Etiket arşivi: Prof. Dr. Ali Demirsoy

Toprağını koruyamayan bir devletin egemenlik hakkı er ya da geç tartışmaya açılır!

Toprağını koruyamayan bir devletin egemenlik hakkı
er ya da geç tartışmaya açılır!

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. Ali Demirsoy, bu ülkenin yüzakı yurtsever aydınlarından.
34 yaşında Biyoloji Profesörü oldu Hacettepe Üniversitesinde ve 67 yaşının sonuna dek bu sanla (ünvanla) çalıştı. Emekliliğine yaklaşan yıllarda Türkiye’nin en kıdemli profesörü idi. Yaşamını özellikle Evrim Biyolojisine adadı ve Evrimin Biyolojisini
çok kapsamlı kitaplarıyla yazdı. Kahreden bir trafik kazasında (cinayetinde!) eşini ve çocuklarını yitirdi ve yalnız kaldı. Ancak yılmadı.. 10 yıl kadar önce 61 yaşında iken, Kemaliye – Eğin’de 26 yaşında bir genç hanımla evlendi ve yaşama yeniden tutundu.

Ülkesinin sorunlarına gerçek bir aydın olarak hep ilgi duydu ve kafa yordu.
Her biri kısa raporlar sayılabilecek 8-9 sayfa dolayında değerlendirmeler yaptı. Bunlardan bize sanal ortamda ulaşan birçoğunu yayımladık.
Son olarak ulaşan yazısı aşağıda..

  • Toprağını koruyamayan bir devletin egemenlik hakkı
    er ya da geç tartışmaya açılır!

Biraz sıkıştırınca 9 yerine 6 A4 sayfasına sığdı. Bu yüzden, uzun yazılarda
hep yaptığımız gibi kısa alıntılar yapıp tüm metni pdf olarak ekliyoruz.

Şöyle giriyor Ali hoca :

portresi

  • ” Sevgili Kardeşim, Bu coğrafya üzerinde kara bulutların daha da yoğunlaştığı uzun zamandır biliniyor. Hanımı Sokrates’i yaşam tarzı ile ilgili olarak sürekli uyarıyor. Bir gün yine sorumsuz bir şekilde öğrencileri ile eve girerken, karısı kalın bir oklavayla kafasına vuruyor. Sokrates, öğrencilerine dönerek,
    bu kadar gök gürlemesinden ve şimşek çakmasından sonra dolu yağacağı belliydi. Biz de bu coğrafyada doluya tutulduk. Bunu bu ülkenin kenara atılmış çok sınırlı sayıda kalan aydını
    tahmin etmişti. Zayıf da olsa uyarmıştı.
    Bu ülkenin toprak yönetimini de aydınlar uyardı, uyarıyor. Ancak sağırlık bilinen
    en kötü duyu eksikliğidir…

    Bu ülkenin topraklarını yaklaşık 700 yıldan beri kullanıyoruz. Nasıl kullandığımızı bir kenara bırakalım; sicilimiz temiz olmayabilir. Ancak bundan böyle nasıl kullanmalıyız, yönetmeliyiz sorusunun yanıtını arayalım. Topraklar bir millete kullanım hakkıyla verilir, tapusuyla değil; eğer onu hor kullanırsanız ya da
    kısa vadeli çıkarlarınız için peş keş çekerseniz, bir gün tümüne birileri
    sahip çıkmaya kalkışır.

    Yaşamadan öğrenmeye ne dersiniz?

    ………………………

Devamla                      :

  • Ne alıp veremeyeceğimiz vardı Suriye ile neden Suriye devletini parçalamaya çalışanlara yan çıktık? İlişkilerimiz ve ticaretimiz en yüksek düzeyine yükselmişti. Türkiye zengin Suriyeli turistleri ağırlamaya başlamıştı. Görünürde Suriye’de önemli bir değişim olmamıştı. Birden bire Sünni Müslümanlara eziyet ediliyor diye kalkışma başlatıldı. Türkiye bu ateşe benzin döken ülkelerin başına geçti.
    Sanki bu ülkede Sünnilerin dışındakiler el üstünde taşınıyormuş gibi.
    Aslında Suriye bize göre daha çok şeriat yasaları ile idare edilmesine karşın, yönetimin bakış açısı uygar dünyaya dönüktü; Başkan Esad’ın eşinin

    giyim kuşamına uygar dünyan bile gıpta ile bakıyordu. Belli ki Esad gerici,
    yobaz dincilere karşıydı. Çevre ülkelerini rahatsız eden de buydu.

    Suriye karıştı da iyi mi oldu? Bir milyonu bizde fuhşun, dilenciliğin, hırsızlığın pençesine düşmüş durumda. Büyük kentlerin parklarına bir gece uğrarsanız, orada reşit olmayan erkek ve kız çocuklarının dramını görebilirsiniz. Bir devlet adamı ‘biz öyle düşünmemiştik’ diyemez. Çünkü yüzlerce danışmanı vardır; yüzlerce kanaldan bilgi ve istihbarat alabilir. Kişiler hata yapar, yanılır;

    Devlet adamlarının yanılması suç oluşturur.

    Libya’da yanıldık,
    Mısır’da yanıldık,
    Afganistan’da yanıldık,
    Irak’ta yanıldık,
    Suriye’de yanıldık,
    Ukrayna’da yanıldık,
    Mavi Marmara’da yanıldık,
    Gazze’de yanıldık,
    Paralel Devletle olan ilişkilerimizde yanıldık,

    Çok yakında demokrasi ve açılım politikasında da nasıl yanıldığımızı
    (bizzat açılım ve bağımsızlık isteyen tarafla birlikte) anlayacağız. ”

********************

Ve şöyle bağlıyor Sn. Demirsoy                    :

  • ” Sonuç                   : Devlet yalnızca vatandaşların devleti değildir; yeni oluşturulacak hukuk sisteminde devlet, ağaçların, meraların, bitkilerin ve hayvanların, çeşitli habitatların (sulak alanların, mağaraların) da devletidir. Bu topraklar neden yalnızca insanlara tahsis edilsin; bizimle aynı ülkeyi paylaşan öbür canlı varlıkların da belirli bir oranda
    bu topraklarda tapulu malları olması gerekir.
    Uygar bir ülkenin, örneğin topraklarının neden %10’u insan ayağı girmeyecek biçimde bu canlıların
    özel mülkiyetine geçirilmesin. Korkmayın, hayvanlarda, mal edinme histerisi, çocuklarına
    mal bırakma tutkusu, karaborsa ve mal biriktirme dürtüsü henüz oluşmadı. Emin olun beğenmediğiniz o canlılar bu toprakları satmayacaklar;
    hor kullanmayacaklar; doğal yapısını binlerce yıl koruyarak buralarda
    mutlu yaşayacaklar, bizim de mutlu yaşamamız için
    ortam oluşturacaklardır.

    Gerçek uygarlaşmaya yeni düzenlemelerle başlayalım derim… 

    Prof. Dr. Ali Demirsoy,
    Hacettepe Üniversitesi (Emekli)
    22.9.14, Ankara

********************

Dostlar,

Bu çok değerli makaleyi tümüyle okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki)
tıklar mısınız??

Topraginizi_koruyamazsaniz_devlet_olamazsiniz

Sevgi ve saygı ile.
22 Eylül 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Prof. Dr. Ali Demirsoy : PARALEL YAPI


Prof. Dr. Ali Demirsoy : PARALEL YAPI

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. Ali Demirsoy, dünya genelinde tanınan çok başarılı bir
Evrim Biyoloğu‘dur.

Politik – sosyal olayları irdelemede Doğa modelini başarıyla kullanır.

Aşağıdaki yazısında da böyle yapıyor. Fizikten örneklerle “PARALEL YAPI” denen ülkemizin baş belasını çözümlüyor.

Çok öğretici..
Özenle okunmasını dileriz.

Sevgi ve saygıyla.
7.9.2014, Muğla

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=======================================

PARALEL YAPI..

  • Paralel yapı olarak adlandırılan yapılanma, siyaseten ortadan kaldırılmalıdır; çünkü 2 cambaz bir ipte oynayamaz.
  • Ancak toplumun da öbür cambazın bir gün ayaklarını yere bastırması gerekir. O gün geldi…

Ali_Demirsoy_portresi2

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy

 

 

 

Fizikte dalgalar anlatılırken dalgaların aynı frekansta bir biri üzerine bindirildiğinde oluşturdukları yıkıcı gücü açıklayabilmek için çoğunluk şöyle bir örnek verilir:

Bir asma köprüde, birçok kemanın aynı zamanda aynı frekansta ses çıkaracak biçimde yayları çekilirse, bir zaman sonra köprü yıkılır. Çünkü aynı frekansta oluşturulan dalgalar her nota vuruşunda belirli bir itme gücü meydana getireceği ve bir diğeri ile
üst üste binerek güçleneceği için, köprü neden yapılı olursa olsun yıkılır. Eğer farklı sesler çıkarılırsa, dalgaların bir bölümü öbür dalgalarla girişime uğrayarak söner ve yıkım önlenir. Bu fiziğin temel kurallarından biridir.

Aslında daha iyi anlayacağımız bir örnek daha var: Lazer, aynı kaynaktan çıkan ışın demetlerinin paralel bir konuma getirilmesiyle oluşturulur. Doğal ışın kaynaklarında çıkan ışınların bir bölümü biraz erken ya da biraz geç çıktıkları için dalgaların şişkin oldukları yerlerde birbirlerini söndürürler. Böylece bu tip ışınlar çok uzaklara gidemez; yıkıcı etki de gösteremez. Eğer ışınlar aynı kaynaktan çıkıyorsa ve birbirine paralel bir düzenleme ile bir araya getiriliyorsa, bu ışınlar buradan Ay’a dek saçılmadan gidebilirler; yalnızca birkaç kalem pilden enerjilerini alsalar bile, bir noktaya o denli yoğunlaştırılabilirler ki, kalın demiri dahi kesebilirler. Yakarlar, yıkarlar; bu nedenle lazer göstergeçlerini (AS: “pointer” yerine!) retinamızı tahrip etmesin diye gözümüze tutmaktan kaçınırız. Lazer ışınları iyi işlerde de yıkıcı işlerde de başarıyla kullanılabilir. Bu niyete bağlıdır.

Paralel ışınların fiziğin bir kuralı olarak aynı kaynaktan çıkması gerektiğini söyledik. Paralel yapılanmanın en önemli özelliği şu ya da bu biçimde ortak bir noktadan besleniyor ya da beslenmiş olmalarıdır. Şu anda Türkiye’de paralel bir yapılanmanın olduğu yetkililerce akşam-sabah söylenmektedir. Bu yapının koruyucusu ve akıl babası olarak da malum ülke gösterilmektedir. Doğru olmaması için bir neden gözükmüyor. Ancak şu anda yönetimin başında bulunanların, daha yönetime gelmeden, ayaklarının altına kırmızı halı serilerek Oval Ofis’te ülkesinin yetkililerinden uzak, emperyalist olarak bilinen bu ülkenin başkanı ile baş başa görüşmeler yapmış olması (AS: RTE’nin 10.12.2002’de daha milletvekili bile değilken Başkan oğul Bush tarafından kabulü), şu anda gündemde olan paralel yapının öbür bileşeninin hazırlanması olarak akla gelmektedir. Çünkü paralel yapıda iki bileşen yan yana olmak zorundadır.
Belli ki iki bileşen bir yerlerde senkronize edildi (uyumlu hale getirildi) ve belirli çevreler ve emperyalist ülkeler için tehdit olarak algılanan kuruluşların üzerine tutuldu.

Hiç kimsenin daha önce tahmin edemeyeceği bir biçimde, yıkılmaz, yanaşılmaz, eleştirilemez, kolay kolay alt edilemez kurum ve kişilerin üzerine tutularak yakıldı ve yıkıldı. Bunun siyaset tarihimizdeki ismi, başta bağımsız ülke özlemi içinde olan, terör için bizzat emek vermiş askeri zevata, kişilikli bilim adamlarına, yazarlara, sanatkârlara yönlendirildi. Bunlara çeşitli adlar takıldı: Balyoz, Ergenekon, Casusluk
Bu kurumların ve kişilerin belleri kırıldı. Bu yıkım için yasal zeminin hazırlanması yöneticilere, belge ve kanıt yaratılması ile yargılama süreçlerinin yürütülmesi öbür bileşene bırakıldı. Çok uyumlu bir çift olarak gerekli yıkımı yaptılar. Bunu tarih çok daha açık bir biçimde yazacaktır.

