Etiket arşivi: (a priori)

Aşı karşıtlığı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 05 Temmuz 2021
Olguyla kurguyu ayırabilmek, insan zihninin en önemli potansiyel özelliklerinden birisidir. Ne yazık ki insanların tamamı bu potansiyeli kullanamamaktadır, olguyu kurgu, kurguyu olgu sanabilmektedir.

Bunun en büyük nedeni, bilimsel ve felsefi düşüncenin eksikliğidir. Bilimsel düşüncenin ve epistemolojik temellerin zayıf olduğu bir ortamda, kurgular insanların doğruluk ve gerçeklik ile olan bağlarını kopartır. Bu aynı zamanda birçok ahlaki soruna da yol açar.

Tarih boyunca insanların çoğunluğu, kurgulara dayalı söylencelerin, hurafelerin ve safsataların kölesi olmuşlardır. İnsanlar bu nedenden dolayı da adil bir toplumsal düzen kurmakta zorlanmışlardır. Dinler de bu kurguları yaygınlaştıran ve etkinleştiren en önemli unsurlardan birisi olmuştur.
***
İnsanın olguyla kurguyu ayırmasını zorlaştıran bir başka unsur da bilim ile sahte bilim arasındaki ayrımı yapamıyor olmasıdır. Örneğin birçok insan hâlâ, astrolojinin bir bilim olduğu sanısıyla yaşamaktadır. Oysa bilim olan astronomidir, astroloji değildir. Astroloji bilim olduğu iddiasıyla ortaya çıkan bir sahte bilimdir.

“En gerçek kılavuz bilimdir” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün izinden ilerlediğini öne süren medya organlarında bile astroloji geniş bir yer alırken, insanların olguyla kurguyu ayırmalarını beklemek saflık olur.

Son yıllarda ortaya çıkan komplo “teorileri” de insanların kurguların kurbanı olmalarına dair en çarpıcı örneklerden birisi olduğu gibi, insanların olguyla kurguyu ayırma yetilerini kaybetmelerine neden olan unsurlardan birisidir.

Dünyayı birtakım gizli, gizemli, ezoterik odakların ve ailelerin yönettiği, Nazilerin Musevilere yönelik soykırım uygulamadığı, dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağının Siyonizm olduğu, insanların bedenlerine beyinlerini kontrol etmek için çiplerin yerleştirildiği, insanların zihinlerini ele geçirmek için kimyasalların salındığı, uzaylıların insan görüntüsünde dünyayı ziyaret ettiği, dünyanın düz olduğu gibi kurgular ve sanılar, bunlara dair örnekler olarak sayılabilir.

Postmodernizm ve post-doğruluk olarak bilinen şarlatanlık da bu sürecin oluşmasında önemli bir etkendir. Nesnel doğruların ve gerçeklerin bilinmesinin olanaksız olduğunu, her şeyin göreli algılardan oluştuğunu savunan bu akımlar, bilimin ve felsefenin önündeki en önemli engellerden birisini oluşturmuştur.
***
İnsan elbette her şeyi bilemez. Bilim ve felsefe de her şeyi açıklayamaz. Ancak insanın her şeyi bilemeyeceği görüşü, hiçbir şeyi bilemeyeceği görüşünden farklıdır. Kuşku, bilinebilir olanla bilinemez olanı ayırmamızı sağladığı ölçüde yararlı bir yoldur. Kuşkunun sınırlarının bilincinde olmamak, salt epistemolojik bir sorun yaratmaz, aynı zamanda varoluşsal bir tehdit oluşturur.

İnsanın bir şeye inanması, o inancın doğru olduğu ve o inancın gerçeklikte bir karşılığının olduğu anlamına gelmez. İnancın kendisi, doğruluğun ve gerçekliğin gerekçesi ve güvencesi olamaz. Bir şeyin doğruluğunun ve gerçekliğinin anlaşılması için, akla ve deneyime dayalı kavramsal ve kuramsal araştırmaların yapılması gerekir.
***

  • Dünyada ve Türkiye’de bazı kesimlerin Covid-19 aşısına karşı çıkmalarının hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.

Bilimsel kuramlar empirik bulgulara ve tümevarımsal çıkarımlara dayandıkları için, matematikte olduğu gibi “a priori” bir zorunluluk ve kesinlik içermeseler de başka bir bilimsel kuram tarafından yanlışlanmadıkları sürece, temellendirilmiş sayılırlar.

