Etiket arşivi: 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı

Prof. Dr. Çağatay GÜLER : GENÇLER


Dostlar
,

Hacettepe Tıp Fakültesi’nden uzmanlık eğitimi (ihtisas) arkadaşımız sevgili
Çağatay Güler‘in, “GENÇLER” başlıklı yazısı 2 Nisan 2014’te Cumhuriyet‘te
2. sayfada yayımlanmıştı. O gün bu yazıyı Cumhuriyet’in web sayfasından
ücreti karşılığında indirerek sitemizde yayımlamıştık. Ancak pdf olarak..
Daha sonra sevgili Çağatay hoca bizim Anabilim Dalımıza ziyarete geldiğinde
yazısını rica ettik ve sağolsun e-ileti ekinde gönderdi. Bu yazıyı 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı‘mızın 95. yılında bir kez daha paylaşmayı
uygun buluyoruz..

Evet… 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı‘mız
bir kez daha, -çooook buruk da olsa- kutlu ve mutlu olsun!..

Cumhuriyetimizin her yaştan gençlerin gönlünde emin bulunduğuna biz de inanmaktayız.

GaziMustafa Kemal Paşa‘nın aydınlık Cumhuriyet anlayışının ilkeleri günümüzde de etkin olabilseydi, ülkemiz gençlerine en yüksek derecede değer veriyor olacaktık ve SOMA faciası gibi belki de yüzyılın kırımı yaşanmayacaktı.

Onlar ki; 1. BMM’de, Ankara – Ulus’ta küçücük bir binada kahramanlık destanları yazıyorlardı..

Bir yandan görülmemiş bir azim ve kararlılıkla 7 düvelin işgaliyle boğuşuyor,
sıcak savaşlarda emperyalist ordularıyla çoook kanlı bağımsızlık savaşları veriyorlardı; bir yandan da lanetli Osmanlı Saltanatının son halkası Padişah – 6. Vahdettin’in utanç verici ihanetleriyle.. Boyunlarında idam fermanıyla..

İşte bu kahramnalar, 1921’de, Zonguldak taş kömürü çalışanlarının (o zaman AMELE deniyordu) hak ve hukuku için 151 Sayılı AMELE BİRLİĞİ Yasası‘nı çıkarmışlardı!
Şanı batası Osmanlı, bu çok ağır koşullarda çalışan emekçiler için hiçbir mevzuat düzenlemesi yapmamış, yapamamıştı.. 1865’te hazırlanan Dilaver Paşa Nizamnamesi de yürürlüğe konamamış, kadük olmuştu..

Oysa Mustafa Kemal Paşa ve silah – dava arkadaşları 1. BMM’de kan ve barut; ihanet
ve yoksulluk içinde kıvranırken, ülkenin mazlum ve mağdur maden işçilerini bile
ihmal etmemiş ve o kıyamette, o ölüm – kalım savaşı ortamında
AMELE BİRLİĞİ YASASI çıkarmışlardı..

Aşk olsun onlara…

  • Yüzyılın faciası SOMA kurbanlarının kahredici utancını;
    sorumlularının yüzüne boş bir eldiven gibi çarpıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
19 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

GENÇLER

Prof. Dr. Çağatay GÜLER
Hacettepe Üniv. Tıp Fak.

Cagatay_Guler_portresi

 

Gençliğe sonuna dek sarsılmaz bir güven besleyen,
bu güvenini en açık ve kesin bir biçimde dile getiren
tek önder Atatürk’tür.

 

 

Daha 24 Mayıs 1918’de Ruşen Eşref ‘e imzalayıp verdiği fotoğrafa

  • “Her şeye rağmen muhakkak bir aydınlığa doğru yürümekteyiz.
    Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim hakkında sonsuz sevgim değil; bu günün karanlıkları, ahlaksızlıkları, şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya çalışan bir gençlik gördüğümdendir.”

    diye yazması bu güvenin ne kadar sağlam ve köklü olduğunu gösterir.

  • “Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor.
    Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkamda olmayacak.”
    diyen O’dur.
    O kadar güvenir ki gençliğe, daha 1919’da
  • “Biz her şeyi gençliğe bırakacağız… Geleceğin ümidi, ışıklı çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir.” demektedir.Bir başka konuşmasında bir gerekçesini açıklamıştı;
  • “Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor.
    Bu eseri ona bırakacağım ve gözüm arkamda olmayacak.”

Manda fikrine şiddetle karşı çıkan Askeri Tıp Okulu Öğrencisinin
(AS : Sivas Kongresinde Tıbbiyeli Hikmet!)  

