Etiket arşivi: “30 Ağustos Zafer Bayramı ve Mustafa Kemal Atatürk’ü Anlamak..”

30 Ağustos Zafer Bayramı ve Mustafa Kemal Atatürk’ü Anlamak..

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Cezmi Eraslan‘ın

“30 Ağustos Zafer Bayramı ve Mustafa Kemal Atatürk’ü Anlamak..”

Başlıklı kapsamlı (dolu dolu 9 sayfa) makalesini paylaşmak istiyoruz..

Kendisine emeği ve paylaşımı için teşekkür ediyoruz.

Cezmi_Eraslan

  • Atatürk, Türk İstiklal Harbi‘nin en son ve önemli aşaması olan
    Büyük Taarruz ile ilgili olarak yaptığı konuşmalarda pek çok önemli hususun altını çizmiştir. Gerek askeri harekât hakkında söyledikleri, gerekse savaş ve toplum hayatı üzerine yaptığı değerlendirmeler,
    O’nu anlamak hususunda büyük önem taşımaktadır. 
    Bu makalede O’nun tek adam değil ekip adamı olduğunu gösteren anlayışını değerlendirmeye çalıştık..”

şeklinde bir giriş yapılmakta.

Devamında..

Atatürk ve Türk Milleti’nin ilk tercihi savaş değil barıştır:

Sakarya Meydan Muharebesinden sonra her zaman olduğu gibi durumu
Meclise arz ederken belirttiği düşmanı ülkeden kovuncaya kadar taarruza devam etmek kararının gerçekleştirilebilmesi için şartları hazırlamak gerekti. Zira “ordumuzun
o günkü hâli, vaziyeti, şeraiti ve vesaiti hemen uzun mesafeler üzerinde seri hareket icrasına müsait bulunmuyordu”. Her şeyden önce bu sahadaki eksiklikler tamamlanmalıydı.

Eksiklikleri tamamlamak için milletin elindeki imkânların sonuna kadar ordu emrinde kullanılması gerekecekti. Bu hazırlıkların tamamlanması hemen cephe hareketinin başlamasıyla neticelenmedi. Evet, harp sahasında düşmanı yenecek noktaya gelinmişti. Ancak bu toplanan birikimin de tüketilmesi demekti. Dolayısıyla en son barışçı çare kullanılmadan girişilecek bir savaşın cinayet olacağına inanan Gazi Mustafa Kemal, hedefe önce kan dökmeden ulaşmak yolunu bir vazife olarak denedi. Bunun için ‘en kıymetli arkadaşlarımızdan hüsnü tetkikine ve isabet-i nazarına fevkalade ehemmiyet ve itimat ettiğimiz mühim ricali hükümetimizden
Fethi Beyefendi Hazretlerini Londra’ya kadar göndermiştik.’ Fethi Bey, İngiltere ve
öbür büyük devletlerin merkezlerindeki sorumlu ve yetkili devlet adamlarıyla her türlü görüşme, müzakere ve sulh yapmak için tam yetkili idi…”

Ve şöyle bağlıyor :

“Yeni Türk devletinin kurulmasının ve Türk milletinin bu topraklar üzerinde ilelebet hür yaşamasının yolunu sonuna kadar açan Büyük Taarruzun isimsiz kahramanlarının;
bu topraklarda olduğu kadar kalblerimizde yatan şehidlerimizin hâl diliyle gelecek nesillere verdiği mesajı Hamdullah Suphi’nin bu törendeki konuşmasının şu kısmı ile aktarmak istiyorum:

  • ‘Bu toprakların içinde zerre zerre parıltılarla örtülü, bembeyaz genç dişleri arasından
    istiklâl şehidleri bir şey sayıklıyorlar: ‘Ey Türk milleti, senin için!
    Diyar diyar, iklim iklim, bütün o boğuşmalar, o mücahedeler ve bu ölüm,
    ey Türk milleti senin için, senin için.’ (Tanrıöver, 2000; s.104).

Türk milletinin bir bütün halinde, ilini töresini terk etmeden bağımsız yaşaması yolunda can verenlerin emanetine layık olabilecek nesiller yetiştirmek için hem milli mücadeleyi hem de
ona yön ve şekil veren lideri layıkıyla anlamak ve anlatmak gerektiği açıktır.

Prof. Dr. Cezmi Eraslan
Atatürk Araştırma Merkezi Önceki Başkanı

Makalenin tümünü okumak için lütfen tıklar mısınız??

30_Agustos_Zafer_Bayrami_Ataturk’u_Anlamak_Prof_Cezmi_Eraslan

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ 30 Ağustos 2015

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
p
rofsaltik@gmail.com

NARSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU ve ERDOĞAN


NARSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU ve ERDOĞAN

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com
http://ahmetsaltik.net/2015/03/19/erdoganin-akil-sagligi/

Son derece ilginç bir tablo ile karşı karşıyayız. 80 milyona varan nüfusuyla dev bir ülke
ve pek çok başka devlet, uluslararası kurum.. RT Erdoğan’ın 12 yılı aşan yönetiminden
illallah demektedir.

Bir “hal” çaresi bulunamamaktadır. Toplum neredeyse nefsi müdafaya geçmiştir.
RT Erdoğan’ın davranışlarındaki tutarsızlıklar, çelişkiler onlarca, yüzlercedir.

Önceki gün de “ülkemizin bir anonim şirket gibi yönetilmesi gerektiğini” söyleyerek demokrasiden ne denli uzak ve son derece tehlikeli niyet ve düşünceler taşıdığını
kendi ağzıyla açıklamıştır. Şirketler Kapitokratik / Kapitokrasi ile (sermaye gücü ile,
kapital ile) yönetilen yapılardır; toplumlar ise Demokrasi ile yönetilirler.

Oysa Kadim Plato’dan bu yana Demokrasi 2500 yıldır insanlığın özlemi – hedefidir ve Anayasamız da Türkiye’nin Demokratik bir Cumhuriyet olduğunu değiştirilemez bir hüküm olarak koymuştur (md. 2 ve 4). Bu bağlamda RT Erdoğan’ın “ülkemizin bir anonim şirket gibi yönetilmesi gerektiği” önerisi, Plato’dan da geri bir anlayışın dışavurumudur.

***

“Narsisistik kişilik bozukluğu” seyrek görülen bir durum değil, tersine “sıkça” rastlanan
bir tablodur. RT Erdoğan’ın, haydi “Bozukluk” (İngilizce Disorder) sözcüğünü kullanmayalım, “Narsisistik bir kişilik örüntüsü” olduğu ülkemizde yaygın olarak konuşulmakta ve kabul görmektedir. Eski deyimle böylesi bir tanı vaka-i adiyedendir, sıradanlaşmıştır.

Öte yandan bir insana “Narsisistik kişilik bozukluğu” tanısı koymak için hekim olmak
bile gerekmez. Hele tıpta herhangi bir dalda uzman hekim olmak hiç gerekmez.
Başta Psikologlar olmak üzere, ortalama her aydın, özellikle siyaset bilimciler, diplomatlar, öğretmenler…  böylesi bir tanıyı koyabilirler. Kişinin bir hekimin muayenesinden geçmesi de gerekmez. Kamuoyu önünde sergilenen sürgit davranışlar yeter ipucu hatta kanıttır.

RT Erdoğan’ın bu kişilik özelliği herkesin malumu iken, hekimler arasında yaygın olarak
kabul görmekte iken; saygın ve kıdemli meslektaşımız Uz. Dr. Mustafa ALTIOKLAR
“Kral çıplak” deme yürekliliğini göstermiştir.

Apaçıktır ki; cümle aleme malum bu değerlendirmeyi – yargıyı – nitelemeyi …
TIBBİ TANIYI “hakaret” gerekçesiyle dava etmek ise merdi kıptinin şecaat arzını çağrıştırmakta, adeta kendini ele vermektedir.

Bu sitede daha önce benzer kaygılar dile getirilmiş, Türk Tabipleri Birliği ile
Türk Psikiyatri Derneği‘nin, Türk Psikologlar Derneği‘nin meşru girişimlerde bulunması gerektiği vurgulanmıştı.