  • Bilimin karşısına dinle, hurafeyle, safsatayla, komplo “teorisiyle”, postmodernizmle, paranoyayla çıkılmaz.

Covid-19 aşısının insanı Covid-19 virüsünün yol açtığı hastalıklardan ve ölümlerden yüksek bir oranda koruduğu, sadece aşının üretim sürecindeki deneyler sırasında değil, aşının onaylanması sonrasında yüzlerce milyon insan üzerindeki uygulamasıyla da ortaya çıkmıştır.

  • Aşı karşıtlığı epistemolojik bir sorun olduğu gibi, aşı olmayarak başkalarının ve toplumun sağlığını tehlikeye atmak, ahlaki bir sorundur.
  • Aşı olmak ahlaki bir sorumluluktur.
  • Ahlaklı olmak için de akıllı olmak gerekir.

2018 yılının son çığlığı

2018 yılının son çığlığı

Ertan URUNGA, (E) Askeri Yargıç
Cumhuriyet
, 21.1.19

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Bugün değersizleşen şey, dinci ve kinci olduğu kendi söylem ve uygulamaları ile anlaşılan siyasal iktidarın, çağdaş Türk toplumuna dayattığı hukuka aykırı politikalarla, bunlara bilerek destek olan kimliğini yitirmiş muhalefet partileriyle siyaset ve hukuk adamlarının “devlet aklı” ile bağdaşmayan görüş ve düşüncelere dayalı fetvalarıdır.

Geçen yıl yayımladığı “Elveda Anayasa” kitabı ile kamuoyunun ilgisini çeken ve kendisini hukuksal pozitivist (olgucu, kuralcı) bir anayasa hukukçusu bilim adamı olarak tanımlayan Sn. Prof. Dr. Kemal Gözler, önce 06.12.2018 tarihinde ”Hukuk Nereye Gidiyor”, bir hafta sonra da “Demokrasi Nereye Gidiyor” başlıklı iki makalesini kendisine ait web sitesinde (www.anayasa.gen.tr) okurlarıyla paylaşmıştır. Ancak biz burada, ikinci makalesini anayasa ve siyaset bilimcilerine bırakıp, yalnızca “Hukuk Nereye Gidiyor?” başlıklı makalesi üzerinde tartışmak ve hoşgörüsüne sığınarak kimi eleştirilerde de bulunmak istiyoruz. 
Bu makalede, hukuk ve anayasanın bugünkü yürekler acısı durumuna değinip “Ülkemizde ve derecesi farklı olmakla birlikte, diğer bazı ülkelerde demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve hürriyetlerin günden güne gerilediğini” dile getirdikten sonra, şu gözlemlerde bulunuyor: 
√ Bugün hukuk, burnunun üstüne kocaman bir yumruk yedi. 
√ Temel hak ve hürriyetleri korumak amacıyla tasarlanan anayasa ve hukuki mekanizmalar, temel hak ve hürriyetlere müdahale etme aracı haline dönüştü. 
Hâkimler, temel hak ve hürriyetleri koruyan değil, tersine temel hak ve hürriyetlere müdahale eden görevliler haline geldi. 
√ Olan biteni açıklamak bakımından, hukuk bilimi çaresizlik, ..anayasa ve idare hukukçuları derin bir ümitsizlik içindeler
√ Artık üzülerek görüyorum ki ..hukuk bilimiyle uğraşmak, havanda su dövmek veya meleklerin cinsiyetini tartışmak misali işe yaramaz bir faaliyet haline geldi vb. 
Bu gözlemlerden sonra, “Başta anayasa hukuku olmak üzere ülkemizde hukuk biliminin değersizleşmesi sürecini yaşıyoruz. Buna yol açan şey, bizatihi hukukun değersizleşmesidir” diyerek, bizi şaşırtan bir saptamada da bulunuyor. Daha sonra insana üzüntü veren bir umarsızlık (çaresizlik) içinde, kendisinin verecek bir yanıtının olmadığını belirttiği sorularına da, “..genelde hukuk bilimi, özelde anayasa hukuku bilimi, varlıklarını sürdürmek istiyorlarsa bu soruları tartışmak ve bir cevap vermek zorundadır.” diyerek bitiriyor.

