Aylık arşivler: Ağustos 2014

KOCATEPE ZAFER YÜRÜYÜŞÜ

Dostlar,

Sayın Ahmet AVCI, Kocatepe yürüyüşü izlenimlerini paylaşıyor..
Çooook heyecan verici bir değerlendirme..
Okunması dileğiyle.
Büyük Taarruz’u yaratan her-ke-se,
başta Başkumandan Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz.

Büyük Zafer’in 92. yılı kutlu ve mutlu olsun!..

Sevgi ve saygı ile.
27.8.2014, Ankara


Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

KOCATEPE ZAFER YÜRÜYÜŞÜ-14
GÖZLEMLERİM ve DUYGULARIM 

Ahmet AVCI
27 AĞUSTOS 2014

Türküye Cumhuriyeti Devletinin özgür bir bireyi olarak, bir grup arkadaşımla birlikte,
26 AĞUSTOS KOCATEPE “ZAFER YÜRÜYÜŞÜ”NE KATILMAK ve Türk BÜYÜK Taarruzu’nun 92. Yılını kutlamak üzere; BUCA ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİNİN ÜYELERİYLE BİRLİKTE Afyon’un ŞUHUT ilçesine gitmek üzere yola çıktık… 

Amacımız; Zafer yürüyüşüne katılarak, 92 yıl önce Başkomutan, Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanlarının çıktığı BÜYÜK TAARRUZ’UN BAŞLANGIÇ KARARGÂHI Kocatepe’ye, aynı yolu yürüyerek çıkmak ve o havayı teneffüs etmekti… Ben, ruhumda büyüttüğüm ve yücelttiğim Tarihi ve Kutsal bir görevi yerine getirmek istiyordum. Çünkü benim için; KOCATEPE DE, SARIKAMIŞ gibi, SAKARYA gibi ÇANAKKALE gibi Milletimin Kutsal Mekânlarından birisi idi. 

Türk Yurdunun uğradığı; haksız, ahlaksız, anlamsız ve acımasız bir İşgal eylemine karşı Türk Milletinin birleşerek, Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde başlattığı Kurtuluş Savaşı’nda, Emperyalistlere karşı vurduğu en güçlü yumruğun atıldığı yerde olacaktım.
Ve Üstelik Bu kez Torunum ATA ile birlikte olacaktım…

Önceki KOCATEPE öykülerini benden dinleyen ATA, hevesle bu yürüyüşe katılmak istiyordu… Biliyordum ki; Büyük Taarruzla kazanılan ZAFER, Türk’ün Emperyalizme karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesinin, yılmaz ve sarsılmaz iradesinin, işgale ve paylaşılma, parçalanma girişimine baş kaldırısının, en çetin direnişi en güçlü yumruğudur. 

Bu Zafer, Türk Milletinin yüceliğinin, haksızlığa ve dayatmalara boyun eğmeyen kişiliğinin ve Yurtseverliğinin bir göstergesidir… Türk Kurtuluş Savaşında; Paşalar, Subaylar, Erler hatta Kadınlarımız ve Milisler, özetle tüm Halkımız, Bağımsızlık için seve seve canlarını vermişlerdir. Ve Zaferi kazanmışlardır. Türklüğü kurtarmışlardır, Türk Devletinin de KURULUŞ yolunu açmışlardır. Ve yine biliyordum ki: Gerçek Zafer, Mustafa Kemal Paşa’nın ortaya koyduğu HEDEFTİR. Bu hedef; Çağdaş Uygarlık düzeyini yakalamak hatta üstüne çıkmaktır. Bizim görevimiz ise; bize bırakılan Onurlu -Hedefe- Mirasa sahip çıkmaktır. 

Biliyoruz ki; 26 Ağustos 1922’de KOCATEPE’DE başlatılan BÜYÜK TAARRUZ SONUNDA KAZANILAN 30 AĞUSTOS ZAFERİ; TÜRK’ÜN TÜRKLÜĞÜN VE TÜRKİYE’NİN DÜNYAYA MÜHRÜNÜ VURMASIDIR.

Yazar Falih Rıfkı Atay’ın dediği gibi; ”Neyimiz varsa, Bağımsız bir devlet kurmuşsak,
şerefli insanlar olarak dolaşıyorsak, Yurdumuzu; Batının, Vicdanımızı ve kafamızı Doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, hatta nefes alıyorsak, hepsini her şeyi; 30 Ağustos Zaferine borçluyuz.”   

Tüm olumsuzluklara karşın, coşkusunu yitirmemeye çalıştığımız bir bayram yaşıyoruz… Bu coşku; 30 AĞUSTOS ZAFERİ GALİBİYETİNİN SEVİNCİNDEN DAHA ÇOK; BU ZAFERİN DÜNYA BARIŞINA SAĞLADIĞI KATKIDAN ÖTÜRÜDÜR… 

Günümüzde bile; DÜNYA BANKASI, ULUSLARARASI PARA FONU VE AVRUPA BİRLİĞİ’NİN TUTUM VE DAVRANIŞLARI; Osmanlı’yı, Türk ve Türklüğü bitiren SEVR BARIŞ ANTLAŞMASININ hükümleriyle örtüşmektedir… Yani Türkiye ufaltılarak; SİYASİ, EKONOMİK VE ASKERİ bakımdan bağımlı hale getirilmek istenmektedir… 

Mustafa Kemal PAŞA’NIN başlattığı, Milli Mücadelenin genel amacı; “Milletçe harekete geçerek, Ülkeyi işgalden kurtarmak ve Bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmaktır.”   

Milli Mücadelenin ideolojisi; Milli Birlik ve Beraberliği sağlayarak, Milli Bağımsızlık ve
Milli Egemenliği elde etmektir… Milli Bağımsızlık işgalcileri, Milli Egemenlik de;
Saltanatı yenmekle mümkündü. Bunları gerçekleştirebilmek için de öncelikle Milli birlik
ve beraberliği sağlamak gerekmekteydi.    

Yolda önce; Büyük TAARRUZ Şehitliğini ziyaret ettik… Akşam ŞUHUT’A ulaştık…
Mustafa Kemal Paşa ve Büyük Taarruz Komuta Heyeti’nin son gecesini geçirdikleri bu belde de beklediğimiz coşkuyu bulamadık… Orman Bakanı, İlçede idi… Şehirdeki tüm düzenleme; Orman Bakanına göre yapılmıştı… 2009 hatta 2013’teki coşkudan eser yoktu… Şuhut’taki etkinlikleri uzaktan izledik… Resmi programa uymadık, her nedense, Şuhut’taki hava bize boğucu gelmişti. Bir an önce yürüyerek KOCATEPE’YE çıkmak istiyorduk…

Gece 23.00’te Zafer YÜRÜYÜŞÜ başlangıç noktasına ulaştık. Burada da resmi töreni beklemeden yürüyüşe başladık (resmi yürüyüş saat 01 30’da başlayacaktı… 01:30’da yürüyenleri Kocatepe etkinliğine yetişmeleri olanaklı değildi… Aslında Kocatepe resmi programında da görülecek bir şey yoktu ya…) Hava güzeldi, Ay henüz çıkmamıştı ancak yıldızların altında KOCATEPE’YE yürümek bizim için bir ayin gibi idi… Hiç bilmediğimiz bir yolda; 92 yıl önceki sessizlik ve ulvi duygularla yürüdük… Torunumla bu ulvi yola çıkmak benim için ayrıca bir keyif ve onur kaynağı idi… Övünçle söylemeliyim ki, bu zorlu yürüyüşte, hiç zorlanmadan ve bize de güç vererek öncülük etti.

Yol iyi düzenlenmişti… Aydınlatılmıştı… Mola noktaları iyi seçilmişti… İkramlar da iyi idi…

4 saatlik bir yürüyüş sonunda, Kocatepe eteğindeki son mola yerinde MEHMETÇİKLERİN İKRAM ETTİĞİ, “BÜYÜK TAARRUZ öncesi Mehmetçiklerimizin de yediği”, MERCİMEK ÇORBASI VE ÜZÜM HOŞAFI TÜM YORGUNLUĞUMUZU ALDI…

Burada daha fazla duramazdık, yeniden yola koyulduk, 1500 metrelik yolumuz kalmıştı…
Ben tüm benliğimle: Büyük Taarruz’un başlangıç anını yaşamak istiyordum.
Tam zamanında Kocatepe’ye ulaşmıştık… Protokol da nerede ise bizimle birlikte geldi… Bakan ve Vali’yi göremedim… Askeri Zevattan da kimler vardı öğrenemedim…

KOCATEPE’NİN ANLAMINA YARAŞIR BİR TÖREN DEĞİLDİ BU… Üzüldüm…
Daha önce katıldığım ve çok da duygulandığım 2009 törenleri daha görkemli ve daha coşkuluydu… Halk da bu ölçüde parçalanmamıştı… Bezgin değildi… Ve 2009 ve 2013 törenine katılanlar daha kalabalıktı… İçim burkuldu… Çanakkale TÖRENLERİNE katılan ANZAKLILARI bir anda anımsadım…

Binlerce kilometre öteden gelen bu kişileri hangi duygular kamçılıyordu… Biz neden bu ölçüde duyarsızlaştık, bezginleştik… Kocatepetepe’nin tün olumsuz koşullarını göze alarak gelenler de bezgindi… Hava soğuktu, katılanlar gece koşullarında 13 km yürümenin yorgunluğunu taşıyordu… Ama neden sessiz idi… Coşkudan burada da eser yoktu…

Kocatepe Üniversitesinin hazırladığı göstermelik tören de hiçbir şey ifade etmiyordu… (Kocatepe törenlerinin bu biçimde yapılması Türk Milletine de Türk Silahlı Kuvvetlerine de bu Savaşta canını kanını verenlere de Atatürk’e de hakarettir… Mutlaka bu tören Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılmalıdır… İzlediğimiz tören Türk Kurtuluş Savaşını taçlandıran, TÜRK BÜYÜK TAARRUZUNU ANIMSATAN ONURLANDIRAN bir tören değil, unutturan bir törene dönüştürülmüştür…)