Ancak yüzyıllar ötesinden gelen bir atasözümüzün gereği olarak bu paralellik uzun süremedi: İki cambaz bir ipte oynamaz. Sıcak kestaneler maşa kullanılarak sahneden uzaklaştırılmıştı. Öbür bileşen bu aşamadan sonra tehlikeli olabilirdi. Çünkü öbür bileşenin oluşturulma nedenini ve nasıl kullanılabileceğini en iyi kendisi (paralelin öbür bileşeni) bilebilirdi. Ne de olsa aynı memeden süt emmişlerdi. Bunun için öbür bileşenin düzeninin bozulması gerekiyordu. Dershanelerden başlayarak, atamalar, okullara baskınlar, işyerlerinin sürekli denetimleri, cezalar, bu bileşenin içinde olduğu bilinen ya da varsayılan kişilerin görevlerinden uzaklaştırılması ve en üst yönetimin kürsülerden açık açık bu teşkilatın okullarına öğrenci verenleri tehdit etme, bankalarına devlet kaynaklarının esirgenmesi, yayın organlarına devlet reklam desteğinin kaldırılması ve onlarca önlem ile saldırı başlatıldı. Paralel bileşenin birinin cumhurbaşkanı, başbakanı, komutanı ve devleti oluşturan belirli makamlarda temsilcileri yoktu. Dolayısıyla gücü, sadece organizasyonu ile sınırlıydı; öbürünün gücü yasal konumu ve yetkili yerleri elinde bulundurmasından kaynaklanıyordu. Sancılı süreç böylece başladı…

Paralel yapılar oluşturma, sanatta, ticarette, askeriyede, sosyal organizasyonda yararlı sonuçlar doğurduğu Batı dünyasının kol kola girmiş ülkelerinde gözleniyor. Çünkü dinde yapmış oldukları reformlar ile bilimi ve analitik düşünceyi eğitimlerinin vazgeçilmez ögesi yaptılar. Ancak dogma ile yoğrulmuş, korkularla yetiştirilmiş ve her şeyi tehdit olarak gören toplumlarda bu paralellik -en çok ortak kısa vadeli- çıkarları sürdükçe bir arada tutulabiliyor. Bu nedenle İslam ülkelerinin hiçbirinde tüm çabalara karşın ortak bir strateji belirlenemiyor.

Aslında böyle bir paralel yapının oluşturulmasına izin veren ve bu oluşuma yıllarca göz yuman hatta destek veren yönetimlerin ihaneti unutulur gibi değildir. Nitekim 27.07.2014 tarihinde bir zamanların Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamasına göre, “Paralel yapıdan bahsederek bugün bize yarın size” diyerek başbakanı uyarmasına karşın, paralel yapının savcısı olduğunu övünerek kürsülerde haykıran başbakan, ordunun değerli subaylarının, onurlu rektörlerin, parti başkanlarının, yazarların bir çeşit linç edilmesine ve feryatlara seyirci kalmış; ta ki paralel yapı başbakanın oğluna uzanana kadar. Bir yıl önce, yönetimin tam kadro katıldığı törenlerde bu yapılanmaya övgüler dizilirken, bir yıl sonra nefret kusulması çoğu kişi için anlaşılabilir değildir. Birçoğu, bu nefretin, yönetimin başındakilerin ve çocuklarının söylenen ve görüntülenen yolsuzluklarını, bir zamanlar Balyoz ve Ergenekon davalarındaki yöntemlerle servis edilmeye başlanmasına tepki olduğu söylense de, iki cambaz bir ipte oynayamadığı için bu paralellik bozulmuştur. Geçmişte devlet kadrolarını ve kritik makamları ele geçirmek için aralarında su sızmayan bir ortaklık kurulmuştu. Eğitimde başarısıyla öne çıkan, siyasi bir yapılanma göstermeden devletin kadrolarını sinsi sinsi ele geçiren bir bileşen öbürünün işine çok yarayabilirdi; ne de olsa aynı ananın çocuklarıydı. Türbana özgürlük diye ortak bir sloganları da vardı. Ancak devlet gücünü ele geçiren siyasi bileşenin (kanadının) bu kadrolaşmadaki bu ortaklığa gereksinmesi kalmamıştı; bu ortaklığı bir tehdit olarak görmeye başlamıştı. Türban devletin resmi giysisi durumuna geçince etkinliğini yitirmiş oldu; bunun üzerine taraflar hizmet sloganı ile gemiyi yürütmeye çalıştıysalar da. İki cambaz bir ipte oynayamadığı için, birinin bertaraf edilmesi gerekiyordu. Paralel yapılanma tanımı böyle ortaya çıktı. İşin ilginci bu ortaklığın ikizinden biri bu tanımı yaparak öbürünü yok etmeye çalışmasıdır. Çeşitli itham ve suçlamalarla, devlet baskısıyla bu birliktelikteki bir kesimin ışınlarının demet oluşturma gücü söndürülmüş olabilir; ancak öbürü hala tüm diriliğiyle, üstelik devlet olanaklarını arkasına almış olarak devam etmektedir.

Biz tekrar ışınlarımıza dönersek, lazer ışınlarının paralellik (ortaklık) bozulmadığı sürece sonsuza kadar aynı güçle iletildiğini biliyoruz. Ancak dalgaların birinde meydana gelen bir frekans farklılığı sönmelere neden olur. En önemlisi ise paralel olduklarında farklı bir ortamdan geçerken ya da bir kristal üzerine düştüklerinden aynen yollarına devam ederken, paralel ışınların birinde meydana gelen bir frekans değişikliği, onların yolunun ayırımına neden olur. Örneğin üçgen şeklindeki bir kristal üzerine düşen beyaz ışınların farklı renklere ayrılması gibi. Açıkça birlikte seyir eden bu ışınlar yolsuzluk ve rüşvet denen tarihi bir hesaplaşmaya rastlatılmasaydı yıkım yoluna devam edecekti. Ancak başbakana yakın kristalin üzerine düşmesiyle tayflarına ayrıldı. Renkler ortaya çıktı. Bu aşamada kim kimin paraleledir yorumu ya da tartışması yapmak da anlamsızdır. Paralel yapı olabilmesi için bir birinin aynı olan iki dalganın aynı zamanda aynı ortamda bulunması gereklidir. Durum öyleydi. Buradaki en önemli araştırılması ve açığa çıkarılması gereken, bu paralel yapının frekanslarını farklılaştıran güç neydi? Hükümet ve devlet olamazdı. Çünkü zaten kol kola yıkıcı eylemlerini gerçekleştirdiler (idamla yargılanan yüzlerce insanın bugün dışarıda elini kolunu sallayarak gezmesi bunun çok açık kanıtıdır). Bu ışınlardan birinin ortadan kaldırılması gerekirdi; çünkü ikisi aynı ortamda sürseydi, fizikte girişim olarak bilinen sönme olayı ile her ikisi de ortadan kalkacaktı. Biri şu anda devletin olanaklarını kullandığı ve devletin resmi hükümeti olduğu için ayakta kalmalıydı. Dolayısıyla geçmişiyle, yaşanan ahlak, hukuk ve insanlık dışı uygulamalarıyla bu paralelliğin ortadan kalkması gerekirdi;  ölüm kalım savaşı böylece başlatılmış oldu. Ancak, bu paralel yapıyı (her iki ışını) tasarlayan, ülkemize musallat eden gücün kim olduğunu belli ki yalnızca Başbakanımız bilebilir. Hiç kimse bu bakımdan muhalefetten bir açıklama bekleyemez ve onları da sorumlu tutamaz. Geçmişte talimatların Pennsylvania ya da Oval Ofis’ten alınmış olması durumun ahlaki ya da hukuki anlamını değiştirmez.

Dünya siyaset tarihine geçecek eylemleri de bu paralel yapı hengâmesinde öğrendik. Bir zamanlar hukuka, ahlaka, insanlığa, demokrasiye aykırı eylemler yaptığı söylenen insanlar; kaderin cilvesine bakın ki aynı yöntemlerle gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, aynı hukuksal işlemlerden geçiriliyorlar. O gün çığlıkları ve yakınmaları duymayanlar;
bugün aynı çığlıkları kendileri atıyor. Paralellik en az bu eylem benzerliğinde sürüyor. Ne yazık ki hukukun, demokrasinin, insani değerlerin, vatan millet kavramlarının zayıflatıldığı bir ülkede insanlar sağır olurlar; haklıyla haksızı ayıracak erdemlerini yitirirler.

Cumhurbaşkanı seçimlerinde, adaylardan birinin, Anayasamızda yazılı olmayan yetkilerin dışındaki yetkileri kullanacağını ve Anayasa gereği tarafsız olması gerektiği halde taraflı olacağını beyan etmesi, filtreleri yerle bir edilmiş eldeki senkronize gücün bugüne dek olduğu gibi, bundan sonra da nasıl kullanacağının ipuçlarını vermektedir.

Elinize bir lazer tüpü alın ve karanlığa tutun, yalnızca size yol gösterecek, yalnızca size yarar sağlayacak ince uzun bir ışık demetinin oluştuğunu    göreceksiniz. Etkilidir; ancak çevresi hep karanlıktır. Tüm yetkileri hep elinde utmak isteyenlerin durumu böyledir. Elinize bir mum alın, ışığının uzağa gitmediğini görseniz de çevrenizin aydınlandığını göreceksiniz. Bu ışık yalnızca size değil herkese yol gösterecektir.

Dilerim bu ülkenin Atatürk’le başlayan, bilime, uygarlığa doğru yöneldiğimiz yolu, laik, bilgili, akılcı ve munis yöneticiler aydınlatır…

TÜRKİYE’NİN ÖNEMLİ SINAVLARININ BİLİNMEYEN ÖYKÜSÜ


TÜRKİYE’NİN ÖNEMLİ SINAVLARININ BİLİNMEYEN ÖYKÜSÜ
(TUS, YGS, KPSS, LYS, ALES)

Ali_Demirsoy_portresi2

 

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy

 

 

Değerli Kardeşim

TUS, YGS, KPSS, LYS, ALES yapılmasında ve bazılarının yürütülmesinde
belirli sürelerle katkım oldu. Bu ülkenin insanını tarafsız değerlendirme için her zaman girişimlerde bulundum; ancak yetkili yerlerde olamadığım için istediklerimi tümüyle benimsetemedim. Ancak karınca kararınca katkım olduğunu düşünerek yine de
mutlu olduğumu söyleyebilirim.

Nasıl başladık, nasıl sürdürdük nereye geldik? Eğer doğanın yadsınamaz kuralını uygulamayı kaçınılmaz olarak görüyorsak, başarılı olanın seçilmesinin gerektiği düşüncemin hala geçerli olduğunu söyleyebilirim. Eğitiminden mutlu olmayan, haksızlığa uğradığını düşünen, beklediği yere gelmediğini varsayan herkesin okumasını öneririm…

Özel not    :Görünürde KPSS sınavı, gençlerini üniversitede meşgul ettikten sonra,
iş veremeyen, kadrosuna alamayan yönetimlerin, sanki kusur ve yetersizlik gençlerdeymiş izlenimi vermek için KPSS sınavı gibi ucube bir “bahane” nedeni yaratma kurnazlığından başka bir şey değildir.

TUS_YGS_KPSS_LYS_ALES_sinavlarinin_bilinmeyen_oykusu

(Dostlar, 17 sayfalık yazıyı biraz sıkışltırarak 9 sayfaya indirdik,
pdf olarak sunuyoruz, okumak-indirmek için yukarıdaki erişkeyi tıklayınız..
Dr. Ahmet Saltık, 12.6.14) 

Prof. Dr.  Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü Emekli Öğretim Üyesi
Tlf: 0312.297 80 40 (aynı zamanda faks)
Web: http://yunus.hacettepe.edu.tr/~demirsoy/Ana_Sayfa.html
Blog: http://alidemirsoy.blogspot.com.tr

DERSHANE SORUNUNU NASIL ÇÖZERSİNİZ?


Değerli Kardeşim

Türkiye eğitimi sorunlarla dolu. Dershane tartışması da bir yaranın deşilmesi olmuştur. Herkesin bir çıkarı ve bakış açısı vardır. Ancak taraflar zarar görmeden ya da en az zararla bu yaranın kapanması ve yeni bir yapılanma istiyorsak, bu yazıyı okuyun.. derim. Kim bilir, belki kangren olmuş bir sorunu basit olarak çözmek olası… 07.12.2013

DERSHANE SORUNUNU NASIL ÇÖZERSİNİZ?

ali_demirsoy_portresi

Prof. Dr. Ali Demirsoy

      Kasım 2013’de hükümet sözcüsünün inkâr etmesi, başbakanın da “hayır” ben söyledim demesiyle başlayan tartışma alevlendikçe alevlendi, hatta kıtalararası hedeflere kadar uzandı, bu ülkenin geleceği için yeni yol haritaları çizilmeye başlandı, bir zamanların kol kola gezen fikirdaşların yolları ayrılır gibi göründü, gizli gizli elde edilmiş belgeler ortalığa saçılmaya başladı. Birçoğuna göre dershane tartışması yıllarca şişmekte olan yarayı patlattı, cerahat akmaya başladı. Belli ki bu işin altında bilinenin dışında birçok plan ve tezgâh var. Ancak bir gerçek daha var: Bu da bu ülkede neredeyse yarım asırdır süregelen bir dershane gerçeğinin olması. Hizmet etmiştir etmemiştir tartışması artık geride kaldı. Şu anda bu ülkenin en büyük işletmelerinden ya da sektörlerinden biri olmuştur. Yüz binlerce insan bu sektörden ekmek yemekte, milyonlarca genç bu sektörün tezgâhından geçti ve geçmekte.

Uygar ve sosyal bir ülkede böyle bir kurum olmalı mıdır sorusuna yanıt, “kesinlikle, hayır, olmamalıdır” deneceğini umuyorum. Eğitim dünyasının literatüründe, bir ülkede yaygın olarak para ile ders verme ya da dershanecilik diye bir kurum yoktur; olmaması da gerekir.

Geçmişte diploma, devlette kadrolu iyi bir iş bulma demek olduğu için, hemen hemen herkes, elindeki olanaklarla çocuğunun bir diploma sahibi olmasını istiyordu. Belirli bir süre öyle de oldu. Daha sonra okullaşma oranı artıp, devletteki kadro olanakları sınırlanmaya başlayınca, bu sefer gündeme kaliteli eğitim gereksinmesi geldi ve aileler çocuklarını daha iyi bir üniversitede ve tercih edilen bir meslekte eğitebilmek için ellerini cebe attılar ve bu talepten dershaneler doğdu. Çünkü üniversiteye girmek için var olan eğitim sistemi yeterli bulunmuyordu. Yarışma kızıştıkça, dershaneler de “test sınavını kazandırabilmek için” kişinin davranış ve ruhsal gelişimini dikkate almadan, piyasadan pay almak için her yolu denemeye başladılar. Sonuçta hiç kimsenin mutlu olmadığı, sürekli tenkit ettiği; ancak zorunlu olarak bulaştığı bir ucube eğitim dünyası kurulmuş oldu.