Şimdi, davacı olarak, aslında ayna tutarak kendisine ve ülkemize çok hayırlı bir iş yapmış olan Sayın Dr. Mustafa ALTIOKLAR’ın cezalandırılmasını istemek yerine, RT Erdoğan, resmi bir Psikiyatristler kurulunca muayeneyi kabul etmeli ve böylesi bir kişiliğinin olup-olmadığını kanıtlamalıdır. Böylelikle şüyuu vukuundan beter bir durum aydınlatılmış olur. Kendisi muayeneye yanaşmazsa, mahkemece, durumun netleşmesi için bilirkişi kurulu oluşturularak Uz. Dr. Altıoklar’ın koyduğu tıbbi tanının, kendisinin de pek yerinde istemine dayalı olarak yerindeliği / yerindesizliği belirlenmelidir.

Dr. Altıoklar’ın RT Erdoğan’ı sağlık raporu almaya zorlaması kişisel olarak olanaklı değildir. Öte yandan davaya bakan mahkeme böylesi bir yola başvurmadan
nasıl hüküm kuracaktır? Sav sahibi, savının kanıtlanması için mahkemeden yardım istemekte, mahkemeyi göreve çağırmaktadır. Ceza Yargılaması Hukukunun gereği olarak sanığın lehine ve aleyhine tüm kanıtları toplamak zorundadır (CMK md. 160/son ve md. 320). Dr. Altıoklar’ın, Erdoğan’a kurul sağlık raporu verilmesi isteminin reddi olanak dışıdır. Gelinen yer, ülkemiz için bir fırsattır, değerlendirilmelidir.

Kaldı ki; ülkenin üst düzey yöneticilerinin beden – ruh sağlığı ile ilgili olarak kamuoyunda bir kaygı – kuşku doğduğunda, demokratik gelenekler, bu kişilerin kendiliğinden
sağlık kurumlarına başvurarak durumlarını belgelemelerini ve kamuoyu ile paylaşmalarını gerekli hatta zorunlu kılar.

Dr. Altıoklar, Türkiye’de de böylesi bir geleneğin yerleşmesine hizmet etmiş olacaktır.

Açık bilimsel veridir ki; “Narsisistik kişilik bozukluğu” demokrasi ile bağdaşmaz.

  • Narsisist kişiler demokrat değillerdir, olamazlar. 

Bu durum Ülkenin selameti açısından son derece sakıncalıdır. Nitekim demokrasi ve
Anayasa dışı pek çok istem ve eylem RT Erdoğan tarafından Türkiye’ye dayatılmaktadır.
Örneğin Demokrasinin bir tramvaya benzetildiği, istenen durağa gelindiğinde inileceği,
laikliğin cumhur isterse tabii gideceğini… vd. apaçık söylenmiştir. RT Erdoğan,
en hafif deyimiyle totaliter (tüm yetkileri 1 kişide toplandığı) bir yönetim istemektedir.
Totaliter rejimlerin başındaki yöneticiler de siyasal bilim literatüründe “Diktatör” olarak tanımlanmaktadır. Ancak Erdoğan, kendisinin tutum ve eylemleri için bu nitemi (sıfatı) kullananları yine “hakaret” gerekçesi ile ve kişilik yapısının denetlenemeyen dürtüsü ile dava etmektedir!

Cumhurbaşkanlığı yemini ve Anayasa ayaklar altındadır; Demokrasinin olanakları
kötüye kullanılarak fiili bir darbe yapılmakta, ülkemiz hızla despotik bir rejime sürüklenmektedir.

Cumhurbaşkanı bile olsa, kişilik haklarına hakaret edildiği sözde savları ardına saklanarak sorumlu yurttaşlık görevini yüreklilikle yerine getiren kişilerin üzerine, “en iyi savunma saldırıdır” taktiğiyle gitmek hukuk ve demokrasi içi değildir. Dava açan savcılığın yargısı son derece sığ ve bilim dışıdır :

“Akıl hastalığına vurgu yapılması, eleştiri ve düşünce özgürlüğü sınırlarını aşarak
hakaret suçu teşkil etmektedir.”

31 yıllık kıdemli hekim Uz. Dr. Mustafa Altıoklar akıl hastalığı vurgusu / iması da yapmamakta, akıl hastalığı tanısı koymaktadır. Tıbbi tanı koymak “eleştiri ve düşünce özgürlüğü” kategorisinde bir davranış değildir ki, bu sınırlar aşılarak hakaret suçu işlenmiş olsun! Bu davranış ve eylem; yani “narsisistik kişilik bozukluğu” tanısı koymak, profesyonel sorumluluk gereği yetki ile yerine getirilen, üstün kamu yararı açısından kaçınılması olanaklı olmayan bir edim, bir eda / borçtur, Hipokrat yemininin gereğidir. Yavuz hırsızlık yöntemleri ile agresyon göstererek Dr. Altıoklar’ı linç etmek yerine, buyurun, resmi bir uzman hekimler kurulundan raporla durumunuzu belgeleyin.
Bu sizin de ülkenin de hayrına olacaktır.

Unutulmasın ki, insan bedeni ve ruhsal yapısıyla bir bütündür. Bedensel hastalıkları
nasıl olağan karşılıyorsak, insanlar ruhsal olarak da pekala hastalanabilirler.
İzlenecek biricik yol, modern tıp biliminin olanaklarını kullanarak
ruh sağlığı bozukluklarının da sağaltımını (tedavisini) istemektir.

Türk Tabipleri Birliği derhal devreye girerek, bilimsel gerçeğin hızla aydınlatılması için
tüm olanaklarını seferber etmelidir. Ulusun gerçeği bilme hakkı kesin olarak önceliklidir.

Unutulmasın; söz konusu Vatan olunca, geri kalan her şey teferruattır.

Not : Bu akşam (19 Mart 2015) Ulusal Kanal’da saat 21:00’de sorun tartışılacaktır.
Sayın Gülgûn Feyman’ın çok başarılı “Nasıl Yani?” adlı programında
Dr. Mustafa Altıoklar ve Av. Zeynep Küçük katılımcı olacaklar.
Olanak olursa biz de telefonla bağlanarak katkı vermeye çalışacağız..

Sevgi ve saygıyla.
19.3.2015, Ankara
=================================================

Dr. Mustafa ALTIOKLAR’ın Mahkemede Savunması

Erdoğan’ın akıl sağlığı

Erdoğan’ın akıl sağlığı durumunun…  Mart 17, 2015

Dr. Mustafa Altıoklar’ın, Tayyip Erdoğan için “Kişilik bozukluğu var, 46 raporu vermek lazım.” sözleri mahkemeye taşınmıştı. Uz. Dr. Mustafa Altıoklar’ın davadaki savunması ortaya çıktı Ünlü sinema yönetmeni Uz. Dr.  Mustafa Altıoklar CNN Türk Aykırı Sorular programında Başbakan Tayyip Erdoğan için “Narsistik Kişilik Bozukluğu” olduğunu söyleyerek

“Kendisine rapor vermek lazım 46 raporu” ifadelerini kullanmıştı. Başbakan Erdoğan için kullandığı ifadeler için mahkemede savunma yapan Altıoklar’ın Erdoğan için söylediği ifadelerden geri adım atmadı. Dr. Altıoklar, hakaret etmediğini bir doktor olarak teşhis koyduğunu söyledi. Oyuncu Levent Üzümcü Altıoklar’ın savunmasını Twitter’dan paylaştı…

Dr. ALTIOKLAR’IN SAVUNMASI

SAYGIDEĞER YARGIÇLAR,

Ben bugün burada bir hakaret davasından yargılanırken savunmamı DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ kavramı üzerine kurmayacağım. HAYIR. Ben aslında bugün burada bir SAVUNMA YAPMAYACAĞIM. Bugün ben burada sizlere bana daha 24 yaşındayken verdiğiniz resmi bir görevi hatırlatacağım ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI’nın 27. maddesinden bahsedeceğim. ANAYASAMIZ’ın 27. maddesi; “ Herkes, bilimi serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma hakkına sahiptir.” demektedir.