  • “Olacak iş değil ya, manda fikrini Mustafa Kemal kabul edecek olsa, tıbbiyeliler onu da reddedeceklerdir!”
    dediğinde heyecanlanan Mustafa Kemal coşkuyla haykırır:
  • “Evlat, müsterih ol, gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Azınlıkta kalsak da mandayı kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez: Ya İstiklal, ya Ölüm!...”

Sözlerini şöyle tamamlar:

  • “Vatanın bütün ümidi ve geleceği size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır.”

Büyük zaferin 2. yıldönümünde savaş alanında (AS: 30 Ağustos 1924, Dumlupınar’da) yaptığı konuşmayı şöyle tamamlamıştı:

  • “Son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum: 
    Gençler! 
    Cesaretinizi arttıran ve sürdüren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz
    terbiye ve irfanla insanlık meziyetinin, vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız. 

    Ey yükselen yeni nesil… Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk.
    Onu yücelterek yaşatacak olan sizsiniz.”

Bu emanetin sahipleriyle ilgili olarak yapılması gerekenleri şöyle özetlemişti:

  • “Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet fikirlerini veriniz. İstikbalin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler tatbik mevkiine konduğu vakit Türk milleti yükselecektir.”

Gerekeni yaptık mı?

Nietzche “Gençleri yozlaştırmanın en emin yolu, onları kendileri gibi düşünenlere kendilerinden farklı düşünenlerden daha fazla saygı gösterecek biçimde eğitmektir.” demişti ya! Bu sözleri neredeyse eğitim ilkesine dönüştürme çabalarını çok gördük. Nurullah Ataç, Günce’sinde ne yapılmak istendiğini gözler önüne serer:

“Gençlere yol gösterelim ki işleri kolaylaşsın, varacakları yere daha çabuk varsınlar… Öyle mi sanırsınız? Unutmayın ki yol göstereyim derken çoğu,
araştırma güçlerini yitirtiriz, onlara yardım edeceğiz diye alıklaştırırız.
Bunun içindir ki severim dik başlı gençleri, öğüt dinlememelerini,
kendi kendilerine aramalarını isterim.”
diye yazar.

Gençliği yozlaştırmak, çıkarcı sürüler haline getirmek isteyenler başaramamıştır, başaramayacaklardır.

Atatürk, Büyük Nutuk‘un sonunda “Gençliğe Hitabe”yi okumadan önce şu girişi yapmıştı:

  • “Bugün ulaşmış olduğumuz sonuç, yüzyıllardan beri çekilen milli felaketlerden alınan derslerin ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir. Bu sonucu, Türk gençliğine emanet ediyorum.”

Bugün de

“… Sizin gibi gençlere sahip oldukça, bu vatan ve milletin, şimdiye kadar elde etmeyi başardığı zaferlerin üstüne çok daha büyük zaferler koyabileceğine
şüphe etmiyorum.”
diye seslendiğini duyuyorum.

Sözünü ettiği zafer bilim, kültür ve uygarlık zaferidir.
(Cumhuriyet, 2.4.14)

Emin Çölaşan : Geçmişten bir maden anısı


Dostlar
,

Emin Çölaşan’ın bu gün SÖZCÜ‘de yayımlanan uzunca yazısı,
Amasra’da bir yeraltı maden ocağını ziyaretinin anısını aktarıyor.
Çok yerinde olmuş..

Biz de bir profesyonel olarak –yeraltı maden işletmesi işyeri hekimliği yapmış olmamız nedeniyle pek çok böylesi yeraltı maden ocağına kezlerce indiğimizden-
bu yazıyı derin bir özdeşim (empati) ile okuduk..

Yer yer ayraç içinde açıklamalarımız oldu..
Yazının sonuna da bir ekimiz : Amiiiiiin!

Bu yazı okunmalı..

Teşekkürler Emin Çölaşan..

Sevgi ve saygıyla
18.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

Geçmişten Bir Maden Anısı

portresi_SOZCU_ile

 

 

 

 

Emin Çölaşan
http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/emin-colasan/gecmisten-bir-maden-anisi-511616/,
18.5. 14, SÖZCÜ

Sevgili okuyucularım,

Soma faciası olduktan sonra bu sorumsuz hükümetin aldığı ilk karar,
19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlamalarının
iptal edilmesi oldu.

Göstermelik ulusal yas (!) ilan edilmişti ama ülkenin dört bir yanındaki eğlence yerleri açıktı, maçlar oynanıyordu! Facia, bu sorumsuzlar için bir bahane oldu ve
hiç utanmadan 19 Mayıs kutlamalarını anında yasakladılar.

