Etiket arşivi: Erinç Yeldan

Sürekli durgunluk

Sürekli durgunluk

Erinç Yeldan
Cumhuriyet,
31.10.18

Sürekli durgunluk (secular stagnation) küresel ekonominin içinde bulunduğu süregelen yavaşlama trendini betimlemek için kullanılıyor. Sürekli olarak kendini yenileyen durgunluk, çevresini saran koşullar biçim değiştirmesine karşın, üretkenlik, ücretler ve sabit sermaye yatırımlarının seyri gibi ana göstergeler bakımından konjonktürel bir olgu olmaktan ziyade, kalıcı bir görünüm sergilemekte. 

Küresel kriz, kısa süre içinde yoğun iflasların, şiddetli bir daralmanın ve yüksek işsizliğin oluşması yerine, etkileri uzun süreye yayılmış, ısrarlı bir durgunluk olarak kendini göstermekte; ve bu yönüyle de spektaküler bir çöküşün ardından görece hızlı toparlanma ile betimlenen geleneksel kriz biçimlerinden farklılaşmakta. Kriz, zaman içinde ve bölgeden bölgeye farklı biçimlerde (Avrupa’da kamu borcu; gelişmekte olan ülkelerde özel sektör borçlanması ve gerileyen tasarruflar; ABD’de miktar kolaylaştırması diye anılan parasal genişlemenin ardından para ve mali piyasalarda balonlaşma ve dengesizlik, vb…) tezahür etmekte; ancak süreci koşullandıran ana olgular sürekli olarak kendini yenileyerek karşımızda durmakta: üretkenliğin ve potansiyel büyüme hızının gerilemesi ve dolayısıyla, kronikleşen yapısal işsizlik, ücretlerin durgunlaşması, gelir dağılımının şiddetli bir biçimde bozulması
Bu süreçte, örneğin Avrupa’da potansiyel gayri safi gelirin 2007 öncesinin çok altında kalmış durumda olduğu görülmekte. Küresel kapitalizmin hegemonik lideri ABD’de ise işsizlik oranı %4’ün altında seyrediyor olmasına karşın, söz konusu istihdam kazançlarının düzenli işler yerine, yarı zamanlı ve geçici, enformal istihdam biçimlerinde yoğunlaştığı ve ücret kayıplarının reel olarak sürmekte olduğu anlaşılmakta.
Potansiyel büyüme kapasitesinin geliştirilmesi kuşkusuz sabit sermaye yatırımlarının büyümesi ile olası. Oysa sabit sermaye yatırım harcamalarında küresel boyutta gözlemlediğimiz durgunluk ve göreceli olarak gerileme süreci, sürekli durgunluk olgusunun da ana açıklayıcısı olarak görülüyor. Aşağıdaki özet tablo, sabit sermaye yatırımları ve büyüme ilişkisini ABD örneğinden yola çıkarak bir çırpıda belgeliyor:

***[Haber görseli]

Sürekli durgunluk kavramı 2008 krizi bağlamında ilk kez Lawrence Summers tarafından 2014’te toplanan Amerikan İktisatçılar Birliği kongresinde dile getirilmiş idi. (Kavramın orijinal kullanımı 1938’de büyük buhran dönemini açıklamaya çalışan Keynesgil iktisatçı Alvin Hansen’e ait). Summers, sorunu talep eksikliğine ve tasarrufların fazlalığına bağlamaktaydı. Oysa söz konusu dönemde yalnızca ABD ya da Avrupa’da değil, neredeyse tüm küresel ekonomide tasarruf eğilimlerinin de gerilemiş olması, sorunu yalnızca basit bir talep eksikliği meselesine indirgeyemeyeceğimizi dile getiriyor.
Biraz geniş bir tarihsel perspektifle bakarsak, sürekli durgunluğun özünde uluslararası yeni işbölümünün niteliklerinde ve neoliberal düşüngünün hegemonik dayatmalarında yattığını gözleyebiliriz. Şöyle ki; 2000’li yılları biçimlendiren uluslararası işbölümü küresel meta zincirlerinde gerek üretim süreçlerini gerekse istihdamı parçalamış; işgücü piyasalarını heterojenleştirmişti. Bu doğrultuda ABD dünyanın merkez bankası gibi çalışarak mali piyasalarda Dolar sunuyor ve “finansal ürünler” pazarlıyordu. Bunun karşılığında, reel malların üretimi ise giderek dünyanın atölyeleri olarak faaliyet gösteren uzak ve doğu Asya ülkelerine kaydırılmıştı. ABD söz konusu ülkelerin ucuz işgücüne bağlı mallarını ithal ederken verdiği dış açığı da (cari işlemler açığı) ihraç ettiği finansal ürünler aracılığıyla finanse etmekteydi. 

Neoliberal düşüngünün “başka alternatif yok” koşullandırmalarıyla sürdürülen söz konusu Vaşington Mutabakatı (AS: Uzlaşması), finansal sermayenin ve ulus-ötesi şirketlerin hiper-akışkanlığına ve devlet aygıtının piyasalardaki düzenleyici konumunu tasfiye etmek üzere yeniden biçimlendirilmesine dayanmaktaydı. Küreselleşme” diye sunulan bu dönüşüm, özü bakımından, sermayenin kârlılığını engelleyecek her türlü düzenlemenin kaldırılarak, piyasaların kuralsızlaştırılmasını sağlamayı amaçlamaktaydı.

  • Emek örgütleri ise “yönetişimci” devletin uygulayacağı açıkça faşizme dayalı şiddet
    aracılığıyla güçsüzleştirilecek; emeğin sosyal kazanımları tasfiye edilecekti.
  • Sermaye ve kârlılığının önünde duran her türlü düzenleme “akıldışı” ve “çağdışı” idi… 

Böylelikle, finansal varlıkların spekülatif balonlarına dayalı büyüme, üretkenlik ve istihdam ile ücretlerin geliştirilmesine dayalı büyümenin yerini aldı. Ancak, sermayenin başat olduğu bu dönüşüm, ABD ve diğer metropoller açısından 3 önemli “sızıntı” anlamına geliyordu:

– şirketler-küreselleşmesinin çıkarları doğrultusunda kaybolan istihdam ve kronik işsizlik;
– talep harcamalarının ulusal piyasalar yerine ithalat biçiminde kaybı;
– ve sabit sermaye yatırım harcamalarının gerilemesi. 

Dolayısıyla, tarihsel olgular açısından değerlendirildiğinde, sürekli durgunluğun tasarruf fazlalığından kaynaklanan talep eksikliğine dayalı teknik bir meseleye indirgenemeyeceği açıktır.

  • Sorunun temelinde
    – neoliberal koşullandırmalara dayalı yeni (yönetişimci) devletin faşizme açık otoriter baskı rejimleri ve beslediği şirketler
    – ve finansal küreselleşmesinin yarattığı siyasi / sosyal ve ekonomik çarpıklıklar yatmaktadır. 

Bu değerlendirmeler bir yandan da bize “Fed önümüzdeki yıl kaç kez faiz artırımına gidecek” veya “Döviz kurunda yıl sonu tahmininiz nedir” gibi sorulara dayalı analizlerin, küresel ekonomideki gelişimleri izlemekten ne kadar uzak kaldığının da altını çiziyor.