Hukukun değeri 
Hemen belirtelim ki Sn. Gözler, ülkemizin üzerine çöken kasvetli havadan yakınırken; ulusal tarihimizin, ordumuzun, yargımızın, eğitimimizin, Andımızın, Laik Cumhuriyetimizin, kültür ve sanatımızın, kısacası bir toplumu “ulus” yapan bütün değerlerin, siyasal İslamcı bir parti tarafından itibarsızlaştırılıp ayaklar altına alınmasının, sanki bir önemi yokmuş gibi bunlara hiç değinmeden, “Hukuk biliminin değersizleştiği ve buna yol açan şeyin de aslında ‘bizatihi hukukun değersizleşmesi’ olduğunu” söyleyip, bütün olumsuzlukların nedenini hukuka yüklemekle, büyük bir yanılgıya düşüldüğü kanısındayız. 
Çünkü hukuk, bugün değerini yitirmemiş; tam aksine yaşanan hukuksuzlara koşut olarak daha da değer kazanmıştır. Bir hukuk adamının hukukun değersizleştiğini söylemesi, onun başat amacı olan adaletin de değersizleştiği anlamına gelir ki o zaman da uğrunda mücadele edip koruyacağımız toplumsal bir değerimiz kalmayacağı için, ortaya çıkacak kargaşanın (kaosun) önüne geçilmesi de bir düş olur ancak.
Nitekim bir düşünürün de dediği gibi “Hukuku, adaleti, bir değer, bir ideal olarak kabul etmeyen bir ulus, bu felaketini hiçbir başarı ile telafi edemez.” Bu nedenle, günümüzde hukuk biliminin saygınlığını yitirdiği söylenebilir ise de siyasal iktidarın hukuk dışı söz ve uygulamaları yüzünden yokluğu günden güne daha iyi anlaşılan “hukuk”un değersizleştiği söylenemez.

Sorunların nedenleri 
Bu hazin durumun başlıca nedenlerinden biri, AKP’nin iktidara geldiği 03.11.2002 tarihinden bugüne dek geçen sancılı süreçte sinsice uygulanan emperyal bir proje kapsamında T.C. Anayasası başta olmak üzere; Türk Medeni Kanunu, Türk Borçlar Kanunu, Türk Ceza Kanunu ile bunların yöntemine ilişkin temel yasaların sil baştan değiştirilip, yaklaşık yüz yıllık bilimsel ve yargısal birikimin (külliyatın) çöpe atılması sonucu metamorfoza (başkalaşıma) uğrayan sosyal kesimlerin önemli bir bölümünün ulusal bilinç ve kimliğine yabancılaşmasıdır. 
Bir diğeri de yüce Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, o görkemli İstiklal Savaşı sonunda kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti devleti yerine; Türk ulusunu orta çağ karanlığına sürükleyecek teokratik bir devlet kurmak amacı güttüğü bilinen, gerici ve ümmetçi bir partinin çağ dışı kalmış ilkel politikalarını bilerek destekleyen; sapkınlık içindeki muhalefet partileri ile iktidara bağımlı kılınan, anayasal kurumlardaki siyaset ve hukuk adamlarının yozlaşmasıdır.

Sonuç

Sonuç olarak, Sn. Gözler’in yakındığı sorunların çözümünün de hukukun değersizleşmiş olmasında değil, ancak ülkeyi yönetenlerin tarihsel süreç içinde yaptığı uygulamaların, bir “izm”e bağlı kalmadan salt hukuka uygunluk (meşruiyet) ölçütü içinde aranması gerektiğini belirtirken; ünlü anayasa ve idare Hukuku duayeni Prof. Leon DUGUİT’in konumuza ışık tutan şu sözlerini de burada anmak isteriz:

  • “Bir devlet adamı hukuka, ancak istediği için, istediği zaman ve istediği ölçüde boyun eğiyorsa, aslında hiç boyun eğmiyor demektir.”

