstanbul’un Cumartesi ve Pazar’ı Ankara’nın yarınki cumartesi ve sonraki günkü Pazar’ından farklıdır. Şöyle ki; ne İvan Denisoviç‘in ne de benim hayatımdaki bir güne benzeyecektir.

Tarihler. Örneğin 1970li yılların sonlarında başlayan slogan çığlıkları ile bezenmiş üfürükten sosyal balonların Cumartesi ve Pazarları ile yarın ve bir gün sonrası cumartesi ve Pazar farklıdır. Farklı olmak zorundadır.

Zamanlar. Örneğin evvelsi zamanların NATO, CENTO, SEATO günleri kendinden önceki komünizm korkusu basılan günlerinden farklıydı. Hiçbir zaman gelmeyecek olan komünizm, her gece iştahla altına işeyenlerin korkulu rüyası olmaktan çıkınca post-modernizmin rüzgârında önce YENİ DÜNYA DÜZENİ (NEW DEAL) ardından küreselleşme aldı başını gitti. Sonra ne oldu? Kültürün yok edildiği, siyasanın infaza uğradığı, siyasi partilerin yerini STÖ’lerin aldığı demler başladı. Günler farklılaştı mı?. İsimlerinin ayrı olmasından başka bir farkı kalmadı. Her gün her gün gibi geçmeye başladı. Yalnızca isimleri değişiyordu.

Şimdiki Zaman. Örneğin bugün, yarın, ertesi gün şimdiki zamandır. Şimdiki zamanda her gün, yalnızca adından doğru değil, geleceğin doğacağı belli bir niteliğin döllenmesi içindir. Başka bir deyişle her gün, öncekini tekrar etmek yerine bir sonrakini doğurur. Dün bugünü doğurmuştur. Bugün yarına gebedir.Cuma Cumartesiyi doğurmaya başladı bile. Ve Cumartesi aklımızla, duygumuzla, coşkumuzla Pazar gününe hamile kalmıştır.

Yazıyı bitirirken şunu da söylemeliyim. Ankara’dayım. Bugünleri yaşıyorum. Şimdiki zamanı solumak durumundayım. Zor geçen haftalarım kendimle daha çok vakit geçirmeme yol açtı. Anlattım. Ancak hayatımdaki bir günü paylaşmam gerekiyordu. Birden İstanbul‘un Cumartesi ve Pazar’ı için hissettiklerimi yazayım dedim. Yazdım. Bu da benim hayatımda bir gün işte. Hem de çok önemli.

NOT 1: İvan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün adını taşıyan bir anlatı vardır.

NOT 2: Kimlik denetimi harc-ı alem bir zevzeklik oldu. Bunun özel güvenlik görevlisi diye bir meslek bile icat edildi. Olur a takılır kalırım diye sorulmadan söyleyeyim:

SOL DÜŞÜNCEDE VE EYLEMDE BİR İNSANIM.
[BEN BÖYLE DEDİĞİM İÇİN DEĞİL ELBETTE; MESLEĞİM, YAŞAMA ŞEKLİM. TEVAZUYA GEREK YOK; İSTENİRSE ANLATIRIM DA! BİR KOŞUL VAR; SORAN VE DİNLEYEN DÜŞÜNEMEDİĞİ ÖLÇÜDE BİR SORUMLULUĞUN ALTINA GİRMİŞ DEMEKTİR. BU SORUMLULUK, BOYUNU,BOSUNU, NATIKASINI,
AKLINI ZORUNLU VE ZORLU OLARAK ETKİLEYECEKTİR.]

HEKİMİM. RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI UZMANIYIM
TIBBİYEYİ, (ATILDIĞIM, CEZA ALDIĞIM İÇİN ve KEYFE KEDER EDİMLERİM NEDENİYLE) 2.5 YIL GECİKMEYLE BİTİRİDİM. TARİH 13 KASIM 1975. ERTESİ HAFTA TABİP ODASI ÜYESİ OLDUM.
HALA ÖYLEYİM.

BAŞKA ŞEY SORMANIZA GEREK YOK. HEM İZİN VERMİYORUM HEM NE GEREK VAR; GÜNLERİMİZ GÜZEL GEÇSİN. ÖRNEĞİN BENİM CUMARTESİ ve PAZARIMIN GÜZEL GEÇECEĞİNE İNANCIM TAM. ÖZEL GÜVENLİKÇİ ZEVZEKLİĞİNE BİLE HER ZAMANKİNDEN BEŞ SANİYE DAHA UZUN KATLANABİLİRİM.

BİTİRİRKEN SAYGILAR vs. DİYEREK PANAYIR KİBARLIĞI YAPMIYORUM. BEN KENDİME SAYGI DUYMAYI BİLDİĞİM İÇİN, MUHATABIN ONA GÖRE DAVRANACAĞINI BİLİYORUUM. KENDİNE DUYMADIĞI SAYGIYI BOL KESEDEN DAĞITANIN ÇAKMA ASALETİ KATLANIP, BİR TARAFINI TIKAYABİLİR.