Durgunluk, yeniden

Durgunluk, yeniden

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 17.10.18
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)
Dünya ekonomisi yeni bir durgunluk dönemine giriyor…

Daha 2009’un yaraları sarılmadan, küresel işsizlik geriletilememişken, gelir dağılımındaki çarpıklık ve erozyonun önüne geçilemeden, küresel ekonominin önünde yeniden kara bulutlar dolaşıyor.

Geçen hafta yayımlanan IMF’nin Dünya Ekonomik Görünümü başlıklı raporu, dünya ekonomisinin 2018 ve 2019’da %3.5’lik oranlarda kalacağını, 2023’e değin de büyüme hızında yavaşlama sürecinin kalıcı olacağını vurguluyor. IMF verileri, durgunluk tehdidinin 2017 ve 2018’de Amerikan ekonomisinin başkan Trump’ın büyük şirketler kesimi için sunmakta olduğu vergi indirimlerine dayalı genişleyici mali politikaları sayesinde geçiştirildiğini belirtiyor. Ancak, Amerikan ekonomisinin 2018’de %2.9 büyüdükten sonra -mali teşvik paketinin etkilerinin tüketilmesiyle birlikte- ivmesini yitireceği; 2018 sonrasında da % 2.5 ve 2023’te de ancak %1.4 büyüyebileceği öngörülmekte. Bu oranlar ABD ekonomisinin uzun dönem ortalaması olan %3.3’ün altında kalmakta. Avro bölgesinin de 2018 için kestirilen %2’lik mütevazı büyümeyi izleyerek, 2023 sonunda ABD ile birlikte %1.4’lük bir büyüme patikasında durgunluğa sürükleneceği kestiriiliyor.

ABD’de şirketler kesimi kârlılığının bu denli artmasına yol açan etkenlerin başında Trump yönetiminin kurgulamış olduğu vergi iadeleri ve vergi istisnalarına dayalı genişleyici maliye politikası ve bunun getirdiği servet transferleri yatmakta. Amerikalı Marksist iktisatçı Michael Roberts’in bulgularına göre ABD’de şirket kârlarındaki artış geçen yıldan bu yana %7.6’lık bir artış gösterdi. Finans kesimi ve bankaların kârlarını bir yana bıraksak bile, reel sektör şirketler kesimi kârlılığındaki yıllık artış %6.6’ya ulaşıyor; yani kâr oranlarında, ortalama büyüme hızının çok üstünde bir sıçramanın söz konusu olduğu anlaşılıyor.

ABD için sergilenen bu rakamlar, dünya ölçeğinde de geçerli. Birleşmiş Milletler Kalkınma ve Ticaret Konferansı (UNCTAD) verileri, küresel ekonomide faaliyet gösteren en büyük 2,000 ulus-ötesi tekelci şirketin toplam kârlarının 2.9 trilyon dolara; net satış gelirlerinin ise 30 trilyon dolara ulaştığını belgeliyor. Söz konusu ikinci rakam dünya ihracat hacminin iki katı; dünya katma değer toplamının yarısı.

Dünya ölçeğinde kârların ivmelendiği bir dönemde söz konusu durgunluk tehdidi nereden kaynaklanıyor?

Sorunun yanıtı, sabit sermaye yatırımlarının durağan seyrinde yatıyor. Çünkü dünya ekonomisi, gelirlerinin giderek daha az bir bölümünü sabit sermaye yatırımlarına yatırıyor; tasarruf fonları giderek daha fazla bir biçimde finansal spekülasyon ve rant oyunlarının büyülü çekiminde kullanılmakta. Kapitalizmin kumarhane masalarında kısa vadeli rant ve finansal getiri peşinde koşan spekülatif sıcak para sermayesi, yatırımların yönünü yeni iş sahaları açmak ya da

teknolojik ilerlemeyi amaçlayan sabit sermaye yatırımları yerine finansal ürünlerin alım satımına çeviriyor. Finans kapitalin kaprislerine ve coşkularına dayalı biçimde evrilen küresel ekonomi, giderek artan dalgalanmaların belirsizliğinde

  • .. yatırım ve üretim yerine spekülasyon ve rant vurgunlarından pay kapma uğraşı içerisinde.

Aşağıda, UNCTAD verilerinden derlediğimiz grafik bu olguyu çok net biçimde özetliyor. Grafikte ABD, Almanya, Japonya, Fransa ve İtalya için şirketler kesiminin toplam kârları ile, finans-dışı ve inşaat-dışı yatırım harcamaları milli gelirlerin payı olarak sergilenmekte.

[Haber görseli]

Veriler 1980’den bu yana çizilmiş. Veriler, şirketler kesimi kârlılığının özellikle 2012 sonrasında yeni bir ivmelenmeyle ulusal gelirlerin ortalama %18’ine değin ulaşırken, sabit sermaye yatırımlarının ulusal gelirler içindeki payının ancak %15’i düzeyinde kaldığını belgeliyor. Sabit sermaye yatırımlarının ulusal gelir içindeki payının 1992’den bu yana düzenli olarak gerilemekte olduğu gerçeği UNCTAD verilerinde net olarak vurgulanmakta.

Bu koşullarda, Trump Amerika’sının 2018 için elde ettiği büyümenin, devlet eliyle yaratılan mali teşviklerin geçici bir görünümü olduğu anlaşılıyor.

Küresel kapitalizmin kârlılığı ve birikim kaygısı ise artık reel üretim ve yatırım faaliyetlerinde değil; finansal varlıkların yer çekimi yasalarını hiçe sayarcasına şişkinleştirdiği köpükler ve sanal rant oyunlarında yer buluyor.
======================================

Evet dostlar,

Sayın Prof. Dr. Erinç Yeldan hocamızdan gene çok yetkin bir irdeleme okuyoruz..
Türkiye’nin, bu koşullarda, çok kıt kaynaklarını ve muazzam borçlarını dikkate alarak “reel üretim ve yatırım” a yönelmek dışında bir çaresi yok, yok, yok!

Piyasacı Türkiye ekonomisi ise, küresel ağababalarınn mutlak güdümünde, “Küresel kapitalizmin kârlılığı ve birikim kaygısı” boğuntusunda..

  • Tek ama tek çare, kamu öncülüğünde planlı karma ekonomi..

Özelleştirmeye son! (Zaten kalmadı gibi…)
– stratejik özelleştirmeleri geri alma ve
– kamu + özel birlikte, dayanışma (sinerji) içinde üreterek katma değer yaratma..
– Gereksinimi yerli üretimle karşılama oranının büyütme,
– dış ticaret açığını ve cari açığı azaltma,
– istihdamı artırma..

Bunun için piyasacı – sermaye yanlısı değil; halkçı – ulusalcı (milli) bir hükümete gereksinim var. İlk fırsat Mart 2019 yerel seçimleri.. Emekçi halk kitleleri piyasacı – sermaye yanlısı değil; halkçı – ulusalcı (milli) siyasal partileri destekler ve iktidar ağır yenilgi alırsa, arkası gelir..

