Etiket arşivi: “Kömür Karası ve Ardındaki Rezalet”

Emin Çölaşan : Geçmişten bir maden anısı


Dostlar
,

Emin Çölaşan’ın bu gün SÖZCÜ‘de yayımlanan uzunca yazısı,
Amasra’da bir yeraltı maden ocağını ziyaretinin anısını aktarıyor.
Çok yerinde olmuş..

Biz de bir profesyonel olarak –yeraltı maden işletmesi işyeri hekimliği yapmış olmamız nedeniyle pek çok böylesi yeraltı maden ocağına kezlerce indiğimizden-
bu yazıyı derin bir özdeşim (empati) ile okuduk..

Yer yer ayraç içinde açıklamalarımız oldu..
Yazının sonuna da bir ekimiz : Amiiiiiin!

Bu yazı okunmalı..

Teşekkürler Emin Çölaşan..

Sevgi ve saygıyla
18.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================

Geçmişten Bir Maden Anısı

portresi_SOZCU_ile

 

 

 

 

Emin Çölaşan
http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/emin-colasan/gecmisten-bir-maden-anisi-511616/,
18.5. 14, SÖZCÜ

Sevgili okuyucularım,

Soma faciası olduktan sonra bu sorumsuz hükümetin aldığı ilk karar,
19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı kutlamalarının
iptal edilmesi oldu.

Göstermelik ulusal yas (!) ilan edilmişti ama ülkenin dört bir yanındaki eğlence yerleri açıktı, maçlar oynanıyordu! Facia, bu sorumsuzlar için bir bahane oldu ve
hiç utanmadan 19 Mayıs kutlamalarını anında yasakladılar.

Tamamına yazıklar olsun, utansınlar. Eğer utanma duyguları kaldıysa.

* * * *


21 Mayıs 2010 günü burada çıkan yazımın başlığı “Kömür Karası ve Ardındaki Rezalet” idi. İki gün önce Zonguldak’taki kömür ocaklarında meydana gelen patlamada 30 madencimizi yitirmiştik (AS: Karadon faciası; 30 madenci iş cinayetine kurban!) ve bir maden anımı yazıp gördüklerimi anlatmıştım. O günden bu yana hiçbir şey değişmemiş. Şimdi size o yazımı bir kez daha iletiyorum. Madencinin yaşamı,
kömür madenlerinin durumu ve olacaklar işte o yazıda idi:


* * * *

“Bundan birkaç yıl önceydi. Karadeniz’in şirin ilçesi Amasra’ya birkaç günlük bir tatile gitmiştim. Amasra, Zonguldak kadar olmasa bile kömür madenlerinin çok yoğun olduğu bir yer.

Zaten ilçenin hemen yanı başında maden ocaklarını görüyorsunuz.
Gittiğimin ikinci günüydü. Devlete ait madenlerin İşletme Müdürü Nedim Özturan’ı arayıp madene inmek için iznini istedim. Aldığım yanıt beni çok sevindirdi:
“Emin Bey ben de birazdan ineceğim. Hemen gelin, beraber gidelim.”
Gazeteci merakı!.. Hemen gittim. Burası devletin Türkiye Taşkömürü Kurumu’na
(AS: TTK) ait, 1.200 kişinin çalıştığı büyük ve önemli bir maden yatağı.

Önce beni giydirdiler. “Ben aşağıya kendi giysilerimle insem olmaz mı?” diye ağzımdan çıkan aptalca sorunun üzerinde hiç durmadılar. Giysiler ilginçti.

İç çamaşırları dahil hepsi onların verdiği özel şeyler. Üzerinize bir de pantolon ve ceket giyiyorsunuz. Sonra ayaklarınıza çizme. Çizmelerin uç tarafı çok sert. Çelik kaplıymış. Nedenini sorduğumda “Aşağıda ayağımıza bir şey düşebilir, onun için çelik uçlu
(AS: “burunlu” deniyor..) çizmeler giyeriz.” dediler.


Belime iki ayrı ve kalın kemerle birlikte kimi aygıtlar bağladılar. Elimde kemere bağlı bataryadan güç alan bir lamba (AS : Bu led lamba barete iliştirilmiştir, elde tutmaya gerek yoktur ki.. Çook eskilerde elde karpit lambalarıyla madene inerdik..),
başımda baret, ayaklarımda çelik uçlu (AS: “burunlu”)  çizmeler ve üzerimde
özel giysiler… Nedim Bey ve maden mühendisleriyle birlikte, adına kuyu dedikleri yere gittik ve asansörü beklemeye başladık. Birazdan gelen asansöre bindik.