Bilmeme ve istememe rağmen Büyük taarruzun başlangıç anını yaşayamadım…
Ben de torunumla yan yana oturdum… Torunumun yorgunluktan dizime koyduğu başını okşayarak, 26 Ağustos 1922 şafağını düşündüm. Mustafa Kemal Paşa’yı ve CEPHE’Yİ algılamaya çalıştım… İnanıyorum ki; MUSTAFA KEMAL PAŞA O ANLARDA, ZAFERE İNANDIĞI KADAR, MİLLETİNİN BİRLİK VE BERABERLİĞİNE DE İNANIYORDU… MİLLETİ İÇİN AYDINLIK GÜNLERİ YAKALAYACAĞINI BİLİYORDU…
VE AYDINLIK GÜNLERİN İLELEBET YAŞATILACAĞINA EMİNDİ…

Hüzünlendim…
Nazım Hikmet’in KURTULUŞ DESTANINDA DİLE GETİRDİĞİ; KOCATEPE’YE İLİŞKİN DİZELER KULAKLARIMDA bu kez ÇINLAMADI…
Her nedense Halim YAĞCIOĞLU’NUN ATATÜRK’TEN SON MEKTUP ŞİİRİNDEKİ DİZELERİ BEYNİMDE DOLANIP DURDU: 

“Siz beni hala anlayamadınız.
Ve anlayamayacaksınız çağlarca da…
Hep tutturmuş ‘Yıl 1919 Mayıs’ın 19’u diyorsunuz.
Ve eskimiş sözlerle beni övüyor; övüyorsunuz.
Mustafa Kemal’i anlamak, bu değil,
Mustafa Kemal ülküsü, sadece söz değil.
Bırakın o altın yaprağı artık,
Bırakın rahat etsin anılarda şehitler.
Siz bana; neler yaptınız ondan haber verin.
Hakkından gelebildiniz mi yokluğun, sefaletin?
Mustafa Kemal’i anlamak, yerinde saymak değil.
Mustafa Kemal’in ülküsü, sadece söz değil.”

Mustafa Kemal ATATÜRK’ÜN bu ülkeye ve bu millete kazandırdıklarını düşündüm…
Şimdi ne durumda olduğumuzu anımsadım…
Ve kazandırdıklarımızı yitirmemizin acısını YÜREĞİMDE duydum…
VE KENDİ KENDİME BİR ŞEYLER MIRILDANDIĞIMI HİSSETTİM: 

“Vatan tehlikededir…
Ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez…
Ya istiklal, ya ölüm…
Hiçbir güç, Türkiye’nin Birlik ve Bütünlüğü ile oynayamaz…
Türk Ordusu var ve güçlü oldukça Türk Milleti sonsuza dek yaşayacaktır.
Güçlü Ordusunu arkasına alan “Devlet Adamları”, “Diğer Devletler” tarafından;
“Deliğe Süpürülme” korkusundan da, “KULLANILMA” zilletinden de kurtulmuş olurlar…

Zihnim durmuyor, bu kez de Süleyman ALPAYDIN’IN
“YIKIN HEYKELLERİMİ” DİZELERİ KAFAMA GELDİ OTURDU… 

“Özlediyseniz fesi peçeyi,
Aydınlığa yeğliyorsanız kara geceyi,
Hala medet umuyorsanız;
Şıhtan, şeyhten dervişten
Şifa buluyorsanız,
Muskadan üfürükçüden
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın diktiğiniz heykellerimi. 

Eşit olmasın diyorsanız kadınla erkek,
Kara çarşafa girsin diyorsanız,
Yobazın gazabından ürkerek,
Diyorsanız ki okumasın;
Kadınımız kızımız,
Budur bizim alın yazımız…
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın diktiğiniz heykellerimi. 

Fazla geldiyse size,
Hürriyet cumhuriyet,
Özlemini çekiyorsanız,
Saltanatın sultanın,
Hala önemini anlayamadıysanız Millet olmanın,
Kul olun, Ümmet kalın,
Fetvasını bekleyin Şeyhülislamın.
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın diktiğiniz heykellerimi, 

RAHAT BIRAKIN BENİ…”

 *****

Evet, güneş artık doğuyor ben de Kocatepe’deki Atatürk Anıtı’nın yanına gidiyorum ve Aziz Atatürk’ün baktığı YÖN’E bakıyorum.

“Türk Ulusu buralara nereden gelmişse; bizler de Türklük dünyasının dört bir yanından; Alaşehir, Balıkesir, Edirne; Erzurum ve Sivas kongrelerinden ve Amasya Genelgesinin ruhundan geldik…
Bizler de karanlıklar, ihanetler ve satılmışlıklar içinden; karanlığı yırtarak,
KOCATEPE’YE GELDİK. Evet; bizler, TEK ULUS; TEK BAYRAK; TEK DİL;
Çağdaşlık ve ULUSAL EGEMENLİK andımızı dünyaya ve AYMAZLARA anlatmak için buraya; TÜRK ULUSUNUN ONUR TEPESİNE geldik Atam…
Ama ne yazık ki EMANETİNE SAHİP VE layık olamadık ATAM…” dedim, içimden.
Ve
Bize bu ülkeyi, bu Milleti ve bu Devleti kazandıran BAŞTA MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE ARKADAŞLARINI, MEHMETÇİKLERİ, EMEĞİ GEÇEN HERKESİ MİNNET VE ŞÜKRANLA YAD ETTİM.

***************

 

CHP NEREYE GİDİYOR ??

Dostlar,

Sn. Altan ARISOY birikimli bir aydındır.
Atatürkçü bir yurtseverdir.
CHP’nin içine sürükendiği “hazin tablo” (batak!?) kaygı vericidir.

Uyarılarına mutlaka kulak kabartmak gerek.

Sevgi ve saygı ile.
27.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================================

CHP NEREYE GİDİYOR ??


Altan Arısoy

İLK KURŞUN, 26.8.14

KURULUŞ

4-11 1919’da yapılan Sivas Kongresi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk örgütleri birleştirilmiş ve Kurtuluş Savaşı’nın ulusal dayanağı somutlaşmıştı.

TBMM, “Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin başarısıdır. Kurtuluş Savaşı’nın utkuyla sonuçlanması ve Cumhuriyet’in kurulması da TBMM’de çoğunluğu oluşturan“müdafa-i hukuk”grubunun eseridir.

9 Eylül 1923’te “Halk Fırkası” kurulunca“Müdafai Hukuk”grubu topluca bu partiye katıldı. Böylece resmen bir siyasi partiye dönüşmüş oldu.
1924 yılında CHP adını aldı.

Tarihimizdeki önemi nedeniyle, Sivas Kongresi CHP’nin ilk kurultayı olarak kabul edilmiştir.
Parti bugüne kadar 34 olağan ve 17 olağanüstü kurultay yaptı.
18. olağanüstü kurultay 5-6 Eylül 2014 tarihlerinde gerçekleştirilecek.

KEMALİST DEVRİM YOLUNDAN SAPMA:

Sivas Kongresi’ni başlangıç olarak alırsak, aradan geçen 95 yılda kurultayların çokluğu dikkat çekicidir.

Bunun nedeni; Türkiye Cumhuriyeti çağdaşlaşmaya, dünyadaki gelişmelere ayak uydurmaya ve kalkınmaya çalışırken; tasfiye ettiği güçlerle mücadele etmesinde önüne çıkan engellerdir. Osmanlıcılık, İslamcılık, feodalite, çağın dev gelişmeleri ve dünyadaki büyük siyasal dönüşümler, yoktan var edilen ulus devletimizi kuşatmış; yeni toplumsal güçler sahneye çıkmış; emperyalist işbirlikçiliği ve Batı öykünmeciliği CHP nin sürekli olarak kendini sorgulamasına ve kaybettiği kitleleri yeniden kazanmak için çözüm aramasına yol açmıştır.

Diyebiliriz ki; CHP en ideolojisine ve yol haritasına bağlı kalamamıştır. Karşılaşılan yeni durumlara uyum sağlamak için, zaman zaman temel değerlerinden ödün verme aymazlığına düşmüştür. Böyle durumlarda kitlelere çözüm olmak yerine, kendi içinde sorunlarla uğraşmak zorunda kalmış ve iktidar hedeflerinden daha da uzaklaşmıştır.

CHP 1994 PROGRAMI

Yukarıdaki genel değerlendirmeyi somutlaştırmak için son 20 yılda yaşananlara bir göz atalım:

CHP; “tek kutuplu dünya, küreselleşme, ulus devletlerin sonu” çığlıklarının atıldığı 1990’lı yıllarda program değişikliği yaparak ‘değişim’e ayak uyduracağını sandı.

1994 yılında “YENİ HEDEFLER YENİ TÜRKİYE” sloganıyla yeni bir program kabul etti.
Bütünüyle “yeni dünya düzeni” propogandalarının etkisi altında hazırlanmıştı. Kapakta altı ok simgesi vardı. Programın bütününde ise Atatürk’ten ve Kemalizm’den eser yoktu(!) Sosyal Demokrasi her şeyin ilacıydı. Karmakarışık tutarsız vaatlerin bol keseden verildiği bir programdı. Avrupa’daki – kendileri de bunalımda olan- sosyal demokrat partilere özenilmiş ve onlara öykünmeye çalışılmıştı. Dünya ve Türkiye gerçeklerinden uzak, kendi tarihsel kökenini küçümseyen, ekonomik kaynakların dikkate alınmadığı, emperyalizmle bütünleşmiş bir anlayışın ürünüydü.