Sevgi ve saygı ile. 22 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Uluslararası yeni işbölümünde Türkiye

Uluslararası yeni işbölümünde Türkiye

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 10.10.18

Türkiye ekonomisinin sürüklendiği iktisadi ve idari yönetim krizi, daha geniş anlamda kapitalizmin içinde bulunduğu yapısal nitelikli birikim ve üretim krizinin yerel ölçekteki bir uzantısıdır.
Bu yazımızda bu savı ele alacağız. Öncelikle, son iki haftaki yazılarımızın ana teması olan küresel ekonominin eşitsiz ve çarpık birikim süreçlerine değinelim ve uluslararası ticaretin temel öğelerini anımsayalım. UNCTAD 2018 Ticaret ve Kalkınma Raporu ile OECD verileri, küresel boyutta en büyük 2 bin şirketin toplam satış gelirlerinin 36.8 trilyona (dünya ihracat hacminin iki katı), yıllık toplam net kârlarının ise 2.6 trilyon $ düzeyine ulaştığını belgeliyor.
Söz konusu 2 bin en büyük ulus-ötesi şirket dünya ihracatının %57’sini doğrudan denetliyor. İhraç ürünlerinin tasarım aşamasından, nihai (AS: son) tüketiciye ulaşana değin tüm üretim ve pazarlama ağlarına hükmeden bu en büyük %1’lik şirket, tekelci konumları sayesinde dünya fiyatlarını yönlendiriyor; üretim ve satış noktalarını düzenliyor; ve tek sözcük ile küresel meta zincirlerini her aşamasını kendi stratejik çıkarları uyarınca kurguluyor.
***
Türkiye, ana aktörleri ulus-ötesi şirketler ve küresel finans sermaye grupları olan söz konusu “uluslararası yeni işbölümüne” bir ucuz ithalat ve ucuz işgücü deposu olarak eklemlendi. Bu süreçte Türkiye’ye 2001 krizi sonrasında koşullandırılan serbest yüzen (dalgalı) döviz kuru rejimi ile birlikte enflasyon hedeflemesi ve fiyat istikrarından başka hiçbir sorumluluk üstlenmeyen T.C. Merkez Bankası’nın izlediği dar çerçeveli ve dogmatik para politikaları reel ekonomide onarılması çok güç tahribat yarattı. Zira, sermaye akımlarına sağlanan sınırsız serbesti ve denetimsiz finansal sektörün reel ekonomiden kopuk, kısa vadeli, miyopik yatırım kararları, tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de kıt tasarruf kaynaklarının akıldışı spekülasyon oyunlarında çarçur edilmesine yol açmış; ulusal tasarruf oranı hızla gerilerken Türkiye ithalat çılgınlığının büyüsüne çoktan kapılmıştı.
Söz konusu dönemde (2003-2008) AKP liderliğinde Türkiye, küresel finans piyasalarına dolar bazında % 35’e varan spekülatif finansal getiri sunmuş; yüksek faiz ile cezbedilen sıcak para akımları sayesinde döviz kurları baş döndürücü bir hızla ucuzlamıştı. Sermaye hareketlerini yönetmekte aciz kalan AKP ekonomi idaresi, ucuzlayan ithalatın rekabetine dayanamayan küçük boy ara ve yatırım malı üreticilerinin peş peşe üretimden çekilmesine de seyirci kalmıştı.
İthalatın finansmanı bir yandan sıcak para akımlarıyla, bir yandan da kamu mallarının özelleştirme söylemi altında yerli ve uluslararası sermayece talan edilmesiyle gerçekleştirildi. Dış borçlanma çılgın bir tempoda sürdürülürken (2003 başında 129 milyar dolardan, 2017 sonunda 450 milyar dolara), imalat sanayisinin milli gelirden aldığı pay da hızla geriliyor; sanayi istihdamının tarım-dışı istihdam içindeki payı %30’dan %23’e düşüyordu.
Türkiye’nin 2000’li yıllar boyunca AKP ekonomi idaresi altında yürüttüğü program;

1)- ulusal tasarrufların gerilemesine, dolayısıyla ithalat ile beslenen bir tüketim pazarına dönüşmesine;
2)- sanayinin üretim ve istihdam payının hızla gerilemesine, dolayısıyla ithalata bağımlı bir üretim ve ihracat desenine mahkûm kılınmasına;
3)- işgücü piyasalarında parçalanma ve enformalleşmeye yol açarak, gelir eşitsizliğinin ve rantçı/kapkaççı bir toplumsal işbölümünün toplum içinde yaygınlaşmasına; ve bütün bunlarla eşanlı olarak,
4)- değersizleştirilmiş, vasatlaştırılmış bir kültür ve eğitim anlayışına, sürüklenmesine neden olmuştur.
***
Söz konusu program, neoliberal devletçilik ile sürdürülen ve “piyasalar her şeyi çözer – başka alternatif yok” dogmatizmi ile süslenen neoliberal siyasi dönüşümün Türkiye’deki uzantısıdır. Özü itibarıyla, ulus-ötesi tekeller ile (yerli ve uluslararası) finans sermayesinin çıkarlarını gözeten bu programın yakın dönemdeki ana kurgulayıcıları IMF’nin döviz kuruna dayalı dez-enflasyon ve Kemal Derviş güdümündeki “güçlü ekonomiye geçiş programı idi. AKP de 2003’ten itibaren bu programın baş yürütücüsü oldu ve hedeflerini harfiyen izledi.
Günümüzdeki dövizde aşırı oynaklık ve enflasyondaki baş döndürücü ivmelenme, söz konusu neoliberal projenin reel ekonomide yarattığı tahribatın doğrudan sonucudur.

  • Unutmayalım, enflasyon özündeparasal bir mesele” değil, reel üretim ve işgücü piyasalarındaki tıkanıklıkların ve piyasa tökezlemelerinin doğal uzantısıdır.

Küresel kapitalist sistemin çözümsüzlüğü

OECD verileri bir sosyal hak olarak işgücü eğitiminin“mali disiplin”“bütçe açıklarının

[Haber görseli]

azaltılması”, veya “kamuda tasarruf” gibi sözcükler aracılığıyla, nasıl da içi boş siyasal bir söylenceye dönüştürülmekte olduğunu belgeliyor. 

Bu koşullar altında, 21. yüzyılın ilk yarısına kalmadan gerçekleşeceği savlanan yeni sanayileşme tasarımlarının öngörülen işsizlik, sosyal dışlanma ve eşitsizlik sorunlarını küresel kapitalist sistemin çözebileceğini bekliyor musunuz? 

Bu konuya önümüzdeki hafta, Türkiye’yi de içererek, devam etmek arzusundayım.
(*) McKinsey Global Institute, “AI, automation,and the future of work: Ten things to solvefor”, Temmuz 2018.
=================================

Gözükara nüfus artışını kışkırtanlar bir kez daha takkelerini çıkarıp düşünmeli..

