Düşünce özgürlüğü ile zihin özgürlüğü (düşünme yetisinin özgürlüğü) arasındaki ayrım üzerinde pek durulmaz. Oysa bu, önemli ve köklü bir ayrımdır. Kişi, belirli bir dünya görüşüne ve yaşam biçimine bağlı düşüncelerini özgürce dile dökmeyi isteyebilir;
bu istek özgürlük kavramının yalnızca sınırlı bir boyutunun bilincini yansıtır.Bu boyut kimi zaman öylesine sınırlıdır ki, kişilik ve insan onuru değerlerine ters düşen düşünceler taşıdığının farkında bile olmaz kişi. Sonsuza açık zihin özgürlüğü’nün bilinci ise kişiyi düşün kalıplarına tutsak olmaktan korur. Çünkü bu kalıplar insanın yaratma yetisini baskı altında tutar, bu temel yetinin ürünlerini kısır yinelemelere dönüştürür, dolayısıyla da dar bir boyutun durağanlığı içinde kültürel gelişmeyi engeller.
Bu nedenle, “akılcı ve insancıl” değerler, “zihin özgürlüğü” ve “insan onuru” kavramları hiçbir kuramsal kalıbın eritip tutsak edemeyeceği insanlık değerleridir.
Bu değerlerle beslenen zihin, eleştirel güç kazandıkça, birey ve toplum insanca bir yaşamda saygın yerini alır. Öyleyse bir toplumun uygarlık düzeyinin ölçütü,
bu değerlerin birey-toplum yaşamında tuttuğu yerdir.
Uygarlık tarihi de, kısaca, bu değerleri kavrama ve yaşama geçirme çabasının tarihi diye tanımlanabilir. Bu (etik) değerlerin gelecekte bütün insanlığa mal olmasını ve korunmasını öngören düşünce, kaynağını ve dayanağını bu dünyada ve insanda bulan (hümanist) düşüncedir. Bugün insanlık, düne göre daha da hızlı bir değişim içinde,
bu çabanın önemli aşamalarından birini, insan haklarının evrensel boyutta yaşama geçirilmesi sürecini yaşamaktadır.
Yukarıdaki düşünceler Prof. Dr. Suat Sinanoğlu’nun Türk Hümanizmi adlı yapıtında ileri sürülen temel bakış ve kavramlara dayanmaktadır. Yapıtın önsözünde
“Bu eserin amacı, devrimi, sönmekte olan heyecanların düzeyinden fikir düzeyine aktarıp değerlendirmek ve Türk insanına eleştiri ruhunu ve yaratma gücünü sağlayacak yeni bir eğitim sisteminin ilkelerini saptamaktır.” diyen Prof. Dr. Sinanoğlu’nun bu eseri Atatürk devrimine felsefî bir bakışın ürünüdür.(1)
Devrime ilişkin tarihsel bilinç de ancak böylesi bakıştan doğabilir.
Felsefeyi, yanıtlanıp artık bir yana itilen türden olmayan soruları barındıran bir alan olarak görüyorum. Bu görüşe koşut olarak felsefeye, insana özgü yetilerin kendilerini gösterdiği üç etkinlik alanından biri olarak bakıyorum, öbür ikisi Bilim ve Sanat olmak üzere, Felsefî etkinlik alanına ilişkin (varlık-bilimsel, bilgi-kuramsal ve etik) sorular, bilimsel ve sanatsal etkinlik alanlarına ilişkin sorulardan hem ayrı durabilen hem de bilimsel ve sanatsal etkinlik alanlarının sorularını olanaklı kılan sorulardır.
Bu nedenle bir sosyo-kültürel ortamda bilimsel etkinliğin yaratıcı (bilimsel bilgi üretebilen bir etkinlik olarak varlığı her zaman felsefî bir etkinliğin varlığı koşuluna bağlı olmuştur. Doğaya ve insana dinsel bakışın yerini akılcı bakışın aldığı iki büyük Aydınlanma örneğinde, hem eski Yunan tarihinin (İ.Ö. 7-6. yy.) arkaik dönemindeki Aydınlanma sürecinde hem “Rönesans” adı verilen (Avrupa toplumlarının) Aydınlanma sürecinde bilim ve felsefe, başlangıçta, ayrılmaz bir ve aynı etkinlik olarak doğmuştur. Yeni biçimler üretebilen (yaratıcı) sanat da her iki Aydınlanma örneğinde felsefî ve bilimsel etkinliklere çağdaş olarak, bu etkinliklerin varlığına bağlı olarak gelişmiştir.
Bu gelişme, elbette, insana “eleştiri ruhunu ve yaratma gücünü sağlayacak yeni bir eğitim sisteminin” de kaynağı olmuştur. Eski Yunan aydınlanmasında Platon’un Akademia’sı, Aristoteles’in Lykeion’u gibi felsefe okulları; Avrupa Rönesansı’nda Kilise’den bağımsız olarak bilimsel bilgi üretmek üzere kurulan çağdaş anlamda
ilk üniversiteler bu kaynaktan beslenmiştir.
Görülüyor ki, Aydınlanma açısından Felsefe yaşamsal önem taşımaktadır;
denilebilir ki; Felsefe Aydınlanma ile eşanlamlıdır.
Öyleyse günümüzde olup bitenleri anlayabilmek felsefenin uluslararası ve ulusal çerçevedeki durumuna bakmayı gerektirir. Uluslararası düzlemde felsefenin etik dalına ilgi 20. yüzyılın 2. yarısında oldukça artmış görünüyor.