Uzlaşma kültürü olmadığı için özellikle tartışma başlayınca herkes kendi açısından, çıkarından bakarak yorum yapmaya başladı. Aslında yıllardır sinsi sinsi seyreden cerahat torbası patlama aşamasına gelmişti.

Faturanın bugünkü hükümete çıkarılması haksızlık olur. Aslında Türkiye bu enfeksiyonu 1945 yılında (hatta daha önce) kapmıştı. Dar olanaklarla, üretken, sebatlı, becerikli, ülke gerçeği ile tanışmış ve o gerçeğin gereklerini yerine getirmek için yönlendirilmiş, kendi başına ayakta kalabilen, kendi olanakları ile üretebilen, sorun çözmeye yönelik eğitim almış, çok yönlü gençleri yetiştirmek üzere ülkemize özgü, bugün birçok ülke ve eğitim kurumu tarafından takdir edilen ve taklit edilmeye çalışılan Köy Enstitülerini ortadan kaldıran zihniyetle bu virüsü kapmıştı. Model Türk modeliydi ve tarihten gelen ve var olan sorunları çözmeye yönelikti. Şu ya da bu nedenle, özellikle toprak ağaları, bilinçli gençliğin kendileri için tehdit olacağını düşünerek, halkın duyarlı olduğu din ve komünizm araçlarını kullandırarak, okulların kötülenmesine ve yıpranmasına neden oldular ve sonunda ağlara yakın duran 1950’li yılların hükümeti tarafından tümüyle ortadan kaldırıldılar.

Batı işbirlikçiliğine sıcak bakan ve batı hayranlığının arttığı bir dönem başlamıştı. Eğitim modeli de oradan alınmalıydı.

Öğretmen okulları açıldı ve gerçekten öğretmenliği meslek edinmeyi isteyen çok başarılı öğretmenler yetiştirildi. Bu okullar da şu ya da bu nedenle (yine aynı zihniyetle) yıpratıldı. Bu arada okullaşma oranı artınca yeni arayışlara girişildi. Yüksek Öğretmen okulları kuruldu. Çok başarılı öğretmenler yetiştirildi. Bu okullara da siyasi çekişmeler bulaştırıldı ve onlar da kapatıldı. En kötü seçim yapıldı. Batıdan Eğitim Fakülteleri modeli alındı. Daha önce eğitim enstitüleri adı altında öğretmen yetiştiren kurumlar ortadan kaldırıldı ve bir kısmı eğitim fakültelerine dönüştürüldü; neredeyse her üniversiteye bir eğitim fakültesi açıldı. Türkiye eğitim dünyasının kırılma noktalarından biri eğitim fakültelerinin kuruluşudur. Kuş desen kuş değil, deve desen deve değil. Fizik, kimya, matematik, biyoloji dersleri fen fakültelerinde ve sosyal bilimlere ait dersler edebiyat fakültelerinde daha kapsamlı ve doğru dürüst verilirken, eğitim fakültelerinde bu işleri akademik olarak yapmaya çalışan kadro türedi. Herkes öğretmen olma ya da öğretmen yetiştirme değil, bilim adamı olma peşine düştü. Öğretmenlik ruhu burada büyük ölçüde irtifa yitirdi. Zamanla da etkisi dalga dalga orta eğitime yayıldı. Bu fakültelerde okuyan öğrencilere neden burayı tercih ettiği sorulduğunda, duraksamadan, “devlette iş bulma daha kolay olduğu için” yanıtı verirler. Benim amacım öğretmen olmak idi diyen hemen hemen hiç kimseye rastlayamıyorsunuz. Öğretmenlik adanmaktır, amaçtır ve bir sevdadır.

Eğitimle ilgili konular belki bir eğitim fakültesi içinde ele alınmalıydı. Ancak batının fiyakalı bölüm adları ile bu alan da çeşitlendirildikçe çeşitlendirildi. Sonuçta ayrıntıya girilmeden, sevdalı öğretmenler yetiştireyim derken, kendini fenci, tarihçi, coğrafyacı, matematikçi, biyolog, kimyacı, fizikçi olarak gören, eğitim diplomalı öğretmenler piyasaya sürüldü. Meslek derslerine atanamayınca, çoğu da özel ruh dünyası ve davranış modeli isteyen sınıf öğretmenliğine razı oldu.

Aslında orta eğitim bilgi yüklenen yerler olmayıp, yorum ve davranışların biçimlendirildiği yerler olmalıydı; öyle olmadı, bilgi yüklenen yerlere dönüştürüldü.

1962 yılından önce öğrenciler üniversitelere ayrı ayrı başvuruyor; mülakata alınıyorlar ve duruma göre sınava giriyorlar; kazandıkları takdirde o üniversitede öğrencilik hakkını alıyorlardı. Yani üniversiteler kendi sınavlarını yapıyorlardı. Bu aşamaya gelmiş öğrenci sayısı az, çocukları okutma bilinci ve olanağı fazla olmadığı için mevcut kapasite yeterli gibi görünüyordu. Dışarıda kalan hemen hemen olmuyordu.

Ancak sınav üniversite öğretim elemanları tarafından yapıldığı için ahbap-çavuş ilişkisi sürüyor, torpilin önü hiçbir zaman alınamıyordu. Sonunda 1962 yılında ilk olarak Ankara’da Ankara Üniversitesinde merkezi sınav ve test tekniği ile öğrenci alınmaya başladı ve daha sonra, 1974 yılında, Türkiye çapında merkezi sınavın yapılmasından sorumlu olan ÜSYM kuruldu, 1981 yılında da bu kurum ÖSYM kurumuna dönüştürüldü.  ÖSYM’nin çok başarılı bir şekilde yakın zamana kadar görevini sürdürmesi, bu kurumun ilk başkanı olan ve ölümüne kadar da başkanlığını sürdüren Prof. Dr. Altan Günalp’ın çalışkanlığının, zekiliğinin, organizasyon yeteneğinin, özellikle yandaş olmamasının büyük katkısı olmuştur. Çok yakın zamana kadar her hangi bir sorun yaşamadan, Türkiye’nin en güvenilir kurumu olmuştur.

Bu son süreçte öğrenci sayısı mevcut üniversite kapasitesini çok aştığı, buna karşın orta eğitimde öğretmen ve öğrenci kalitesi gelişmelere ayak uydurarak atılım yapamadığı için, üniversite kapısına dayanan öğrencinin kalitesinde de oransal olarak düşmeler meydana geldi. Okullara verilen destek hiçbir zaman yeterli olmadı ve okulların bir kısmı sadece öğrenciyi meşgul eden kurumlara dönüştü.

İnsanlar, çıkar yol olarak çocuklarının bu sınavı kazanabilmeleri için okul dışında çözüm aramaya giriştiler. Çözüm de “hazır bekleyenlerce” en iyi şekilde yerine getirilmeye başlandı. Aileler sağılacak ineklere, öğrenciler koşturulacak atlara, kurslar da “haklı olarak” ticarethanelere dönüştü. Sonunda devlet okulu-öğrenci-dershane-üniversite giriş sınavları Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri haline dönüştü. Herkes kendi açısından haklıydı.

Bu yapılanmanın son derece kazançlı bir iş olduğunun farkına varan cemaatler (ya da bir cemaat) bu sektörü yurtiçinde ve yurtdışında tüm gücüyle destekledi; önemli yatırımlar yaptı. En önemlisi bir taşla iki kuş vurmaya başlamışlardı. Bu kurslardan önemli gelir elde ediyorlardı. İkincisi kendi dünya görüşünde olan gençler yetiştiriyor ve bu gençleri devletin önemli yerlerine yerleştiriyorlardı. Bu ikisinin birleşmesi ile güçlü bir siyasi baskı gücü elde edilmiş oldu. Bir kümeste iki horoz ötmeye başlamıştı. Zaman, işin doğası gereği, horozlardan birinin ibiğinin didiklenmesi ile sonuçlanacağını gösterecektir. Dershanelerin birden bire gündeme sokulması, haklı bir nedene dayansa da; birçok kesime göre birçok kesimin pasifleştirildiği bu süreçte, farklı bir gücün varlığı yine belirli bir kesim için (özellikle yasal olarak yönetimde bulunanlar için) tehdit olarak algılanmaya başlanmasındandır.

Dershaneler, özel dersler, özel okullar, daha doğrusu devlet okulları dışındaki okullar, Türk ailesinin sırtında belki de dünyanın pek az ülkesinde karşılaşılacak ağırlıkta bir yük oluşturmuştur. Sosyal bir devlette böyle bir yükü halkın sırtına yıkmanın doğru olamayacağını söyleyebiliriz.

Karşımızda okumak isteyen büyük bir kitle, çocuklarını okutmak için istekli olan; ancak gücü olmayan geniş bir aile yapısı, yetersiz okul ve öğretim elamanı sayısı, zaman zaman yetersiz öğretmen (orta eğitimdeki biyoloji öğretmenlerinin %45’i biyoloji okutulan bir bölümden mezun olmamış); bir yanda da ülkenin gelirine göre çok pahalı sayılan özel okullar; üniversiteye girebilmek için, özellikle iş bulup da karnını doyuracak bir bölümden mezun olabilmek için kazanılması gereken bir sınav var. Ömrü boyunca bir defa tiyatroya gitmeyen, bir defa güzel bir lokantada yemek yemeyen,herhangi bir tatile bir defa gitmemiş, üstüne ucuzluk satışların dışında elbise almayan aileler, dişlerinden tırnaklarından biriktirdikleri birkaç kuruşu; gerektiğinde gelecek için sakladıkları varlıklarını bu yola yatırmaya başladılar. Bu, anayasasında sosyal devlettir yazılı bir devlet için utanç verici bir görüntüdür.

Bu süreç, yalnızca bir para sorunu olmaktan çıkmış, ruhsal bir çöküntüye de dönüşmüştür. Çocuk yılda 360, haftada 7 gün okulda ve (ya da) dershanededir. Anababa çocuğun peşindedir; kurslarıyla yatıp kurslarıyla kalkarlar. Günler kâbuslarla doludur. Çocuğun gülmesine bile izin verilmediği durumlar yaşanır. Çocukla birlikte aile de ruhsal çöküntü içindedir. Bütün bu yaşananlar geleceğin mutsuz, endişeli ve güvensiz kuşağını yetiştirmektedir. Yarışma içinde olan, bir önde olma takıntısından, başkasından daha fazla hakka ve yetkiye sahip olma güdüsünden kurtulamayan bir kuşak doğmuştur. Birinin buna dur demesi gerekirdi; ama nasıl ve ne zaman?

NASIL DÜZELTEBİLİRİZ?

Herkesin ve devletin bu konuda değişik görüşleri olduğu söylenebilir. Ancak öyle bir konu ki, doluya koysan almıyor, boşa koysan dolmuyor. İşin içinde devasa sayıda bir gençlik, yetersiz bütçe ve elaman; bir tarafta özel derse ve dershaneciliğe bel bağlamış yüz binlerce insan ve aileleri; en azından bir kısmı yetersiz olan devlet okulları; kazanılması gereken bir sınav var.

Bu devletin anayasası sosyal bir devlet olma maddesini hala koruyorsa, gençlerimizi iyi yetiştirmek istiyorsak, eğitim için servet harcamadan kaçınmak istiyorsak ve gençlere eşit koşullarda bir yarışma hakkı vermek istiyorsak “herkesin itiraz etmeyeceği akla gelen ilk yol”, okulların yurt çapında –ek derse ve dershanelere gerek göstermeyecek düzeyde– kalitesinin düzeltilmesi ve eğitim düzeyinin geliştirilmesidir. Bu, söylemesi kolay; ancak uygulaması mali nedenlerle çok kolay olmayan bir yoldur. Yakın bir zamanda böyle bir yapılanmanın mali nedenlerle olamayacağını hepimiz biliyoruz. Yaklaşık 16 milyon orta eğitim çağında öğrencisi olan ve milli geliri sınırlı olan bir ülkenin başarılı olması hemen hemen olanaksızdır. Hayal görmememiz gerekiyor.

      Ancak ikinci bir yol daha var                   :

Türkiye’de yaklaşık 180 kadar üniversite var. Üniversitelere belirli bir kaynak aktarılarak, bir görev daha verilmelidir. Bu 1960’lı yıllarda uygulanan, örneğin FKB (örneğin fizik-kimya-biyoloji) ön lisansı gibi bir eğitimdir.

Liseyi bitiren öğrenciler istediği üniversiteye hiçbir koşul olmadan yazılabilir.
Ancak belirli bir ders paketinden birini tercih etmek kaydıyla. Örneğin tıp, eczacılık, veteriner, ziraat, diş hekimliği, biyoloji, su ürünleri ve biyolojiyle ilgili benzer fakülteleri
ya da bölümleri okuyacaklar FKB (fizik, kimya ve biyolojiye) paketine; mühendislik ve matematikle ilgili bölüm ya da fakülteleri okuyacaklar FKM (fizik, kimya ve matematik) paketine; edebiyatın herhangi bir dalını okuyacaklar ETS (örneğin edebiyat, tarih ve sosyoloji) paketine, dil eğitimi okuyacaklar D (dil) paketine; ekonomi okuyacaklar EMT (örneğin ekonomi, matematik, ticaret) paketine yazılabilirler. Bir kişi ancak bir paket seçebilir.