Dr. Ahmet Saltık

İki büyüme öyküsü: ABD ve Türkiye

İki büyüme öyküsü: ABD ve Türkiye

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 12.9.18

“Piyasalar” nefesini tutmuş, 13 Eylül’de toplanacak olan Merkez Bankası Para Kurulu’nun faiz kararını bekliyor. “Faiz oranı artırılacak mı?” Yoksa “Merkez Bankası gene faizi sabit tutarmış gibi yaparken efektif olarak faizleri artırma becerisi mi sergileyecek?” … Sorular, yorumlar, anketler uzayıp gidiyor. 
Oysa bu hafta başında son derece önemli bir veri seti yayımlandı ve paranın fiyatı tartışmaları arasında kaybolup gitti: TÜİK verilerine göre Türkiye ekonomisi 2018’in 2. çeyreğinde, yıllık bazda % 5.2 büyüme göstermiş. Ancak, büyümenin niteliği ve hangi sektörlerden kaynaklandığı irdelendiğinde, ortaya reel sektörlerde ciddi bir daralmanın yakın olduğu gerçeği dökülüveriyor. Verilere göre tarım sektörü % 1.5 daralmış (geçen yıl %7 büyümüş idi). Sanayi sektöründe büyüme hızı yarı yarıya düşmüş (% 4.3); yakın dönemin büyüme öncüsü inşaat ise %0.3 ile neredeyse yerinde saymış, verilen onca teşvike ve siyasal ödünlere karşın… 
Milli gelirin ardındaki talep unsurlarına gelince, ekonomik aktivitenin gerek kamu, gerekse özel sektör tüketim harcamalarıyla ivmelendirildiği; sabit sermaye yatırımlarında ise göreceli bir yavaşlama olduğu görülüyor. İthalatın durduğu bir ortamda da net ihracatın sınırlı bir katkısı olduğu hesaplanmış. Dolayısıyla Türkiye’nin (yeniden, bir kez daha) iç talebe dayalı, borçlanma olanaklarının sonuna değin zorlandığı bir büyüme sergilemiş olduğu anlaşılıyor.
***

Diğer yandan Atlantik’in öte yakasından, Amerikan ekonomisinden de benzer bir büyüme öyküsünün yaşanmakta olduğunu gözlüyoruz. ABD 2018 ikinci çeyrekte, 2017’nin görece dönemine göre % 2.9 büyümüş durumda. Söz konusu büyüme oranı ABD ekonomisinin uzun dönem ortalaması olan % 3.3’ün altında ve 2015’ten bu yana gözlenen en düşük oran. 
Veriler Amerikan ekonomisindeki büyümenin ardındaki en önemli değişkenin şirketler kesimi sermaye yatırımlarından kaynaklandığını gösteriyor. Buradaki alt kalemler ise çoğunlukla fikri mülkiyet (hizmetler sektörü) ve enerji (kaya gazı) yatırımları. Her iki grup yatırım harcaması da şirketler kesiminin yüksek kâr beklentileriyle ilintili. 
Amerikalı Marksist iktisatçı Michael Roberts’in bulgularına göre ABD’de şirket kârları bu yılın 2. çeyreğinde toplamda 72 milyar $ artış gösterdi. Bu rakam 1. çeyrek boyunca 27 milyar $ düzeyinde idi. Söz konusu artış geçen seneden bu yana % 7.6’lık bir sıçramayı ifade ediyor. Finans kesimi kârlarını bir yana bıraksak bile, şirketler kesimi kârlılığındaki yıllık artış %6.6’ya ulaşıyor; yani kâr oranlarında ortalama büyüme hızının çok üstünde bir sıçrama söz konusu olduğu anlaşılıyor. 
ABD’de şirketler kesimi kârlılığının bu denli artmasına yol açan etkenlerin başında Trump yönetiminin kurgulamış olduğu vergi iadeleri ve vergi istisnalarına dayalı genişleyici maliye politikası ve bunun getirdiği servet transferleri yatmakta. 
Atlantik’in iki yakasında benzer bir büyüme öyküsü: Devlet eliyle potansiyel büyümenin sınırlarını zorlayan politika tercihleri.

SEKA gerçeği, yıllar eskitemeden

SEKA gerçeği, yıllar eskitemeden

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 05.09.2018
(AS: Bizim çok kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Cumhuriyet Türkiye’sinin öncü sanayi kuruluşlarından biri olan SEKA İzmit İşletmesi’nin, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 8 Kasım 2004 tarihli kararı ile bir oldu-bittiye getirilerek ve gerekçesiz olarak kapatılmasına, fabrikanın arazisinin ise belediyeye tahsis edilmesine karar verildi. Ülkemizde ilk modern kâğıt üretimini gerçekleştiren ve bir yandan geniş bir kâğıt ürünleri deseni ile katma değer üreten, diğer yandan da bünyesinde eğittiği ustabaşı, teknisyen ve çıraklar ile bir beşeri sermaye eğitim merkezi konumunda olan bu teknoloji devinin kapatılması ulusal kâğıt sanayiine (AS: sanayisine) vurulan ağır bir darbeydi. 
2005’te SEKA Kocaeli fabrikasının da kapatılmasıyla birlikte Türkiye, gazete ve kitap kâğıdının % 100’üne yakınını ithal eder duruma geldi. Dolayısıyla, şu anda yaşanan dövizdeki artışın ilk vurduğu sektörlerden biri de basın yayın sektörü oldu.
***

Türkiye 2001 yılına, IMF’nin seminer odalarında hazırladığı ve “ödemeler dengesine parasalcı yaklaşım” fantezilerine dayalı bir istikrar programı ile girmişti. Söz konusu programın 2001 Şubat’ında başarısızlığa uğramasının ardından, önce “hizmet veremeyecek” konumuna sürüklenmiş olan batık bankaların devlet iç borçlanma senetleriyle kurtarılması, daha sonra da aynı yılın temmuz ayında “takas operasyonu” ile bankaların tuttuğu iç borçlanma senetlerinin dövize çevrilmesi sayesinde bilançolarındaki döviz açıklarının devlet eliyle düzeltilmesi yoluna gidilmişti. 
Söz konusu politikalar, “finansal sistemin sağlığı açısından gerekli” diye ilan edilerek, her türlü alternatif arayışı yasaklandı ve “IMF giderse kriz gelir” şantajı ile karşılandı.

  • Türkiye’nin sanayisizleştirilmesini ve sosyal devletin tasfiyesini“finansal sistemin sağlığı” açısından gerekli gören bu program doğrultusunda hazırlanan kamu bütçesi ve yatırım programlarının önceliği sadece ve sadece borç faizi ödenmesine indirgendi. 

SEKA’nın kapatılması kararı, Türkiye’yi uluslararası işbölümü içinde düşük katma değerli, emek yoğun teknolojiler üretmekle görevli bir ucuz işgücü deposuna dönüştürmeyi hedefleyen ve ülkemizi bir ucuz ithalat ve finansal spekülasyon cenneti olarak gören neo-liberal projenin bir uzantısıdır.

Daha somut bir ifadeyle, bu karar

– Türkiye’nin sanayisizleştirilmesini;
– sosyal devletin etkinsizleştirilerek tasfiyesini ve
– temel kamu hizmetlerini özel sermayenin kâr güdüsü altında ticari bir metaya dönüştürerek,
– ülkemizi ulusal ve uluslararası sermayenin sömürüsüne açmayı hedefleyen

neo-liberal projenin açık bir uygulamasıdır.