Tamamına yazıklar olsun, utansınlar. Eğer utanma duyguları kaldıysa.

* * * *


21 Mayıs 2010 günü burada çıkan yazımın başlığı “Kömür Karası ve Ardındaki Rezalet” idi. İki gün önce Zonguldak’taki kömür ocaklarında meydana gelen patlamada 30 madencimizi yitirmiştik (AS: Karadon faciası; 30 madenci iş cinayetine kurban!) ve bir maden anımı yazıp gördüklerimi anlatmıştım. O günden bu yana hiçbir şey değişmemiş. Şimdi size o yazımı bir kez daha iletiyorum. Madencinin yaşamı,
kömür madenlerinin durumu ve olacaklar işte o yazıda idi:


* * * *

“Bundan birkaç yıl önceydi. Karadeniz’in şirin ilçesi Amasra’ya birkaç günlük bir tatile gitmiştim. Amasra, Zonguldak kadar olmasa bile kömür madenlerinin çok yoğun olduğu bir yer.

Zaten ilçenin hemen yanı başında maden ocaklarını görüyorsunuz.
Gittiğimin ikinci günüydü. Devlete ait madenlerin İşletme Müdürü Nedim Özturan’ı arayıp madene inmek için iznini istedim. Aldığım yanıt beni çok sevindirdi:
“Emin Bey ben de birazdan ineceğim. Hemen gelin, beraber gidelim.”
Gazeteci merakı!.. Hemen gittim. Burası devletin Türkiye Taşkömürü Kurumu’na
(AS: TTK) ait, 1.200 kişinin çalıştığı büyük ve önemli bir maden yatağı.

Önce beni giydirdiler. “Ben aşağıya kendi giysilerimle insem olmaz mı?” diye ağzımdan çıkan aptalca sorunun üzerinde hiç durmadılar. Giysiler ilginçti.

İç çamaşırları dahil hepsi onların verdiği özel şeyler. Üzerinize bir de pantolon ve ceket giyiyorsunuz. Sonra ayaklarınıza çizme. Çizmelerin uç tarafı çok sert. Çelik kaplıymış. Nedenini sorduğumda “Aşağıda ayağımıza bir şey düşebilir, onun için çelik uçlu
(AS: “burunlu” deniyor..) çizmeler giyeriz.” dediler.


Belime iki ayrı ve kalın kemerle birlikte kimi aygıtlar bağladılar. Elimde kemere bağlı bataryadan güç alan bir lamba (AS : Bu led lamba barete iliştirilmiştir, elde tutmaya gerek yoktur ki.. Çook eskilerde elde karpit lambalarıyla madene inerdik..),
başımda baret, ayaklarımda çelik uçlu (AS: “burunlu”)  çizmeler ve üzerimde
özel giysiler… Nedim Bey ve maden mühendisleriyle birlikte, adına kuyu dedikleri yere gittik ve asansörü beklemeye başladık. Birazdan gelen asansöre bindik.

Asansör deyince sakın ola ki, büyük binalardaki güzelim asansörler zannetmeyin.
Bu acayip bir şey. Dört yanınız derin bir kuyu. Gürültülü bir biçimde aşağıya doğru inmeye başladık. İçime ilk ürperti bu asansör denilen acayip aygıtta geldi.
Elektrik kesilse, yerin dünya kabuğuna yakın bir yerinde öylece kalacağız!

Bu gürültülü ve sarsıntılı acayip iniş 2 dakika sürermiş. Sonunda ayağımız yere bastı. Şu anda kuyu başından 290, deniz düzeyinden 250 m aşağıda olduğumuzu söylediler.

Bir de ayrıca üzerimizin deniz olduğunu öğrenmiş oldum. Aman Allah!

İndiğimiz yer geniş bir galeri idi ve floresan lambaları yanıyordu. Vıcık vıcık çamurun içinde yürümeye başladık. Galeri giderek daralıyor, ışıklar azalıyordu. Bir süre sonra ortalık zifiri karanlık oldu ve elimizdeki lambaların ışığında yol almaya başladık.
Yanı başınızda sanki nehir akıyormuş gibi sürekli ve yüksek bir su sesi var.

Bu tuhaf dünyada ürpertim, daha doğrusu korkum giderek artmaya başladı.
Islak, sıcak ve nemli bir hava.

Yürürken sanırım oksijen azaldığı için şakır şakır terlemeye başladım.