Bendeniz, 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş, bir hekimim. (BELGE 1). Mezuniyetimi takip eden hafta hekim olarak mesleki kariyerime başladım. Henüz 24 yaşındayken sizler gibi hâkimler ya da savcılar karara bağlayacakları dosyaları tarafıma göndererek davalarıyla ilgili şahısların akıl sağlığının yerinde olup olmadığına dair raporlar talep ettiler. Benim ve benim gibi pratisyen hekimlerin, dikkatinizi çekerim psikiyatri uzmanları değil, pratisyen hekimlerin verdikleri kanaat raporları doğrultusunda adaletin gereğini yerine getirdiler. Bizler o akıl sağlığı raporlarını vermeyecek olsak kanun önünde suçlu sayılabilirdik.

Özetle şahsımın verdiği kanaat raporları sizlere ışık tuttuğu için yargıya varabildiniz. Şimdi ise o günlerin üzerinden tam otuz yıl geçti ve değirmende değil, hekimliğimin yanı sıra yazar ve yönetmen olarak iştigal ettiğim karakter analizleriyle ağarmış saçlarımla, artık epeyce tecrübeli bir hekim olarak vardığım Narsisistik Kişilik Bozukluğu kanaatimden dolayı “şüpheli” sıfatıyla karşınızdayım. Söz konusu şüphe ise hakaret ettiğimdir. Savcılık makamı iddianamesinde “Akıl hastalığına vurgu yapılması, eleştiri
ve düşünce özgürlüğü sınırlarını aşarak hakaret suçu teşkil etmektedir.” demektedir.

Her şeyden önce akıl hastalığına hakaret demek, akıl hastalarına hakarettir.
Ben sözlerimde hakaret unsuru bulmamaktayım, eleştirmeye niyet dahi etmedim,
hele hakaret yoluyla suç işlemeye kastım hiç olmadı. Çünkü ben teşbih yapmadım,
teşhis koydum. Müştekide Narsisistik Kişilik Bozukluğu olduğunu söylerken ne bir benzetme, ne bir yakıştırma, ne bir aşağılama düşüncem olmadı. Hekimlik etiği hastalarının durumlarını alay konusu yapmaz, aşağılamaz, hele hakaret amaçlı asla kullanmaz. Biz hekimler tababet ve şuabatı sanatlarının tarzı icrasına ehliyet almadan önce bu madde üzerine de and içeriz ve içtik. Davaya söz konusu olan açıklamamda ise
aynen meslektaşlarım olan Türk Tabipler Birliği mensubu hekimlerin duyduğu kaygıyı kamuoyuyla paylaştım.

“Bizler hekimiz. İnsanın bin bir ruh halini, bin bir duygu durumunu biliriz.

Başbakan Erdoğan’ın duygu durumundan endişe duyuyoruz. Fevkâlâde endişe duyuyoruz.

Kendisi, çevresi, ülkemiz adına endişe duyuyoruz. Endişemizi kamuoyuyla paylaşıyoruz.” (BELGE 2)

Bakın ben sadece altı yıllık tıp fakültesi eğitimi almakla kalmamış, 1987-1991 yılları arasında Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak akademik kariyer yapmış uzman bir bilim adamıyım (BELGE 3). Bu belgeyle ve Anayasa’nın 27. maddesine göre “bilimi serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma hakkı”na fazlasıyla sahibim. Yayma hakkıma sahip olduğumu ben değil sizlere kılavuzluk eden T.C. Anayasası söylemektedir. Bu kanun maddesinden açıkça anlaşılabileceği gibi, doktor kimliğimle tıbbi kanaatlerimi açıklarken, örneğin; ilk cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk’ün sol göğsünde,
Çanakkale’de aldığı şarapnel yarası nedeniyle ömrü boyunca yanık skarı taşıdığını,
ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün sağır olduğunu, yine Cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel’in obes olduğunu, Başbakanlarımızdan Bülent Ecevit’in Parkinson hastalığı olduğunu söylememle veya Şafak Pavey’de ekstremite yoksunluğu;
Meclis Başkanvekili Sadık Yakut’ta vitiligo varlığı ya da sabık Başbakan’ın uzaktan gördüğüm kadarıyla omurga sorunundan bahsetmem hakaret sayılmazken;
bir psikiyatrik kanaat teşhisimin hakaretten sayılması esas itibariyle ikirciklidir.

Müşteki vekilleri; “müvekkilimiz Altıoklar’a sormamıştır ki kendi akıl sağlığını.
Bu nedenle açıklamaları hakarettir demektedir.” Oysa Recep Tayyip Erdoğan yolda düşse, ilk müdahale edenlerden biri ben olurum. Doğru tedaviyi uygulamadan önce de kalp krizi nedeniyle mi, inme indiği için mi yoksa sara nöbetinden dolayı mı düşüp düşmediğini teşhis etmem gerekir ve bu teşhisi koyarken hastanın bana sormasını da beklemem. Beklersem suç sayabilirsiniz. Çünkü durum acildir. Davamız konusu olan teşhisim de
acil bir durumun önlemi olarak kamuoyuyla paylaşılmıştır. Bununla birlikte içinde bulduğum çevrede kuduz hastalığı taşıyan bir vaka teşhis etsem, hem müdahale etmek, hem de kamuoyuna bildirmekle yükümlü olduğumu yasalar söylemektedir. Çünkü burada kamuoyunun sağlığı söz konusudur. Davamızda da kamuoyunun akıl ve bedensel sağlığı tehlike altında olduğu için yetkili kuruluşları uyarmak üzere teşhisimi açıkladım.
Teşhisim koruyucu hekimliğin gereğidir. Bunlarla birlikte bir doktorun kamuoyuna
mal olmuş, her gün defalarca televizyon başta tüm medya organlarında karşılaştığı şahsiyetlerle ilgili fiziksel hastalık teşhisinin olağan ama psikiyatrik hastalık teşhisinin
suç unsuru sayıldığını yazan bir kanun maddesine yazılmamış Magna Carta dâhil
hiçbir kanun kitabında rastlayamazsınız.

Fiziksel hastalıklarla ilgili teşhis koymam ve rapor vermem suç teşkil etmezken,
akıl hastalığıyla ilgili teşhis koymam suç olamaz. Müştekinin doktor yorumu yapmamı hakaret sayarak şikâyet etmesi , narsisistik kişilik bozukluğu teşhisini doğrulamaktadır. Çünkü narsisistik kişilik bozukluğunun en temel teşhis kriterlerinden birisi de eleştiriye tahammülsüzlüktür.

NARSİSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU

Bu noktada Sayın mahkemenin müsadesiyle şikayetçi tarafından hakaret olarak addedilen narsisisistik kişilik bozukluğu hakkında özet bir bilgi vermek isterim. Karar yüce Türk adaletinindir. Narsisistik kişilik bozukluğunun temel özelliği büyüklenmecilik ve
üstünlük duygusudur. Tüm dünya Psikiyatristlerinin kabul ettiği DSM-IV tanı ölçütlerine göre, bir kişiye narsisistik kişilik bozukluğu denebilmesi için
aşağıda verilen kişilik özelliklerinin beşinin bulunması yeterlidir: (BELGE 4)

1. Kendisinin özel, eşi bulunmaz ve herkesten çok daha önemli olduğunu düşünür.
2. Sınırsız başarı, güç, zeka, güzellik ve yetenekleri olduğunu sürekli deklare eder.
3. Üstün, seçilmiş ve ilahi kuvvetlerce vazifelendirilmiş olarak bilinmeyi bekler.
4. Kendilerine hayrandır. Çok beğenilmek ve sürekli dışardan onay görmek ister.
5. Her şeyi yapmaya hak kazanmış ve özellikle kayırılacak bir kişi olduğunu düşünür.
6. Kendi çıkarları için, amaçlarına ulaşmak için başkalarının zayıf yanlarını kullanır.
7. Empati yapamaz, başkalarının duygularını ve gereksinimlerini tanımaz.
8. Her başarılıyı kıskanır ya da başkalarının kendisini kıskandığına inanır.
9. Küstah, kendini beğenmiş davranış ya da tutumlar sergiler.

Narsisist kişi her yaptığının mükemmel olduğunu düşünür. Eleştiriye duyarlılık ve kırılganlık narsisitik kişilik yapısının en belirgin özelliklerindendir. Narsisistik kişi kendini aşırı değerli hissettiği için eleştirilmeye karşı çok duyarlı ve kırılgandır.
Şikayetçi Erdoğan da kırılgandır. Bir doktor teşhisini şikayet ederek dava açtığına göre, belli ki epeyce kırılmıştır. İşte kendisi için de, yakın çevresi için de, ülkemiz için de, içinde yaşadığımız coğrafyamız ve hatta dünya için de endişelerimiz bu noktadan kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede şikayetçi Erdoğan’ın bir sonraki celseye teşrif etmesini, sizlerin huzurunda, sizlere ve şikayetçi olduğu bendenizin gözetiminde şikayetinin derinindeki dinamikleri, nereden rencide olduğunu anlatmasını talep ederim.