***
SEKA kâğıt fabrikasının kapatılması sürecini değerlendirirken 26 Ocak 2005 tarihli “SEKA Gerçeği” başlıklı yazımda şu satırları yazmışım:

“Ülkemizde özel sektör işletmeleri ile SEKA’nın yatırımları ve ürün niteliklerifarklıdır. Kâğıdın hammaddesi olan selüloz entegre olarak sadece SEKA tesislerinde üretilmektedir. Selüloz, büyük sermaye yatırımları gerektiren ve dünya piyasalarında yoğun bir rekabetin hüküm sürdüğü bir ürün olduğu için özel sektör tarafından bu alana yatırım yapılmamaktadır. Oysa SEKA geniş bir hammadde çeşitlemesi yapmış durumdadır.” 
“Dolayısıyla, uluslararası kâğıt tekellerinin fiyatlama politikalarına karşı ulusal bir savunma (AS: işlevi) gören SEKA’nın kapatılması ile oluşacak olan açıklar özel sektör tarafından kapatılamayacak ve sektörün dış hammadde bağımlılığı artacaktır. Bu koşullarda ithal kâğıt ürünleri ile baş edemeyecek olan özel sektör üreticileri de ya üretimden çekilecekler ya da yabancı tekellerin taşeronluğuna soyunacaklardır.” 

Dolayısıyla 2018’de ulaştığımız bu durum yalnızca yerel sermayenin el değiştirmesiyle ilgili değil; aynı zamanda basın yayın özgürlüğünün de susturulması, kısıtlanması, çok sesli demokrasinin, katılımcı demokrasinin maddi olanaklarının çökertilmesi anlamına gelmekteydi. 
Bu ibret verici öykünün devamını yakından yaşıyoruz: yerli ve milli sanayilerin korunması, dış mihraklar, ekonomik saldırı, vs. vs…
===================================

Dostlar,

SEKA’yı özelleştirenler, bu kurumu sattıkları yandaş yerli – yabancı sermaye sahiplerinin sektörden çekileceğini ve kağıt ve ürünlerinin üretiminin Türkiye’de duracağını, dışalıma (ithalata) bağımlılaşacağımızı, paramız değer yitirdikçe kağıt kullanımına dayalı kitap – dergi.. gibi ürünlerin fiyatının, alım gücünü aşacak biçimde yükseleceğini.. kültür yaşamının böylelikle kısırlaştırılacağını… öngörememiş olabilirler mi ? Bunun için zeka fukarası olmak gerekir. Yerli – yabacı Danışmanlar / yönlendiriciler de dahil.. Bu olası gözükmediğine göre, tersi geçerlidir. Birtakım sonraki aşamalar öngörülmüş ve kurgulanmıştır. Bu durumda da bu eylemin adı VATANA İHANETTİR!

Günümüzde büyük sermayenin güdümündeki basın ile finansman kaynağı karışık, CIA’e ve örtülü ödeneğe dek uzanan medya bu kurgulu baskıdan etkilenmemektedir. Tersine, yurtsever – karşıt (muhalif) basının beli kırılmaktadır. Oyun büyüktür, çoook büyüktür.
*****
Sn. Prof. Yeldan İzmit SEKA’nın özelleştirilmesini = talanını yazmış kısaca..
Biz bir de Balıkesir SEKA’nın vahşi, haramice peş keşini aktaralım da bunları yapanları halkımız bir iyice tanısın oy vermeden önce; ölümcül gaflet uykusundan uyansın!
==========================

Gazete kağıdı üretecek kuvvet hazır!

AYDINLIK, 30.08.2018, FÜSUN İKİKARDEŞ

Eski SEKA çalışanı: Altyapımız, suyumuz, elektriğimiz, insan gücümüz hâlâ var. Yeni makineler gelsin, üç aylık eğitim yeter, üretim başlar

SEKA’nın 1800 dönüm arazi üzerine kurulu Balıkesir tesisleri, haraç mezat satılıp kapısına
kilit vurulduğu 23 Haziran 2003 tarihinde, İrfan Barış fabrikanın kumanda odasında çalışıyordu. Fabrikaya 21 yıl 7 ay emek vermişti, gazete kağıdı bobinlerinin mamul halde matbaalara gönderme işini yapanlardandı. Barış, dev tesisi marifetlerinden ekonomiye katkısını, üç paraya satılışından 15 yıldır üretim dışında kalmasına kadar her yönüyle bilen bir SEKA’lı olarak dedi ki;

“Makinelerimiz eski, ama yeni makineler gelsin, üç aylık bir eğitim verilsin gazete kağıdı üretimi başlar…” Basının şu an yaşadığı krize üç ay vade tanıyan İrfan Barış’ın çarpıcı anlatımları, üretim ekonomisinin ne kadar yakıcı bir ihtiyaç olduğunu bir kez daha açığa çıkardı.

ÜLKEYE DÖVİZ KAZANDIRIYORDU

İrfan Barış’tan öncelikle fabrikayı anlatmasını rica ettik…

Balıkesir Kağıt Fabrikasında yalnızca gazete kağıdı üretiyorduk, bir de Giresun Aksu vardı.
‘Zarar ediyor’ bahanesi, bizde de geçerliydi, bu gerekçeyle satıldık. Türkiye’nin gazete kağıdı ihtiyacı yıllık 450-500 bin ton dolayındaydı, biz %25’ini karşılıyorduk. Biz 48 gram kağıt üretiyorduk, rekabet koşulları içinde 43 gram kağıt kullanılıyordu, İngiltere’de kağıt 40-41 grama kadar iniyordu. Yeni fabrika, eski teknoloji! Yeni makineler, yeni teknoloji için ne yazık ki yatırım yapılmadı. Selüloz da Dalaman’dan geliyordu, ama bizi besleyecek miktarda değildi, eksiği Kanada’dan geliyordu. Bizim yüzde yüz kerestemiz, insanımız, suyumuz, elektriğimiz vardı. Ne olursa olsun, Mustafa Kemal’in, Mehmet Ali Kağıtçı’nın yaptığı bir devrimdi. Öyle veya böyle 1936’da kurulmuş bir fabrika. SEKA Kağıt fabrikası Balıkesir, gerçekten iyi bir fabrikaydı, yaklaşık işçi-memur 1300 kişi çalışıyordu. En son kapatıldığında 500 – 600 kişi kalmıştı. 2000’li yıllarda, Türkiye’ye ekonomik katkısı 56 milyon dolardı. Dışardan kağıt ithali için bu kadar dövizi kurtarmış oluyordu. Yılda 170 bin ton gazete kağıdı üretiyorduk. Türk işçisi, mühendisi, esnafı kazanıyordu. Salt fabrikanın çalışanı değil, yan kolları da var. Nakliyecisi, esnafı, ticaret yapan çevreler var. Gerçekten büyük ve güzel bir fabrikaydı.”

SATIŞIN HAZİN ÖYKÜSÜ

Söz, SEKA’nın satış günlerine gelince o anlattı, biz içten içe ağladık

“Fabrika binaları dışında 200’ün üstünde lojmanı vardı. Okulu, kreşi, yemekhaneleri,
sosyal tesisleri, depoların içindeki mamüller, her şey gitti. Devasa fabrikaydı.
Her siyasal görüşten insan vardı, sağcısı da solcusu da fabrikasına sahip çıkıyordu.

51 milyon $ paha biçilen tesis, 1 milyon 100 bin dolara Albayrak’lara satıldı...