Yol boyunca tepede galerilere hava üfleyen kalın borular var. Ayrıca tavanda büyük
su torbaları asılı. Patlama olursa bu torbalar otomatik olarak boşalır ve yangının ilerlemesini önlermiş.

Ekibin elinde kimi aygıtlar var. O karanlıkta sürekli bir şeyler ölçüyorlar. Aygıtlar sesli çalışıyor. Bazen gürültü arttığında “Ulan acaba grizu mu yükseldi, şimdi patlar mı” diye düşünüyorum ama korkmuş duruma düşmemek için sormuyorum. Yürüdükçe yürüyoruz ve sonunda ucu kapalı, daracık bir yere geliyoruz. İşte burada kazma kürekle kömür çıkarılıyor. Madenciler buraya “Ayak” diyor. Nedim Bey soruyor:

“Emin Bey, tam ayağa inmek ister misiniz? Yalnız size biraz sıkıntı yaratabilir.”
Neden olmasın, aslan gibi korkusuz gazeteciyim ya (!) “İnelim” diyorum.
Dik, tahta bir inşaat merdiveninden 5-6 metre derinliğinde bir çukura indik ve aşağıdaki çamura adım atmış olduk. Her yerden sular sızıyor. İnerken ayağım fena halde burkuldu. Kendi kendime “Eyvah” dedim, “Burada başıma bir iş gelse,
yukarıya çıkarılmam en az 2 saati bulur!”


Bu bölüm korkunç. Üç-beş işçinin kazma kürekle çalıştığı bu yer gerçek bir mezar.

Daracık, karanlık bir yer. Tavan çökmesin diye üzeri kütüklerle (AS: Domuz damı tahkimat diyoruz..) desteklenmiş. Yüksekliği bir metre yok. Ayakta duramıyorsunuz.
O gariban işçilerin yemek paketini hiç unutmuyorum. Naylonla paketlenmiş ekmek, zeytin, kuru soğan ve domates.

Bu kez başka bir geçişten ters yönde yukarı çıkacağımızı söylüyorlar. Şimdi tam bir mezar koridoruna giriyoruz. 45 derece eğimli bir ıslak çamur deryasından yukarıya doğru önce ekip, sonra ben sürünmeye başlıyoruz. İşte o yukarıya doğru sürünme aşamasında iyice panikliyorum. Kafamı birkaç kez iki karış üzerimdeki tavana vuruyorum, baret kurtarıyor.

Sigara içen adamım. Sürünerek tırmanırken nefesim tıkanıyor, bayılacak gibi oluyorum. Sürünmenin ne denli süreceğini bilemiyorum. Başıma bir iş gelse, oradan kurtarılıp yukarıya çıkarılmam olanaklı değil. Önümde sürünene nefesimin son gücüyle bağırıyorum:

“Daha çok var mı?”
Önümdeki yanıt veriyor:
“Bir sigara içimi kadar var!”

Sonunda genişçe bir koridora ulaştık. Burada hava borusu var. O sırılsıklam tere aldırış etmeden hava üfleyen ızgaraların önünde yere oturdum, birkaç dakika derin nefes alıp biraz kendime geldim, “Bana bunu yapmayacaktınız” dedim. Nedim Bey güldü,

“Bir ara paniklediniz ama haklısınız. Biz sizi en uç ve en zor noktaya getirdik.
Şimdi en güçlü efor testinden sınıfı geçmiş oldunuz.” dedi. Oralarda oksijen zaten az olurmuş. Buna kömür tozunu ve o mezar gibi yerlerde insanı bunaltan karanlığı da eklediğinizde, paniklememek mümkün mü!

Yine uzun bir yürüyüş, yeniden o acayip asansöre biniş!.. Ve dışarıda güneşi gördüğümde Allah’a şükürler edip bir sürahi su ve birkaç bardak çay içtim.
Sonra duşa gittim. Bütün giysilerim ve suratım kapkara olmuştu.
Kendimi tanıyamadım.

Kömür karası idi!

* * * *

Bunları niye anlattım? Dün (AS: 17 Mayıs 2010, saat 13:28)) Zonguldak’ta
(AS. Karadon), kömür madeninde 30 madencimizi birden yitirdiğimizi öğrendik.

Amasra gezisi bana o madencilerin hangi koşullar altında çalıştığını göstermişti.
Onların nasıl helal para kazandığını görmüştüm.
Bir mezarda günde 8 saat, iki büklüm, kelle koltukta kazma sallayıp kömür çıkaracak
ve üstelik o kömürü dışarı alacaksın!

Grizu tehlikesi, havasızlık, yangın riski, ciğerlerde biriken kömür tozu da cabası.