Bu öğrenciler bir yıl boyunca haftada 6 ya da 7 gün, sabahtan akşama kadar (en fazla haftada bir gün tatil vermek kaydıyla; böylece dershanelere gitmesi önlenecek) üniversitede eğitim görecek. Bu dersler üniversite hocaları tarafından verilebileceği gibi, dışarıdan görevlendirme ile olabilir ve –mevcut sorunu da çözebilmek için– çoğunlukla da dershanelerde belirli bir süre çalışmış olanlar arasından sınavla alınanlar da olabilir. Üniversiteler her eğitim yılının başında, her lisan eğitimi için belirli bir kontenjan ilan eder. Eğitim yılının sonunda sınavlardan belirli bir puanı tutturan o üniversitenin uygun bölümüne kaydını yaptırır. Sınavlar sınav salonun çıkış kapısının önüne konan optik okuyucuyla hemen orada okunur; aldığı puan öğrenciye belge olarak verilir; bu puan aynı anda  üniversitenin merkezi veri tabanına ve YÖK’ün veri tabanına girer (böylece puanlarla oynama ithamları da ortadan kalkar).

A üniversitesinde alınan bir puan o üniversitenin mimarlık bölümüne yetmiyorsa, başka bir üniversitenin mimarlık puanını tutuyorsa, başka bir üniversiteye başvuru hakkı da saklı tutulur.

Bir kişinin bu kursları bir kez yineleme hakkı olabilir. İkinci kez ödeyeceği harç iki kat olur. Ya da bunun karşılığında belirli bir harç alınır. Bu sınavlardan lisans eğitimi için yeterli puan alamayan; ancak belirli bir puanı tutturmuş olan örneğin sorulan soruların %70’ini yapanlar, pedagojik formasyonları ve eğitim ile birkaç ek dersi almak kaydıyla, ilk ve orta eğitime öğretmen olabilir. Böylece öğretmen sorununu da çözmüş oluruz.

İlk 1000 ya da 2000 öğrencinin arasına girmiş olanlara (her eğitim paketinden) bedelsiz eğitim, yurtta kalma olanağı, yiyecek yardımı, burs ya da kredi olanağı tanınır.
Bu öğrenciler temel bilimleri ve edebiyatın temel branşlarını seçmeleri halinde yüksek lisans ve doktora yapma için destek garantisi verilir ve öğretim üyesi yetiştirme programı çerçevesinde bu insanlara üniversitelerde akademisyen olmak için ayrıcalıklı bir konum belirlenir. Böylece çalışkan ve oransal olarak daha zeki olma olasılığı yüksek olan insanlardan bir öğretim üyesi kadrosu da yetiştirilmiş olur. Bilimsel atılımlara ve yaratıcılığa önemli bir zemin oluşturulmuş olur.

Burada ilk aşamada yapmamız gereken, üniversitelerin bu eğitim sürecini, ayrı bir ön okul gibi düşünerek, üniversite eğitiminden farklı bir şekilde düzenleme olacak ve mali olarak karşılaşacağımız en büyük soru da bu öğrencilerin okutulabileceği büyük dersliklerin yaratılması olabilir. Birçok üniversitenin konferans salonları ilk aşamada bu gereksinmenin bir kısmını karşılayabilir. Özel bir televizyon kanalı ile bu eğitime ayrıca destek sağlanırken; bazı üniversiteler daha gelişmiş üniversitelerin derslerinden tele-ders sistemi ile yararlanabilir.

Böylece, ÖSYM üzerindeki yük azaltıldığı gibi, dershaneler tarihe karışır, çalışanların önemli bir kısmına bir defaya mahsus olsa da iş olanağı yaratılmış, özel dersler alma isteği en aza indirilmiş; öğrencilerin bu eğitim sonunda aynı çizgiden yarışmaya başlaması sağlanmış; orta öğretimdeki öğretmen açığı önemli ölçüde kapatılmış ve öğretim üyesi yetiştirme projesi de başarılı bir şekilde yürütülmüş olur.

Bu Ülkenin Neresine Kim Elini Kollayarak Gider?

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy, ülkemizin yetiştirdiği uluslararası çapta bir
EVRİM BİYOLOĞU‘dur. 19 kitabı yayımlanmıştır.

Yaşamı boyunca EVRİM Gerçeğini, ERİMİN Bilimini ve Diyalektiğini öğrtemeye, anlatmaya, kavratmaya çabaladı. Evrim karşıtı yobazlık ve safsatacılıkla savaştı.

1994’te korkunç bir trafik kazasında eşini ve 2 oğlunu yitirdiğinde Prof. Ali Demirsoy’un dünyası karardı. Ancak O kendini bilime ve doğaya adadı. Elim kazadan 12 yıl sonra kendinden 36 yaş küçük eşiyle tanışıp mutluluğu yeniden buldu.
(http://www.ajans.kemaliye.net/2006/12/06/trafik-teroru-esi-ev-2-oglunu-katledince-bilimle-hayata-tutundu/)

Hep yakınırdı;

  • Biyologlar içinde bile Evrim’i gerçek anlamda kavrayabilenler sınırlı!

Kalitim_ve_Evrim“KALITIM ve EVRİM”  klasikleşmiş bir Evrim kaynakçasıdır.

34 yaşında profesör olmuştur ve emekli olduğu 67 yaşının sonunda ülkemizin en kıdemli profesörü idi.

Sıra dışı bir aydın olarak ülkesinin sorunları ile bir bütün olarak, hep ilgilinegelmiştir.

Bu sitede daha önce epey makalesine yer verdik
Ali hocanın:

1. Türkiye Cumhuriyeti’nin Tuzağa Düşürüldüğü Dönem
http://ahmetsaltik.net/turkiye-cumhuriyetinin-tuzaga-dusuruldugu-donem/, 17.7.13

2. Ya Kurcalama Ya Da Kurcalarsan Tam Kurcala!
http://ahmetsaltik.net/prof-dr-ali-demirsoy-ya-kurcalama-ya-da-kurcalarsan-tam-kurcala/,1.5.13

3. Kanuni Sultan Süleyman; bir dizinin öğrettikleri..
http://ahmetsaltik.net/kanuni-sultan-suleyman-bir-dizinin-ogrettikleri/, 25.1.13

4. Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim
http://ahmetsaltik.net/ben-artik-bu-toplumun-sosyal-ve-manevi-bir-uyesi-degilim-2/, 19.10.12

Sayın Prof. Demirsoy’un yeni bir makalesi aşağıda..

****************

Bu Ülkenin Neresine Kim Elini Kollayarak Gider?

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Yöneticilerimiz sık sık siyasi rakiplerine,

“Hakkâri’ye, Batman’a ya da doğudaki bir ile git de seni göreyim..” diyerek

bir çeşit onları halkın gözünde aşağılamaya çalışıyor. Aslında bu ifade dahi birilerinin yönetiminin zafiyetini ve şu anda düştüğümüz durumu göstermektedir. Bilindiği gibi herkesin anayasaya göre seyahat özgürlüğü vardır ve bu özgürlüğü sağlama ise
o anda yönetimde bulunan yetkililerin sorumluluğudur. Bunu halktan biri söylese dinler geçersiniz. Ancak yasaları uygulama ve anayasanın amir hükümlerini yerine getirmekle sorumlu olan yetkili ve sorumlu bir kişi bunu söylüyorsa, en azından anayasal bir suç işliyor demektir.

Hiç birimizin onaylamadığı, bugünkü yönetimin ve muhaliflerin akşam sabah aşağıladığı, aynı zamanda o gün alkış tutup da bugün ağzından zehir akıttıkları
12 Eylül 1980 Darbesinde, vatandaşların ve yöneticilerin de bugünkü gibi bir vilayetten öbür vilayete elini kolunu sallayarak gidebilmesi mümkün değildi.
Karslı Erzurum’dan, Erzurumlu Kars’tan, Tuncelili Elazığ’dan, Elazığlı, Tunceli’den geçemiyordu; başta doğu illeri olmak üzere birçok il mayın tarlası gibiydi.
Bizzat benim Erzurum plakalı olan arabam kaç ilde bu nedenle boydan boya çizildi, aynaları ve silecekleri kırıldı, lastikleri şişlendi. O günü lanetleyenlerin bugün aynı şeyi siyasi bir silah olarak kullanmaları, hem de en demokratik ülke diye diye, doğrusu Türk demokrasisinin aynası gibi görünmektedir. Bana yapıldığı zaman faşizm, baskıcı rejim ya da yönetim; karşımdakine yapıldığında düzeni ve demokrasiyi koruma oluyor…

İş belli ki birçok çevreye göre çok daha demokratik aşamalara ulaşmak üzere; sadece muhalifler değil, artık basında çıkan haberlere göre birçok ilimizde
kolluk kuvvetleri de elini kolunu artık sallayarak ortalıkta dolaşamıyormuş;

  • Devletin bayrağı (başka bayraklara bu kısıtlama yokmuş) resmi yerler de dâhil hiçbir yerde asılamıyormuş.

Milisler denetim yapıyorlarmış. İyice demokratikleşmişiz de haberimiz yok…

Bir yere gidemiyorsanız, orayı yitiriyorsunuz demektir.

Açılım ve demokrasi velvelesi arasında birileri her gün bir şey istiyor; bu devleti üniter bir yapıda tutmaya yemin etmiş bir yönetici kesimi de, duymazlıktan gelerek, çadır çadır dolaşarak “Mursi ve Esad” hikâyesi anlatıyor.

Bu ülkede inancı, kendini ait olduğu toplum bakımından farklı gören herkesin
eşit hakka sahip olması gerekiyordu; olanaklardan aynı şekilde yararlanmalıydı. Doğrusunu isterseniz bunu tam anlamıyla başaramadık; sadece kitaplarda yazılı kaldı. Bu nedenle talepte bulunanlar birçok bakımdan haklı olabilirler. Ancak şu anda üniter yapıya yemin etmiş ve bunu yıllar boyu yaşatmaya çalışmış bir ülke için bu miras davası basit bir bölünme davası olamaz. Üstelik de bu devletin kurulmasında hiçbir katkısı olmayan bugünkü yöneticilerimizin iki dudağının arasından çıkacak sözlerle hiç olmaz…

Eğer illa ki kadim haktan yola çıkıyorsak, kendini Bizans’ın uzantısı olarak ilan eden Yunanlarla, Ermenilerle, bir yerlerde Gürcülerle, hatta Araplarla masaya oturmak ve taleplerini ciddiye almak zorunda kalabilir.

Belli ki, Türkiye’nin bir yanı bir tarafa, öbür yanı da başka bir tarafa gidiyor.

Yetkililer de Karadenizli hemşerimin oynadığı rolü oynuyor. Belki duymamışsınızdır, bir de ben anlatayım: Karadenizli hemşerimiz Ankara’dan trenle İstanbul’a gidiyormuş; Eskişehir’de tren biraz uzun durduğu için inmiş, bir haşhaşlı çörek almış yanına da bir ayran; etrafa bakarak yerken; tren de hareket edip uzaklaşmış.
Ancak Eskişehir aksi yönde giden trenlerin karşılaştığı (telaki) yer olduğu için, İstanbul yönünden gelip de Ankara’ya gitmekte olun başka bir tren hemşerimizin treninin hemen arkasında duruyormuş. Karadenizli hemşerimiz, treni kendisininki sanarak içeri dalıp, kendi kompartımanına denk gelen yere girip oturuyor.
Ancak kompartımanda oturanlar daha öncekilere benzemiyor. Bir süre gidiyorlar ve Karadenizli hemşerim karşısındakilere dönerek:

– Hemşerim nereden gelip nereye gidiyorsunuz?

Biri İstanbul’dan gelip Ankara’ya öbürü İstanbul’dan gelip Kayseri’ye, bir diğeri Erzurum’a ve öbürü Kars’a gittiğini söyleyince, Karadenizli hemşerim:

– Görüyor musunuz, tekniği, uygarlığı (bizim söylemimizde demokrasiyi), trenin bir yarısı İstanbul’a diğer yarısı Ankara’ya gidiyor; medeniyet (bizim söylemimizde demokrasi) dediğin demek ki buymuş. Türkiye’nin durumu ve yönetim anlayışı da böyle görünüyor.

Aslında son birkaç yılda çok ilginç gelişmeler, talepler ve konuşmalar oluyor.
Birileri hiçbir kurala ve yasaya bağlı olmadan bir şeyler istiyor, bir diğeri de
açılım ve demokrasi diye bir şeylere göz yumuyor. 

  • Durum çoğumuzun düşündüğünden daha karmaşık ve vahim olabilir.

Çünkü bir ülkenin bir yanında konuştuğumuzu, öbür tarafında dile getirmeye cesaret edemiyorsak, bunu yapmaya kalkışanları koruyamıyorsak, hatta “git de görelim” diye korkutmaya kalkışıyorsak, bu üniter yapı bu insanların elinde hasara uğramış demektir. Bu da anayasal bir suç olmalı…

Üniter devlet ve yerleşik demokrasi, her kesimdeki her görüşteki insanın, korkusuz bir şekilde elini kolunu sallayarak, herhangi bir güvenlik önlemine gerek duyulmadan, istediği yerde istediği zamanda gidebilmesi ve düşüncesini çekinmeden açıklayabilmesi demektir.