    Asıl sorgulanması gereken de budur bence.
    =======================================
    Dostlar,

    Değerli dostumuz ve sitemizin yazarlarından (E. Alb.) Askeri Yargıç Sn. Ertan Urunga’ya bu değerli irdelemesi için teşekkür borçluyuz..
    Prof. Gözler’in söz konusu 2 makalesini web sitemizde daha önce yayımlamıştık.
    Biz de görüşlerimiz katmıştık, Sn. Urunga da kısa bir yorum yapmıştı.
    Şimdi daha kapsamlı olarak okuyoruz Sn. Urunga’yı.. Akademiden değil ama yaşamın içinden.. Onlarca yıl Türk Ulusu adına adalet dağıtan askeri yargıçlık makamından…
    Bizim de üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği başkanı dostumuz sevgili Dr. Dinçe Demirken’tin Sn. Gözler’e eleştirel makalesini yine sitemizde yayınlamıştık.
    ****
    Hukuk’un en yüce idesinin “ADALET” olduğu tartışma dışı genel hatta evrensel kabuldür.
    Yargıçlar, özellikle bu bağlamda adı dillerden düşmeyen, parlak ve sarsıcı görüşleri de belleklerden silinmeyen hukuk bilimcisi Ronald Dworkin’i hep dikkate almalı bize göre..

    Dworkin, yargıcın her somut – verili durumda adaleti mutlaka gerçekleştirmek zorunda olduğu peşin kabulünü a priori olarak koyduktan sonra, görüşlerinin rahat anlaşılması ve unutulmaması bağlamında bir metafor yaratır : HERKÜL YARGIÇ!

Dolayısıyla, eldeki normatif – pozitif mevzuat metinlerinin sözleri, literal anlamları geri düzleme düşer – itilir ve eldeki somut uyuşmazlığa adil çözüm üretiminde yaratıcı çözümler aranır (a posteriori aşama) . Bu çabaların başında, mevzuat kurallarının (yazılı hukuk) adaletsizliği öngöremeyeceği kabulü a fortiori olarak zorunluluk olur. Öyleyse, pozitif hukuk normlarına can veren hukukun evrensel kabul gören temel ilke ve değerlerine (jus cogens), standartlarına başvurulacaktır. Böylelikle gerçekte “yorum” dan başka bir şey olmayan Hukuk, gerçek işlevine, ADALET sunmaya, ama yalnızca ve yalnızca ve her durumda yüksek ADALET ÜLKÜSÜNE yönlendirilmiş ya da tersine, adaletsizlik üretmekten alıkonmuş, korunmuş olacaktır!

Anımsanacağı üzere AYM (Anayasa Mahkemesi), önüne getirilen ve Anayasaya aykırılığı asla su götürmez OHAL KHK’lerini (AKP iktidarının seri olarak ve kurgu ile çıkardığı) pozitivist yaklaşımla incelemeyi reddetmiş ve ülkemiz yapısal olarak bu metinlerle köktenci biçimde değiştirilerek hukuk devleti olmaktan çıkarılmıştı. Sn. Gözler ve kendisi gibi düşünenler o sıralarda pozitivist konumlarını koruyarak Anayasanın ilgili maddesinin sözel anlamının çok açık olduğu ve ve OHAL KHK’lerinin AYM tarafndan gerek biçim gerekse içerik açısından anayasa yargısına soyut norm denetimi bağlamında konu edilemeyeceğini savlamışlardı.

Şimdi pişmandırlar… yazdıkları çığlık çığlığa özeleştiridir yarı açık – yarı kapalı..

Ne var ki, atı alan Üsküdar’a geçmiştir söz konusu Cumhuriyet düşmanı, kökü dışarıda projenin mimarı Erdoğan’ın kendi sözleriyle.
Şimdi, ağır yaralı hukuk, dolayısıyla hukuk devleti, kendi yarasını nasıl saracaktır?
Pozitivizmle mi, Dworkin’in “Herkül yargıcı” nın mucizesiyle mi, neyle, nasıl ve ne zaman?

Buna ivedi ve etkin çare bulunmalıdır.. “Hukuk tartışmalı ve başının çaresine bakmalı” ile olur mu? Üstelik egemen, ha bire “hukuk” a işkence yapmayı sürdürür, onun yaralarını dağlarken!?

Sevgi, saygı ve derin KAYGI ile. 22 Ocak 2019, Ankara

Ahmet SALTIK MSc, BSc
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Anayasa Hukuku PhD öğrencisi
www.ahmetsaltik.net
     profsaltik@gmail.com

Prof. Dr.Rennan PEKÜNLÜ : Berkeley ve Harun Yahya kardeşliği


Berkeley ve Harun Yahya kardeşliği

portresi

 

Prof. Dr.Rennan PEKÜNLÜ
Foça Cezaevi
AYDINLIK 
gazetesi portalı, 8.2.15

 

Subjektif idealizm evreni bir algılar bütünü olarak betimler. Algıları tanrı yaratmıştır.
İnsanın nesnel gerçekliği yoktur; beyinin kendisi bir algıdır. Algılanan dış dünyadaki he rşey tanrı tarafından yaratılmıştır. Algılayan ise ruhtur. Evren denen bütünsel olgu içinde bir olayı
bir başka olayın izlemesi Tanrının istemi doğrultusunda gerçekleşir.
Tanrı sürekli yeni algılar yaratır.