CHP bu programla 1995 ve 1999’da seçimlerine girdi. Tony Blair, Anadolu Solu, Şeyh Edebali” derken seçim barajını geçemedi.
Suçu da “bizi anlamadılar” deyip seçmene yıktı…
2002’de AKP iktidar oldu. Yol açtığı sorunlar CHP nin de kendisi sorgulamasına yol açtı.
Demokrasinin, cumhuriyetçiliğin, laikliğin, halkçılığın ulusalcılığın (Atatürk ulusçuluğu), devrimciliğin ve devletçiliğin önemini bu yıllar içinde yeniden keşfetti.
Ve itiraf edelim ki; yeniden kökenlerine dönmek istedi. AKP’ye karşı salonlarda, kürsülerde mücadele edilemeyeceğini anladı. Kitle hareketlerini destekler bir tavır aldı.
Ve aradan geçen 14 yıldan sonra partinin tüzüğü ve programı yeniden yazıldı.

CHP 2008 PROGRAMI

2008 kurultayında “ÇAĞDAŞ TÜRKİYE İÇİN DEĞİŞİM” sloganı adı altında yeni program kabul edildi.
CHP bu kurultayda çağdaş değerleri ortaya koyarken, tarihsel kökenini hatırlıyor ve değer veriyordu.
Bu program, -bazı eksiklerine karşın- cumhuriyet değerlerimizle çağdaş değerlerin bir sentezi gibidir.
‘Kürt sorunu’ konusunda özel bir bölüm yoktur. Yerel yönetimler ve terör konularında ortaya konan yol haritası; bütün yurttaşların, ulusal bütünlük içinde her haktan eşit yararlanması temeline dayanır.
Aynı yıl yapılan TÜZÜK kurultayında da CUMHURİYET değerleri belirgindir.
Öte yandan, tüzüğe yerleştirilen birkaç yeni kuralla parti içi demokrasiden iyice uzaklaşıldığı görülmektedir. Siyasal partiler ve seçim yasasındaki demokratik olmayan kurallardan yakınırken, “TEK ADAM” anlayışı iyice pekiştirilmiştir.
Parti; demokratik kuralların işlediği, katılımcı, şeffaf, ehliyetin, emeğin, başarının ödüllendirildiği; Türkiye’ye umut veren bir örgüt olamadı. Kitlelerde bir çekim gücü oluşturamadı.
Baykal’ın örgüt ve liderlik anlayışı bunlara uygun değildi.
Oysa bu dönemde uygun koşullar ortaya çıkmıştı. “Cumhuriyet mitingleri” ile iktidar sallanıyordu.

İKİ PARAGRAF 

CHP’nin 2008 programı bugün de yürürlüktedir.
Genel başkan dahil, bütün CHP liler bu programa bağlı olmak zorundadır. AKP iktidarı Türkiye cumhuriyetini adım adım dönüştürüp bir ortaçağ ülkesi hailin getiriyor.
CHP’nin görevi başta cumhuriyet ilkeleri olmak üzere, programına sıkıca sarılmak ve savunmak zorundadır.
Türkiye için en yakıcı tehlike, laikliğin ortadan kaldırılması ve Kürt sorunudur.

Programda laiklik ve din konusunda şu esas vurgulanmaktadır:
“CHP din unsurunun baskı aracı olmasının da, din duygusunun ve dinsel inançların baskı altına alınmasının da, ibadet yerlerine siyasetin girmesinin de kesinlikle engellenmesini öngörür.

CHP dinsel ögelerin siyasal simge olarak kullanılmasını demokrasi anlayışı ile
bağdaşmayan ve anayasamızın değiştirilemez hükümleriyle çelişen bir davranış olarak görür. CHP laikliğe yönelik her türlü tehdide karşı durur.”

Yerel yönetimler konusu uzunca. Ama şu satırlar bağlayıcı:
“Yerel yönetim reformuyla getirilecek yönetim anlayışı laik cumhuriyetin, ülke bütünlüğünün, çoğulcu demokrasinin, örgütlü toplumun, fırsat eşitliğinin ve bireyin gelişmesinin, insan haklarının güvence altına alınmasını sağlayacaktır… ”CHP yerel yönetimleri yerel iktidar odakları değil, yerel demokrasi odakları olarak görür.” “…terörle mücadele Türkiye’nin öncelikli hedefidir”

CHP TÜZÜK VE PROGRAMINA AYKIRILIKLAR

CHP; geleneksel çizgisinden, ilkelerinden sapmalar yaşayan, bazen dış ülkelerdeki partilere öykünen, bazen sağa, bazen sola açılan, kendine güvenmeyen bir parti izlenimi vermektedir.

Oysa CHP nin yolu açık ve net olarak bellidir. Sol döneklerden, sağcı tacirlerden,
FG örgütünden, AB ülkelerinden ve ABD’den akıl alması, bu etkilerle şu ya da bu yana sallanması, toplumun CHP’ye güven duymasını engellemektedir.
CHP, sadece kendisi olmalı ve siyasetini Türkiye’nin emekçi kesimlerine dayandırarak etkin eylemlerle sürdürmelidir.
2008 parti programı iyi bir yol haritasıdır.

YENİDEN YAPILANMA

Cumhurbaşkanlığı seçimindeki yenilgiden sonra – parti içi muhalefetin bastırması üzerine- yapılmasına karar verilen olağanüstü kurultayda CHP yeniden yapılanacakmış!..
Genel başkan ve yönetim organları seçilecek, birkaç tüzük maddesi değiştirilecekmiş!.. Disiplin getirilecek ve herkes dilediği gibi konuşamayacakmış.
İyi de; CHP’de tutarlılık, kararlılık, düşünce, ideoloji ve eylem birliği nasıl sağlanacaktır?
Bu kadar değişik tipte, değişik düşüncede ve kimi de Atatürk cumhuriyetine karşı görüş sahibi olanlarla nereye varılabilir?
Hem de bütün dünyada bir onur kavramı olarak tanınan “ulusalcılık” bu kadar kötülenerek?…
Sanki bir suçmuş gibi “ulusalcı” denilen partililer tasfiye edilerek?…
Bu kişilerin, Atatürk’ü, cumhuriyet ilkelerini, bağımsızlığı, laikliği savunmalarından kimler rahatsız oluyor?
Gericiler, AKP iktidarı, emperyalizm ve işbirlikçileri ulusalcılara düşman olduğuna göre, yoksa parti egemenleri o güçlere mi hizmet ediyor?…

AĞZI OLAN CHP İLKELERİNİ ÇİĞNİYOR

CHP genel başkanın, genel başkan yardımcılarının ve kimi milletvekillerinin bazı görüşlerini anımsayalım. Bu söylemlerin CHP düşmanlığından başka bir anlamı var mıdır, birlikte düşünelim:
Kılıçdaroğlu;
“Söz veriyorum türbanı da biz özgür kılacağız.” (CHP programı ne diyordu? )
“Cemaatlere saygılıyım, yeter ki siyasallaşmasınlar”(?) 
(siyasal olmayan bir tarikat-cemaat var mıdır?)
“Laiklik tehlikede değil! Yargının içinde cemaat yok” (!..) (ya bir de olsaydı?.. )

Dersim kalkışmasında kullanılan sertlik devlet adına özür dilenmesi konusunda;“dört parti anlaştıktan sonra başımın üstünde yeri var. Dramı yaşayan, kayıplar veren birisiyim. Benden gelip özür dilenirse memnun olurum.”
Hüseyin Aygün; “ben CHP li değilim. Türkler, Egede Rumlara Etnik Temizlik Yaptı ”
Sezgin Tanrıkulu, CİA belgelerinde TR 705 kodlu ajan. Genel başkan yardımcısı. Ergenekon davasında müdahil. Ergenekon ve Balyoz kumpasları ortaya döküldüğü halde, “baştan beri bir darbe olduğunu düşünüyorum.” diyor.
Bülent Kuşoğlu; “Tekkeler zaviyeler açılmalıdır.” 
Rıza Türmen, Atilla Kart “Türk Milleti demesek olmaz mı?”
Sena Kaleli; “ben Atatürk ilkelerinin bekçisi miyim?”
Binnaz Toprak; “CHP, milliyetçi ve ulusalcı olmamalıdır. Ben 4+4+4 dü destekliyorum.”
Paraşütle milletvekili atanan Faik Tunay: “Atatürkçülük ve laiklik dar söyleminden kurtulan bir CHP”… Türkiye’de irtica tehdidi görmüyorum”. “Bunlar bizleri korkutmak için çıkarılmış paranoyalar”…

CHP milletvekillerinden ve yöneticilerinden birçoğu FG’ye ve onun yayın organlarına yaranmak için övgüler düzüyor… CHP FG örgütü ile kol kola giriyor.

Genel başkan yardımcısı Erdoğan Toprak; “Tüm ulusalcıları, milliyetçileri partiden temizleyeceğiz.”(!)
CHP dört yıldır içindeki ulusalcıları temizlemeye çalışıyor.
Ulusalcılık (Atatürk ulusçuluğu, yurtseverlik) o kadar kötü bir şey ki ; (!) genel başkanlığa aday olan Muharrem İNCE “ben ulusalcı değilim” diyor. Ulusalcı diyenlere çok kızıyor(!)
“Evet, ben milliciyim” (ulusalcıyım) diyemiyor !.. (?)

Oysa; uygar dünyada ulusalcı olmayan bir siyasal parti ve iktidar yoktur. Dahası Lenin, Mao, Stalin gibi komünist önderler de ulusalcıdır.
“Ulusalcılık Türkiye’den ve yeryüzünden temizlenmelidir” diye karalayan liboşlar ve iktidar hizmetçileri, ulusalcıları bile bu kavramı kullanmaktan korkar hale getirmişler(!)
CHP Kemalist ilkelere düşman bir parti haline geldi.

“BANA GÜVENİYOR MUSUNUZ” KURULTAYI

5-6 Eylül 2014 olağanüstü kurultayında dananın kuyruğu kopacak…
Olağanüstü kurultay kararı alınmasının nedeni güven tazelemek. “bana güveniyor musunuz” diye oylama yaptırılacak ve güven tazelenerek yola devam edilecek.
Kılıçdaroğlu, her yıl değiştirdiği yönetim kadrosunu, bir kez daha değiştirecek.
Bir de, zaten ters düştüğü Kemalist ilkeleri yeniden yorumlayacak(!) Programa alındı.
80 yıldır siyasal- bilimsel çevrelerde yorumlanmış olan cumhuriyet ilkelerinin içi iyice boşaltılacak. Anlamsız sözcükler haline gelecek.