Bunun böyle olmadığı, her ne kadar muhaliflerine söylüyorsa da bizzat başbakan tarafından, “git de göreyim”, sözüyle duyuruluyor. Unutmamak gerekiyor ki,
bugün muhaliflerin gidemediği yere, yarın bu nutukları atan yöneticiler de gidemeyebilir. İşte o zaman Çanakkale Dumlu, Sarıkamış, Kafkaslar, Galiçya, Akabe körfezinde yatanların kemikleri sızlar…

Büyük bir şansımız var. Bu trenin her iki tarafında oturan insanlar ölülerini hala
aynı mezarlığa gömüyor; kız alıp veriyor; birbirlerinin türküsünü söylüyor;
aynı oyunları oynuyorlar. Aslında büyük bir kısmımız aynı yöne gitmek aynı hedefe ulaşmak istiyoruz. Bütün kışkırtmalara karşın, ülkemizdeki insanların büyük bir kısmı yine de birlikte yaşamak istiyor.

Çocuklara dikkat ettiniz mi, bir çocuk bahçesinde farklı toplumlardan gelen çocuklar birkaç dakika içinde tek vücut olurlar. Çünkü onlarda katılaşmış ırk ve din kavramları henüz gelişmemiştir.

Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun, bir siyasetçi sürekli dinden ya da ırktan, ırkçı milliyetçilikten dem vuruyorsa orada insanların huzura kavuşması söz konusu olmamıştır; olmayacaktır da.

Dini eğitimi ve ırkçılıkla ilgili söylemleri ne kadar genç kitleye indirmişseniz, çatışmaların dozu o kadar yükselecektir; toplumlar arasındaki kırılganlık o denli artacaktır demektir. Bunun için kâhin olmaya gerek yok; bu dünyada bu yüzden batağa batmış onlarca ülkeyi izlemek yeterlidir.

Gücün dinden ve ırkçılıktan alan hiçbir siyaset tarafsız olamaz, adil davranamaz; dolayısıyla özlenen demokrasiyi yerleştiremez. Çünkü taraftır…
Bu siyasi söylem tarzı, özlediğimiz tarz değil…

Ancak siyasi kültür yoksunu olan ülkemizde ağız dalaşları o denli kırıcı ve saygısız bir tarza bürünmüştür ki, bunun yasalara ya da adabı muaşeret kurallarına uyup uymamasına artık kimse bakmıyor. Sadece, hayretle, endişeyle izliyor. Ancak bu konuşmaların en bilinmeyen yıkıcı tarafı, en çok izlenen saatlerde, yandaş basının marifetmiş gibi bu konuşmaları tekrar tekrar vermesidir. Böylece tuttukları liderin muhaliflerini sözle şapa oturttuğu izlenimi yarattığına inanmalarıdır. Ancak yaptıkları en büyük kötülük, kuşkusuz en etkili eğitim aracı olan görsel basının, yetişmekte olan bu ülkenin masum gençlerine kavga, saygısızlık, adap dışı konuşma, bir konuyu analiz etme yerine saldırganlıkla bastırmayı yani kavga üslubunu aşılamış olmalarıdır. Yabancı ülke deneyimi olanların, “ülkemizdeki insanlar niye bu kadar gergin, kavgacı, tahammülsüz?” sorularının yanıtı da verilmiş olur.

Ancak ne hikmetse şu soruyu hiç kimse şu andaki yöneticilere sormayı akıl edemiyor. Muhalefetteki partiler sürekli kendilerine bir suçlama olarak sorulan bu soruya kem küm ederek yanıt veriyor; can alıcı noktaya bir türlü parmak basmayı
akıl edemiyorlar. Akıl ediyor olsalardı, muhalefette de olmazdılar ya…

Ey yönetici!

Hakkâri, Bitlis, Van, Muş, Diyarbakır’ı malum nedenlerle anlarım; bir mazeret bulabilirim. Yönetimdekilerin oraya gittikleri zaman küçük bir ülkenin ordusu kadar güvenlik güçlerinin eşlik ettiğini biliyoruz; güvenlik zafiyetinde de bakanların bakkal dükkânlarına sığınarak kurtulduğunu. Bu iller belli ki kritik iller.
Ancak bir ülkenin gözbebeği olarak bilinen, en akıllı, bilgili, aydın, dünyadan haberi olan, tartışma üslubunu doğal olarak geliştirdiği varsayılan hem de Türkiye’nin
en gözde Üniversitelerine, örneğin ODTÜ, Ankara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ege Üniversitesi’ne bir ordu eşlik etmeden elinizi kolunuzu sallayarak gelip konuşabiliyor musunuz? Vazgeçtik konuşmadan yeni bir yapının açılışını yapabiliyor musunuz ya da haberli olarak ziyaret edebiliyor musunuz?

Bunu başardığınız zaman bu ülke demokrasiyi özümsemiş bir ülke olmuş demektir; iftar sofralarında yapılan demokrasi tanımları ve övünmeleri, sadece demokrasi kültürünü içselleştirmemiş olanların sırtını sıvazlamadan öteye geçemeyecektir.
İşte bu duruma illa ki bir ad takma gereğini duyarsanız, konuşmaların ve nutukların çoğu çadırda geçtiği için, buna “Çadır Demokrasisi” diyebiliriz…

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Türkiye Cumhuriyeti’nin Tuzağa Düşürüldüğü Dönem

Dostlar,

Hacettepe Üniv. Biyoloji bölümünden emekli, Evrim Biyoloğu ve gerçek bir yurtsever aydın olan Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy‘dan bize ulaşan bir makaleyi paylaşmak istiyoruz. Yakın tarihimize ışık tutan ibret dolu bir yazı..
Biraz uzun olmakla birlikte dikkatle okunmalı, paylaşılmalı bizce..

Dileyenler pdf olarak da okuyabilirler..

Turkiye_Cumhuriyeti’nin_Tuzaga_Dusuruldugu_Donem

Sevgi ve saygı ile.
17.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===============================

Türkiye Cumhuriyeti’nin Tuzağa Düşürüldüğü Dönem

ali_demirsoy_portresi

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy

 

 

Bir ülkenin ya da toplumun doğru karar vermesi ve geleceğini düzenlemesi için geçmişini doğru değerlendirmesi kaçınılmazdır. Bunun için de birbirini izleyen üç hususun yerine getirilmesi gerekir: Geçmişin arşivlenmesi, yaşananların geçmişle ilintisinin doğru kurulması ve geleceğe yönelik tasarımlar için bu bilgilerin dikkatle kullanılması. Bütün bunların yerine getirilmesi ve uygulanması profesyonel olarak uzmanlaşmış kurumlar tarafından (başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere) yapılır ve bilimsel kuruluşlar da (bu cümleden olmak üzere üniversitelerin ilgili bölümleri başta olmak üzere) bu konuda çeşitli görüşler üreterek, geçmişte yaşananları, bugüne olan etkilerini
değişik açıdan irdelerler.

Ancak demokratik düzenlerde -oylama ile hükümetlerin değiştirilebildiği ülkelerde- halkın da bu gelişmelerden ucundan-kıyısından haberi olması gerekir. En azından orta eğitim ya da yüksek eğitimde genel anlamda, insanların, bu ülkenin geçmişteki bağlantıları ve kararlarından kabaca da olsa fikir sahibi olması gerekir ki, seçimini doğru yapabilsin. Bilgisiz ve meraksız bir insan ile bir görme özürlünün seçeceği yolu doğrulukla bulması hemen hemen aynıdır. Geçmişini bilemeyenler gelecekleri konusunda doğru karar veremezler. Buradan çıkaracağımız önemli bir sonuç da: Eflatun (Plato)’nun Devlet adlı eserinde yazmış olduğu gibi, devleti idare edecek kişilerin bilgili, seciyeli ve ahlaklı, zeki insanlardan seçilmiş olma koşulunun çıkarılmasıdır. Buradaki yaklaşım, bugünkü demokrasi tanımına çok da uygunluk göstermez. Çünkü günümüzün demokrasi tanımlanmasının hiçbir yerinde yöneticilerin ahlaklı, bilgili ve iyi yetiştirilmiş olması gibi bir koşul mevcut değildir.

Bir insanın ya da zümrenin yönetimi ele alması için, her ne yolu kullanırsa kullansın (açıkça yasalara ters düşmedikçe; hatta zamanımızda birçok ülkede yasalara, ahlaka ve mantığı ters düşse de) yeterli oy alması, bu zümrenin bu ülkenin geleceğini yönlendirmesi açısından yeterlidir. Batı demokrasisi ve özellikle Türk demokrasisi için bu tanım tümüyle geçerlidir. Ancak kuzu postuna bürünmüş kurtların egemen olduğu bir dünyada, kuzu rolünü üstlenmenin, daha doğru bir tanımla koyun rolünü üstlenmiş toplumların geleceği kurban olmasından öteye geçemeyecektir. Bu toplumlarda -bugünkü haliyle tanımlanmış- demokrasi o ülkenin güdülmesi demek olacaktır.

Dünyada demokratik ülke kimliği taşıyan kaç ülkenin, bağımsız olduğunu, kurtların izni olmadan bir adım bile atabildiğini düşünürsünüz? Böyle bir ülke yok. Dünyayı demokrasi ve insan hakları havariliği ile terbiye etmeye kalkışmış, özünde kendi demokrasisini bile belirli sayıdaki uluslar arası şirketlerin güdümüne sokmuş birkaç ülkenin egemenliği söz konusudur. Ambargoyu da bunlar koyar, ticareti de bunlar yönlendirir, bir ülke işgal edilecekse bu ülkeyi de (koyunların askerlerini de yerine göre parasını da kullanarak) onlar işgal eder, bir yer devlet olarak tanınacaksa bu ülkelerin izniyle tanınır; hatta kuzu-koyun rolünü üstlenmiş güya bu demokratik ülkelerin hükümetlerini -şu ya da bu yolla halkını manüple etmek suretiyle, olmaz ise gizli ya da açık askeri güç kullanarak seçtirir, devirir, değiştirir.

Bu ülkelerin geçmişten gelen iyi bir tarih ve siyaset bilgisi vardır. Geçmişi unutmazlar, geleceği de biriktirmiş oldukları bu bilgilerle çok kurnaz olarak tasarlarlar. Başarılarının sırrı da bu işleri yapacak kişileri özenle seçmeleri ve yetiştirmiş olmalarından kaynaklanır. Hâlbuki kendini demokratik ülke safında gören kuzu ülkeler, her seçim döneminde bu işleri izlemek ve duruma göre çözüm yolları üretmekle yükümlü olan kurumların en az üst düzey yöneticilerini A’dan Z’ye değiştirir, çok defa da, halkın oyları ile geldi safsatası ile kurtlar ülkesinin adamlarını iş başına yerleştirirler. Parazit vücuda ustalıkla yerleştirilir. Birçok tırtıl, vücudunun içine parazit sinek ve arılarla yumurta yerleştirildiğinin farkına varamaz; bu larvalar sinsi sinsi gelişir ve bir gün patlayarak etrafa saçılır. Tırtıl için yapacak bir şey yoktur; yolun sonuna gelinmiştir. Parazit arı, en uygun evreyi ve en uygun zamanı seçmede uzmanlaşmıştır. Batı’nın stratejisi parazit stratejisidir: Sessiz, kurnaz ve sabırlı.

TÜRKİYE NE ZAMAN BATAĞA SAPLANDI?

Birçok insan, özellikle tarih bilincinden ve bilgisinden yoksun kesim (denebilir ki halkımızın çok büyük bir kısmı), şu son günlerde yaşanan talihsiz olayların nedenini son birkaç on yıla bağlamakta. Yumurtanın tırtılın içine ne zaman konduğunun farkında bile değildir. Esasında yaşadıklarımız, sancılarımız, kıvranmalarımız, yıllarca tırtılın içinde sinsi sinsi büyüyen larvaların, konukçuyu parçalama ve deşilme zamanının geldiğini işaret etmektedir. Bundan sonra yararı olur mu olmaz mı onu bilemem; ancak buraya nasıl geldiğimizi görmek açısından, geçmişimizle ilgili önemli bir olayın ve bugün yarattığı sonuçları irdelemek istedim. Yakın zamanda yaşayacaklarımızın nedenini daha iyi anlama açısından, bu sürecin irdelenmesi -ne yazık ki- yalnızca merakınızı gidermesi için yararlı olur.

Herkesin bildiği gibi, Almanya’nın çok çeşitli vaatleri; Osmanlının hayalperest, bir koyup bin alma peşinde olan paşa ve devlet adamlarının basiretsizliği sonucu Birinci Dünya Savaşına girdik ve büyük toprak yitirilmesi ile birlikte, bugün yaşamakta olduğumuz topraklarımızın, bugün politikacılarımızın akşam sabah yatıp kalkıp stratejik dostlarımız olarak ilan ettikleri devletlerin acımasız bir şekilde işgaline uğradık. Bu bataklıktan adı geçen ya da geçmeyen birçok vatanseverle birlikte Atatürk’ün engin devlet adamlığı görüşü ve askeri dehası sayesinde kayıplarla da olsa kurtulduk. Bunu ben ya da Kemalistler değil(,) Atatürk’le bizzat karşı karşıya gelmiş olan devletlerin o günkü devlet adamları da teslim etmektedir. Etmeyenler var mıdır? Vardır: Ülkemizdeki bilinen -çoğu da tutucu kesime mensup- kronik anti Kemalistler.

Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bu zorluğu aşmasında birçok ülkenin ve özellikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin önemli katkısı olduğu da bilinmektedir (bizzat Rusya Devlet Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti Millet Meclisinde yaptığı konuşmada bu hususu vurgulamıştır). Doğal olarak bu tarihi yardım iki ülkenin yakınlaşmasını da sağlamış ve bazı anlaşmalarla bu dostluğun pekiştirilmesine gidilmiştir. İşte Türkiye’nin yazgısı (1924?) tarihinde yapılan bir anlaşma ve bu anlaşmanın sonuçları ile çizilmiştir. Birçoğumuzun belki hiç bilmediği ve duymadığı bu anlaşma ve bu anlaşmanın ihlallerinin başımıza açtığı dertleri burada dip not olarak ana hatları ile anlatmaya çalışacağım.