Bununla birlikte şikayetçinin şikayetlerini ve dinamiklerini dinlemek ve bilirkişi heyet raporu vermek üzere, tarafsız bir üst kurum olan Türk Tabipler Birliği’ni temsilen bir psikiyatristler heyetinin yüce mahkemenize gelerek gözlem ve inceleme yapmasını talep ederim. Böylelikle şikayetçi için kullandığım “narsisistik kişilik bozukluğu” kavramının bir teşhis mi, yoksa teşbih mi olduğu konusunda yüce mahkemenizin karara varmasının da daha adil olacağını düşünmekte olduğumu bildiririm.

Hal böyle olunca özetle şikayetçi Recep Erdoğan’ın bu mahkemeye gelmeyecek olursa, tam teşekküllü bir hastanede söz konusu belirti ve bulgulara sahip olmadığının belgelenmesini, aksi halde hatalı teşhis ve beyanda bulunduğumu kabul edeceğimi
açıkça beyan ederim.

Kısaca,

Recep Erdoğan’ın akıl sağlığı durumunun bilirkişilerce rapor edilmesini talep ederim.

SON SÖZ

Yüce mahkemenizin, hekim olan şahsımı, bu davayla suçlu bulması halinde
tarihe geçeceğini düşünmekteyim. Şöyle ki; “hakaret davası” olarak anılan bu davada, dava konusu olan bir hakaret söz konusu değildir. Çünkü ben bir teşbih yapmadım,
teşhis koydum. Teşhis koyan bir hekimi yargılayan bu mahkeme, hakaret davasına baktığı için değil, teşhis koyan tıp bilimini yargıladığı için tarihe geçecektir.

Saygılarımla…
————
Gezi’de,”Camiye ayakkabılarıyla” girdiler diyerek kıyameti koparan da;
türbenin yıkılmasını başarı sayan da aynı Recep Tayyip Erdoğan..
***
Dr. Ahmet Saltık’ın notu : 

Meslektaşımız Dr. Altıok’un gönderme yaptığı, 46, eski Türk Ceza Yasasının maddesidir,
5271 sayılı yeni Ceza Yasasında (2005) karşılığı 32. maddedir.

AKIL HASTALIĞI

Madde 32 – (1) Akıl hastalığı nedeniyle, işlediği fiilin hukukî anlam ve sonuçlarını algılayamayan veya bu fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği önemli derecede azalmış olan kişiye ceza verilmez. Ancak, bu kişiler hakkında güvenlik tedbirine hükmolunur.

(2) Birinci fıkrada yazılı derecede olmamakla birlikte işlediği fiille ilgili olarak davranışlarını yönlendirme yeteneği azalmış olan kişiye, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine yirmibeş yıl, müebbet hapis cezası yerine yirmi yıl hapis cezası verilir.
Diğer hâllerde verilecek ceza, altıda birden fazla olmamak üzere indirilebilir.
Mahkûm olunan ceza, süresi aynı olmak koşuluyla, kısmen veya tamamen,
akıl hastalarına özgü güvenlik tedbiri olarak da uygulanabilir.

****
Dr. A. Saltık : Bu yazının tümünü pdf olarak indirmek için lütfen tıklayınız…

NARSISTIK_KISILIK_BOZUKLUGU_ve_ERDOGAN

KOCATEPE ZAFER YÜRÜYÜŞÜ

Dostlar,

Sayın Ahmet AVCI, Kocatepe yürüyüşü izlenimlerini paylaşıyor..
Çooook heyecan verici bir değerlendirme..
Okunması dileğiyle.
Büyük Taarruz’u yaratan her-ke-se,
başta Başkumandan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz.

Büyük Zafer’in 92. yılı kutlu ve mutlu olsun!..

Sevgi ve saygı ile.
27.8.2014, Ankara


Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

KOCATEPE ZAFER YÜRÜYÜŞÜ-14
GÖZLEMLERİM ve DUYGULARIM 

Ahmet AVCI
27 AĞUSTOS 2014

Türküye Cumhuriyeti Devletinin özgür bir bireyi olarak, bir grup arkadaşımla birlikte,
26 AĞUSTOS KOCATEPE “ZAFER YÜRÜYÜŞÜ”NE KATILMAK ve Türk BÜYÜK Taarruzu’nun 92. Yılını kutlamak üzere; BUCA ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİNİN ÜYELERİYLE BİRLİKTE Afyon’un ŞUHUT ilçesine gitmek üzere yola çıktık… 

Amacımız; Zafer yürüyüşüne katılarak, 92 yıl önce Başkomutan, Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanlarının çıktığı BÜYÜK TAARRUZ’UN BAŞLANGIÇ KARARGÂHI Kocatepe’ye, aynı yolu yürüyerek çıkmak ve o havayı teneffüs etmekti… Ben, ruhumda büyüttüğüm ve yücelttiğim Tarihi ve Kutsal bir görevi yerine getirmek istiyordum. Çünkü benim için; KOCATEPE DE, SARIKAMIŞ gibi, SAKARYA gibi ÇANAKKALE gibi Milletimin Kutsal Mekânlarından birisi idi. 

Türk Yurdunun uğradığı; haksız, ahlaksız, anlamsız ve acımasız bir İşgal eylemine karşı Türk Milletinin birleşerek, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde başlattığı Kurtuluş Savaşı’nda, Emperyalistlere karşı vurduğu en güçlü yumruğun atıldığı yerde olacaktım.
Ve Üstelik Bu kez Torunum ATA ile birlikte olacaktım…

Önceki KOCATEPE öykülerini benden dinleyen ATA, hevesle bu yürüyüşe katılmak istiyordu… Biliyordum ki; Büyük Taarruzla kazanılan ZAFER, Türk’ün Emperyalizme karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesinin, yılmaz ve sarsılmaz iradesinin, işgale ve paylaşılma, parçalanma girişimine baş kaldırısının, en çetin direnişi en güçlü yumruğudur. 

Bu Zafer, Türk Milletinin yüceliğinin, haksızlığa ve dayatmalara boyun eğmeyen kişiliğinin ve Yurtseverliğinin bir göstergesidir… Türk Kurtuluş Savaşında; Paşalar, Subaylar, Erler hatta Kadınlarımız ve Milisler, özetle tüm Halkımız, Bağımsızlık için seve seve canlarını vermişlerdir. Ve Zaferi kazanmışlardır. Türklüğü kurtarmışlardır, Türk Devletinin de KURULUŞ yolunu açmışlardır. Ve yine biliyordum ki: Gerçek Zafer, Mustafa Kemal Paşa’nın ortaya koyduğu HEDEFTİR. Bu hedef; Çağdaş Uygarlık düzeyini yakalamak hatta üstüne çıkmaktır. Bizim görevimiz ise; bize bırakılan Onurlu -Hedefe- Mirasa sahip çıkmaktır. 

Biliyoruz ki; 26 Ağustos 1922’de KOCATEPE’DE başlatılan BÜYÜK TAARRUZ SONUNDA KAZANILAN 30 AĞUSTOS ZAFERİ; TÜRK’ÜN TÜRKLÜĞÜN VE TÜRKİYE’NİN DÜNYAYA MÜHRÜNÜ VURMASIDIR.

Yazar Falih Rıfkı Atay’ın dediği gibi; ”Neyimiz varsa, Bağımsız bir devlet kurmuşsak,
şerefli insanlar olarak dolaşıyorsak, Yurdumuzu; Batının, Vicdanımızı ve kafamızı Doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, hatta nefes alıyorsak, hepsini her şeyi; 30 Ağustos Zaferine borçluyuz.”   