Asansör deyince sakın ola ki, büyük binalardaki güzelim asansörler zannetmeyin.
Bu acayip bir şey. Dört yanınız derin bir kuyu. Gürültülü bir biçimde aşağıya doğru inmeye başladık. İçime ilk ürperti bu asansör denilen acayip aygıtta geldi.
Elektrik kesilse, yerin dünya kabuğuna yakın bir yerinde öylece kalacağız!

Bu gürültülü ve sarsıntılı acayip iniş 2 dakika sürermiş. Sonunda ayağımız yere bastı. Şu anda kuyu başından 290, deniz düzeyinden 250 m aşağıda olduğumuzu söylediler.

Bir de ayrıca üzerimizin deniz olduğunu öğrenmiş oldum. Aman Allah!

İndiğimiz yer geniş bir galeri idi ve floresan lambaları yanıyordu. Vıcık vıcık çamurun içinde yürümeye başladık. Galeri giderek daralıyor, ışıklar azalıyordu. Bir süre sonra ortalık zifiri karanlık oldu ve elimizdeki lambaların ışığında yol almaya başladık.
Yanı başınızda sanki nehir akıyormuş gibi sürekli ve yüksek bir su sesi var.

Bu tuhaf dünyada ürpertim, daha doğrusu korkum giderek artmaya başladı.
Islak, sıcak ve nemli bir hava.

Yürürken sanırım oksijen azaldığı için şakır şakır terlemeye başladım.

Yol boyunca tepede galerilere hava üfleyen kalın borular var. Ayrıca tavanda büyük
su torbaları asılı. Patlama olursa bu torbalar otomatik olarak boşalır ve yangının ilerlemesini önlermiş.

Ekibin elinde kimi aygıtlar var. O karanlıkta sürekli bir şeyler ölçüyorlar. Aygıtlar sesli çalışıyor. Bazen gürültü arttığında “Ulan acaba grizu mu yükseldi, şimdi patlar mı” diye düşünüyorum ama korkmuş duruma düşmemek için sormuyorum. Yürüdükçe yürüyoruz ve sonunda ucu kapalı, daracık bir yere geliyoruz. İşte burada kazma kürekle kömür çıkarılıyor. Madenciler buraya “Ayak” diyor. Nedim Bey soruyor:

“Emin Bey, tam ayağa inmek ister misiniz? Yalnız size biraz sıkıntı yaratabilir.”
Neden olmasın, aslan gibi korkusuz gazeteciyim ya (!) “İnelim” diyorum.
Dik, tahta bir inşaat merdiveninden 5-6 metre derinliğinde bir çukura indik ve aşağıdaki çamura adım atmış olduk. Her yerden sular sızıyor. İnerken ayağım fena halde burkuldu. Kendi kendime “Eyvah” dedim, “Burada başıma bir iş gelse,
yukarıya çıkarılmam en az 2 saati bulur!”


Bu bölüm korkunç. Üç-beş işçinin kazma kürekle çalıştığı bu yer gerçek bir mezar.

Daracık, karanlık bir yer. Tavan çökmesin diye üzeri kütüklerle (AS: Domuz damı tahkimat diyoruz..) desteklenmiş. Yüksekliği bir metre yok. Ayakta duramıyorsunuz.
O gariban işçilerin yemek paketini hiç unutmuyorum. Naylonla paketlenmiş ekmek, zeytin, kuru soğan ve domates.

Bu kez başka bir geçişten ters yönde yukarı çıkacağımızı söylüyorlar. Şimdi tam bir mezar koridoruna giriyoruz. 45 derece eğimli bir ıslak çamur deryasından yukarıya doğru önce ekip, sonra ben sürünmeye başlıyoruz. İşte o yukarıya doğru sürünme aşamasında iyice panikliyorum. Kafamı birkaç kez iki karış üzerimdeki tavana vuruyorum, baret kurtarıyor.

Sigara içen adamım. Sürünerek tırmanırken nefesim tıkanıyor, bayılacak gibi oluyorum. Sürünmenin ne denli süreceğini bilemiyorum. Başıma bir iş gelse, oradan kurtarılıp yukarıya çıkarılmam olanaklı değil. Önümde sürünene nefesimin son gücüyle bağırıyorum:

“Daha çok var mı?”
Önümdeki yanıt veriyor:
“Bir sigara içimi kadar var!”