Niye bunu yapıyor diyebilirsiniz? Belki bu yazıyı okuyan olur da, -okuyanlar için sanki çok geç kaldık diyebilirim- en azından çocuklarına, dostu düşmanı, geçmişteki basiretli ve basiretsiz devlet adamlarını tanıtır; Türkiye’nin bugün Avrupa ve Amerika kapılarında neden sürüm sürüm süründüğünü; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini 38 yıl geçmesine karşın neden en yakın bildiğimiz
dost ülkelere bile tanıtamadığımızı; Amerika’nın neden Lozan Anlaşmasını tanımadığını, her yıl 24 Nisanda Ermeni Soykırımı tasarısını ABD Başkanı onaylayacak diye kırk doğurduğumuzu ve ödün üzerine ödün verdiğimizi; cumhuriyet tarihimizdeki batının ihanetlerini ve düşmanlıklarını; 1946 yılından sonra da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinin 180 derece dönerek Türkiye’ye karşı neden tavır aldığını; bölücülerin arkasında açık ya da gizli olarak neden
hep –kurtuluş savaşını yaptığımız ülkelerin- durduklarını ve belki de bugün
hiç kimsenin anlayamadığı Ergenekon Davalarının nedenini; Kozmik Oda araştırmalarının, orduya saldırıların, suikast ihbarlarının kaynağının neden Amerika olduğunu; Kontra Gerilla- Gladio olgusunun kimlerce başımıza sarıldığını; Bush denen başkanlarının Müslümanları neden şeytan olarak ilan etmesine ve ABD Anayasasındaki hükümleri bile çiğneyerek bilmem ne adasında yüzlerce Müslüman’ı 5-6 senedir mahkemeye bir defa bile çıkarmadan inanılmaz kötü koşullarda tutmasına karşın, ülkemizin yöneticilerin hiçbir zaman bunları kınayan bir açıklama yapamadığını, hiçbir resmi geliri ve ticari faaliyeti olmayan, ayrıca Stratejik ortağı olan Türkiye’de mahkûmiyet giymiş birini, 138 dönümlük bir alanın içindeki malikânede neden özel korumaya almasının mantığını anlatabilme umuduyla kaleme alınmıştır. Neden Balkanlardan Çin’e kadar, kuzey komşularımızdan Afrika’nın ortasına kadar bir ekonomik ve dayanışma birliği kurarak dünya devi olmadık da, batının şamar oğlanı haline dönüştük? Neden komşularımızla olması gereken dostluk bağlantılarını kuramadık ve ticari ilişkilerimizi geliştiremedik; onları stratejik ortaklarımızın insafına ve iznine bıraktık? Bunların hepsi 1940’lı yıllardaki basiretsizliğimiz ile başlar; benzer kadroyla da devam ettirilir. Birlikte olayları izleyelim.

Genç Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti arasındaki
tarihi anlaşma ve ülkemize kurulan tuzak

Türkiye’nin kırılma noktalarından en önemlisi, Atatürk’ün ölümünden sonra, başa geçenlerin uyguladığı politikalardır. Doğan Avcıoğlu’nun Milli Kurtuluş Tarihi eserinde belgelerle anlattığı 1940’lı yıllardaki Türk-Sovyet ilişkisi önümüzü görmeye yetecek bilgilerle doludur. 1920’li yıllarda Sovyetlerin Milli Kurtuluş Savaşında bize verdikleri destekten sonra 20 yıl geçerliliği olan önemli
bir anlaşma yapmışız (Ek-1). Bu anlaşmaya göre, her iki ülke bundan böyle komşuları ile yapacakları anlaşmaların geçerli olabilmesi için yaptıkları anlaşmaları birbirlerinin onayına sunacaklar.

Bu, bize göre çok daha büyük ve etkili olan Sovyetler için aslında önemli bir özveri olmalıydı. Kitaba göre Sovyetler bu anlaşmaya harfiyen uyuyor. Ancak Atatürk’ten sonra İngilizler gelerek Sovyetler ‘e karşı, Türkiye’nin yetkilileri ile gizli görüşmeler yapıyor. Bu görüşmeler Kafkaslardan Sovyetleri sıkıştırma için yapılacak hareketlerde gerekli yardımın tarafımızdan yapılmasını öngörüyormuş.

Görüşmenin metnini İngilizler aynı gün Sovyetlere iletiyorlar. Sovyet idaresi hiç ses çıkarmıyor. Anlaşmanın süresi dolunca büyük elçi Selim Sarper önderliğinde kalabalık bir heyet Moskova’ya gidiyor ve Mareşal Molotov’la (Vyaçeslav Mihayloviç Skryabin) masaya oturuyorlar ve Türk delegasyonu anlaşmadan çok mutlu olduklarını dile getirerek, uzatılmasını talep edince, Molotov İngilizlerle yapılan görüşmelerin metnini, elçimizin önüne koyarak bizimkilere yolu gösteriyorlar. Delegasyon Ankara’ya ulaştıktan sonra, Sovyetlerin, Kars ve Ardahan’ı istediği yönünde talepleri olmuş. Bunun gerçek olduğuna ilişkin birçok yayın olduğu gibi, bunun batılılar tarafından bizim onların kucaklarına oturmamız için bir tertip olduğu da söyleniyor (http://www.ozgurlukdunyasi.org/ arsiv/151-sayi-196/420-bogazlar-kars-ve-ardahan-uzerine-abd-turk-dezenformasyonu). Türkiye’nin eli ayağı tutuşuyor. Bunun üzerine NATO’ya girerek korunabilme amacıyla, o güne kadar bize oldukça uzak duran Amerika’nın ve her zaman olduğu gibi İngilizlerin ve Fransızların kucağına oturuyor ve bu güne kadar da kalkamıyor. Uzun zaman da kalkamayacağa benziyor.

Türkiye tuzağa düşmüş, yuları kaptırmıştır.

ABD, Milli Eğitim Politikamızı yönlendirmek için yetkili dört kişiden oluşan bir uzmanlar heyeti kurulmasını önermiş, bu uzmanların kararları 2 – 2 çıkarsa Amerikan uzmanın birinin oyunun 2 olarak alınması teklifini getirmiş ve kabul ettirmiş.

Türkiye’yi kurtaracak proje olarak bilinen
Köy Enstitülerinin kapatılmasını zorunlu kılmıştır.

NATO’ya girebilmek için zorunlu din eğitiminin yapılmasını talep etmiştir.

Marshall yardımı ile Türkiye’ye 180 milyon dolar vereceğini; ancak bundan böyle bu yardımı denetlemek için hiçbir izin almadan gizli istihbarat elemanlarının, denetçilerinin, siyasi gözlemcilerin her yere girip çıkabileceklerini kabul ettirmiştir. Daha sonra Marshall gibi bir general olan, Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atılması kararını veren, 1948 yılında İsrail’in kurulmasını destekleyen, Soğuk Savaş dönemini başlatan ve CIA’yı kuran H. Truman devreye girerek ‘Truman Doktorini’ adı altında yarayı iyice derinleştirdi. Kongre’den Yunanistan ile Türkiye için 400 milyon $ kullanma izni istedi. Kongre’nin 22 Mayıs’ta bu isteğini kabul etmesi üzerine Türkiye’ye 100 milyon, Türkiye’nin neredeyse sekizde biri olan Yunanistan’a ise 300 milyon $ yardım yapılarak iki ülke arasındaki husumetin körüklenmesi sağlandı. Esasında ABD, Fransa ve İngiltere, 1941-44 arasında, Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için yaptıkları bütün girişimlerin sonuçsuz kalmasını bir türlü unutmamışlardı.

Rockefeller, dönemin ABD Başkanı Eisenhower’e 1956 yılında yazdığı mektubunda şöyle anlatıyor:

“Bu ülkelere yatırım yapan kapitalistlerimiz, teknik ve diğer uzmanlarımız az gelişmiş ülkelerin milli ekonomilerinin bütün dallarına girmeli, onları bizim çıkarlarımıza göre yönlendirmelidir.”

Askeri yardım yapacağım diyerek (kredili ve hibe yoluyla) 2. Dünya Harbinde elinde kalan, üretimi durmuş, yapıldığı fabrikalar kapanmış, miadı dolmuş araçları (hurdaları) bize vermiş; bunları Amerika’da teslim edeceği, taşımaya karışmayacağı koşulunu getirmiş; yedek parça için garanti vermediği gibi; gerekli olanlara da yüksek ücretler (en az 5-6 kat fiyatla) istemiş; bunlar yetmiyormuş gibi bu silah ve araçların kullanımını Amerika’nın iznine bağlamıştır.

ABD ile 1945’te yapılan anlaşmanın ardından Türkiye ödünler vermeye başladı ve 27.2.1946’da yapılan 10 milyon $’lık askeri anlaşma ile kazık kızağa kondu;
yıl ve yıl kazık genişleyerek ve daha derinlere girerek sonunda kalbimize dek saplandı. Türkiye’deki (Kayseri) o devrin en önemli uçak fabrikasını ve yeni kurulmakta olan askeri gereç ve donanım fabrikalarının kapatılması sağlandı.

Faiziyle geri ödenme koşuluyla gerek askeri ve gerekse ticari kredilerin,
yayın yoluyla Türk halkına halka Amerika Hibesi olarak tanıtılma zorunluluğunu getirildi.

Ayrıca Türkiye 11 Mart 1947″de IMF’ye, 14 Şubat 1947″de Dünya Bankası’na üye oldu.

Türkiye’nin yediği diplomasi kazığının bir benzeri de dünyayı sömüren bu iki kuruluşa üye olmasıyla başladı. Ürettiğimiz birçok malı hatta tavuk etini bile ithal etmeyle batağa saplanmaya başladık. Daha sonra 1954’lerdeTürkiye’de demokrasi tehlikeye girerse Amerika’ya müdahale yetkisi verdik. Esasında buradaki demokrasi havariliği Türklerin demokrasisinin tehlikeye girmesi değil, o günkü koşullarda sola kayma tehlikesinin önlenmesiydi. Çünkü bu anlaşmadan sonra ikisi ihtilal olmak üzere demokrasiye müdahale olarak bilinen en az 4-5 müdahaleye bu dostlarımızın sesi çıkmadığı gibi, özellikle 1980 cuntasının arkasında bu kadim dostumuzun olduğu birçok çevre tarafından kabul edilmektedir.

Büyük bir olasılıkla o tarihten bu yana ABD ile aramızda yapılmış gizli anlaşmaların içeriğini hiçbir vatandaşımız bilmiyor. Hissettiğimiz kadarıyla, eğer içeriklerini bilseydik birçoğumuz geceleri uyuyamazdık. O gün bu gün ne askeri ne de ekonomik bağımsızlığımızı ilan edemedik ve her bağımlı ülke gibi taviz üzerine taviz verdik. Bir imparatorluğun siyasi mirasına da sahip çıkamadık. Geldiğimiz noktada, attığımız adımın bile Amerikalılar tarafından denetlendiği korkusu ya da paranoyası ile bunalıma düştük. Yazarlarımızı, yatırımcılarımızı, siyasilerimizi, okurlarımızı, çizerlerimizi (örneklerini çok gördüğümüz için) birer Amerikan ajanı olarak görmeye başladık. Siyasilerimizin en ufak bir girişimde bile Amerikan Başkanının yanına giderek, baş başa bir şeyleri konuşması, yasal olarak yanlarına almaları gereken yetkilileri bu konuşmalara ortak etmemeleri
bu kuşkularımızı azdıran ve perçinleyen hareketler olarak görülmeye başlandı. Zaman zaman Amerikan kökenli belgelerin yayın dünyasına verilmesi ve burada yazılı olanların zamanla başımıza geldiğini görünce paniğe de kapıldık diyebiliriz. Ne yazık ki, Atatürk Cumhuriyeti, halkı, yöneticileri, hatta güvenlik güçleriyle bir adım atarken bile “Amerika ne der?” vehmine tutuldu.

Aslında son 2 yıldır Ortadoğu’da yaşanan olaylar ve hareketler, bu coğrafyanın tarih boyunca yaşadığı kanlı, hileli, desiseli, çok ortaklı, çoğu zaman akıl ve izandan yoksun dogmaya dayalı acı olaylardan pek farklı değil. Bu coğrafyanın kaderini değiştirecek bir devlet adamı gelmişti, onun dünya görüşünü de ne yazık ki elimizle dogmatiklerin kirli ellerine teslim ettik. Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Yemen, Suriye, Irak, İran, Pakistan, Afganistan şu ya da bu şekilde anlatmaya çalıştığımız güçlerin ve onların bu coğrafyadaki açık ve gizli işbirlikçileri ile kargaşa içine itildiler. Yanlış tanımlardan yanlış sonuçlar çıkacağı için bu coğrafyadaki olaylara da bu coğrafyanın yöneticileri tarafından doğru tanı konamıyor. Çağdışı görünümü, yaşam tarzı, inancı olanların sandıktaki oy sayılarının demokrasinin vazgeçilmez belirleyici bir kuralı olduğu düşüncesine saplanmışız.