Şimdi sormak zamanıdır:

Türkiye’nin ana muhalefet partisi bir oyuncak mıdır?

Böyle bir gidişle, Kılıçdaroğlu başkanlığında ve CHP içinde CHP düşmanlarını görevlendirerek iktidar olacağına inanıyor musunuz?
Parti program ve ideolojisine en sadık, en yurtsever insanları tasfiye ederek?…
Kendi partisinin ideolojisine, temel değerlerine karşı gelerek?…
Koltuğun rahatlığına alışıp “tek adam” olmaya heveslenerek iktidar olunabilir mi?…


  • CHP, bile bile, göz göre göre parçalanıyor, baş aşağı düşüyor…
    İntihar ediyor…
  • Üstelik, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen kimilerini kendi içinde besleyerek…Kimi iç-dış güçlere hizmet ederek… Türkiye’yi de sürükleyerek…

Yanılmayı öyle çok istiyorum ki !..

Ataol Behramoğlu : BİR YAZININ ANALİZİ VE AŞIRI FAŞİST TINILAR


BİR YAZININ ANALİZİ VE AŞIRI FAŞİST TINILAR
7AĞU

indir

Ataol Behramoğlu
23 Ağustos 2014,Cumhuriyet

Yazılarımızda söylediklerimizin yanı sıra açıkça söyleyemeyip ya da söylemek istemeyip üstü örtülü ve kimi kez belki farkında olmaksızın söylediğimiz şeyler de vardır. Bunlar söyleyiş biçimimiz, vurgularımız, tonlamalarımız, seçtiğimiz sözcüklerde kendini ele verir. Bu yazıda ben, bir önyargım olmaksızın, yalnızca söz konusu yazının bende uyandırdığı izlenimlerle, “Tırmık” köşesinde yıllar sonra yeniden yazmaya başlayan Aydın Engin’in 17 Ağustos tarihinde yayınlanan “Yılmaz Özdil’i Savunmak” başlıklı yazısını böyle bir açıdan irdelemek istiyorum…

Başlıktan başlayalım… Fiilin mastar olarak kullanıldığı cümleler, bunu izleyecek cümlelere açık kapı bırakır… Okura yazarın ne söyleyeceğini merak ettirir. Nitekim
söz konusu yazının başlığı ilk cümle olarak bir kez daha kullanıldığında bir ünlem işareti ve birkaç noktayla sonuçlanıyor… Böylece yazarın savunmaktan söz edeceği şey konusunda bir iç tartışmadan, soru işaretlerinden geçtiğini duyumsuyorsunuz…


Bir sonraki cümleyle sürdürelim:


“Bu, meslek ahlakımızın da düşünce özgürlüğünün de ertelenemez bir gereğidir…”

Ertelenemez gerek” ne demek? Bu sözcük, içeriğinde tam tersini, ertelenebilir olma olasılığını da barındırır… Böylece de sanki üstünkörü, içtenlikle duyumsanmaksızın,
bir klişe gibi kullanıldığını düşündürüyor… Zaten ardından gelen paragrafın
son satırında, bu gerekliliğin “mesleğimizin olmazsa olmaz ilkelerine sahip çıkmak” olduğu söylenmekle, yazar bir bakıma kendini tashih etmekte, amacı biraz daha kesinlik vurgusu kazanmaktadır…

***

Şimdi, yeri geldikçe söyleyiş biçimine yeniden değinmek üzere, içerik konusuna geçelim… Aydın Engin, Yılmaz Özdil’den hemen her konuda zıt bir konumda bulunduğunu söylüyor… Bu elbette O’nun hakkıdır. Fakat bu “her konu” acaba nelerdir… AKP diktasına karşı çıkan yazarların en ön sırasında yer alan
bir yazara “hemen her konuda zıt konumda” yer alarak acaba nasıl Cumhuriyet yazarı olunuyor?

Arkadan gelen bir paragrafı hem içerik hem biçem bakımından irdelemeye çalışarak yazımızı sürdürelim:

“AKP elebaşılarının medyayı iyiden iyiye dikensiz gül bahçesine çevirmek için
kolları sıvayıp pervasızca harekete geçtiği, Başbakan’ın miting meydanlarında
medya gruplarına tehditler savurduğu, çok bilir ve anlarmış gibi medyanın nasıl olması üstüne inciler yumurtladığı şu günlerde…..”


Allah Allah!.. Bütün bunlar şu günlerde mi oluyor?..

Siyahla belirginleştirdiğim, baştan aşağı klişe, zorlama sözler, şablon deyimler…
Ve paragraf sonundaki şu cümle parçasına bakalım:

“Başbakan’ın … çok bilir ve anlarmış gibi medyanın nasıl olması üstüne
inciler yumurtladığı…”

Yani, “bilse ve anlasa”, karışmaya hakkı olacak….
İnciler yumurtluyormuş….
Aydın Engin kusura bakmasın, O’na yazarlık öğretmek elbette haddim değil…
Ve bu irdelemeleri en iyi anlayacak kişilerin başında da kendisinin geleceğinden
kuşku duymam…… Fakat bunlar zorlama, hafifletici, hafife alıcı laflardır. Diktatör inci yumurtlamaz. Böyle ifadeler, tehdidin, baskının, faşizmin vahametini azaltır, küçük gösterir… Yazar arkadaşımız AKP diktasından söz ederken, anlatımındaki, seçtiği sözcüklerdeki, deyimlerdeki, vurgulardaki hoşgörüyü, “müsamaha”yı, işine son verilen meslektaşından esirgiyor… O’na göre Yılmaz Özdil, “ırkçılık sınırında, aşırı faşizan tınılar taşıyan çok yazı yazmış” biridir… Ağır suçlamadan, Yılmaz Özdil’e kapılarını açan “Sözcü” gazetesi de payına düşeni alıyor… “Yakışır”mış…. Yani, “ırkçılık sınırında, aşırı faşizan yazılar yazan” yazara gel bizde yaz demek, “Sözcü”ye yakışıyormuş… Eleştiri başka, hakaret sınırında yazmak başkadır…

AKP diktasına en ağır, en tutarlı, en cesur eleştirileri yapan seçkin yazarların yer aldığı ve yüz binlerce okuru arasında hiç kuşkusuz çok sayıda Cumhuriyet okurunun da bulunduğu bir gazeteyi tek bir sözcükle harcamak, Cumhuriyet yazarına da,
gazetenin kendisine de yakışmıyor…


Devamını gerekirse başka yazılara bırakıyor, gerek görüyorsa “Tırmık” yazarının yanıtını saygıyla bekliyorum.


Bu köşede iki haftada bir yazdığım için bazen olayları sıcağı sıcağına tartışma olanağı bulamıyorum, çoğu zaman da bir başka yazar benden önce davranıyor. Aydın Engin’in 17 Ağustos tarihli Cumhuriyet’te “Yılmaz Özdil’i Savunmak” başlıklı yazısını değerlendirecektim, ancak aynı gazeteden sevgili Ataol Behramoğlu 23 Ağustos tarihli yazısında Aydın Engin’in yazdıklarını o kadar güzel eleştirmiş ki, bana söyleyecek söz kalmadı. Yıllardan beri ben de Cumhuriyet’i okul olarak kabul edenlerdenim, zaman zaman yazarları arasında görünmekten ayrı bir onur duymuşumdur. Pazar ekinde “Utandırma Servisi” adını verdiğim küçük köşem hâlâ devam ediyor. Her şeyden önce Cumhuriyet yazarlarının ayrı bir olgunluğu vardır, bu olgunlukları her türlü bağnazlığın ve çıkar kavgalarının dışında olmalarından, bir konuyu tartışırken kuşkuyu ve hoşgörüyü elden bırakmamalarından kaynaklanır. Ayrıca Türkçelerine, dili kullanmadaki ustalıklarına da diyecek yoktur. Aydın Engin’in o yazısını bir tümceyle eleştirmek gerekirse, “Cumhuriyet olgunluğunu ve inceliğini” bulamadığımı söyleyebilirim. En çok takıldığım sözü de, Yılmaz Özdil’in yazılarında “aşırı faşizan tınılar” bulduğunu söylediği tümcesi. Bu “tınılar” yüzünden Özdil’i sevmediğini de saklamıyor.

==========================================

Dostlar,

Üstad Ataol Behramoğlu’nun Cumhuriyet’e geri dönen Aydın Engin’in,
Hürriyet’ten Başbakan RTE’nin isteğiyle bilmem kaçıncı kurban olarak uzaklaştırılan YILMAZ ÖZDİL hakkında yazdığı makaleyi eleştiren yazısı
4/4’lük bir yazı..

Tam da Ataol Behramoğlu’na yakışır ağırbaşlı, sorumlu ve her bakımdan ustaca..

Aydın Engin’in ve Cumhuriyet’in kendine gelmesi gerek..
Bu sitede daha önce konuya ilişkin olarak meslektaşımız Prof. Süleyman Çelik’in yazısını da paylaşmıştık. Ona da bakılmasını dileriz :

  • Cumhuriyet Gazetesi nereye ??
    http://ahmetsaltik.net/2014/08/11/cumhuriyet-gazetesi-nereye/ 

Sevgi ve saygı ile.
27.8.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TÜRKLER KURTULUŞ SAVAŞINI NEDEN KAZANABİLDİ?