O insanlar ayda 900 liraya çalışıyormuş. Onlara o kadarcık parayı layık gören siyasetçi ve yöneticileri, özel sektör patronlarını acaba birkaç saat bile olsa o madenlere indirsek, orada çalışsalar, acaba ne düşünürler!

Madenciler ve aileleri isyanda. Nitekim Tayyip Zonguldak’ta yine protesto edildi,
polisler havaya ateş açmak zorunda kaldılar.


O çaresiz, fukara maden işçilerinin sırtından siyaset-para-kazanç-kâr zarar-oy hesapları yapan, üstelik kömür madenlerini şimdi özel sektöre peş keş çeken siyasetçi takımında acaba hiç utanma, hiç Allah korkusu var mıdır?

Kömürü özellikle seçim öncesinde ahaliye beleş dağıtıp oy sömürüsü yapıyorlar.
Ancak daha da acısı, devlet kendi kömür kurumlarına, güya satın aldığı kömürün parasını ödemiyor. O kurumlar beş kuruşsuz çalışıyor, yatırım yapamıyor.

Hükümetin bu kurumlara, yani kendi kurumlarına yüzlerce trilyon borcu var ve yıllardır ödenmiyor. Tasarruf olsun diye yatırım yapılmıyor, sürekli işçi çıkarılıyor, kimi madenler de özel sektördeki yandaşlarına peş keş çekiliyor.

Kazma sallayan garibanlar ise KÖLE!

İşte o borçlar ve öteki saydıklarım, son faciada ve daha önceki nicelerinde olduğu gibi, topluma MADENCİ CESETLERİ olarak geri dönüyor.


Parası ödenmeden dağıtılan beleş kömürler!.. Beyefendilerin oy avcılığı!..
Kömür karası işte bu!..

Ve Zonguldak’ta kömür karasına bulanmış fakir fukara cesetleri!

Şimdi bu Tayyip’ler mayyipler ya da adamları madamları onların cenaze törenine katılıp nutuk atacak, “üzüntülerini” bildirecekler. Vay canım vay!”

* * * *
Dört yıl önceki yazım böyleydi. Aynı filmin devamını Soma faciasında izledik.
Şimdi dört bir yandan kıvırtıyorlar, insanları yumruk ve tekmeyle dövüp hakaretler ediyorlar, fırsat bu fırsattır deyip 19 Mayıs kutlamalarını iptal ediyorlar.


Allah belalarını versin, başka ne diyeyim.
(AS: Amiiiiiin!)

19 MAYIS 2013; GENEL DURUM ve GÖRÜNÜM


19 MAYIS 2013; GENEL DURUM ve GÖRÜNÜM

portresi2

 

 

 

 

Suay Karaman

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın 94. yılını siz değerli dostlarla birlikte Konya’da kutlamaktan mutluluk duymaktayım ve bu anlamlı etkinliği düzenleyen başta CHP Konya Selçuklu İlçe Başkanlığı olmak üzere 19 Mayıs Platformu’nun
tüm bileşenlerine teşekkürlerimi sunuyorum.

1. Dünya Savaşı’ndan yenilerek çıkan Osmanlı Devleti, koşulları çok ağır olan
Sevr Antlaşması‘nı imzalamak zorunda bırakılmıştı. Ordusunun elinden silahları ve cephanesi alınmıştı. Anadolu işgal edilmişti. Uzun savaş yılları boyunca millet yorgun
ve yoksul bir durumda kalmıştı. Ülkeyi yöneten hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkaktı. Padişahın ise kendini ve tahtını korumaktan başka bir düşüncesi yoktu.

Bu koşullar altında Mustafa Kemal Paşa’nın yapacağı tek şey vardı; emperyalist güçler tarafından bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulus için kurtuluş savaşına başlamak. İşte bu nedenle 19 Mayıs 1919 tarihi, vatanın kurtulması için örgütlenen
Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesinin başlangıcıdır.

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da bir ulusun yazgısını ve tarihin akışını değiştiren savaşımı başlattığında 38 yaşındaydı. 29 Ekim 1923’te çürümüş ve çökmüş bir imparatorluğun sömürgeye dönüşmüş topraklarında emperyalistlere karşı bağımsızlık savaşını kazanarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet kurduğunda,
42 yaşındaydı. Hiç kimsenin hayal bile edemediği devrimleri yaparken, 50’li yaşlardaydı. Yaptıklarının hepsini ulusu için ve 15 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirdi.
57 yaşında yaşama veda ederken, mutluydu; çünkü başarmıştı.