Belli ki, dünyada dünyanın gündemini belirleyen bir kesim bunu böyle anlamıyor. Demokrasiyi elit (aydın, bilgili ve üretici) insanların bir idare sistemi olarak görüyor. Bu nedenle de Mısır’daki el değiştirmeyi darbe olarak kabul etmiyor; Suriye’ye de çıkarlarına karşı olsa bile sert önlemler alamıyor. Kendi içindeki ülkelerde, örneğin Avusturya’da bir zamanlar oy üstünlüğüyle hükümet kurmuş olan, aşırı ırkçı tutumuyla kendini tanıtan partiyi, baskıyla palas pandıras aşağı aldılar. Bizimkiler o aşağı almayı ayağa kalkarak alkışlamışlardı. Mısır’da halkına, şeriat düzenini getirmeye çalışan, dünya görüşü olarak toplumu Ortaçağın da gerisindeki bir anlayışa sürüklemeye hazırlanan bir yönetimi hiç bir zaman yerleşeceğine inanmadığı demokrasi safsatası ile korumaya batı dünyası hiç yeltenmedi. Bu durum bu bölgedeki din simsarlarını açıkça korkutmuş olmalı ki, ülkelerinin önemli sorunlarını bırakarak, bu ülkelerin içindeki olaylara müdahale etme gereğini duymaya başladılar. Korkunun ecele yarar olmadığını yakında bu coğrafyanın yönetimleri acı bir şekilde göreceklerdir.

Mısır’daki gerici yönetimin arkasında duranlar, tarihsel bir gerçeği galiba bilmiyorlar. Şu anda Mursi’nin arkasında duran Mısırlıların çoğunluk Müslüman Kardeşler üyesi olduğu bilinmektedir. Pekâlâ, Müslüman Kardeşler neyin nesidir? Süveyş Kanalı, İngiltere ve Fransa denetimindeydi; önemli gelir elde ediyorlardı. Cemal Abdülnasır 1956 yılında ülkesinin ortasından geçen Süveyş Kanalını millileştirmeye kalkıştığında, durumun ciddiyetini çıkarları açısından anlayan ABD ve Sovyetler Birliği, İngiltere-Fransa ve İsrail işbirliğine karşı cephe aldı; bu üçlü savaşı kazansalar da sonuçta Kanalı terk etmek zorunda kaldılar. Ancak bölgeyi gelecekte denetim altında tutabilme için, Amerika CIA teşkilatı tarafından ülkeleri içten içe kemiren bir örgütün kurulması gerekiyordu, işte bu amaçla Müslüman Kardeşler örgütü kuruldu. Bu örgüt daha sonra Mısır’ın demokrasi hareketlerine ve millileştirme hareketlerine karşı İsrail’den yardım dilenen örgüttür.

Bu açıdan bakıldığında Mursi’nin seçmenlerinin büyük bölümünün aslında sadece Mısır kimliği taşıdığı, ancak göbek bağının Amerika olduğu anlaşılır.
Bu durumda da demokratik bir çoğunluğun hakkından söz edilemez. Amerika’nın başka ülkelerdeki çıkarları ve operasyonları için bağrında sıkı sıkıya koruduğu, seçimlerde önemli etkilere neden olan Cemaat Liderlerinin durumu da farklı değildir. Demokrasi insanın hür iradesi ile verdiği karardır; bağlı olduğu cemaat ve etnik kimliklerin yönetiminde, özellikle kökü yabancı ülkelerin denetimindeki örgütlenmelerin yönlendirilmesi ile verilecek kararlar değildir. Din istismarcılığı yapan ve etnik kimlik ile yola çıkan hiçbir yöneticinin, yönetimin, buna laik görünüp de uygulamalarında anti laik olan hiçbir yönetimin gerçek demokrat olamayacağı gerçeği hemen anlaşılır. İşte bu nedenle, kimse bu ülkelerin demokrasisine ve bu ülkelerin demokrasi sözcüğünü ağızlarından bırakmayan yöneticilerine inanmıyor.

Batı destekli yöneticilerin egemen olduğu coğrafyalarda şu ünlü oyun hep oynanır:

Sular yükseldiğinde balıklar karıncaları yer; sular çekildiğinde de karıncalar balıkları. Ortadoğu’da kimin balık kimin karınca olduğu yakında anlaşılır. Bu coğrafyadaki halk hareketlerinin balıklar tarafından mı yoksa karıncalar tarafından mı gerçekleştiğini anlayacağız. Kullanılan orantısız güç balıkların ya da karıncaların etkinliğini önlese bile, suyun değişimini asla değiştiremeyecektir.

Bu coğrafya neden hiç durulmuyor, huzura kavuşmuyor?

Bu sorunun yanıtını, M.Ö. 427 yılında doğmuş olan, Sokrates’in öğrencisi, esas adı Aristacles olan Eflatun (Plato), ilk olarak yazmış olduğu Cumhuriyet (Devlet) ve daha sonra yazmış olduğu Yasalar adlı kitabında veriyor ve bakın ne diyor:

  • “Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi, otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.”

İki bin küsur yıl önce yazılmış kitaplarda, günümüz yöneticilerinin tanımını ve demokrasi söylemi ile halkın nasıl aldatıldığını görme doğrusu ilginçtir… Aslında Eflatun, bugün hem bizim hem de Ortadoğu ülkelerinin içine düştüğü (tarihsel) durumu açıklayan iki cümlesi ile de anılır:

  • “Aldanmaya en elverişli bir yaşta yalanla yoğrulmak, işe, cehaletle başlamaktır. Çünkü ‘Gerçek yalan’ cehalettir’ “. Ve ekler:
  • “Çocuklar, gelenek ve göreneklerin masalları ile değil, iyiyi amaçlayan yurt ve ahlak bilgisi ile eğitilmelidir.” 

Dün söylediğini bugün inkâr eden ya da tersini yapan, haklı çıkmak için doğru olmayan beyanlarda bulunan, belgeler üreten yöneticiler ne yazık ki bu kokuşmanın odak noktalarını oluşturmaktadır. Türkiye ve coğrafyamızın kargaşalıklar içinde tükenen ülkeleri, bizleri bu bunalımdan kurtaracak
siyasal iradeyi ve gelişmeyi bekliyor.

Atatürk’ün manevi mirasını ve dünya görüşünü yaşatanlar bu ülkede bulunduğu sürece umut bitmiş değildir. (Temmuz 2013, Ankara)

Ek-1 : Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkileri düzenleyen en sağlam temel,
bu dönemde, 18 Mart 1921 tarihli, Moskova’da imzalanan Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması’yla atılmıştı. Bu antlaşmaya göre, Sovyet Rusya Sevr antlaşmasını reddediyor, yeni Türk devletinin Misak-ı Milli sınırlarını tanıyarak,
Türk-Sovyet sınırlarını kesin olarak saptıyordu. Yine 17 Aralık 1925’te, Paris’te iki ülke arasında bir ‘dostluk ve tarafsızlık antlaşması’ imzalanmıştı. Bu antlaşmanın en göze çarpan maddesi ise, “Taraflardan herhangi biri saldırıya uğradığında diğerinin tarafsız kalacağı” şeklindeydi. İki ülkenin imzaladığı bu ilk saldırmazlık ve tarafsızlık antlaşması, 9 Eylül 1926’da yapılan bir ek protokolle, sınırların arazi üzerinde de netleştirilmesiyle genişletilmişti. 11 Mart 1927 tarihinde de, Ankara’da imzalanan Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması ile iki ülkenin ticari temsilcilikleri diplomatik düzeye çıkarılmıştı. Ayrıca Türkiye ile Sovyetler Birliği, 1928’de, saldırı savaşlarını yasaklayan Kellog-Briand Paktı’nı ortak olarak imzalamışlardı. 17 Aralık 1929’da, 1925 tarihli Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması, Ankara’da yapılan bir protokolle iki yıllığına uzatılmıştı. 7 Mart 1931’de ise, ek bir protokolle antlaşma yürürlüğe giriyor, 30 Ekim 1931’de yeni bir protokolle antlaşma 5 yıllığına daha uzatılıyordu. Yine 1935’te, son kez olmak üzere 10 yıllığına uzatılmıştı. 2. Dünya Savaşı sonuna dek, ilişkilerde dostluk egemendi.  

“Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim”

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy hocamızın, Silivri tutsaklarından Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun trafik kazasında (??) ölen oğlu Emir’in cenaze törenine katıldıktan sonra yazdığı yazıyı sitemize o gün (16.10.12) koymuştuk.

“Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim”

Sonra da yorum bölümünde kendisine aşağıdaki eleştirimiz olmuştu :

=======================================
Değerli hocam,

Yazınızı okudum ve web siteme koydum.

Lütfen bakar mısınız??

Sizden önce de Fatih hoca için 2 yazı yazmıştım web sitemde..

Her şeye karşın teslim olmak yok!..

Aydın sorumluluğu işte böyle kurşun gibi ağır..

Çaresiz, son nefesimize dek omuzlayacağız.

Daha nitelikli bir toplum için..

Başka öneriniz var mı vatandaşlıktan / toplum üyeliğinden istifa dışında ??

Bu dizeleri web siteme, yazınıza yorum olarak da koyacağım..

Not : Bize de yolladığı, metnini yukarıya koyduğumuz e-iletisine karşılık olarak yollanmıştır..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
http://www.ahmetsaltik.net

==============================================================

Ali Demirsoy hocamız bir ileti ekinde yazısını güncellemiş.
Tam da kendisine yakışanı yapmış, sağolsun, bizi de dikkate almış :

Sevgili Ahmet Bey Kardeşim,

Yazımdaki eksikliği bir paragrafla giderdim.

Umutsuzluk aydına yakışmaz.

Sitenize bu gönderdiğim yeni yazıyı koyunuz.

Teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü Emekli Öğretim Üyesi
Beytepe/ANKARA
Telf: 0312.297 80 40 (aynı zamanda faks)

=======================================================

Sayın Demirsoy’un yazısı yeni içeriğiyle aşağıda..

Eklenen paragraf şöyle :

    * Bu yalnızlık güçsüzlüğe, çaresizliğe düşmemin değil, pusulasını yitirmiş bir toplumu aydınlığa çıkarmayı hedef olarak gören çabamın kamçısı oldu. Çok şeyi az kişiyle başarmanın da mümkün olacağını göstermenin zamanı geldi.

Teşekkürler Ali hocam,

Buna inanın AYDINLANMA KAZANACAK

Daha doğrusu AYDINLANMA GENE KAZANACAK..

Çünkü AYDINLANMA hep kazanıyor.. Tarihe bakın..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
http://www.ahmetsaltik.net

================================================

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim

Prof. Dr. Ali Demirsoy

16.10.2012 tarihinde tanık olduğum bir merasimde, bu toplumun ulaşmış olduğu kimliğin artık benim kimliğimle aynı olamayacak kadar farklılaştığını anladım. Eğer siz toplumun yaklaşımını ve anlayışını anlayamıyorsanız, o toplumun bir bireyi olmaktan uzaklaşmışısın demektir ya da o toplum, sizin, içinde rahat hareket edemeyeceğiniz ya da benimseyemeyeceğiniz kadar değişmiş demektir. Tanık olduğum şu sürecin üzerinde, ön yargılarınızı bir tarafa bırakarak bir insan olarak, ama sadece bir insan olarak düşünmenizi istiyorum.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, Almanya’da ve Hacettepe Üniversitesinde dâhiliye uzmanı olmuş, başhekimlik, dekanlık yapmış ve İnönü Üniversitesinde Gastroenteroloji kliniğini kurmuş ve iki dönem İnönü Üniversitesi Rektörlüğünü yapmıştır. Rektörlüğünün çok başarılı geçtiğini, üniversiteye önemli tesisler kazandırdığını, çok sayıda bilimsel toplantıya destek olduğunu ve on binlerce ağaç diktirerek üniversitenin kıraç arazisinde neredeyse orman kimliği kazanacak bir koruluğu bu bölgeye kazandırmıştır.

Tanıdığımız Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, cumhuriyete, laikliğe, bilimsel düşünceye sözde değil özde inanmış ve sahip çıkmış bir meslektaşımızdı. Bu yolda da cesur çıkışları olmuş bir yöneticimizdi.

Şu anda çeşitli suçlamalarla Silivri Cezaevinde, yaklaşık 4 yıldan bu yana tutuklu olarak (kesinleşmemiş bir suçtan dolayı değil) yatmaktadır ve bilebildiğimiz kadarıyla da ağır seyreden karaciğer kanserinden dolayı yaşamı tehdit altında olduğu söylenmektedir. Eğer varsa, suçunun ne olduğunu, bağımsız, hukuka ve adalete saygılı, insan haklarını ön planda tutan yüce mahkemelerimiz kuşkusuz kanıtlarıyla birlikte bu topluma kararlarıyla duyuracaklardır. Yargılama aşamasındaki bir davaya fikir beyan etmenin, görüş açıklamanın ve serzenişte bulunmanın hukuka aykırı olacağını bildiğim için bu konuyu burada kapatmalıyım.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun iki oğlu vardı. Biri Armağan, şu anda Amerika’da eğitimdeymiş, diğeri Emir; benim de yakinden tanıdığım yakışıklı, saygılı, yüzünden güzellik akan, aydınlık yüzlü bir gençti ve Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde dördüncü sınıfta okuyordu. Her hafta sonu yalnız kalan anasını, babasını görmek üzere Silivri’ye götürüyor, onunla iki gün kalarak geri dönüyordu. 13.10.2012 tarihinde çok kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.

Emir’in cenaze ve defin törenine birçok insan gibi ben de katıldım. Benzer durumlarda yaşanan hüzün doğal olarak bu törenlerde de yaşandı. Hepimizin gözlerinden yaşlar aktı. Buna benzer hüzün veren olaylar dünyanın her yerinde ve ülkemizde de sıkça yaşanmıştır. Ancak bu süreçte yer alanların acıklı durumları, çizilen bu tabloya yerleştirildiğinde, belki de dünyanın en kahredici, üzücü ve düşündürücü bir sahnesi sahnelenmiş oldu.