Günümüz Türkiyesinde subjektif idealizm yükselişe geçme çabasında!
Kullandıkları genel yöntem astrolojide ve doğal teolojide kullanılan yöntemdir: bilim alanındaki son bulguları dizgelerine yamayarak, bilimin saygınlığından yararlanmak, bilimsel bulguları tanrının varlığını, iyiliğini ve gücünü kanıtlamada kullanmak, mistisizmi ve okültizmi yaygınlaştırarak kitleleri uyutmak.

SUBJEKTİF İDEALİZME GEÇİT YOK !

Bu felsefede nesnel evrenin gerçekliği yadsınır; özdek yadsınır. Subjektif idealizm evreni
bir algılar bütünü olarak betimler. Algıları tanrı yaratmıştır. İnsanın nesnel gerçekliği yoktur; insanın algılayıcı organı beyindir ama onun da nesnel gerçekliği yoktur. Beyinin kendisi bir algıdır. Algılanan dış dünyadaki her şey tanrı tarafından yaratılmıştır. Algılayan ise ruhtur. Evren denen bütünsel olgu içinde bir olay bir başka olayı izler. Ancak bu olaylar dizisi nedensellik ilkesi bağlamında değil, Tanrının istemi doğrultusunda gerçekleşir. Tanrı sürekli yeni algılar yaratır. Bu açıdan bakıldığında, subjektif idealist dizgede evren “açık” sanılır.
Oysaki yeni algıları sunanlar özgür istençlerinin güdüsüyle etkinliklerde bulunan insanlar değildir, “rahman ve rahim olan tanrıdır”!

Spinoza’dan, Leibniz’den, Berkeley’den, Hume’dan, Avenarius’dan Mach’dan ve biraz da günümüz protestan teologlarından olan Conrad Hyers’den derlenen savlarla oluşturulan
bu eklektik felsefi dizgenin omurgasını Berkeley’in görüşleri oluşturmaktadır. George Berkeley (1685 – 1753) özdeğin varlığını yadsıyan felsefi dizgesiyle ünlüdür. 1734 yılında Cloyne bişopu olan bu filozof – din adamının özdeğin varlığına karşı geliştirdiği savlar,
The Dialogues of Hylas and Philonous adlı kitapta yayınlanmıştır.

BENZERLİK ÖTESİNDE AYNILAR 

Bir 17. – 18. yüzyıl bişopuna görünen “gerçeklerle” Harun Yahya ve Bilim Araştırma Vakfı (BAV) yazarlarına görünen “gerçeklerin” bu denli benzeşmesi oldukça şaşırtıcı.
Harun Yahya ve BAV yazarlarının herbiri sanki “reenkarnasyona” uğramış Berkeley!
İlgili okura, Bertrand Russell’ın Türkçeye de çevrilmiş olan “The History of Western Philosophy” adlı kitabının Berkeley bölümünü okumalarını salık veririm. Berkeley ve
BAV yazarlarının savlarının, benzerliğine demeyeceğim, aynılığına dikkat ediniz!
Bu savların hepsinin yanlışlığı ( fallacies) gösterilmiş, idealist dizgeler yadsınmıştır.
Popper’ın dediği gibi, “Tüm idealist dizgeler kendi kendini çürüten felsefi dizgelerdir”. Okuyucunun, bu antik değeri olan ancak yeniymiş gibi sunulan çürütülmüş felsefi dizgelere karşı savunmasız kalmaması gerekiyor.