Yapılan Kemalist devrimlerle, ülkenin aydınlanması, kalkınması, gelişmesi ve çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılması amaçlanmıştı. 1923 – 1938 arasında gerçekleştirilenler, Kemalist Devrim’in büyük başarılarla oluşturduğu yapılanmanın eseridir. 1923 yılında kurulan genç Türkiye Devleti, halkının büyük çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek ölçğüde az ve sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülke konumundaydı. Üstelik iktisadi açıdan Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı “Düyun-u Umumiye” borçlarını da ödemek zorundaydı.

Atatürk’ün fiilen ekonomiyi yönlendirdiği dönemde gerçekleştirdiği somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda çok büyük bir kalkınma atılımına girişildiğini göstermeye yeterlidir. Bu girişimleri şöyle sıralayabiliriz:

Türkiye İş Bankası açılmış ve böylece ulusal bankacılığın ilk adımı atılmıştır.
– Başta Eskişehir, Uşak, Alpullu olmak üzere birçok yerde şeker fabrikaları kurulmuştur.
Kayseri’de uçak fabrikası kurulmuştur.
– Bünyan Dokuma Fabrikası açılmıştır.
– Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikası ile Kayseri İplik ve Bez Fabrikası açılmıştır.
– Gemlik Suni İpek Fabrikası,
– Bursa Merinos Fabrikası,
– İzmit Kağıt Fabrikası …

gibi pek çok kurum ve kuruluş oluşturulmuştur.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulmuştur.

1930’da Sanayi Kongresi,
1931’de Ziraat Kongresi toplanmıştır.
Birinci ve İkinci Kalkınma Planları oluşturulmuştur.

Dünyadaki ilk demokratik kalkınma planları; 1931’de Türkiye’de uygulamaya konulan ekonomik reform hareketleridir. Bu kalkınma planları, eldeki kıt kaynaklarla
halkın gereksinimlerinin en iyi biçimde karşılanmasına yönelik hazırlanmıştır ve temel amacı, hammaddesi Türkiye’de olmasına karşın dışalım (ithal edilmek) zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlamaktı.

1933’te Sümerbank kurularak, devletin iktisadi yaşama girişi gerçekleşmiş ve doğrudan doğruya devlet işletmeciliği başlatılmıştır. Ardından, büyük bölümü yabancıların elinde bulunan demiryolları, Tramvay ve Tünel Şirketi, Zonguldak Kömür Şirketi, İzmir Telefon Şirketi millileştirilmiş ve kamulaştırılmıştır. 1935’te yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA), elektrik ve enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi,
madencilik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla da Etibank kurulmuştur.

1. Kalkınma Planı döneminde Toprak Reformu yapılarak, tarıma teşvik sağlanmış ayrıca hammaddesi yurtiçinde bulunan malları işleyecek sanayi kuruluşları ile
devletçe finanse edilmesi mümkün olan kuruluşların kurulmasına öncelik verilmiştir. Planlı ekonomi uygulamaları sonucunda başarılı sonuçlar alınmış ve hedeflere ulaşılmıştır. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kalkınma planlarına
geçici süre ara verilmiş ve Devlet, savaş ekonomisine uygun kimi önlemler almıştır.

Atatürk zamanında yapılan tüm bu işler kolay başarılmamıştı elbette.
Planlanan hedeflere ulaşmak için; sınırsız yurt sevgisi, inanç ve özveriden başka,
bilinçli, kararlı, örgütlü ve devrimci bir tavır sergilenmişti.

Bu tavırlar sonuçlarını kısa sürede göstermiştir. 1922-1925 arasında fiyatlarda artış oranı yılda %3, 1925-1927 arasında ise %1 olmuştur. Kimi fiyatlarda ucuzlama görülmüştür. Türk parası yabancı paralar karşısında değer yitirmemiş, aksine kimilerine karşı değer kazanmıştır. 1923’te kişi başına düşen ulusal gelir yalnızca 45 $ iken, 1940’lı yılların ilk yarısında 400 dolara yaklaşmıştır.

1923-1938 arasındaki 11 yıl, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçe; 3 yıl, gelirin giderden çok olduğu bütçe fazlası gerçekleştirilmiştir. Yalnızca, Cumhuriyet’in ilk bütçesi olan 1924 bütçesi, %8’lik bir açık vermiştir. 1924 dışında, 1923 – 1946 arasında
dışsatım (ihracat) hep dışalımdan (ithalattan) çok olmuştur.

1929-1939 arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 düzeyindeyken, Türkiye’de %10 olmuştur. Tarım üretimi 1923-1930 arasında %10, 1930-1940 arasında %5 artmıştır.