TÜRKLER KURTULUŞ SAVAŞINI NEDEN KAZANABİLDİ?

portresi
 
Zeki Sarıhan
 
26 Ağustos 1922’de 200.000 kişilik Türk Ordusunun Afyon Cephesinde gene bu kadar kuvvetle bekleyen Yunan Ordusuna karşı giriştiği Büyük Taarruz, Türkiye tarihinde ve yeni Türkiye’nin kuruluşunda belirleyici bir öneme sahiptir. Bu savaşın neden Türkler tarafından kazanıldığı, üzerinde düşünülmeye değer bir konudur. Türkler, 1. Dünya Savaşı’nda yenildikleri halde Kurtuluş Savaşı’ndan neden zaferle çıkmışlardır? Kurtuluş Savaşı’nın ne büyük zorluklar ve olanaksızlıklar içinde kazanıldığını anlatan ifadeler doğrudur. Dört yıllık kahredici bir dünya savaşından ezik, morali bozuk bir millet çıkmıştır. Saray galiplere teslim olmuş, Ordu dağıtılmış, donanma bağlanmıştır. Yurt topraklarının bir bölümü işgal veya denetim altındadır.
 
Nutuk’un girişinde yer alan bu saptamalar, Kurtuluş Savaşı ile kazanılan başarının büyüklüğünü anlatmak için günümüze dek yinelenmiştir.
Peki, o halde bu savaş nasıl kazanılmıştır? İrdeleyici bir mantıkla hareket etmeyip işin kolayına kaçan birçok kalem, bunu Mustafa Kemal gibi bir siyasi ve askerî önderin dehasına bağlamakla yetinmişler, bu anlayış
O’nu ve arkadaşlarını “Çılgın Türk” olarak nitelemeye yol açmıştır.
Bu da belli ki Türklerin gururunu okşamaktadır.
 
Oysa hiçbir deha, koşullar elverişli değilse, yani dehanın kanıtlanacağı altyapı yoksa bir başarı gösteremez.
 
BAŞARI İÇİN KOŞULLAR ELVERİŞLİ İDİ
Başarı için koşullar elverişli idi. Türklerin yitirilmiş bir genel savaşın sonunda ellerinde kalan anayurtlarında bağımsız bir devlet kurmalarının koşulları vardı. Kurtuluş Savaşı, bu koşullar var olduğu ve var olduğunun bilinip ona göre politikalar geliştirilmesi nedeniyle başarıya ulaşmıştır.
Bu koşullar şunlardır:
 
1. Devrim Hareketlerinin Yükseldiği Bir Dönem:
  
Türk Kurtuluş Savaşı, milletlerin bağımsızlık ve sosyal kurtuluş için Çin’den Almanya’ya dek harekete geçtikleri 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşti. Bu dönemde Almanya, Avusturya-Macaristan, Çin, Rus İmparatorlukları yıkıldı, yerlerine bağımsız devletler ve cumhuriyetler kuruldu.
Hele 1917’de gerçekleştirilen Ekim Devrimi (AS: SSCB’yi kuran),
bütün ezilenlerde büyük bir kurtuluş umudu yarattı. Bu koşullarda,
tarihi durdurarak veya tekerleğini tersine yürüterek Türklerin vatansız ve devletsiz bırakılması düşünülemezdi. Dünya politikasına adımını atmakta olan ABD’nin başkanı Wilson bile, 1918’de savaşın bitmesinden önce yayınladığı bildirgede, savaştan sonra kurulacak yeni dünya düzeninde, Osmanlı Devleti’nin çoğunluğu Türklerden oluşan yerlerinde bir Türk Devleti bırakılacağını ilan etmişti. Bu durum, yenilmiş olmalarına karşın Türklere cesaret veren olguların başında gelir. O dönemde yayınlanan makalelerde ve miting konuşmalarında “milletlerin uyanıp devletler kurduğu bu devirde” Türklerin bağımsızlıklarının ellerinden alınmayacağına pek çok vurgu yapılmıştır
2. İmparatorluk Mirasına Sahip Olmanın Verdiği Kendine Güven Duygusu:
 
Gene o dönemin yazı ve konuşmalarında pek çok kez dile getirildiği gibi Türkler, tarihin sayılı milletlerindendi. Daha önce kurdukları devletler (bunları yeni yeni öğreniyor ve sahipleniyorlardı) bir yana bırakılsa bile Anadolu’nun yaklaşık dokuz yüz yıldır sahibiydiler (AS: 1071 Malazgirt utkusu sonrası..). Osmanlı Devleti gibi büyük bir imparatorluğu altı yüz yıl yönetmişlerdi (AS: 1299 -10 Ağustos 1920 – SEVR). Tamam, milletler devri başladığı ve yenilgiyi kabul ettikleri için başka milletlerin yaşadığı yerlerden vazgeçmişlerdi. Ama anayurtları olan Anadolu’da yeni bir devlet kurmaları onların vazgeçilmez hakkıydı ve bu devleti medeni bir biçimde yönetebilirlerdi.
 
3. Türkler Devrimci Bir Aydın Birikimine Sahiptiler:
 
Tanzimat’tan (AS: 3 Kasım 1839) beri yetmiş yıldır Batılılaşmaya, Avrupa’nın geliştirdiği modern kurumlarla devleti ve toplumu yeniden yapılandırmaya çalışıyorlardı. 1876 Anayasa hareketini, 1908 Hürriyet Devrimi’ni (AS : (2. Meşrutiyet) yaparak milletlerin yenileşme kervanına katılmışlardı. Yurtsever, devrimci sivil ve asker kadrolar yetişmişti.
Alman çıkarları hesabına girilmiş ve kötü yönetildiği için büyük yitikler 
verilmiş de olsa 4 yıllık bir savaşta büyük deneyim sahibi olmuşlardı. Arkalarında Çanakkale ve Kutülamere gibi övünebilecekleri zaferleri de vardı.
 
      4.  Değerli Müttefikler Vardı: 
 
Türkler Kurtuluş Savaşında “Yedİ Düvel” ile savaştılar. Ama bunların hepsine bedel Sovyet Rusya gibi güçlü bir müttefik edindiler. 1. Dünya Savaşında Alman emperyalistlerinin patronluğu Türkleri zafere götüremedi ama Kurtuluş Savaşında başta Sovyetler Birliği’nin politik ve askeri-mali desteğiyle İslam Ülkelerinin en azından hayırhah tutumu
zaferi güvenceleyen çok önemli bir olgu idi.
 
        5. Emperyalistler de Yorgundu: 
 
Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nda Rusya dışında 1. Dünya Savaşı’nda çarpıştığı devletlerle karşı karşıyaydı. Bu devletlerin (İngiltere, Fransa, İtalya, Ermenistan…) orduları ve halkları da savaş yorgunu idiler. Türkiye’nin önüne Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Çöl’de olduğu gibi büyük ordularla çıkmadılar. Fransızlarla gerilla ve şehir çarpışmaları yapıldı. Onlar ve İtalyanlar savaşın bitmesinden önce çekilip gittiler. Anadolu’ya ordular göndermek yerine Yunanistan’ı öne süren İngiltere bile askerî olarak arka planda kalmayı tercih etti. Türk direnişinin gücü Yunan ordusuyla denendi. Öte yandan, bu ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları Türkiye’nin zaferini kolaylaştırdı.
 
 Bir savaşın kazanılmasında siyasal ve askerî önderlerin uyguladıkları strateji ve taktiklerin önemi büyüktür ancak yaklaşık 4 yıl süren Kurtuluş Savaşının zaferini bir kişinin dehasına bağlamak çok yanlıştır.
1. Dünya Savaşında Enver Paşa’nın yerine Mustafa Kemal Paşa’yı koyabilseydik bile o savaş gene de yitirilmeye mahkûmdu.
 
Kurtuluş Savaşını kazandıran koşulları böylece sıraladıktan sonra,
onun kadar önemli olan bu savaşın hangi politikalarla kazanıldığını da anlatmak gerekecek. 
(Ayvalık, 26 Ağustos 2014)
===================================================Dostlar,

Özellikle yakın tarih araştırmalarıyla tanıdığımız Sayın Zeki Sarıhan,
Türk Kurtuluş savaşının kendince nesnel bir irdelemesini yapıyor.

Kendisine teşekkür ederiz..

Ancak. nesnellik adına en azından şu 2 olgu kurban edilebilir mi??

1. Yazının başlığında ilk sözcük “BİZ” olsaydı nesnel tarih irdelemesine
nasıl engel olabilirdi ki?

2. Bir de kutlama eklense, 92 yıl sonra bir kez daha “kutlu olsun!..” denseydi yazı değerinden bir şey yitirir miydi??

Sevgi ve saygıyla.
26.8.2014, Sapanca

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

30 Ağustos’ta BAĞDAT FORUMU’na Çağrı…

30 Ağustos’ta BAĞDAT FORUMU’na Çağrı…

zafer

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Prof. Dr. Süheyl BATUM
Prof. Dr. Metin Feyzioğlu
E. Tuğa. Tüker ERTÜRK
Gazeteci Mustafa MUTLU..

Göztepe 60. yıl parkında olacaklar 30 Ağustos Utkusunun 92. yılında..

Katılalım, destek verelim..

Sevgi ve saygıyla.
26.8.2014, Sapanca

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

ATATÜRK’ÜN BÜYÜK TAARRUZ DEĞERLENDİRMELERİ

ATATÜRK’ÜN BÜYÜK TAARRUZ DEĞERLENDİRMELERİ


Dostlar
,

26 Ağustos 1922, tarihin önemli kırılma noktalarından biridir.
Olağanüstü özveri, akıl, stratejik planlama, seferberlik ürünü olan ve Anadolu halkı için kesin olarak bir ölüm – kalım savaşı niteliğinde olan Büyük Taarruz,
92 yıl önce bu gün, 26 Ağustos 1922 günü sabahın ilk ışıklarıyla başlatılmıştı.

Başkumandan, Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa idi.

Bu muazzam tarihsel olayın ve soykırıma uğratılmak istenen masum Anadolu halkının tarihte örneği görülmemiş başkaldırısının değerlendirmesini büyük Atatürk‘ten okuyalım..