Sonunda genişçe bir koridora ulaştık. Burada hava borusu var. O sırılsıklam tere aldırış etmeden hava üfleyen ızgaraların önünde yere oturdum, birkaç dakika derin nefes alıp biraz kendime geldim, “Bana bunu yapmayacaktınız” dedim. Nedim Bey güldü,

“Bir ara paniklediniz ama haklısınız. Biz sizi en uç ve en zor noktaya getirdik.
Şimdi en güçlü efor testinden sınıfı geçmiş oldunuz.” dedi. Oralarda oksijen zaten az olurmuş. Buna kömür tozunu ve o mezar gibi yerlerde insanı bunaltan karanlığı da eklediğinizde, paniklememek mümkün mü!

Yine uzun bir yürüyüş, yeniden o acayip asansöre biniş!.. Ve dışarıda güneşi gördüğümde Allah’a şükürler edip bir sürahi su ve birkaç bardak çay içtim.
Sonra duşa gittim. Bütün giysilerim ve suratım kapkara olmuştu.
Kendimi tanıyamadım.

Kömür karası idi!

* * * *

Bunları niye anlattım? Dün (AS: 17 Mayıs 2010, saat 13:28)) Zonguldak’ta
(AS. Karadon), kömür madeninde 30 madencimizi birden yitirdiğimizi öğrendik.

Amasra gezisi bana o madencilerin hangi koşullar altında çalıştığını göstermişti.
Onların nasıl helal para kazandığını görmüştüm.
Bir mezarda günde 8 saat, iki büklüm, kelle koltukta kazma sallayıp kömür çıkaracak
ve üstelik o kömürü dışarı alacaksın!

Grizu tehlikesi, havasızlık, yangın riski, ciğerlerde biriken kömür tozu da cabası.

O insanlar ayda 900 liraya çalışıyormuş. Onlara o kadarcık parayı layık gören siyasetçi ve yöneticileri, özel sektör patronlarını acaba birkaç saat bile olsa o madenlere indirsek, orada çalışsalar, acaba ne düşünürler!

Madenciler ve aileleri isyanda. Nitekim Tayyip Zonguldak’ta yine protesto edildi,
polisler havaya ateş açmak zorunda kaldılar.


O çaresiz, fukara maden işçilerinin sırtından siyaset-para-kazanç-kâr zarar-oy hesapları yapan, üstelik kömür madenlerini şimdi özel sektöre peş keş çeken siyasetçi takımında acaba hiç utanma, hiç Allah korkusu var mıdır?

Kömürü özellikle seçim öncesinde ahaliye beleş dağıtıp oy sömürüsü yapıyorlar.
Ancak daha da acısı, devlet kendi kömür kurumlarına, güya satın aldığı kömürün parasını ödemiyor. O kurumlar beş kuruşsuz çalışıyor, yatırım yapamıyor.

Hükümetin bu kurumlara, yani kendi kurumlarına yüzlerce trilyon borcu var ve yıllardır ödenmiyor. Tasarruf olsun diye yatırım yapılmıyor, sürekli işçi çıkarılıyor, kimi madenler de özel sektördeki yandaşlarına peş keş çekiliyor.

Kazma sallayan garibanlar ise KÖLE!

İşte o borçlar ve öteki saydıklarım, son faciada ve daha önceki nicelerinde olduğu gibi, topluma MADENCİ CESETLERİ olarak geri dönüyor.


Parası ödenmeden dağıtılan beleş kömürler!.. Beyefendilerin oy avcılığı!..
Kömür karası işte bu!..

Ve Zonguldak’ta kömür karasına bulanmış fakir fukara cesetleri!

Şimdi bu Tayyip’ler mayyipler ya da adamları madamları onların cenaze törenine katılıp nutuk atacak, “üzüntülerini” bildirecekler. Vay canım vay!”

* * * *
Dört yıl önceki yazım böyleydi. Aynı filmin devamını Soma faciasında izledik.
Şimdi dört bir yandan kıvırtıyorlar, insanları yumruk ve tekmeyle dövüp hakaretler ediyorlar, fırsat bu fırsattır deyip 19 Mayıs kutlamalarını iptal ediyorlar.


Allah belalarını versin, başka ne diyeyim.
(AS: Amiiiiiin!)