1923’te 140 olan fabrika sayısı, 1933’te 2 bin 500’e ulaşmıştır. 1923’te 600.000 ton olan taşkömürü üretimi, 1940’ta 3.000.000 ton olmuştur. 1923’te üretimi olmayan çimento, 1940 yılında 270.000 ton üretilmiştir. 1923’te kağıt üretimi yoktur, 1940’ta 10.000 ton üretilmiştir. 1923’te demir – çelik üretimi yoktur, 1940’te 40.000 ton üretilmiştir. 1923’te 50 milyon kwh olan elektrik enerjisi üretimi, 1940’ta 400 milyon kwh olmuştur. 1923’te 3.700 km olan toplam demiryolu uzunluğu, 1940’ta 7.500 km olmuştur. 1923’te şeker üretimi yoktur ama 1940’ta 90.000 ton şeker üretilmiştir.

1923’te %5 olan okuma-yazma oranı, 1940’ta %25 olmuştur. 1920’lerin başında ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına
öbür İslam ülkelerinin hepsinden çok daha fazla ulaşmıştır.

Bütün bu veriler herkes tarafından bilinirken, bu gurur verici geçmişi yok saymak için, demokratik ve laik cumhuriyetle hesaplaşmak için bekleyen kendini bilmezler,
karanlıkta boğulacaktır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede (1923-38) yaratılan gurur verici tablonun ardında;

1. Cumhuriyetçilik,
2. Ulusalcılık,
3. Devletçilik,
4. Halkçılık,
5. Laiklik,
6. Devrimcilik ilkeleri, yani “6 Ok” bulunmaktaydı.

Atatürk’ün tam bağımsızlık, emperyalizm karşıtlığı ve “yurtta barış, dünyada barış” ilkeleriyle bütünleşen kararlı yönetimi sayesinde gelişen Türkiye Cumhuriyeti,
ne yazık ki O’nun ölümünden sonra bu gelişmeyi sürdürememiştir.

Yıllardır Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarlar, Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle
çok partili düzenle birlikte Kemalizm’in ilkelerinden ödün vermiştir. Bu süreçle birlikte emperyalist güçlerin yeniden ülkemizi kuşatması, Aydınlanmanın şeriatın karanlığı tarafından bastırılması, ülkeyi içinden çıkılması güç koşullara getirmiştir. Yıllardan beri dinci örgütlenmelere ortam hazırlanmış; bugün laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletini terk etmek konumuna gelinmiştir. Ne yazık ki gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunan yöneticiler, emperyalist güçlerin desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasına, bitirilmesine ve paylaşılmasına aracılık etmektedir.

Yıllardır siyasal iktidarlar, ABD ve AB emperyalizmine kucak açmış, Avrupa Birliği’ne üye olmak adına tam bağımsızlığımızı ve onurumuzu feda etmek istemektedirler.

UNESCO,  üye  156  ülkenin  oybirliği  ile  1981  yılını,  Atatürk Yılı  ilan  ederken,  kararın  gerekçesinde,  Atatürk  şöyle  tanımlanıyordu:

  • ”Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan
    ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında  renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucusu……”

UNESCO’nun bu tanımından sonra, sömürge valisi edalarıyla ülkemize gelen AB’nin ve ABD’nin yetkilileri, olur olmaz her konuda fikir vermektedirler. Atatürk’ün resimlerinden korkan, Kemalizm’i terk etmemiz gerektiğini söyleyen bu yüzsüzler, ülkemizin bölünmesi için büyük çaba harcamaktadırlar. Bu Sevr özlemcileri, bölünmemiz ve bağımsızlığımızı yitirmemiz için, yerli işbirlikçileriyle birlikte her yola başvurmaktadırlar. Dıştan ve içten gelen her türlü Kemalizm karşıtı saldırılar, Türkiye’de ulusal devleti çökertmek amacını taşımaktadır.  Ancak, Mustafa Kemal’in cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliği bütün olumsuzlukları yenecek güçtedir ve Kemalizm’e her zaman
sahip çıkacaktır.