8 sayfa dolusu kapsamlı makaleyi pdf olarak vereceğiz.
Ama önce bir özet :

ATATÜRK’ÜN BÜYÜK TAARRUZ DEĞERLENDİRMELERİ

Afyon Kocatepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: X, Sayı: 2, Ağustos 2008

Özet

Atatürk Türk İstiklal Harbi’nin en son ve önemli aşaması olan büyük taarruz ile ilgili olarak yaptığı konuşmalarda pek çok önemli hususun altını çizmiştir. Gerek askeri harekât hakkında söyledikleri, gerekse savaş ve toplum hayatı üzerine yaptığı değerlendirmeler O’nu anlamak hususunda büyük önem taşımaktadır. Bu makalede O’nun tek adam değil ekip adamı olduğunu gösteren anlayışını değerlendirmeye çalıştık.

Türk İstiklal Harbinin en son safhasını teşkil eden Büyük Taarruz aşaması,
30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesiyle başlayan ve İzmir’in işgali ile en ileri derecesine varan düşman işgalinden Türk yurdunu ve milletini kurtaran mukaddes bir süreçtir. Türk milletinin bilhassa Sakarya “melhame-i Kübra”sından sonra bir bütün halinde Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun reisi, başkumandan Gazi Mustafa Kemal’in etrafında toplanarak kazandığı bu zafer, Anadolu’nun sonsuza kadar Türk yurdu olarak kalacağını tescillemiştir. Atatürk’ün büyük Nutkunda

“Her safhasıyla düşünülmüş, ihzar, idare ve zaferle intaç edilmiş olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk zabitan ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin lâyemut abidesidir…” (Atatürk, 1989; 450).

sözleriyle tanımladığı bu zafer Türk milletine giydirilmek istenilen Sevr paçavrasını kesinlikle yok ettiği gibi, diplomasi sahasındaki başarıların da kaynağı olmuştur. Biz bu çalışmada büyük asker ve devlet adamlığı vasfının seçkin örneklerinin verildiği ilk değerlendirme konuşmalarını incelemeye,
bugüne ışık tutacak esasların altını çizmeye çalışacağız.

30 Ağustos 1924’de Dumlupınar’da yapılan ilk anma töreninde Türk Ocağı adına konuşan Hamdullah Suphi Tanrıöver, Atatürk ve eşi Latife Hanım, Afyonlular,
köylü hanımlar, çiftçiler, erlerimiz ve subaylarımıza hitaben şöyle diyordu: 

“Burada, hâdise sözden çok kuvvetli bir mevkidedir. Ben size ne söyleyebilirim ki, bu ovaların üstünde geçen vak’alar kadar derin, manalı, beliğ ve şümullü olsun? Söz burada fiil karşısında acizdir. Bakıyorum, aramızda Anadolu kadınları var,
hiçbir felâketin üstüne gözyaşı akıtmamış, yüzleri kayalar gibi katı, yüzleri dağ başlarındaki kayalar gibi yanık, sayısız muharebelere sayısız şehitler vermiş Anadolu kadınları var. Aramızda alaca gömlekleriyle, çıplak ayaklarıyla köylüler ve köy çocukları görünüyor. Dağ başlarındaki yaylalardan Yörükler inmiş, içtimaa onlar da gelmişler, içtima tamamdır. Burada olanlar kadar burada olmayanlar da burada… Türk milletinin ruhu, bu harp meydanının kenarında şimdi el bağlamış duruyor.” (Tanrıöver, 2000; 102). Türk milletinin harp sahasında elde ettiği başarıların zemininde yatan birlik ve bütünlüğün önemini ortaya koyan
bu manzarayı günümüzde gerçekleştirmek, milli birlik ve beraberliğin devamı için en etkili yollardan biri olacaktır.

Atatürk’ün bu ilk kutlama töreninde yaptığı konuşmaya geçmeden önce,
sıcağı sıcağına Meclis’e bilgi verirken 4 Ekim 1922 tarihli konuşmasında
altını çizdiği hususlara işaret etmekte yarar vardır.

Başarı bir kişinin eseri değildir..

*********************

Makaleyi paylaşan değerli arkadaşımız Fevziye Göl’e teşekkür ederiz..

Makalenin tümünü okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Buyuk_Taarruz’u_Degerlendirmesi

Sevgi ve saygıyla.
26.8.2014, Çorlu

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

DÜNYADA EBOLA HASTALIĞI ve GÜNCEL DURUM


DÜNYADA EBOLA HASTALIĞI ve GÜNCEL DURUM

Dünyada, özellikle Orta ve Batı Afrika’da, Ebola mikrobunun (virüsünün) neden olduğu salgınlar kaygı ile izlenmektedir.
Salgınların 1976 yılından bu yana yaşandığı bilinmektedir.
Ebola hastalığı ülkemizde de, Afrika’dan Avrupa’ya seyahat eden bir kişinin “olası” hasta kuşkusu ile izlenmesi nedeniyle son birkaç gün içinde basının ve kamuoyunun dikkatini çekmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı da konuya ilişkin bir yazılı açıklama yapmıştır (1).
Basına 14 Ağustos 2014’de yansıyan haberlerden öğrenildiği kadarıyla, adı geçen hastada Ebola hastalığına rastlanmamıştır (2). Daha önceki yıllarda Ebola Kanamalı Ateşi adı ile de bilinen (3) hastalığa ilişkin merak edilebilecek kimi temel bilgiler aşağıda sunulmuştur (4,5) :

Hastalık, hasta kişinin beden sıvıları / salgıları ile doğrudan değinme ile bulaşır.
Hasta hayvanların (örn. maymun, şempanze, vb.) salgıları ile değinme (temas) sonrasında da hastalığın bulaştığı bildirilmektedir (1).
Hasta kişinin beden sıvıları / salgıları ile bulaşlı (beden sıvıları / salgıları bulaşmış) nesnelerle değinme nedeniyle de bulaşma olabilir (örneğin; iğne) (2).
Bulaşmanın en riskli olduğu kesimler hastalarla temas eden aile yakınlarının
ve arkadaşların yanı sıra sağlık çalışanlarıdır (3). Sağlık çalışanları uygun koruyucu giysileri de kapsayan özel önlemleri kullanmadıklarında sağlık kurumlarında bulaşma olabilmektedir. Hastalar yaşamlarını yitirdiklerinde de özel koruma önlemlerine gereksinim bulunmaktadır.
Mikrop alındığından 2-21 gün sonra hastalık belirtileri ortaya çıkar (bu sürenin sıklıkla
8-10 gün olduğu belirtilmektedir). Sürenin daha uzun olduğu olgular da rapor edilmiştir (4).
Birden başlayan ateş ve baş ağrısının ardından eklem ve kas ağrısı, güçsüzlük, ishal, mide bulantısı, mide ağrısı, iştah yitmesi sık görülen belirtiler arasındadır.
Ancak, bu belirtilerin farklı hastalıklarda da görülebileceği unutulmamalıdır (5).
Hastalıkla ilgili özellikle erken tanı aşamasında zorluklar bulunmaktadır.
Laboratuvar desteği ile tanı konulmaktadır (6).
Günümüzde, sağaltım (tedavi, iyileştirme) seçenekleri destekleyici tedavi üzerinden tanımlanmaktadır.
Temel yaklaşımların hastaların sıvı ve elektrolit dengesinin, kan basıncı ve oksijen gereksiniminin sağlanması olduğu belirtilmektedir. Tedavi seçenekleri ile ilgili
henüz deneysel çalışmalar yapılmaktadır (7).
Hasta olanların kimisi iyileşmekte, kimisi yaşamını yitirmektedir.
Hastalığa yakalananların ölme riski oldukça yüksektir.
Dünya Sağlık Örgütü 12 Ağustos 2014’de, öldürme riski çok yüksek olan
Ebola salgınlarında deneysel aşamada bile olsa tedavi seçeneklerinin denenebileceğine ilişkin etik çerçeveyi belirleyen bir bilgi notu yayınlamıştır (6).
Dünya Sağlık Örgütü tarafından 14 Ağustos 2014’de yayınlanan bildiride,
hava yolu ile bulaşma riski olmayan, beden sıvısı / salgısı değinmesi ile geçişi olan Ebola mikrobunun havayolu seyahatlerinde bulaşma/geçiş riskinin çok düşük olduğu açıklanmıştır (7).

Kaynaklar

1 http://www.haberturk.com/saglik/haber/979698-nijeryali-kadinin-hastaligi-belli-oldu
2 http://www.milliyet.com.tr/saglik-bakanligi-ndan-ebola-gundem-1924719/
3 http://www.radikal.com.tr/turkiye/istanbuldaki_ebola_suphesinde_kesin_sonuc_acikla ndi-1206592
4 http://www.cdc.gov/vhf/ebola/
5 http://www.who.int/mediacentre/factsheets/fs103/en/
6 http://www.who.int/mediacentre/news/statements/2014/ebola-ethical-review-summary/en/
7 http://www.who.int/mediacentre/news/notes/2014/ebola-travel/en/

*****

HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ
HALK SAĞLIĞI ANABİLİM DALI
TOPLUM İÇİN BİLGİLENDİRME DİZİSİ-6

Bu döküman, Dr. Dilek Aslan’ın katkılarıyla, Dünya Sağlık Örgütü ve
ABD Hastalıklar Korunma ve Denetim Merkezi (CDC) web sayfalarında
yer alan belgelerden yararlanılarak 18.8.2014 tarihinde hazırlanmıştır.

26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLER İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR ..


Bayraklar

Bayraklar


Bayraklar

 

 

26 AĞUSTOS GECESİNDE SAATLER İKİ OTUZDAN BEŞ OTUZA KADAR
VE İZMİR RIHTIMINDAN AKDENİZ’E BAKAN NEFER

Saat 2.30.

Kocatepe yanık ve ihtiyar bir bayırdır,
ne ağaç, ne kuş sesi,
ne toprak kokusu vardır. Gündüz güneşin,
gece yıldızların altında kayalardır.
Ve şimdi gece olduğu için

ve dünya karanlıkta daha bizim,
daha yakın, daha küçük kaldığı için

ve bu vakitlerde topraktan ve yürekten evimize,
aşkımıza ve kendimize dair sesler geldiği için
kayalıklarda şayak kalpaklı nöbetçi
okşayarak gülümseyen bıyığını seyrediyordu Kocatepe’den
dünyanın en yıldızlı karanlığını.