BAV bildirilerinin hepsinde, Evrim Kuramı‘na karşı geliştirilen bir sav ön plana çıkmaktadır:

“Bir kuram, hipotez veya varsayım gözlem, deney veya bulgularla kanıtlanmadıkça doğru değildir”. Bu sav biraz düzeltmeyle doğru bir biçem kazanabilir. Kanıt sözcüğü bilim dünyasının değil matematik dünyasının bir sözcüğüdür. Matematik bir bilim dalı değildir. Hem matematiğin hem de bilim dünyasının kullandığı ortak kavramlar vardır; ancak bilim dünyasında matematik dünyasının bir kavramı olan kanıt pek kullanılmaz. Matematikte doğruluğunu kendi içinde barındıran hipotezlerden yola çıkarak bir teoremi kanıtlarsınız ve dosya “kapanır”. “Kapalılık” felsefi anlamda kapalılıktır. Zaman içinde o teoreme yeni aksiyomlar, türetimler girmez;
ondan yeni bilgiler, öngörüler çıkmaz. O teorem, tüm zamanların kusursuz bir yapısıdır artık. Matematiğin kötü ellerde hortlayan ve doğa bilimlerini olumsuz yönde etkileyen yanı da burada, “kusursuzluğunda” yatmaktadır.

KÖLE SAHİBİNİN GÖRÜŞÜ

Yukarıda adı geçen kitapta Bertrand Russell, “Matematik, hem tanrısal ve ‘tam gerçeğe’ olan inancın hem de süper duyusal ve düşünsel dünyaya olan inancın kaynağıdır.”
saptamasını yapıyor. Matematik, usa vurmadaki “kusursuzluğun” duyu organlarımızla algıladığımız cisimlere değil, yalnızca ereksel olana uygulanabileceğini söyler. Bu ilkeden yola çıkanlar, düşüncenin daha asil, düşüncedeki nesnelerin duyu organlarınca algılanan nesnelerden daha gerçek olduğunu savunmaktadırlar. Savundukları görüş platocu düalist görüştür:
Bu evreni ancak salt usa vurma yeteneği gösterebilenler anlayabilir. Bu nedenle bu kişilerin diğerleri üzerine baskı kurmaya hakkı vardır; tıpkı ruhun beden, cennetin Yer, köle sahibinin köle ve tarikat şeyhinin de cemaati üzerinde hakkı ve üstünlüğü olduğu gibi!
Bu görüş, köle sahibinin dünya görüşüdür.

Evet, bir bilim dalı olmayan matematikte doğruluğunu kendi içinde barındıran önermelerden yola çıkılır; bunlara aksiyom denir. Bu önermelerin usa yatkın olmaları, nesnel gerçekliğin herhangi bir öğesiyle örtüşüyor veya benzeşiyor olması gerekmez. Önemli olan öncül ile kanıtın çelişmemesidir. Fizik, kimya, dirimbilim, gökbilim, vb. bilim dallarındaysa, gözlem veya deneylerden türetilen ilk ilkelerden, hipotez veya varsayımlardan yola çıkılır. Bir kuramı oluştururken kullanılan ilk ilkelerin, hipotezlerin gözlemlerden türetilmiş olması istenen
bir durumdur. Ancak özellikle evrenbilim ve parçacık fiziğinde bugün bu ilke ne yazık ki çiğnenmiş, bu iki bilim dalı metafizik öğelerle, hayaletlerle dolmuştur. Aşağıda ayrıntılarıyla değineceğiz.

Bilimde ‘son bilgi’ yok!

Gözlem ve deneylerden türetilmiş olan hipotezler temelinde yükselen kuramlar birçok fiziksel süreci açıklamanın yanı sıra bir dizi öngörülerde de bulunmalıdır. Bu öngörülerin doğruluğunu sınayacak olanlar yine gözlem ve deneylerdir. Gözlem ve/veya deneyler öngörüler doğrultusunda sonuçlar verirse, “kuram kanıtlandı” denmez, “kuram gözlemlerle tutarlıdır” denir. Çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi, kanıt sözcüğü felsefi anlamda kapalılığı anlatır.
O alanda “doğruyu” bulmuş olan bilim dalı daha fazla ilerleyemez; “son bilgiye” ulaşmıştır, kapalıdır; yeni bilgilere, olaylara, süreçlere yer yoktur. Hem mantığımız hem sağduyumuz
hem de deneyimlerimiz “son bilgi” saplantısına kapılmanın doğru olmadığını söylüyor.

Evet, evrenin yeni bilgilere, olaylara ve süreçlere “açık” olduğu ilkesi bilimin onadığı bir ilkedir. Bu nedenle bilimsel kuramlar, soyut bir kavram olan “mutlak doğru”ya yaklaştırmalar dizisi olarak alınır. Dizinin bir sonraki öğesi bir öncekinden daha “iyidir”. İyiliği, hem daha çok olayı açıklamasında hem de daha ayrıntılı gözlemlerle tutarlı olmasında yatar.