İstanbul’da dört lüks daire fiyatına denkti. Düşünün, ylnızca lojmanların her biri 10 bin liradan içerdeki çalışan vatandaşa satılsaydı, 2 milyon 50 bin lira devletin kasasına girecekti. Satılırdı da. Çünkü işçilere 30 biner lira kıdem tazminatı ödendi, hepsi alabilirdi. Balıkesir’in Avrupasıydı SEKA.

  • Mahkeme kararlarıyla satışlar iptal edildi (AS: Bursa İdare Mahkemesi satışı ital etti),
    ancak özel bir yasayla Özelleştirme İdaresi tekrar onlara teslim etti.”

FABRİKA BİNALARI YERİNDE

Gazete kağıdı üretimi için o gün eskimiş olan teknoloji, bugün daha da geri kaldı.
Ancak, satış koşullarına göre 2 yıl içinde üretime geçmesi gereken alıcı firma, bugüne dek
ne yeni makine aldı, ne de kağıt üretimine geçti
.

İrfan Barış, son 15 yılda iki kez ad değiştiren alıcı firmanın faaliyetlerine ilişkin de şu bilgileri paylaştı:

“Yeni bir fabrika inşaatı yapıldığını görüyoruz, her yıl ‘bu yıl üretime geçti geçecek’ diyorlar,
ama üretim başlamadı. Kağıt üretimi için 2019 yılı planlanıyor, ama gazete kağıdı değil.
Oluklu mukavva veya karton üretimi yapılacağı söyleniyor. Eski fabrikaların binaları duruyor,
ama işlevini yitirdi. Bugün gazete kağıdı üretim kararı çıksa, o gün bıraktığımız makinelerle olmaz. 15 yıl önceki işçileri toparlasınlar, yeni makinelerle 3-5 aylık bir eğitim versinler, bittiği yerden devam eder. Bazı arkadaşlar dede oldu, ama yine de yaparlar. Fabrikanın % 20 enerjisini sağlayan elektrik tribünümüz vardı, kullanılır durumdaydı ve bakım yapılarak teslim ettik.
O gün 170 bin ton üretiyorduk, bugünkü teknolojiyle 250 bin tona çıkar.”

CHP Milletvekili Kazım Arslan, kağıt sıkıntısına ilişkin dün yazılı açıklama yaptı.
Kağıt sorununun eğitimden basına her alanı etkilediğine dikkat çeken Arslan şunları söyledi:

“Hesapsızca ve plansız bir şekilde SEKA’yı özelleştirenler, bugün ülkeyi kağıtsız bıraktı, basını da zora soktu. Olmazsa olmazı kağıdı bulamayan, bulsa da fahiş fiyatla maliyeti katlanan yayıncımız, üstelik ağır vergi yükleri altında ezilmektedir. Kağıt fiyatı fırlarken seyre dalanlar, kitaptaki yüksek vergiyi peşin peşin toplamaktadır. Çok acı ama bayramda maliyetler yükseldiği için basılamayan gazeteyi gördü Türkiye… Şimdi Eylül ayında, hazır kitabını matbaaya veremeyen binlerce yayıncıyla, yazarla karşı karşıyayız. Okul ve okuma sezonu açılıyor ama kitap yok. Okul ve okur var ama kağıt yok. Dersler başlayacak ama kağıt karaborsalık olmuş,
gerçekleri yazan gazetecilik ise hapis ile kağıt tehdidi arasına sıkıştırılmış.”

‘KUR FARKINI DEVLET KARŞILAMALI’

Önlem alınmaması halinde darboğazın aşılamayacağını belirten Arslan şu görüşleri paylaştı:

“Dövizin kağıt fiyatlarını fırlattığı bu dönemde Bakanlık seyirci kalamaz. Acilen tüm yayınlarda istisnasız olarak KDV %8’den 1’e indirilmeli, ithal kağıt yerine yeniden yerli kağıt üretimi için
Devlet öncü olmalı, bu çileye ve pahalılığa çözüm bulmalıdır. Benzindeki zamları pompa fiyatına yansıtmamak için uygulanan ÖTV modeli, bir süreliğine farklı vergileri düşürerek ve kur farkının bir bölümünü devletin karşılaması sağlanarak kağıtta da derhal uygulamaya sokulmalıdır.“

Türkiye’nin SEKA ile yaşadığı büyük tecrübe yeniden hatırlanmalı, hatalı özelleştirmenin sonucu olan bu kağıt bağımlığı yerine yerli kağıt üretimi devlet – özel sektör eliyle birlikte sağlanmalıdır.

“Matbaa gider kalemindeki tüm işlemlerde vergiler en çok % 8 olarak sabitlenmelidir.
Günümüzde pek çok üniversite ve kurum kütüphanesi artık bütçelerinin büyük bölümünü
kitap – dergi veritabanlarına harcamaktadır. e-kitapta verginin %8 olacağı açıktır fakat veritabanlarının durumu belirsizdir. Bunlar da e-kitap gibi % 1-8 arasında vergilendirilmelidir.
Ülke genelindeki kitap – gazete dağıtımının tekelleşmesinin önüne geçilerek yerel dağıtımcı ve yayıncı korunmalı, mali nedenlerle kimsenin basmaya cesaret edemediği butik yayıncıların
önemli yayın hizmetleri özel teşvik kapsamına alınmalı, kitap dağıtımında uluslararası tekellerin egemenlik kurma girişimine karşı yerli internet dağıtım firmalarının markalaşmasına dönük teşvikler sağlanmalıdır.”
=========================================

İşte neo-liberalizm, serbest piyasa denen sefil talan düzeninin içyüzüne ilişkin 2 örnek..
Halkçı – devrimci bir siyasal iktidar tüm bu hatalı satışların iptal edileceğini, yeniden devletleştirme – millileştirme yapılacağını halka gümbür gümbür duyurmalıdır..

Bu 2 örnek dışında ülkemizin 80 yıllık birikimini AKP iktidarı yaklaşık 60-68 milyar $ haraç – mezat bedelle yerli – yabancı yandaşlara sattı.. Bu politika ve bu AKP yerli ve milli olabilir mi?

Zerrece düşünen ve sorgulayan AKP’ye oy veren kardeşlerimiz ne düşünür acaba??

Sevgi ve saygı ile. 10 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

6  ? * “

Sistemin krizi: Türkiye’nin krizi

Sistemin krizi: Türkiye’nin krizi

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
(15.8.18)

Kapitalist pazar ekonomisinin kabaca 500 yıllık kısa geçmişi boyunca onlarca, belki yüzlerce kez ekonomik krizler yaşandı. Kimisi kısa süreli, ancak ani ve şiddetli bir çöküş biçiminde, kimisi birden fazla coğrafyayı içine alarak, kimisi de uzun süreli ve dünyamızı savaşlara sürükleyerek… 
İktisatçılar bu kriz deneyimlerinin tarihsel bazı özelliklerini, biraz da kabaca bir araya getirerek krizler tipolojileri kurguladılar. Bunların arasında birinci nesil krizler diye adlandırılan bir grup tarihi deneyim, krizlerin çoğunlukla kamunun aşırı ve denetimsiz harcama politikalarından kaynaklandığını not etmekteydi. Büyüyen kamu açıkları çoğunlukla para basarak enflasyonist biçimde “kapatılmaya” çalışılıyor; ve hemen her defasında da bir döviz krizi olarak patlak veriyordu. Çoğunlukla sabit kur rejimleri içinde yaşanmış olan bu tür krizler 70’li ve 80’li yıllara özgü olarak kaldı. 
90’lı yıllarda dünya ekonomisi ikinci nesil krizler ile tanıştı. Burada çoğunlukla denetimsiz kalan finansal sistemin aşırı spekülatif ve aşırı risk iştahına dayanan kısa dönemli, sorumsuz finansal işlemlerinin yarattığı dengesizlikler bu tür krizlerin yapısal unsurlarını oluşturmaktaydı. Finansal varlıkların yerçekimi yasalarını hiçe sayarak balonlaşması ve reel ekonomiden koparak bir hayali değerler sistemine sürüklenmesi bu tür krizlerin ana öğesiydi. 1994 Meksika, 1997 Asya, 2001 Arjantin ve Türkiye ve nihayet 2009 küresel krizi