Düşman üç saatlik yerdedir ve Hıdırlık tepesi olmasa
Afyon Karahisar şehrinin ışıklan gözükecek.
Kuzeydoğuda Güzelim dağları ve dağlarda tek tek ateşler yanıyor.

Ovada Akarçay bir pırıltı halinde

ve şayak kalpaklı nöbetçinin hayalinde
şimdi yalnız suların yaptığı bir yolculuk var:
Akarçay belki bir akar su, belki bir ırmak, belki küçük bir nehirdir
Akarçay Dereboğazı’ında değirmenleri çevirip ve kılçıksız yılan
balıklarıyla Yedişehitler kayasının gölgesine girip çıkar.
Ve kocaman çiçekten eflatun kırmızı beyaz ve sapları

bir, bir buçuk adam boyundaki haşhaşların arasından akar.

Ve Afyon önünde

Altıgözler köprüsünün altından gündoğuya dönerek

ve Konya tren hattına rastlayıp
yolda Büyükçobanlar köyünü solda

ve Kızılkilise’yi sağda bırakıp, gider.
Düşündü birdenbire kayalardaki adam bu kaynakları

ve yolları

ve düşman elinde kalan bütün nehirleri.
Kim bilir onlar ne kadar büyük,
ne kadar uzundular?
Birçoğunun adını bilmiyordu, yalnız,
Yunan’dan önce ve Seferberlik’ten evvel
Selimşahlar çiftliğinde ırgatlık ederken Manisa’da geçerdi
Gediz’in sularını başı dönerek.

Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu
Paşalar: “Üç”, dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkla akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.

Saat 3.30.

Halimur – Ayvalı hattı üzerinde manga mevziindedir.

İzmirli Ali Onbaşı (Kendisi tornacıdır) karanlıkta göz yordamıyla
sanki onları bir daha görmeyecekmiş gibi
baktı manga efradına birer birer:
Sağda birinci nefer sarışındı, ikinci esmer.
Üçüncü kekemeydi

fakat bölükte yoktu onun üstüne şarkı söyleyen.
Dördüncünün yine mutlak bulamaç istiyordu canı.
Beşinci, vuracaktı amcasını vuranı

tezkere alıp Urfa’ya girdiği akşam.
Altıncı, inanılmayacak kadar büyük ayaklı bir adam,
memlekette toprağını ve tek öküzünü
ihtiyar bir muhacir karısına bıraktığı için kardeşleri onu
mahkemeye verdiler

ve bölükte arkadaşlarının yerine nöbete kalktığı için
ona “Deli Erzurumlu” derdiler.

Yedinci Mehmet oğlu Osman’dı.
Çanakkale’de, İnönü’nde, Sakarya’da yaralandı
ve gözünü kırpmadan daha bir hayli yara alabilir,
yine de dimdik ayakta kalabilir.
Sekizinci İbrahim korkmayacaktı bu kadar
bembeyaz dişleri böyle tıkırdayıp birbirine böyle vurmasalar.
Ve İzmirli Ali Onbaşı biliyordu ki:
tavşan korktuğu için kaçmaz kaçtığı için korkar.

Saat: 4

Ağzıkara-Söğütlüdere mıntıkası.

On ikinci Piyade Fırkası.
Gözler karanlıkta, uzakta.
Eller yakında, mekanizmalar Üzerinde.
Herkes yerli yerinde.
Tabur imamı, mevzideki biricik silahsız adam: ölülerin adamı,
kırık bir söğüt dalı dikerek kıbleye doğru, durdu boyun büküp
el kavuşturup sabah namazına, içi rahattır.
Cennet, ebedî bir istirahattır.

Ve yenilseler de, yenseler de âdâyı,
meydânı gazadan o kendi elleriyle verecektir
Cenabı rabbülâlemîne şühedâyı.
Saat: 4.45.

Sandıklı civarı.

Köyler.
Sarkık, siyah bıyıklı süvari,
çınar dibinde, beygirinin yanında duruyordu.
Çukurova beygiri kuyruğunu karanlığa vuruyordu:
dizkapaklarında kan, kantarmasında köpük…

İkinci Süvari Fırkası’ndan Dördüncü Bölük,
atları, kılıçları ve insanlarıyla havayı kokluyor.
Geride, köylerde bir horoz öttü.

Ve sarkık, siyah bıyıklı süvari
ellerinin tersiyle yüzünü örttü.

Karşı dağlar ardında,
düşman elinde kalan bir başka horoz vardır;
Balta ibik, sütbeyaz bir Denizli horozu.
Düşmanlar her hal onu çoktan kesip çorbasını yapmışlardır.

Saat beşe on var.

Kırk dakka sonra şafak sökecek.
“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”
Tınaztepe’ye karşı Kömürtepe güneyinde.
On beşinci Piyade Fırkası’ndan iki ihtiyat zabiti

ve onların genci, uzunu,

Darülmuallimin mezunu

Nureddin Eşfak,
mavzer tabancasının emniyetiyle oynayarak konuşuyor:
-Bizim İstiklâl Marşı’nda aksayan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,

Akif, inanmış adam,
fakat onun, ben, inandıklarının hepsine inanmıyorum.
Meselâ, bakın

“Gelecektir sana vadettiği günler Hakkın”

Hayır, gelecek günler için gökten âyet inmedi bize.
Onu biz, kendimiz vadettik kendimize.

Bir şarkı istiyorum zaferden sonrasına dair.
“Kim bilir belki yarın…”

Saat beşe beş var.

Dağlar aydınlanıyor.
Bir yerlerde bir şeyler yanıyor.
Gün ağardı ağaracak.
Kokusu tütmeğe başladı:
Anadolu toprağı uyanıyor.
Ve bu anda, kalbi bir şahan gibi göklere salıp
ve pırıltılar görüp ve çok uzak
çok uzak bir yerlere çağıran sesler duyarak
bir müthiş ve mukaddes macerada, ön safta, en ön sırada,
şahlanıp ölesi geliyordu insanın.
Topçu evvel mülâzimi Hasan’ın yaşı yirmi birdi.
Kumral başını gökyüzüne çevirdi, kalktı ayağa.
Baktı, yıldızları ağaran muazzam karanlığa.
Şimdi bir hamlede o kadar büyük.
Öyle şöhretli işler yapmak istiyordu ki bütün ömrünü
ve hâtırasını ve yedi buçukluk bataryasını
ağlanacak kadar küçük buluyordu.

Yüzbaşı sordu:
– Saat kaç?
– Beş.
– Yarım saat sonra demek…

98956 tüfek ve şoför Ahmet’in üç numrolu kamyonetinden
yedi buçukluk şnayderlere, on beşlik obüslere kadar,
bütün aletleriyle

ve vatan uğrunda,

yani, toprak ve hürriyet için ölebilmek kabiliyetleriyle

Birinci ve ikinci Ordu’lar

baskına hazırdılar.

Alaca karanlıkta, bir çınar dibinde,  beygirinin yanında duran sarkık,
siyah bıyıklı süvari kısa çizmeleriyle atladı atına.
Nureddin Eşfak baktı saatına:
– Beş otuz…
Ve başladı topçu ateşiyle
ve fecirle birlikte büyük taarruz…

  1. Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.
    Bunlar: Karahisar güneyinde 50
    ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.
  2. Sonra, düşman ordusu kuvâyi külliyesini  ihata ettik

Aslıhanlar civarında 30 Ağustosa kadar.

Sonra.
Sonra, 30 Ağustosta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.

Esirler arasında General Trikopis:

alaturka sopa yemiş bir temiz

ve sırmaları kopuk firenk uşağı…

Yaralı bir düşman ölüsüne takıldı Nureddin Eşfak’ın ayağı.
Nureddin dedi ki:
“Teselyalı Çoban Mihail”
Nureddin dedi ki:
“Seni biz değil,

buraya gönderenler öldürdü seni…”

Sonra.
Sonra, 31 Ağustos günü ordularımız İzmir’e doğru yürürken
serseri bir kurşunla vurulan Deli Erzurumluydu.
Devrildi. Kürek kemikleri altında toprağı duydu.
Baktı yukarı, baktı karşıya. Gözleri hayretle yandılar:
önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları
her seferkinden kocamandılar.
Ve bu postallar daha bir hayli zaman
üzerlerinden atlayıp geçen arkadaşların arkasından
seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler.

Sonra.
Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken
kederinden yüzlerini toprağa döndüler.

Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı,
Kan içindeydi yüzü gözü.
Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.
Kaçanı kovalamıyordu yalnız ulaşmak da istiyordu bir yerlere
ve sadece kahretmiyor yaratıyordu da.
Ve kılıçların, nalların, ellerin ve gözlerin pırıltısı
ardarda çakan aydınlık bir bütündü.

Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü ve şu türküyü duydu:
“Dörtnala gelip uzak Asya’dan Akdeniz’e
bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benze yen toprak,

bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu, bu davet bizim.
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim…”

Sonra.
Sonra, 9 Eylülde İzmir’e girdik ve Kayserili bir nefer
yanan şehrin kızıltısı içinde gelip öfkeden, sevinçten,
Ümitten ağlaya ağlaya,
Güneyden Kuzeye,
Doğudan Batıya,
Türk halkıyla beraber seyretti İzmir rıhtımından Akdeniz’i.

“Ve biz de burda bitirdik destanımızı.
Biliyoruz ki lâyığınca olmadı bu kitap,
Türk halkı bağışlasın bizi,
onlar ki toprakta karınca,
suda balık, havada kuş kadar çokturlar,
korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar
ve kahreden yaratan ki onlardır,
kitabımızda yalnız onların maceraları vardır…”

Nazım Hikmet

Kuvayı Milliye Destanı

ADD Dergisi’ne Sürdürüm (Abone) Çağrısı ve Düşündürdükleri..


ADD Dergisi’ne Sürdürüm (Abone) Çağrısı ve Düşündürdükleri..