Tüm olumsuzluklara karşın, coşkusunu yitirmemeye çalıştığımız bir bayram yaşıyoruz… Bu coşku; 30 AĞUSTOS ZAFERİ GALİBİYETİNİN SEVİNCİNDEN DAHA ÇOK; BU ZAFERİN DÜNYA BARIŞINA SAĞLADIĞI KATKIDAN ÖTÜRÜDÜR… 

Günümüzde bile; DÜNYA BANKASI, ULUSLARARASI PARA FONU VE AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TUTUM VE DAVRANIŞLARI; Osmanlı’yı, Türk ve Türklüğü bitiren SEVR BARIŞ ANTLAŞMASININ hükümleriyle örtüşmektedir… Yani Türkiye ufaltılarak; SİYASİ, EKONOMİK VE ASKERİ bakımdan bağımlı hale getirilmek istenmektedir… 

Mustafa Kemal PAŞA’NIN başlattığı, Milli Mücadelenin genel amacı; “Milletçe harekete geçerek, Ülkeyi işgalden kurtarmak ve Bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmaktır.”   

Milli Mücadelenin ideolojisi; Milli Birlik ve Beraberliği sağlayarak, Milli Bağımsızlık ve
Milli Egemenliği elde etmektir… Milli Bağımsızlık işgalcileri, Milli Egemenlik de;
Saltanatı yenmekle mümkündü. Bunları gerçekleştirebilmek için de öncelikle Milli birlik
ve beraberliği sağlamak gerekmekteydi.    

Yolda önce; Büyük TAARRUZ Şehitliğini ziyaret ettik… Akşam ŞUHUT’A ulaştık…
Mustafa Kemal Paşa ve Büyük Taarruz Komuta Heyeti’nin son gecesini geçirdikleri bu belde de beklediğimiz coşkuyu bulamadık… Orman Bakanı, İlçede idi… Şehirdeki tüm düzenleme; Orman Bakanına göre yapılmıştı… 2009 hatta 2013’teki coşkudan eser yoktu… Şuhut’taki etkinlikleri uzaktan izledik… Resmi programa uymadık, her nedense, Şuhut’taki hava bize boğucu gelmişti. Bir an önce yürüyerek KOCATEPE’YE çıkmak istiyorduk…

Gece 23.00’te Zafer YÜRÜYÜŞÜ başlangıç noktasına ulaştık. Burada da resmi töreni beklemeden yürüyüşe başladık (resmi yürüyüş saat 01 30’da başlayacaktı… 01:30’da yürüyenleri Kocatepe etkinliğine yetişmeleri olanaklı değildi… Aslında Kocatepe resmi programında da görülecek bir şey yoktu ya…) Hava güzeldi, Ay henüz çıkmamıştı ancak yıldızların altında KOCATEPE’YE yürümek bizim için bir ayin gibi idi… Hiç bilmediğimiz bir yolda; 92 yıl önceki sessizlik ve ulvi duygularla yürüdük… Torunumla bu ulvi yola çıkmak benim için ayrıca bir keyif ve onur kaynağı idi… Övünçle söylemeliyim ki, bu zorlu yürüyüşte, hiç zorlanmadan ve bize de güç vererek öncülük etti.

Yol iyi düzenlenmişti… Aydınlatılmıştı… Mola noktaları iyi seçilmişti… İkramlar da iyi idi…

4 saatlik bir yürüyüş sonunda, Kocatepe eteğindeki son mola yerinde MEHMETÇİKLERİN İKRAM ETTİĞİ, “BÜYÜK TAARRUZ öncesi Mehmetçiklerimizin de yediği”, MERCİMEK ÇORBASI VE ÜZÜM HOŞAFI TÜM YORGUNLUĞUMUZU ALDI…

Burada daha fazla duramazdık, yeniden yola koyulduk, 1500 metrelik yolumuz kalmıştı…
Ben tüm benliğimle: Büyük Taarruz’un başlangıç anını yaşamak istiyordum.
Tam zamanında Kocatepe’ye ulaşmıştık… Protokol da nerede ise bizimle birlikte geldi… Bakan ve Vali’yi göremedim… Askeri Zevattan da kimler vardı öğrenemedim…

KOCATEPE’NİN ANLAMINA YARAŞIR BİR TÖREN DEĞİLDİ BU… Üzüldüm…
Daha önce katıldığım ve çok da duygulandığım 2009 törenleri daha görkemli ve daha coşkuluydu… Halk da bu ölçüde parçalanmamıştı… Bezgin değildi… Ve 2009 ve 2013 törenine katılanlar daha kalabalıktı… İçim burkuldu… Çanakkale TÖRENLERİNE katılan ANZAKLILARI bir anda anımsadım…

Binlerce kilometre öteden gelen bu kişileri hangi duygular kamçılıyordu… Biz neden bu ölçüde duyarsızlaştık, bezginleştik… Kocatepetepe’nin tün olumsuz koşullarını göze alarak gelenler de bezgindi… Hava soğuktu, katılanlar gece koşullarında 13 km yürümenin yorgunluğunu taşıyordu… Ama neden sessiz idi… Coşkudan burada da eser yoktu…

Kocatepe Üniversitesinin hazırladığı göstermelik tören de hiçbir şey ifade etmiyordu… (Kocatepe törenlerinin bu biçimde yapılması Türk Milletine de Türk Silahlı Kuvvetlerine de bu Savaşta canını kanını verenlere de Atatürk’e de hakarettir… Mutlaka bu tören Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılmalıdır… İzlediğimiz tören Türk Kurtuluş Savaşını taçlandıran, TÜRK BÜYÜK TAARRUZUNU ANIMSATAN ONURLANDIRAN bir tören değil, unutturan bir törene dönüştürülmüştür…)

Bilmeme ve istememe rağmen Büyük taarruzun başlangıç anını yaşayamadım…
Ben de torunumla yan yana oturdum… Torunumun yorgunluktan dizime koyduğu başını okşayarak, 26 Ağustos 1922 şafağını düşündüm. Mustafa Kemal Paşa’yı ve CEPHE’Yİ algılamaya çalıştım… İnanıyorum ki; MUSTAFA KEMAL PAŞA O ANLARDA, ZAFERE İNANDIĞI KADAR, MİLLETİNİN BİRLİK VE BERABERLİĞİNE DE İNANIYORDU… MİLLETİ İÇİN AYDINLIK GÜNLERİ YAKALAYACAĞINI BİLİYORDU…
VE AYDINLIK GÜNLERİN İLELEBET YAŞATILACAĞINA EMİNDİ…

Hüzünlendim…
Nazım Hikmet’in KURTULUŞ DESTANINDA DİLE GETİRDİĞİ; KOCATEPE’YE İLİŞKİN DİZELER KULAKLARIMDA bu kez ÇINLAMADI…
Her nedense Halim YAĞCIOĞLU’NUN ATATÜRK’TEN SON MEKTUP ŞİİRİNDEKİ DİZELERİ BEYNİMDE DOLANIP DURDU: 

“Siz beni hala anlayamadınız.
Ve anlayamayacaksınız çağlarca da…
Hep tutturmuş ‘Yıl 1919 Mayıs’ın 19’u diyorsunuz.
Ve eskimiş sözlerle beni övüyor; övüyorsunuz.
Mustafa Kemal’i anlamak, bu değil,
Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil.
Bırakın o altın yaprağı artık,
Bırakın rahat etsin anılarda şehitler.
Siz bana; neler yaptınız ondan haber verin.
Hakkından gelebildiniz mi yokluğun, sefaletin?
Mustafa Kemal’i anlamak, yerinde saymak değil.
Mustafa Kemal’in ülküsü, sadece söz değil.”

Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN bu ülkeye ve bu millete kazandırdıklarını düşündüm…
Şimdi ne durumda olduğumuzu anımsadım…
Ve kazandırdıklarımızı yitirmemizin acısını YÜREĞİMDE duydum…
VE KENDİ KENDİME BİR ŞEYLER MIRILDANDIĞIMI HİSSETTİM: 

“Vatan tehlikededir…
Ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez…
Ya istiklal, ya ölüm…
Hiçbir güç, Türkiye’nin Birlik ve Bütünlüğü ile oynayamaz…
Türk Ordusu var ve güçlü oldukça Türk Milleti sonsuza dek yaşayacaktır.
Güçlü Ordusunu arkasına alan “Devlet Adamları”, “Diğer Devletler” tarafından;
“Deliğe Süpürülme” korkusundan da, “KULLANILMA” zilletinden de kurtulmuş olurlar…

Zihnim durmuyor, bu kez de Süleyman ALPAYDIN’IN
“YIKIN HEYKELLERİMİ” DİZELERİ KAFAMA GELDİ OTURDU… 

“Özlediyseniz fesi peçeyi,
Aydınlığa yeğliyorsanız kara geceyi,
Hala medet umuyorsanız;
Şıhtan, şeyhten dervişten
Şifa buluyorsanız,
Muskadan üfürükçüden
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın diktiğiniz heykellerimi. 