ESKİ SINANACAK YENİSİ DOĞACAK

“Mutlak doğru”ya giden bir dizinin öğesi olmak, o kuramı kanıtlanmış olarak değil “yanlışlanabilir” olarak betimlememizi dayatır. Bir kuramın yanlışlanabilirliği o kuramın olumsuzluğuna, işe yaramazlığına değil, tam tersine verimliliğine, doğurganlığına işaret eder. Çünkü dizinin en yeni ve en iyi öğesi olan kuram, onu doğuran eskisinin öngörülerinin sınanmasıyla gerçekleşir. Dizinin bir önceki öğesi olan eski kuramın öngörülerinin sınanması için geliştirilen ve yeni teknolojiyle donanmış olan bilimsel aygıtlar yeni süreçlerin, olayların ve ilişkilerin ortaya çıkmasına neden olur. Yeni ilişkiler yeni hipotezlere ve bu hipotezler temelinde yükselen yeni kuramlara götürür. Yanlışlanan kuramın doğurganlığı burada yatar.
Karl Popper’ın geliştirmiş olduğu yanlışlanabilirlik ilkesi materyalist felsefenin yadsımanın yadsıması ilkesini andırmaktadır.

===================================

Dostlar,

“Betz hücrelerine” sağlık Rennan hoca...

Karl Popper Alman kökenli bir ABD’li felsefecidir.
1930’larda “YANLIŞLAMACILIK Kuramı”nı geliştrmiştir.
Buna göre, bir Hipotez, kural olarak, incelenen 2 değişken arasında
(Bağımlı ve Bağımsız değişkenler) bir “bağ-ilişki olmadığı” biçiminde kurulmalıdır.
“Ho Hipotezi” nin Evrensel şablonu;

“2 Değişken ilişkisizdir” biçimindedir.

Hipotez kurulacak, deney – gözlem ile sınanacak ve bir yargıya varılacaktır.
Araştırıcılar, tüm çabalarına karşın bu Ho Hipotezini (Farksızlık Hipotezi)
“Yanlışlayamazlar ise”, çaresiz kaldıklarında,
“Eh ne yapalım, 2 Değişken ilişkiliymiş..” yargısına dolaylı olarak varacaklardır.

Bu yaklaşım, 2 değişken arasında bağ – ilişki kurmaya baştan (a priori) yatkınlığımız nedeniyle bizi bilimsel yanılgıdan (Bias) koruyucu işlev görecektir.

Böylelikle, gerçekte Evren’de (Dünyamızda..) olmayan bir ilişkiyi – bağı incelenen değişkenler üzerinden yanılarak kurma gibi bir hataya “Tip 1 hata, alfa hata)” düşülmemiş olacaktır.

Gerçekte Evren’de, o modelde sınanan 2 değişken arası bağ var ise,
bu da Ho hipotezi reddedildiğinde, Seçenek (Alternatif) hipotez kabul edilerek kanıtlanacaktır. Böylelikle Evren’de gerçekte varolan bir ilişkiyi bilimsel hata ile atlama – yakalayamama yanılgısından da sakınılmış olacaktır (Tip 2 Hata, Beta Hata).

Bu çok değerli katkılar, günümüzde de Çıkarımsal İstatistik’te (Inferential Statistics)
temel akıl yürütme araçları olarak nerdeyse 80 yıldır kullanılagelmektedir.

Felsefe‘nin Matematiğe, İstatistiğe, Bilimsel yöntem ve araçlara paha biçilmez bir katkısıdır.

Karl Popper ve benzeri tüm bilim emekçilerine;
O arada Foça Cezaevinde 27 Kasım 2014’ten bu yana 74 gündür Türban bahanesiyle
laiklik karşıtı gerici anlayışça tutsak alınan Prof. Rennan Pekünlü Hoca’ya
saygı ve sevgi dolu selam olsun.
.

Not : Daha fazla bilgi için

“Well-known, So Called “p” Value / Şu Ünlü “p” Değeri”(http://ahmetsaltik.net/2012/06/01/well-known-so-called-p-value-su-unlu-p-degeri/)

Ve Halk Sağlığı Açısından Temel Biyoistatistik İlke ve Kavramlar
(http://ahmetsaltik.net/?s=Biyoistatistik+Kavram+ve+Ilkeler)

başlıklı dosyalarımızı çağırabilirsiniz.

Sevgi ve saygı ile,
08.02.2015

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net