Dostlar,

ADD’nin Haziran 2014 seçimli genel kurulunda GYK (Genel Yönetim Kurulu) üyesi seçilen çok değerli Aydınlanma insanı Prof. Dr. Naki Selmanpakoğlu‘ndan aşağıdaki ileti ulaştı.

Biz de paylaşmayı görev biliyoruz. Her ne denli GYK’nun başındaki hanımefendi ile ciddi – önemli düşünsel anlaşmazlıklarımız varsa da (bu gerekçelerle Bilim – Danışma Kurulu Yazmanlığından çekildiysek de); Naki bey uzun yılların dostu bir tıp Profesörü (Genel Cerrahi + Estetik – Plastik Cerrahi) meslektaşımız. GATA’dan emekli Tabip Albay.. Ve tüm yaşamı boyunca Atatürkçü – ilerici kimliği ile doğrultu tutarlığını sürdürmüş, örgüt bilinci ve sorumluluğu taşıyan bir büyüğümüz. Önemli sağlık sorunları da olmasına karşın ADD’de böylesine ağır ve etkin bir görevi üstlendi ve başarıyla sürdürüyor. 2 sayı dergi çıkardı bile. Geçmişin çizgisini daha ileri taşıyacak doğrultuda.

“Naki ağabey” nitelikli emeğini bu dergiye esirgemeden akıtıyor.

İletisinde ise kendisinden çarpıcı bir ironi ile “İşsiz güçsüz Naki” diye söz ediyor!

Sağolsunlar, çağrısı üzerine, geçtiğimiz ay Ankara Melbo’da bizimle de uzun uzun
“ADD Dergisi”ni konuştular. Geçmişte ADD yönetiminde iken kapsamlı deneyimlerimizi, hizmetlerimizi ve önerilerimizi paylaştık. Yayına hazırlanan 3. sayıda (belki de basıldı – basılacak) bizden de bir yazı istedi ve takdim ettik..

Lütfen ADD Dergisine sürdürümcü (abone) olalım..
Sürdürümcü bulalım..12 sayı için yılda 25 TL nedir ki??
Üstelik ekler de olacak. Cumhuriyet Gazetesi günlük 1,5 TL, AYDINLIK 1 TL.
1-2 gazete bedeline aylık dergi.
Düşünsel tartışmalara da katılalım, ADD Dergisine yazalım…

Karşıdevrimciler kendilerini “Yeni” (!?) olmakla tanımlıyor,
doğallıkla biz ATATÜRK DEVRİMCİLERİNE “eski” (!?) nitemi iliştiriyorlar.
Bu davranış son derece düzeysiz bir retoriktir (takiyye – söz cambazlığı).

  • Türkiye’de, Mustafa Kemal Paşa’nın Batı’dan yüzlerce yıl sonra gerçekleştirdiği Anadolu Rönesansı’na Karşıdevrimcilik,
    apaçık gericiliktir.

Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee‘nin yazdıkları tüm Dünyaya öğretidir :

  • “Batı dünyasındaki Rönesans, Reformasyon, bilim ve düşünce devrimi, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’ni, ATATÜRK, bir insan ömrüne sığdırmıştır.”

Dolayısıyla, misyoner bir İngiliz tarihçinin bile nesnelliğinden fersah fersah uzak Türkiye karşıdevrimcilerinin 2 seçeneği var : Ya kavrayamama sorunu ya da yadsımacılık..

28 Ağostos 2014’te RTE 12. CB / Yarı başkan olarak görevi üstlenince,
bu gericilerin gazetelerinde yazdıklarına göre, “YENİ TÜRKİYE” (!?) başlayacaktır.. “Eski Türkiye” ye (!?) ilişkin ne varsa “Çankaya Köşkü’nde” bırakılacak ve “Yeni Türkiye” (!?) 12. CB / Yarı Başkan RTE ile AOÇ’de (Atatürk Orman Çiftliği) Mahkeme kararları çiğnenerek yasalara – anayasaya aykırı biçimde korkunç harcamalarla, olağanüstü lüks ve debdebeli – korku ürünü olarak olağan dışı güvenlikli AK-SARAY’dan yönetilerek yoluna devam edecektir.

Göreceğiz..
3/4’ü bile bulmayan bir katılımla, 15,5 milyon yurttaşın bilinçli olarak sandığa gitmediği bir seçimde RTE, toplam oyların %38’i gibi bir oranla Çankaya’ya / AK SARAY’a çıkıyor. Ateşten gömlektir.. Hele kendisinden sonra AKP’de engellenemeyecek tufan, artık ötelenemeyecek ağır ekonomik bunalım, kendi yarattıkları Davutoğlu made” boğucu dış politika sorunları ve 10 ay sonraki genel seçimlerde AKP’nin dağılışı..
Daha önce bölünmezse ve baskın genel seçim yapılmazsa..

RTE için sonun başlangıcı hızlanmıştır yeni bir kulvarda..
Orada sönümlendirilecektir..

*****

ADD Dergisi’ne SÜRDÜRÜM – ABONE çağrısı aşağıda..

Lütfen gerekli duyarlığı gösterelim dostlar..

Teşekkürler Naki ağabey..

Sevgi ve saygıyla.
24.8.2014, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=================================================

24 Ağustos 2014
Konu :  DERGİYE ABONELİK
Kimden : nakiselmanpakoglu@gmail.com

Yazıp yazmamakta biraz -epey değil- düşündüm.
“Ulan bu arkadaşlar madem beni seviyor o halde bana destek verirler..”
dedim. Destek de emek ürünü 12 dergi için 25 TL.. yılda hem de.

Ek dergi yanı sıra, asıl “Düşün” dergimizi yeni bir formatla çıkartıyoruz.
Söylenmez ama siz yabancı değilsiniz, GYK yayın kurulu başkanı da işsiz güçsüz Naki!
Bu arada dekont ve ekteki bilgileri bana veya GMK Bulvarındaki Genel Merkeze
elden de bırakabilirsiniz.
Benim diyeceğimi Nasuh Mahruki söylemiş:“Vatan sözle değil eylemle sevilir!”
Bu arada formu çoğaltıp 3-5 arkadaşınıza da önerirseniz sevinirim.
Ayrıca dergiye eleştiri ve yazı da bekliyorum.
Sabah sabah biraz hüzünlü olduğum için sizlerle,
gülen yüzleriniz aklıma gelerek moral buldum.
Varın siz çok yaşayın güzel insanlar.
******
Portresi
Güzelin güzeli insan Naki ağabey;
Siz de çok ve sağlıklı – onurlu – üretken yaşayın diliyoruz!
Ahmet Saltık
24.8.14, Tekirdağ

26 Ağustos’ta ANITKABİR’e : DÜNYANIN EN BÜYÜK PORTRESİ İÇİN!


26 Ağustos’ta ANITKABİR’e :

DÜNYANIN EN BÜYÜK ATATÜRK PORTRESİ İÇİN!


Dostlar
,

Hoş bir etkinlik..
Desteklemek gerek.
Akıl edenleri (Fotoğraf sanatçısı Cumhur Aygün) ve gerçekleştirilmesi için
emek veren ve verecekleri (başta Ankara CUMOK) şükranla karşılıyoruz.
O gün ve saatlerde Çorlu’da olacağımızdan, biz üzülerek katılamıyoruz..

Kolay gelsin ve çoooook başarılı olsun dileriz..

Sevgi ve saygıyla.
24.8.2014, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

=============================================

26 Ağustos’ta ANITKABİR’e :

DÜNYANIN EN BÜYÜK ATATÜRK PORTRESİ İÇİN!

6000_gonullu_ATA_portresi_icin_25.8.14

 


6000 GÖNÜLLÜ ANITKABİR’DE!

Dünyanın en büyük Atatürk portresi için 26 Ağustos 2014’te
Anıtkabir’de 
6.000 gönüllünün katılacağı bir etkinlik düzenleniyor..

Atatürk’ün canlı portresini oluşturma projesi ilk olarak 10 Kasım 2012’de İzmir’de gerçekleştirilmiştir. 2400 kişiyle gerçekleştirilen projenin ardından bu kez
29 Ekim 2013’te Cumhuriyet Bayramında 5990 kişiyle bu kez Atatürk’ün imzası da eklenerek yinelenmişti.

Fotoğraf sanatçısı Cumhur Aygün‘ün interaktif projesi (AS : katılımlı tasarımı)
bu kez Ankara’da Anıtkabir’de 6.000 kişinin katılımıyla gerçekleşecek
 ve

Dünyanın En Büyük Atatürk Portresi”

unvanına sahip olacak.
Havadan çekilecek fotoğraf ve videolar, bu anı ölümsüzleştirecek.

Genelkurmay Başkanlığı’nın izniyle 26 Ağustos 2014 günü saat 13.00’te gerçekleşecek olan etkinliğe Çankaya Belediyesi, Yenimahalle Belediyesi,
TRT ve Anıtkabir Komutanlığı
 da destek veriyor.
Etkinlik, Twitter’da #anıtkabirdeyiz hastagı ile duyuruluyor.

Etkinliğe Nasıl Katılabilirim?

“Dünyanın En Büyük Atatürk Portresi” etkinliğine katılmak için 26 Ağustos 2014 günü Anıtkabir bayrak alanında saat 12.00’de açılacak olan kayıt masalarına
kayıt yaptırmanız
 gerekmektedir. İlk kayıt yaptıran 6.000 kişinin katılacağı etkinliğe,
önceden randevu veya rezervasyon gibi bir şey yapılmayacaktır.

Dikkat etmeniz gereken bir başka nokta ise; etkinliğe katılmak için

– Yanınızda çanta bulundurMAmanızdır.

– Ayrıca etkinliğe katılacak olan kişilerin siyah – beyaz giyinmeleri gerekiyor.

Neden 26 Ağustos?

26 Ağustos 1922’de Kocatepe’den başlayan Büyük Taarruz’un 92. yıl dönümü olduğu için, 26 Ağustos 2014 günü seçilmiştir. Büyük Taarruz’un başlamasının
92. yıldönümünde ziyaretçiler Anıtkabir’de tarihsel bir ana tanıklık edecekler.