Eşit olmasın diyorsanız kadınla erkek,
Kara çarşafa girsin diyorsanız,
Yobazın gazabından ürkerek,
Diyorsanız ki okumasın;
Kadınımız kızımız,
Budur bizim alın yazımız…
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın diktiğiniz heykellerimi. 

Fazla geldiyse size,
Hürriyet cumhuriyet,
Özlemini çekiyorsanız,
Saltanatın sultanın,
Hala önemini anlayamadıysanız Millet olmanın,
Kul olun, Ümmet kalın,
Fetvasını bekleyin Şeyhülislamın.
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın diktiğiniz heykellerimi, 

RAHAT BIRAKIN BENİ…”

 *****

Evet, güneş artık doğuyor ben de Kocatepe’deki Atatürk Anıtı’nın yanına gidiyorum ve Aziz Atatürk’ün baktığı YÖN’E bakıyorum.

“Türk Ulusu buralara nereden gelmişse; bizler de Türklük dünyasının dört bir yanından; Alaşehir, Balıkesir, Edirne; Erzurum ve Sivas kongrelerinden ve Amasya Genelgesinin ruhundan geldik…
Bizler de karanlıklar, ihanetler ve satılmışlıklar içinden; karanlığı yırtarak,
KOCATEPE’YE GELDİK. Evet; bizler, TEK ULUS; TEK BAYRAK; TEK DİL;
Çağdaşlık ve ULUSAL EGEMENLİK andımızı dünyaya ve AYMAZLARA anlatmak için buraya; TÜRK ULUSUNUN ONUR TEPESİNE geldik Atam…
Ama ne yazık ki EMANETİNE SAHİP VE layık olamadık ATAM…” dedim, içimden.
Ve
Bize bu ülkeyi, bu Milleti ve bu Devleti kazandıran BAŞTA MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE ARKADAŞLARINI, MEHMETÇİKLERİ, EMEĞİ GEÇEN HERKESİ MİNNET VE ŞÜKRANLA YAD ETTİM.

***************

 

İŞÇİ PARTİSİNİN GEÇ KALAN UYARISI : Boykot çağrısı yanlıştır!

İŞÇİ PARTİSİ UYANDI…

İŞÇİ PARTİSİNİN GEÇ KALAN UYARISI : Boykot çağrısı yanlıştır!

  • “…Şimdi Ekmek Beye vurmak, boşluğa yumruk atmak anlamına gelir.
    Bu dönemde görev, Tayyip’in oy oranını mümkün olduğu kadar aşağı çekmek için sandığa gitmektir. Boykot çağrısı yanlıştır.…” Doğu Perinçek

Değerli arkadaşlar,

12. Cumhurbaşkanı seçimi konusunda taaa başından beri söylediğimiz şey,
eğer RTE’nin CB olmasını gerçekten istemiyorsanız, o zaman kim olursa olsun, Muhalefet Partilerinin üzerinde uzlaştıkları ortak adayın desteklenmesinin
“tek doğru seçenek” olduğudur.

  • “Sandığa gitmemek, veya boş, geçersiz oy vermek
    RTE’nin seçilmesine dolaylı yoldan katkıdır.”
    dedik..

Bu söylediklerimize karşın kendilerine “Atatürkçü, Yurtsever, Aydın..” diyen küçük bir kesim, ver yansın Ekmel Bey’i, ehven-i şer edebiyatıyla yerden yere vuran eleştiri bombardımanını sürdürdüler, insanları yanılttılar.

Biz de dedik ki; bu arkadaşlar mantık dışı, duygusallıkla hareket eden,
Mustafa Kemal‘in pratiklerinden zerrece ders çıkaramamış, hayalperest arkadaşlardır… Bunun üzerine ne İP düşmanlığımız kaldı, ne de Atatürkçülüğümüzü gözden geçirmek gerektiği….

Peki şimdi ne oldu??

Çoook geç de olsa İP Genel Başkanı gerçeği gördü,

Muhalefetle aynı cephede olması gerektiğini anladı ve Boykot çağrısının yanlışlığını söylüyor… (Ekmek Bey diyerek dalga geçmeye de devam ederek..)

Ancak son 3 hafta içinde Ekmel Bey aleyhine yürütülen yoğun propagandalarla
o denli çok seçmenin aklı çelindi ki, artık yitirilen seçmenlerin geri kazanımı olanaklı değil.

Peşinen söyleyebilirim :

46 milyon seçmenden daha az sayıda katılım olursa ve/veya
Geçersiz oy oranı %3’ten büyük olursa,
Ve sonuçta Ekmel Bey seçimi 1. turda küçük bir farkla yitiririrse,
bu yitik boykotçular” nedeniyle demektir.

Bu böyle biline.

Sevgilerimle…æ

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

Ali Nejat ÖLÇEN : KİMLER HAİN ??


KİMLER HAİN ??

 portresi

 

Dr. Ali Nejat Ölçen

 

20. yüzyıla dek Emperyalizm, gelişmekte olan ülkeleri silah zoruyla işgal eder ve
doğal kaynaklarına  el koyardı. 21. yüzyılda bile bu geleneksel hunhar yöntemi sürdürdü. Demokrasiyi füzelerle Irak’a iletmesi bunun örneklerinden en sahtekârca olanı. Şimdi artık kendisinin kan dökerek ülke işgal etmesine gerek kalmadı.
Öylesi pahalı yöntemi tek ederek bunu artık o ülkede satın aldığı hainler aracılığıyla  gerçekleştirmekte, daha fizible yani daha ucuz ve daha kolay olduğu için. Öylesi ülkeler arasına Türkiye de girdi ve ABD-AB emperyalizmi  içimizdeki hainleri satın alarak, onurumuza, doğal kaynaklarımıza, inançlarımıza, insan gücü varlığımıza el koymaya
ve buna karşı çıkanları, acımasızca susturmaya, yok etmeye başlamıştır.

O halde artık ülkemizde emperyalizme karşı kendimizi savunabilmemiz için öncelikle
ve ivedikle kim ya da kimler haindir tanımını yapmamız gerekecek:

  1. Mustafa Kemal Atatürk’ün seküler (ne dinden yana ne dine karşı) devletini,
    o devletin laiklik ilkesini sahiplenmeyen ve karşı çıkmaya yeltenen kim olursa olsun hain’dir. 
  1. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyetine, o Cumhuriyetin korunmasını sağlayan kültürüne, o kültürün eğitimine kim karşı karar ve eylem içindeyse o kişi hain’dir.
  1. Misak-ı Millî sınırlarımızın kuşattığı vatan bildiğimiz toprağımıza ve toprağımızı korumakla görevli Ordumuza ve o Orduyu yaratan Ulusumuza, Ulusumuzun varlığına ve onuruna kim sahip çıkmıyor, sahip çıkmayı engelliyorsa o hain’dir.
  1. Mustafa Kemal Atatürk’ün Çağdaşlaşma sürecinde ileri  muasır medeniyetlerin ötesine ulaşmamızı sağlayacak bilim, bilimsel düşünceye, düşün özgürlüğüne ve özgür düşüncenin tartışılarak toplumsallaşmasına kim engel olmaya yelteniyorsa o kişi hain’dir.
  1. Mustafa Kemal Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesinin temeli olan kendine yeterli ekonomiye o ekonominin açık vermeyen dış ticaretine, bütçe açığı vermeyen  (Dr. Eruğrul Aytekin’in deyimiyle denk bütçeye) ve üretken, dış borca muhtaç olmaksızın ekonominin adil ve dengeli gelişmesine ve o gelişmenin ulusal tasarrufla ve o ulusal tasarrufu üretken yatırıma dönüştürerek  sanayileşmeyi ve teknolojik gelişmeyi sağlamaya önem vermiyor,
    uygulama dışına itekliyorsa o kişi hain’dir. 
  1. Kim ve hangi siyasal grup, ulusun devletiyle birlik ve bütünlüğünü korumak pekiştirmek yerine ikilem yaratıyorsa, hain’dir.
  1. Uluslararası kurum ve kuruluşlarla sözlü ya da yazılı, ulusumuzun bilgisi ve TBMM’nin kararı olmaksızın üstelik ulusal yararı korumaya gereksinim duymaksızın ilişkiye giriyorsa o kişi kim olursa olsun hain’dir.
  1. Adaleti hukuktan, Hukuku adaletten kopararak, suçluyu suçsuzdan suçsuzu suçludan ayırmayarak hukuksuzluğun hukukunu yaratanlar kimler olursa olsun hain’dirler.