Bugün ülkemizin ulusal kuruluşları “babalar gibi” satılmaktadır. Yeraltı ve yer üstü zenginliklerimiz emperyalist güçlere pazarlanmaktadır. Tarım ve hayvancılığımız bitirilmiş, sanayimiz çökertilmiş, yolsuzluk, yoksulluk ve talan en üst düzeye ulaşmıştır. Günümüz Türkiye’sinde 8 milyon kişi asgari ücretle çalışmakta, 11 milyon kişi işsizlikle boğuşmaktadır. Çalışanların %70’i yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır.
Memurun, işçinin, emeklinin, esnafın, çiftçinin düşürüldüğü acıklı durum herkes tarafından görülmektedir. Terör ülkemizi vurmuş ve terör örgütüyle pazarlık aşamasında “yeni anayasa” yapılmak istenmektedir. Günümüz Türkiye’sinin getirildiği konum içler acısıdır.  Genel durum ve görünüm şimdilik parlak değildir.

Dünya Ekonomik Forumu’nun raporlarına göre Türkiye, 134 ülke arasında ekonomik açıdan incelemede genel sıralamada 125. sıradadır. Siyasal iktidarın dünyanın
17. büyük ekonomisi dediği Türkiye’nin gerçekleri yoksulluktur, açlıktır, işsizliktir. Gemiciği ve villacığı olanlara teğet geçen ekonomik kriz, halkımızı delip geçmektedir. Dünya Ekonomik Forumu Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre kadın – erkek eşitliğinde Türkiye 135 ülke arasında 121. sıradadır. Türkiye basın özgürlüğünde 138 ülke arasında 135. sırada, yargı bağımsızlığında ise 82. sırada yer almaktadır.

Ülkeyi yöneten siyasal iktidar, kendi ülkesinin ordusunu düşman olarak görmektedir ve hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmaktadır. Bunun anlamı, ülkede sivil darbe yapıldığıdır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir biçimde yargılayıp, susturmaktır.

Silivri’de zulüm altında tutularak, hayali suçlamalarla yargılanan yurtsever
ve Kemalist aydınlar, yıllardır onur savaşımı (mücadelesi) vermektedirler.

  • Laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kesinleşen siyasal iktidarın amacı, ülkemizde rejim değişikliği yapmaktır.
    Türkiye’yi İslam cumhuriyetine dönüştürme çabaları sonuç vermeyecektir.

Bugün geldiğimiz ortamı eşsiz önderimiz Atatürk, 20 Ekim 1927’de,
CumhuriyetiTürk Gençliğine emanet ederken anlatmıştı:

  • “Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere,
    yurdun içinde yönetim başında bulunanlar; aymazlık, sapkınlık ve üstelik
    hainlik içinde bulunabilirler. Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri,
    kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan dış düşmanların
    siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler.”

“10 Kasım’da yaygara kopartıldı”, “Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok” diyen ve ulusal bayramlarımızı yasaklayan karanlık zihniyetler
ne yaparlarsa yapsınlar; başaramayacaklardır. Çünkü bu topraklarda
Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük rüzgarları esmektedir.

Ulusal kurtuluş mücadelemizin başlangıcından 94 yıl sonra, ülkemizde genel durum ve görünüm çok parlak değildir. 94 yıl önce bugünlerde 19 Mayıs, bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluş savaşına başlangıcını müjdeliyordu. Vatanın kurtulması için örgütlenerek, güçbirliği yapan Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesini müjdeliyordu. 94 yıl sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve 19 Mayıs’ı, bugünkü siyasal ortamla birlikte düşünürsek umutsuzluğa kapılabiliriz. Ancak içinde Atatürk sevgisi taşıyanlar için umutsuzluğa yer yoktur, Atatürk’ün gençleri için umutsuzluk diye bir olgu söz konusu değildir. Atatürk’ün ilkelerini özümseyerek, bilinçli ve kararlı bir biçimde
tüm yurtseverlerin örgütlenerek yapacağı haklı ve demokratik bir mücadele ile umuda ve aydınlığa doğru yeniden yol alınacaktır.

Bunun için tüm yurtsever güçlerin bir araya gelip örgütlenmesi, güçlerini birleştirmesi gerekmektedir. Çözümün Kemalizm’in muhteşem “6 Ok”unda olduğunu bilerek il il, ilçe ilçe, köy köy, mahalle mahalle dolaşarak bütün bu olumsuzlukların, ülkemizin üstündeki kara bulutların topluma anlatılması gerekmektedir.
Atatürk’ün gençlere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşatılması için,
hepimizi büyük görev ve sorumluluklar beklemektedir.

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” kararlı ve bilinçli olarak yeniden savaşmanın zamanı gelmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık yolunda sürekli ileriye doğru gideceğimiz ışıltılı günlerin özlemiyle, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olan,
19 Mayıs’ın 94. yılı kutlu olsun!

Hepinizi saygıyla selamlıyor ve teşekkür ediyorum.

(İlk Kurşun Gazetesi, 20 Mayıs 2013)