***

2009 krizi ve sonrası küresel kapitalizm için aslında yepyeni sorunlar yumağını ortaya dökmekteydi. 21. yüzyılın bu ilk onlu yıllarında artık İkinci Dünya Savaşı sonrası inşa edilen uluslararası kurumsal düzen ve montaj hattına dayalı Fordist manüfaktür üretimi teknolojileri olgunlaşmış, köhneleşmişti. Uluslararası rekabet keskinleşmiş ve kapitalizmin hegemonik merkezlerinde üretkenlik kazanımları ciddi biçimde yavaşlamıştı. Bu ortamın getirdiği gelir kayıpları ve durgunluk, emeğin gelirlerinin reel olarak gerilemesine, şirket kârlılığının düşmesine ve dolayısıyla yatırım temposunun yavaşlamasına neden olmaktaydı. 
Gerek gelirleri reel olarak gerileyen hane halklarının, gerekse şirketlerin tüketim ve yatırım harcamalarını sürdürebileceği tek bir olanak vardı: Borçlanma ve dolayısıyla, finansallaşma
Dünya ekonomisinde reel sektör böylelikle baş döndürücü bir tempoda borç biriktirmeye başlamıştı. 2009 küresel krizini aşmak için Amerikan federal sisteminin küresel ekonomiye miktar kolaylaştırması (quantitative easing) adı altında sunduğu trilyonlarca dolarlık likidite fazlası da bu süreci hızlandırdı (AS: Bu rakam 6 Trilyon $ dolayında idi!). Küresel borç toplamı, dünya ulusal gelirler toplamının 2.5 katına ulaştı. (Bu arada dünya reel gelirinin % 250’sine ulaşan borçların kimden alındığı ve kime borçlu olunduğu sorunlarını şimdilik bu yazı konusunun dışında değerlendirelim; ancak, bu sorunun yanıtı kuşkusuz, küresel servet dağılımının nereye gitmekte olduğu sorusunu da ortaya çıkarmaktadır). 
Borçlanmayla aşılmaya çalışılan büyük durgunluk bir noktada sürdürülemez bir hale gelecekti. Kanımızca 2018’in ilk yarısında Türkiye’de yaşananlar bu sürecin ilk tetikleyicisidir.

***

Dolayısıyla, Türkiye’nin 2018 krizini küresel kapitalizmin yapısal koşullarından bağımsız olarak değerlendirmemeliyiz. Yapısal koşulları zaten oluşmuş olan bu kriz ortamının ilk örneğinin Türkiye olması da kuşkusuz, bizim iç sorunlarımızla ilgilidir: Hukukun üstünlüğünün yadsınması, hukuk, adalet ve denetleyici kurumların çökertilmesi; ekonomi bürokrasisinde liyakat ilkelerinin yadsınarak ahbap-çavuş kapitalizmine (crony capitalism) dayalı bir örgütlenme modelinin dayatılması…

Sonuç olarak, Türkiye’nin 2018 krizi bir yandan çarpık biçimde küreselleşen dünya ekonomisinin rantlarından pay kapmaya çalışan, ancak bir yandan da “yerli ve milli olsun” söylemiyle pekiştirilen milliyetçi neoliberalizmin tezahü-
rüdür (yansımasıdır). 

Geçen haftaki yazımızın son cümlesini tekrarlayarak bitirelim: 

  • “Bu koşullar altında uygulanması gerekecek olan ‘istikrar paketi’ geleneksel kemer sıkma tedbirlerinin çok üstünde, hukuk normlarının uluslararası standartlara uygun hale getirilmesini başat edinecek düzenlemeleri içermek zorundadır.” 

Kara Cuma: ‘Kriz göz göre göre geldi’

Kara Cuma: ‘Kriz göz göre göre geldi’

Değerli site okuyucumuz,

  • Sonuç: “İşsizlik, enflasyon, eşitsizlik, küreselleşme ve bölgesel gelişmeler bir yana dursun. Türkiye ekonomisi için en büyük tehdit ahlaksızlığa kilitlenmektir.”

16.05.2018 günü sitemizde, Prof. Dr. Erinç YELDAN’ın “AHLAKSIZ BÜYÜME” başlıklı yazısını yayınlamıştık. O yazı yukarıdaki gibi bitiyordu. Tümüne bir kez daha bakmakta çoook yarar var : http://ahmetsaltik.net/2018/05/16/ahlaksiz-buyume/ 

Aşağıda, KARA CUMA – 10 Ağustos 2018 hakkında kapsamlı veriler var.

Su testisi su yolunda kırılıyor, kırıldı..
AHLAKSIZ BÜYÜME balonu patladı.
Şimdi gerçekleri halktan saklamak için hamaset ve din sömürüsü zamanı.
Milliyetçilik istismarı.. Ankara’nın tüm direklerine 1 gecede Erdoğan posteri asıldı gene.. “MİLLET BİR – HEDEF BİR” yazıyor.. Daha dün, AKP’ye oy vermeyenler terörist… idi.
Bir de sopa gerek : Ekonomik OHAL.. Savcılıklar – Emniyet devrede.. krizle ilgili söyleyip – yazacaklarınıza dikkat..Lütfen otosansür uygulayın tamam mı, başınıza / başımıza iş açmayın.

  • Oysa Rahip olayı çıkmasa idi, birkaç ay içinde gene duvara toslayacaktık kaçınılmaz biçimde.

Papaz Brunson çok işe yaradı! Zorunlu devalüasyon vahşice yapılıyor, fatura Trump’a, ABD’ye, dış güçlere, ülkemize ilan edilen (!) ekonomik savaşa bağlanmak isteniyor. 15 Temmuz da böyle kullanılmadı mı??

“Yurdum insanı” gene yutuyor ve yastık altıdaki 3-5 doları yakarken karısı içeriden feryat ediyor..

Sevgi ve saygı ile. 13 Ağustos  2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
=================================

Kur, ekonomiye güvenin sarsılması, Erdoğan’ın ekonomik savaş söylemi, Berat Albayrak’ın tatmin edici bulunmayan konuşması ve Trump etkisiyle 6.87 TL’ye çıktı Ekonomi politikaları ve yeni sisteme duyulan güvensizlik sürerken, ABD ile büyüyen sorunlar TL’deki kan kaybını hızlandırdı. Dolar, dün de tarihi zirvesi olan 6.8703 liraya çıktı. Kurdaki günlük yükseliş % 23.3’ü bulurken yükselişte Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ‘ekonomik savaş’ söylemi, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın açıkladığı ve tatmin edici bulunmayan ekonomi modeli ile son olarak akşam saatlerinden ABD Başkanı Donald Trump’ın yaptırım açıklaması etkili oldu.