Bunun başlıca nedenleri kanımca, insan haklarına ilişkin yaygınlaşan bilinç ve
hızlı teknolojik gelişmenin doğal ve toplumsal alanda yarattığı ürkütücü, çetrefil sorunlardır. Ancak Felsefenin Ontoloji (AS: Varlığa ilişkin, Varlıkbilimel) ve Epistemoloji (Bilgi Felsefesi) dallarını, eski Yunan Sofistlerinin (AS: Bilgiseverleri) relativizmine rahmet okutacak bir relativizmin sarmış olduğu söylenebilir.
Bu durum Batı’da, Batı’nın doğrudan etkilediği zemini kaygan, güvensiz ve umutsuz bir dünya oluşturmuştur. Bu umutsuzluk, elbette, araştırma ve öğretim alanlarına da yansımıştır. Bu yansımanın en göze çarpan sonucu, Akıl’a bağlı olarak
Bilime güvensizliğin yaygınlaşması olmuştur.
Bu güvensizlik, kanımca, yaratıcı felsefe etkinliğinin yeniden sağlam zeminler bulmak üzere çaba göstermesiyle giderilebilir; başka deyişle, Hümanizmin Rönesansı‘na,
yani insanca yaşamayı amaçlayan düşüncenin yeniden doğuşuna gereksinim vardır.
Felsefenin ulusal açıdan durumu yukarıda özetle belirtilen genel durumdan, elbette, bağımsız değildir. Ancak bugün bizim için ulusal açıdan taşıdığı önem Avrupa toplumları için taşıdığı önemden daha büyüktür, çünkü
Eski Yunan ve Avrupa Aydınlanma örneklerinin bir benzeri Cumhuriyet’in kurulması ve Atatürk devrimi ile hızlanmış ve yaygınlaşmış ve geri dönülmez yörüngesine oturmuş olarak Anadolu’da yaşamaktadır.
Acıları sevinçleri, başarıları başarısızlıkları ile, eski-yeni arasında her açıdan yaşanan çatışmaları ve verimli yaratmaları ile Anadolu Aydınlanması
bugün Rönesans’a özgü bütün çelişkileri içinde taşıyarak sürmektedir.
Ulusal açıdan felsefenin durumu ancak bu sürece bakılarak kavranabilir.
Bu süreci adlandırma açısından
– “Atatürk devrimi”,
– “Çağdaşlaşma”,
– “Türk Hümanizmi”,
– “Aydınlanma”
terimleri uygar dünyanın bir üyesi olma anlamını içeren eşanlamlı anlatımlardır.
Bu çerçevede en çok tartışılan anlatım “Batılılaşma” olmuştur. Bu anlatımda, gerçekte, uygar dünyanın bir üyesi olma anlamını taşır. Çünkü kültürel açıdan “Batı” teriminin kavramsal içeriğini yalnızca Avrupa toplumları ve onların kültür tarihleri ve değerleri oluşturmaz. Avrupa toplumları da, kendilerini uygar kılan değerleri başka kaynaklardan (klasik Yunan ve Roma kültürlerinden) almayı ve benimsemeyi başarmışlardır;
tıpkı aynı değerleri Eski çağda başlangıçta köylü toplum olan Roma’nın,
Yunan kültüründen almayı ve benimsemeyi başardığı gibi.
Doğa felsefesi ve doğa bilimi ile başlayan ve insan felsefesi; Sofistler, Sokrates,
Platon, Aristoteles ile gelişen eski Yunan aydınlanmasından bu yana, Anadolu’da
bu kez bütün Anadolu’yu saran bir Aydınlanma, bir yeniden doğuş yaşanmaktadır.
Bu nedenle, ulusal açıdan felsefenin durumu yalnızca öğretim ve eğitim kurumları çerçevesinde, işi doğrudan felsefe ile uğraşmak olanların yapıp ettiklerine bakılarak anlaşılmaz. Tüm aydın çevrenin insana ve bu dünyaya dönük etkinlikleri içinde uluslararası toplumun yararına sunulabilecek düşünce üretip üretmediğine
bakmak gerekir.
Gerçekte Atatürk devrimi ile başlayan ve yaygınlaşan Anadolu Aydınlanmasının,
gizli ve açık, içten ve dıştan tüm engellemelere karşın,(2) küçümsenmeyecek boyutta düşünür, bilim adamı ve sanatçı yetiştirdiği kanısındayım. Bu kanıyı kanıtlamanın ise pek zor olmadığını düşünüyorum.
Aydınlanmaya karşı bugün yaşanan ve umut kırıcı, hattâ ürkütücü görünen gelişmeler, gerçekte sosyo-ekonomik çıkar kavgalarının sosyo-kültürel çatışma kılığına sokulması ve toplumun gündemine zorla sürülmesidir. Kanımca, çok kısa ömürlüdür;
hele, günümüz dünyasının, ritmi oldukça yüksek değişim koşullarında ve Anadolu’nun kendine özgü ve akılcı, insancıl değerlere açık sosyo-kültürel zenginliği içinde…
Atatürk Devrimine ve aydınlanmaya karşı yapılanlardan, bugün, derin acı ve umutsuzluk duyan insanımızın bu gerçeği görmeye gereksinimi olduğunu düşünüyorum.
(*) Bu yazı Prof. Dr. Necdet Sümer’in 23 Mart 1997 günkü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısıdır.
(**)Prof. Dr. Necdet Sümer, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü.
(1) Prof. Dr. Suat Sinanoğlu, Türk Hümanizmi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1980.
(2) Prof. Dr. Sinanoğlu, Türk Hümanizmi’nin önsözünde, Atatürk’ün ölümünden bugüne dek geçen zaman içinde “Cumhuriyet kuşağının, kuşağını ve kaynağındaki sorunları” gitgide nasıl unuttuğunu, gitgide nasıl yöneldiğini dönem dönem ele alarak nedenleriyle açıklamaktadır. |