Böylesi hainleri dışlayan, yetki ve görev dışına iten; yargılanmalarını olanaklı kılan hukuku yaratarak ve özendirerek, ulusal birliğimizi, bütünlüğümüzü korumayı,
her kararın Ulus tarafından öğrenilmesini sağlamayı amaçlayan; emperyalizmin karşısında tam bağımsızlığımızı ve ulusal varlığımızı korumayı görev bilen bir Cumhurbaşkanını Çankaya’da görebilmek ve;

Özel ya da kamusal kurumlarda hain’lerin yer almasına engel olacak
demokratik araçları yılmadan çekinmeden, kullanma  karar ve özlemiyle;

Bu yazı, laf salatasıyla  zaman  yitiren, emperyalizme hizmet ettiklerinin bilincine varamayan Aydıncık’larımıza ithaf ediliştir.

Böyle biline, çare buluna.
6.7.2014

Dr. Ölçen

Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetleri


Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetleri

Dostlar,

Ülkemizin “Altın yılları” olarak bilinen “Erken Cumhuriyet Dönemi”
pek çok bakımdan insanlık tarihine mal olmuştur..

Yeryüzünün en köklü KÜLTÜR DEVRİMLERİNDEN biri TÜRK DEVRİMİdir.

Fransız Devrimi (Öncü Aydınlar ve köylüler, Temmuz 1789)
Rus Devrimi (Vİ Lenin, Bolşevikler, Ekim 1917)
Çin Devrimi (Mao Zedung, köylüler, Ekim 1949)
Veee..
Türk Devrimi.. (Mustafa Kemal ATATÜRK).. 29 Ekim 1923…………

Dünyanın 4 büyük devrimi arasında kabul görmektedir ve yerleşik tarih yazımı / yazını
bu yöndedir. (Amerikan Devrimi ve böyle adlandırılması bile tartışmalıdır..)

  • Bu 4 devrimden en az kanlı hatta kansız olanı TÜRK DEVRİMİdir.

Fransız Devrimi çok kanlı olmuş ve Kral 16. Louis Antoinetté ve eşi Marie Antoinetté başta olmak üzere, hanedan ve yandaşları giyotinle başları kesilerek
vahşetle idam edilmişlerdir!

Rus Devriminde Çarlık rejimi yıkılırken
Bolşevikler Menşevikleri neredeyse yok etmiştir.

Çin Devrimi de ülke içinde karşıtlarıyla ve Japon savaşıyla korkunç yitiklere malolmuştur. Mao’nun Büyük Yürüyüşünde 300 bin kişi 30 binlere inmiştir..

Türkiye’de ise Osmanlı hanedanının kılına dokunmadan – kan dökmeden yurt dışına sürgün edilmişlerdir. Dahası, son padişah hain 6. Mehmet Vahidettin,
kendisi İngilizlere sefilce sığınarak Malaya zırhlısı ile kaçmıştır. (17 Kasım 1923)

*****

Devrimin yaratıcısı ve yürütücüsü Büyük ATATÜRK,

  • “Türkiye Cumhuriyet’nin temeli KÜLTÜRDÜR..” 

sözünü boşuna söylememiştir.

İnsanlık kültürüne katkıda bulunacak, özgün kültür ürünleri ile onu varsıllaştıracak
bir toplumun, öncelikle her bakımdan “sağlıklı” olması gereklidir..

Her şeyin başı sağlıktır gerçekten de..

Bu yüzden de Mustafa Kemal Paşa 1. önceliği sağlık hizmetlerine vermiş ve

  • “Devlet olma iddiasındaki siyasi teşekküllerin EN BİRİNCİ VAZİFESİ
    SAĞLIK HİZMETLERİDİR..” buyurmuştur..

Bu bağlamda, 1923-38 arası 15 yılda Sağlık alanında gerçekleştirilen ve tüm dünyanın hayranlığını – takdirini kazanan erken Cumhuriyet dönemi sağlık hizmetlerinin
ayrı bir tarihsel – stratejik önemi vardır. Bu görkemli sağlık atılımlarıdır ki,
somut başarılara erişmiş ve Anadolu halkını, yeni Türk Devletini tam anlamıyla
YOK OLMAKTAN KURTARMIŞTIR!

Yoksa “Kurtuluş ” sonrası “Kuruluş” yıllarında başta SITMA,
bulaşıcı hastalıklar Anadolu halkının kökünü kazıyabilirdi..

Sıtma, böylesi bir “hüneri” (!) geçmişte de sergilemiş ve uygarlıklar yıkmış bir hastalıktı..

*****

Şöyle giriyoruz dosyamıza…

Giriş

Erken Cumhuriyet dönemi sağlık hizmetlerine girmeden, öncesine kısa bir bakışta yarar vardır. Ülkemizde, sağlık hizmetlerinin kırsal kesimde sunulmaya başlanmasının yaklaşık 145 yıllık bir geçmişi vardır. İzlenen süreç, devletin
kırsal kesimde koruyucu ve sağaltıcı (tedavi edici) hizmetleri birarada sunma çabasıdır. Osmanlı yönetimi, sağlık hizmetlerini ülkeye yaymak için ilk girişimi 1861’de belediyeler aracılığıyla yapmıştır ve illere, belediyelere hekim atanması koşulu konmuştur. Sonra kent ve kasabalarda görevlendirilmek üzere hekim yetiştirecek bir Sivil Tıp Okulu açılmıştır (2. Mahmut, 1827). Ardından 1870’te Sivil Tıp İşleri Bakanlığı kurulmuş ve bir kurul aracılığıyla sağlık ve özlük işleri yönetilmiştir. “Memleket Tabibi” adı altında ülke çapında hekim atanması kararı 1871’e rastlar. Memleket Tabipleri, Belediyece belirlenecek yerde, haftanın
2 günü varsıl-yoksul ayrımı yapmadan parasız hasta muayenesi ve isteyenlere aşı yapmakla görevlendirilmişlerdir. 1913’ten başlayarak il merkezlerinde
Sağlık Müdürlükleri (Sıhhat Müdüriyeti) kurulmuştur.

Sağlık Müdürlükleri ilin tüm sağlık işlerinden sorumlu kılınmıştır. Bu dönemde artık il ve ilçelerde görevlen-dirilen hekimler için “Hükümet Tabibi” görev sanı (unvanı) kullanılmaktadır. Sağlık Hizmetleri 1914’ten başlayarak, İçişleri Bakanlığı’na bağlı bir Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü’nce yürütülmeye başlanır.
O dönemde yeni bir kurumlaşma, “Sıhhiye Meclisleri” olmuştur. Sağlık Meclisleri Cumhuriyet Döneminde, önce “Umumi Hıfzıssıhha Meclisi”, 1961 sonrasında Sosyalleştirme Yasası ile “Sağlık Kurulları” olarak yer almıştır.
Osmanlı döneminde taşra sağlık hizmetlerinin örgütlenmesinde atılan adım,
hekim atayarak sağlık çalışanı altyapısını sağlama ile sınırlıdır. 