Dünya güzeli oğlunu yitiren ana, başından itibaren; özellikle mezarın başında eridi bitti; bir ananın dramını bütün çıplaklığıyla görüyorduk. Belki, onu, kendisi bir hekim olan kocası teselli edebilecekti; acılarını bir nebze de olsa dindirebilecekti Gözlerimiz kocanın üzerindeydi. Ancak kocayı, yanında, arkasında, önünde, -her halde- yıllarca kucağına almış, sevmiş, öpmüş, koklamış yavrusunu son seyahatinde yalnız bırakarak kaçmasın diye en az görebildiğimiz 6 kolluk görevlisi çembere almıştı. Zaten 4 yıl tutukluluk ve ağır hastalığı nedeniyle neredeyse bitme aşamasına gelmişti. Bir zamanların saygın doktoru, saygı yöneticisi Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun gözlerindeki -çok az kimsenin anladığını düşündüğüm- acı ifade birçoğumuzun kalbine kurşun gibi oturdu. Hiç kimseye, yaşayan oğluna, üzüntülerin en büyüğünü yaşayan eşine bile yardım edecek durumda değildi. Belli ki sadece bir töreni yerine getirmek için izinli çıkmıştı.

Yasalar neredeye kadar izin veriyor, nasıl veriyor bilemem; hukukçu değilim. Ancak Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun geniş bir koruma çemberi içinde Ankara’ya getirilip, evinde kalmasına izin verilmeden, geceyi Sincan Cezaevinde geçirmek, defin töreninin ardından (aynı gün mezarlıkta bu tören yaklaşık saat 16.00’da bitti) saat 19.00’da 4 yıldır tutuklu olduğu Silivride’ki koğuşuna götürülmek üzere izin verilmiş. Yani evinde çocuğunun ruhuna okunacak duaya bile âmin diyecek şans tanınmamıştı. Eşiyle birlikte yıllarca yavruları üşümesin diye yorganını örttükleri odaya, son bir kez birlikte bu yorganı katlamak için bir şans bile tanınmadı. Sanki Silivri kaçıyordu.

Bu yazıyı kaleme alırken ananın mezarı başındaki yok oluşunu, babanın gözlerindeki acı ifadeyi, bu durumu toplumun bir kara bahtı olarak görerek gözlerinden sicim gibi boşanan insanları bir türlü unutamıyorum. Anayasanın bile sık sık çiğnendiği bir ülkede, bir ailenin tarif edilemez bir acısına merhem olmamayı neden en katı yasalara bağlıyoruz? Biz bu kadar mı insanlık duygularımızdan uzaklaştık?

Eve ulaştığımda her şeyimle bütünleştiğimi düşündüğüm bu toplumun artık tarif edilen bir üyesi olmadığımı anladım. Bu kadar kin, bu kadar garez, bu kadar acımasızlık, bu kadar nefret, bu kadar gaddarlık benim mensup olacağım topluluk olamaz. Eğer geleneğimiz buna izin veriyorsa, ben bu gelenekten değilim, eğer kültürümüz buna izin veriyorsa ben bu kültürden değilim, eğer milli duygularımız buna izin veriyorsa, ben bu milletten değilim, eğer dinimiz buna için veriyorsa ben bu dinden değilim. Eğer insanlık bu ise ben insan bile değilim. Belli ki kalabalığın içinde yalnız kalmış birkaç insandan biriyim. Bu yalnızlık güçsüzlüğe, çaresizliğe düşmemin değil, pusulasını yitirmiş bir toplumu aydınlığa çıkarmayı hedef olarak gören çabamın kamçısı oldu. Çok şeyi az kişiyle başarmanın da mümkün olacağını göstermenin zamanı geldi.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu rektörlüğü sırasında birçok bilimsel toplantıya tam anlamıyla destek oldu. Beğensek de beğenmesek de tasvip etsek de etmese de o dönemde yöneticilik yapmış, birçok bildiriye ortak imza atmış, birçok kararı birlikte almış arkadaşlarını da gözlerimiz aradı. Onu yalnız bırakmayan politikacılarımız, bilim adamlarımız, bir zamanların yöneticileri vardı; ancak gözlerimizin aradığı çok kişiyi –en az bu acı olayda yanında olma ve ona manevi destek verme için bile- göremedik. İnsani bir görev için bile orada değillerdi. Belli ki sele kapılmış çok insanımız var.

Katılanları bu yazıyı yazarken şöyle bir tekrar gözden geçirdim. Nitelikli bir grubun olması, bir devrin özelliğini tanımlıyor gibiydi. Sele kapılanların gelmemiş olmasını daha hayırlı gördüm. Çünkü bir Azerbaycan atasözünde der ki:

    Sel geldiği zaman ilk olarak çer-çöp gelir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
16.10.2012

Değerli Kardeşim,

Bir völümünüzün bu toplumun artık bir üyesi olamayacak denli farklılaştığını söyleyebilirim. Bunlardan bir de benim ve yargıya bugün kesin olarak vardım.

Bu kez kısa olan bu yazımı kesinlikle okumanızı diliyorum.

Saygılarımla. 17.10.12

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim ..

Dostlar,

Prof. Dr. Ali Demirsoy büyüğümüzün İBRETLE DOLU yazısını mutlaka okumalısınız,
okutmalısınız..

Kendisinin de özel ricası, “..bu kez yazım kısa ama mutlaka okuyunuz..” diye rica ediyor.

Ali hoca ile cami avlusunda görüşemedik ama, yazısına büyük ölçüde biz de katılıyoruz..

Umarız kendisi de bu sitede Fatih hoca için yazdığımız 2 yazıyı okuma olanağı bulur..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim

16.10.2012 tarihinde tanık olduğum bir merasimde, bu toplumun ulaşmış olduğu kimliğin artık benim kimliğimle aynı olamayacak kadar farklılaştığını anladım. Eğer siz toplumun yaklaşımını ve anlayışını anlayamıyorsanız, o toplumun bir bireyi olmaktan uzaklaşmışısın demektir ya da o toplum, sizin, içinde rahat hareket edemeyeceğiniz ya da benimseyemeyeceğiniz kadar değişmiş demektir. Tanık olduğum şu sürecin üzerinde, ön yargılarınızı bir tarafa bırakarak bir insan olarak, ama sadece bir insan olarak düşünmenizi istiyorum.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, Almanya’da ve Hacettepe Üniversitesinde dâhiliye uzmanı olmuş, başhekimlik, dekanlık yapmış ve İnönü Üniversitesinde Gastroenteroloji kliniğini kurmuş ve iki dönem İnönü Üniversitesi Rektörlüğünü yapmıştır. Rektörlüğünün çok başarılı geçtiğini, üniversiteye önemli tesisler kazandırdığını, çok sayıda bilimsel toplantıya destek olduğunu ve on binlerce ağaç diktirerek üniversitenin kıraç arazisinde neredeyse orman kimliği kazanacak bir koruluğu bu bölgeye kazandırmıştır.
Tanıdığımız Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, cumhuriyete, laikliğe, bilimsel düşünceye sözde değil özde inanmış ve sahip çıkmış bir meslektaşımızdı. Bu yolda da cesur çıkışları olmuş bir yöneticimizdi. Şu anda çeşitli suçlamalarla Silivri Cezaevinde, yaklaşık 4 yıldan bu yana tutuklu olarak (kesinleşmemiş bir suçtan dolayı değil) yatmaktadır ve bilebildiğimiz kadarıyla da ağır seyreden karaciğer kanserinden dolayı yaşamı tehdit altında olduğu söylenmektedir. Eğer varsa, suçunun ne olduğunu, bağımsız, hukuka ve adalete saygılı, insan haklarını ön planda tutan yüce mahkemelerimiz kuşkusuz kanıtlarıyla birlikte bu topluma kararlarıyla duyuracaklardır. Yargılama aşamasındaki bir davaya fikir beyan etmenin, görüş açıklamanın ve serzenişte bulunmanın hukuka aykırı olacağını bildiğim için bu konuyu burada kapatmalıyım.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun iki oğlu vardı. Biri şu anda Amerika’da eğitimdeymiş, diğeri Emir; benim de yakinden tanıdığım yakışıklı, saygılı, yüzünden güzellik akan, aydınlık yüzlü bir gençti ve Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde üçüncü sınıfta okuyordu. Her hafta sonu yalnız kalan anasını, babasını görmek üzere Silivri’ye götürüyor, onunla iki gün kalarak geri dönüyordu. 13.10.2012 tarihinde çok kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.
Emir’in cenaze ve defin törenine birçok insan gibi ben de katıldım. Benzer durumlarda yaşanan hüzün doğal olarak bu törenlerde de yaşandı. Hepimizin gözlerinden yaşlar aktı. Buna benzer hüzün veren olaylar dünyanın her yerinde ve ülkemizde de sıkça yaşanmıştır. Ancak bu süreçte yer alanların acıklı durumları, çizilen bu tabloya yerleştirildiğinde, belki de dünyanın en kahredici, üzücü ve düşündürücü bir sahnesi sahnelenmiş oldu.
Dünya güzeli oğlunu yitiren ana, başından itibaren; özellikle mezarın başında eridi bitti; bir ananın dramını bütün çıplaklığıyla görüyorduk. Belki, onu, kendisi bir hekim olan kocası teselli edebilecekti; acılarını bir nebze de olsa dindirebilecekti Gözlerimiz kocanın üzerindeydi. Ancak kocayı, yanında, arkasında, önünde, -her halde- yıllarca kucağına almış, sevmiş, öpmüş, koklamış yavrusunu son seyahatinde yalnız bırakarak kaçmasın diye en az görebildiğimiz 6 kolluk görevlisi çembere almıştı. Zaten 4 yıl tutukluluk ve ağır hastalığı nedeniyle neredeyse bitme aşamasına gelmişti. Bir zamanların saygın doktoru, saygı yöneticisi Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun gözlerindeki -çok az kimsenin anladığını düşündüğüm- acı ifade birçoğumuzun kalbine kurşun gibi oturdu. Hiç kimseye, yaşayan oğluna, üzüntülerin en büyüğünü yaşayan eşine bile yardım edecek durumda değildi. Belli ki sadece bir töreni yerine getirmek için izinli çıkmıştı.
Yasalar neredeye kadar izin veriyor, nasıl veriyor bilemem; hukukçu değilim. Ancak Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun geniş bir koruma çemberi içinde Ankara’ya getirilip, evinde kalmasına izin verilmeden, geceyi Sincan Cezaevinde geçirmek, defin töreninin ardından (aynı gün mezarlıkta bu tören yaklaşık saat 16.00’da bitti) saat 19.00’da 4 yıldır tutuklu olduğu Silivride’ki koğuşuna götürülmek üzere izin verilmiş. Yani evinde çocuğunun ruhuna okunacak duaya bile âmin diyecek şans tanınmamıştı. Eşiyle birlikte yıllarca yavruları üşümesin diye yorganını örttükleri odaya, son bir defa birlikte bu yorganı katlamak için bir şans bile tanınmadı. Sanki Silivri kaçıyordu.
Bu yazıyı kaleme alırken ananın mezarı başındaki yok oluşunu, babanın gözlerindeki acı ifadeyi, bu durumu toplumun bir kara bahtı olarak görerek gözlerinden sicim gibi boşanan yaşları bir türlü unutamıyorum. Anayasanın bile sık sık çiğnendiği bir ülkede, bir ailenin tarif edilemez bir acısına merhem olmamayı neden en katı yasalara bağlıyoruz? Biz bu kadar mı insanlık duygularımızdan uzaklaştık?
Eve ulaştığımda her şeyimle bütünleştiğimi düşündüğüm bu toplumun artık tarif edilen bir üyesi olmadığımı anladım. Bu kadar kin, bu kadar garez, bu kadar acımasızlık, bu kadar gaddarlık benim mensup olacağım topluluk olamaz. Eğer geleneğimiz buna izin veriyorsa, ben bu gelenekten değilim, eğer kültürümüz buna izin veriyorsa ben bu kültürden değilim, eğer milli duygularımız buna izin veriyorsa, ben bu milletten değilim, eğer dinimiz buna için veriyorsa ben bu dinden değilim. Belli ki kalabalığın içinde yalnız kalmış birkaç insandan biriyim.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu rektörlüğü sırasında birçok bilimsel toplantıya tam anlamıyla destek oldu. Beğensek de beğenmesek de tasvip etsek de etmese de o dönemde yöneticilik yapmış, birçok bildiriye ortak imza atmış, birçok kararı birlikte almış arkadaşlarını da gözlerimiz aradı. Onu yalnız bırakmayan politikacılarımız, bilim adamlarımız, bir zamanların yöneticileri vardı; ancak gözlerimizin aradığı çok kişiyi –en az bu acı olayda yanında olma ve ona manevi destek verme için bile- göremedik. İnsani bir görev için bile orada değillerdi. Belli ki sele kapılmış çok insanımız var.
Katılanları bu yazıyı yazarken şöyle bir tekrar gözden geçirdim. Nitelikli bir grubun olması, bir devrin özelliğini tanımlıyor gibiydi. Sele kapılanların gelmemiş olmasını daha hayırlı gördüm. Çünkü bir Azerbaycan atasözünde der ki: Sel geldiği zaman ilk olarak çer-çöp gelir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
16.10.2012

Değerli Kardeşim

Bir kısmımızın bu toplumun artık bir üyesi olamayacak kadar farklılaştığını söyleyebilirim. Bunlardan bir de benim ve yargıya bugün kesin olarak vardım. Bu sefer kısa olan bu yazımı kesinlikle okumanızı diliyorum.
Saygılarımla