**********************

Ve… dolu dolu 20 sayfanın (calibri 11 punto ve tek dize aralıklı, görsellerle..) sonunda şöyle bağlıyoruz

Üzgünüz, fakat Büyük Önder’in buyurduğu gibi Egemenlik bağsız koşulsuz ulusundur ilkesi, Atatürk Türkiye’sinde, Cumhuriyet’in 91. yılında artık epeydir geçerli değil! Egemen olan para oligarşisi, Atatürk’ün baştacı ettiği cefalı halkının hemen hiçbir değeri yok! Büyük önder Gazi M. Kemal ATATÜRK’ün buyurduğu gibi çıkış; “Ayrıcalıksız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olacağız..” dadır. Veya
yine Gazi’nin; “Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların en 1. ödevi,
halkın sağlığı ve sağlamlığıdır
.”
inanç ve ülküsündedir. Günümüz kuşaklarının, yöneticilerin ve politikacılarının, Atatürk’ün uygulanmış ve çok başarılı olmuş insancıl ve akılcı sağlık politikasından öğrenecekleri o denli çok şey var ki.. Halen tam tersini, çekinmesiz (pervasız) gelişmekte olan ülkelere dayatan
sözde
Yeni Dünya Düzeni kurucuları, gerçek nitemiyle
Yeni Emperyalistler = KüreselleşTİRmecilerin bile!


“Irk, din, dil, politik inanç, ekonomik ve sosyal durum ayrımı gözetmeden
HER – KES, erişilebilecek en yüksek düzeyde sağlıklı olma TEMEL hakkına sahiptir.” (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, md. 25, 10.12.1948)
Türk insanının önce sağlıklı sonra eğitimli olması, salt makro-ekonomik bir
teknik girdi değildir! 
Aynı zamanda, Devrimci anti-emperyalist Cumhuriyetin
tam bağımsızlık ekseninde çağdaş uygarlık düzeyinin de üstüne çıkacak
sürekli gelişme sağlayabilmesi için;
aydınlatılmış koruyuculara gereksinimi vardır. Bu bakımdan, sağlıklı bir Türk toplumu, Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşaması için stratejik bir gerekliliktir.

Türkiye, KüreselleşTİRmeci = piyasacı sağlık hizmetlerini hemen terk etmeli; sağlıklı toplum odaklı, kamu öncülüğünde, koruyucu sağlık hizmeti ağırlıklı
ulusal politikalar izlemelidir.

******

Okunması, okutulması, paylaşılması içten dileğimizdir..
Epey emek ürünüdür..

Lütfen okumak – indirmek için aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Erken_Cumhuriyet_Donemi_Saglik_Hizmetleri

Sevgi ve saygı ile.
10 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

 

 

 

 

 

 

Mecliste Atatürk’ün düşüncesine karşı yapılan ağır saldırı

Dostlar,

Dün TBMM’de bir HDP milletvekilinin kendini bilmez, densiz ve ağır bir cehalet ürünü olan Atatürk’e sataşmasını iğenç buluyor ve şiddetle kınıyoruz.

Bu vekilin azıcık olsun Atatürk hakkında okumadığı ve koyu bir cehalet ile nefret söylemi kullandığını O’nun adına da üzülerek izliyoruz.
Acaba meczup mudur? (!)
Öyle ilan edilecekse HDP meczuplar partisi midirler?
Bu kişiler birdenbire meczuplaşıp (!) ülkenin temel değerlerine neden saldırmaktadır?
Partisi HDP bu muhtereme ne yaptırım uygulayacaktır?
TBBMM bu muhtereme ne yaptırım uygulayacaktır?

Türkiye yol geçen hanı değildir.
Herkesin aklını başına alması gerek.
HDP bir yandan “AÇILIM” güvercin, bir yandan TBMM’de saldırgan..
Yakışıyor mu??

Bu zat, halkın hiç okumadığına oynuyor galiba..
Ne hazin..
Söylediklerinin tek bir sözcüğü gerçek değil..
Hepsi yalan, hepsi kara propaganda!
Bulaştığı bataklıktan ancak özür dileyerek çıkabilir..
Partisinin ve TBMM başkanının görevi öncelikli..
Elbette CHP ve MHP’nin de…

Sayın Öymen’in değerlendirmesi aşağıda..
Kendisine teşekkür ederek, aynen paylaşarak yayımlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
06 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Mecliste Atatürk’ün düşüncesine karşı yapılan ağır saldırı

Portresi_ATA_ile

Onur ÖYMEN

 

Bir HDP’li Milletvekili Meclisin dünkü oturumunda,

  • “Kemalizm dediğiniz şey bir parça Hitler bir parça Mussolini’dir.” demiş.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çatısı altında bu güne dek Atatürk’ün düşüncesine
bu kadar ağır ve cüretkar bir saldırıda bulunulduğunu duymadık.

Bu yalnız Büyük Atatürk’ün manevi kişiliğine değil, aynı zamanda O’nun kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı da ağır bir saldırıdır.

Bu saldırı Mecliste birkaç cümlelik bir yanıtla geçiştirilemeyecek ölçüde vahimdir.

Kemalizm kendine özgü bir fikir bütünlüğü olan, ilkeleri bulunan ve Cumhuriyetimizin düşünsel temelini oluşturan bir devlet anlayışıdır.

9 Mayıs 1935’te toplanan CHP 4. Kurultayında Kemalizm şu şekilde anlatılıyor:

  • “Sadece birkaç yılı değil, geleceği de kapsayan projelerimizin ana hatları burada özetlenmiştir. Partimizin temelini oluşturan bütün bu ilkeler
    Kemalizm’e giden bir yoldur”.

Hem Mussolini’yi hem de Hitleri en doğru tahlil edenlerin ve onları en ağır biçimde suçlayanların en başında Mustafa Kemal Atatürk geliyordu. Şu sözler Atatürk’e aittir:

  • “Dünya nimetlerinin emperyalist ülkeler tarafından pervasızca paylaşıldığını ve bu paylaşma esnasında gelişmemiş ülkelerin tarihten silindiğini hafızalardan da silmek kadar gaflet olamaz. Dünyanın bugünkü durumu hiç de parlak görünmüyor. Her ülke gençliğini bir başka ideolojiye sahip olarak yetiştirme gayreti içinde. İtalya faşizm ideolojisine dört elle sarılmış. Bu ülkenin diktatörü olan Mussolini, ülkesinin sekiz milyon faşist gencinin süngüsü üzerinde yaşadığını haykırıp duruyor. İtalyan gençlerine kara gömlekler giydirerek
    çoktan tarihe gömülmüş bulunan Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurmayı,
    bu şartlandırılmış gençlere aşılamaya çalışıyor. Almanya’da Hitler’in yaratarak geliştirmekte olduğu Nazilik de faşizmin bir başka, bir büyük tehlikeli benzeridir. Hitler bir ırkçıdır. Dikkat buyurunuz milliyetçi demiyorum, ırkçıdır diyorum.  Alman ırkını en üstün ırk olarak gören bir mecnundur (delidir).
    Tekmil Alman gençliğini peşine takmış, onlara bu ideali aşılamıştır.”

Atatürk bu konudaki görüşlerine Çankaya’daki bir yemekte konuklarıyla konuşurken daha büyük açıklık getirmiş ve şunları söylemişti:

  • Faşizmin de Nazizmin de sonu yoktur. Ben belki bunu görebilecek kadar yaşayacak değilim. Ama aramızda onların sonunu görebilecekler olacaktır elbet. Bu ülkeler bir defa bu yola girdiler mi bir daha geri dönemezler. Halkı ve gençliği sürekli olarak heyecan içinde tutmak için durmadan silahlanmak, sağa sola tehditler savurarak ayakta kalmak zorundadırlar. Bu işin sonucu ise savaştır. Ve bu savaşın sonunda ne Faşizmin ne de Nazizmin ayakta kalabilmesine olanak göremiyorum.” (Gökçen, Sabiha. Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Türk Hava Kurumu Yayınları, İstanbul, 1982, s. 155, 159)

HDP milletvekilinin bu haksız, ölçüsüz ve Cumhuriyetimizin kurucuna karşı ağır bir suçlama niteliği taşıyan sözlerini mutlaka geri alması, Meclis’ten resmen özür dilemesi sağlanmalıdır. Bunun için, başta CHP olmak üzere bütün partilerin liderlerinin ve
o partilere mensup mensup millet vekillerinin sonuç alıcı bir çaba içine girmeleri gerekmektedir.

Bu ve başka vesilelerle Cumhuriyetimizin düşünsel temellerine saldırarak
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimizi yıkmak isteyenlere geçit verilmemelidir. Atatürkçülerin bu gibi saldırılara karşı sessiz kalmaya hakları yoktur.

Saygılar, sevgiler.

Onur Öymen