[Haber görseli]

Politikaların çöküşü

Ekonomistlere göre, TL’deki hızlı düşüş, iktidarın ‘yerli-milli mücadele’ söylemine karşın sadece gerilen Türkiye-ABD gerginliğinden kaynaklanmıyor. Asıl sorun uzun zamandır eleştirilen AKP’nin ekonomi politikalarının temelinde yatıyor. Siyasi krizin derinleştiğine de dikkat çeken bir ekonomist “Siyasi çözüm olmadan güven krizinin önüne geçilemez. Bu sadece ABD-Türkiye gerginliğiyle ilgili değil, hükümetin siyaset, hukuk ve demokrasi alanındaki politikalarıyla ilgili. Güveni yeniden tesis etmek için siyasilerin çıkıp piyasa gerçekleriyle yüzleşmesi gerekiyor. Bu yüzleşmenin maliyeti ise adım atılmadığı her gün daha da artıyor” dedi.

Sabah saatlerinde Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) Avrupa’daki bankaların Türkiye’de maruz kaldıkları risk hakkında endişe belirttiğini ortaya koyan Financial Times haberinin ardından dolar 6.4915 ile zirve yapmıştı. Gün içinde liradaki kayıplar hızlandı. TL dün dolar karşısında 2001 başından bu yana en sert günlük düşüşünü kaydetti. Yılbaşından bu yana düşüş yüzde 82’yi bulurken, Ağustos 2017’ye göre kayıplar yüzde 94’e ulaştı. Öyle ki doların değeri bu tarihten beri neredeyse ikiye katlandı.

[Haber görseli]

 Trump fitili ateşledi

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, dün Bayburt’ta yaptığı konuşmada Yastığının altında doları, Avro’su, altını olan varsa bunu gitsin, TL ile bankalarımızda bozdursun. Bu bize karşı ekonomik savaş ilan edenlere benim milletimin cevabı olacaktır. Beraberliğimiz batıya en büyük cevap. Ülkemize diz çöktürmek için yapmadıklarını bırakmadılar” dedi.

Erdoğan’ın konuşması öncesinde 5.90 düzeyinde olan $, konuşma sırasında 6.25’e çıktı. Berat Albayrak’ın konuşması sırasında 6.38’leri gören kur, Trump’ın Türkiye’ye yönelik olarak çelik ve alüminyumdaki gümrük vergilerinin iki katına çıkarılması için yetki verdiğini duyurması sonrası 6.8703 TLL’ye ulaştı.

Kurdaki yükselişe paralel gösterge 10 yıllık tahvilin bileşik faizi % 22.11, iki yıllık gösterge tahvilin faizi ise %24.8 ile tarihsel zirveyi gördü. Türkiye’nin beş yıllık kredi iflas takası olan CDS’leri 2009’dan bu yana en yüksek düzey olan 400 puanın üzerine çıktı. Avro 7.9947 TL, sterlin 8.9138 TL’ye yükseldi. Borsada kayıplar gün içinde %7.5’e ulaştı. Borsa İstanbul günü % 2.31 düşüşle tamamladı.

Kriz göz göre göre geldi

Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü Başkanı Profesör Refet Gürkaynak, kurlardaki hızlı yükselişte doğrudan Türkiye ve ABD arasındaki Rahip Brunson gerginliği ve Washington yönetiminin aldığı yaptırım kararlarının etkili olmadığını vurgulayarak;

  • “2000 yılından beri uyguladığımız ekonomi politikaları var. Böyle olacağı uzun zamandan beri belliydi. Eğer iyi iktisatçılık krizleri önceden bilmekse Türkiye’de bunu herkes söylüyordu.
  • Göz göre göre gelen bir kriz bu. Şu anki mesele durgunluğu nasıl aşacağımızla ilgili” dedi.

İktisadi sorunların temelinde bir rejim sorunu olduğunu vurgulayan Gürkaynak, ekonominin iyi idare edilemediğine dikkat çekti. Gürkaynak,

“İktisat üzerine fikir beyan eden yöneticilerin hepsi liyakatları nedeniyle oraya gelmiş değiller. Cari açık 1990’larda %3.5 iken 10’a çıktı!

  • Krizi çıkartan şey borçtur. Bu kadar borçla biz inşaat yaptık, bunun da üretim değeri olmayanı yaptık.

  • Şu anda bir kriz yaşıyoruz.

  • ‘Bizim Allahımız var’ dendiği zaman herkes burada ‘İşimiz Allaha kaldı’yı duyuyor” ifadesini kullandı.

[Haber görseli]

Kaçış yok!

Türkiye’nin ciddi iktisadi sorunları olduğunu vurgulayan Prof. Refet Gürkaynak, bunların sonucu olarak büyük bir iktisadi zorluk yaşanacağına işaret etti. Gürkaynak şöyle devam etti:

Kaçış yok, ya ödendiği için ya da ödenemediği için zorluk yaşanacak. Her zaman olduğu gibi mali piyasalarda bir ‘sonuç’ görüyoruz. Neden ise ‘iktisat politikası’.

  • Bunun arkasından yavaşlama gelecek, bazı sektörler daha hassas. Örneğin inşaat anında duruyor. Dolayısıyla ortaya çıkan işsizlik çok daha büyük olacak.
  • Türkiye halen borç almak zorunda. Onun için de bu ülkede yavaş yavaş doğru işler yapmak zorundayız.
  • Aklı başında şeyler söylemek, kavga etmemek, ardından bu ülkeye bir iktisat politikası getirmek zorundayız.”

[Haber görseli]

Büyümenin pili bitti

Avrupa Merkez Bankası’nın başta BBVA, UniCredit ve BNP Paribas olmak üzere Avrupa bankalarının Türkiye riskinden endişelendiği yönündeki haberinin ardından Yapı Kredi Bankası’nın %41’lik hissesine sahip olan İtalyan UniCredit, dün yayınladığı raporda “Türkiye’deki gelişmeleri dikkatle izliyoruz” dedi. Raporda, “Krediye dayalı büyüme modelinin pili bitiyor” denildi. Raporda, finansman maliyetlerindeki keskin artışın özel ve yabancı bankaları kredilerde yavaşlamaya gitmeye zorladığı belirtildi. Raporda, “Merkez Bankası faiz artırmakta çok geç kaldı. Makro ekonomik politikalar gevşek kalmaya ve politikacılar TCMB’nin bağımsızlığının altını oymaya devam ederse, faiz artışları yeterli olmayabilir.” denildi

Yeni bir söylem yok

BlueBay Asset Management stratejisti Tim Ash, “Albayrak’ın açıklamalarında yeni bir söylem yok. Erdoğan’ın açıklamaları ise milliyetçiliği daha da öne çıkaran bir ajanda üzerine kurulmuş” dedi. Ash, açıklanan yeni ekonomi modelinde hiçbir verinin yer almamasının şaşırtıcı olduğuna dikkat çekti.

Dakikada bir tabela değişti

İstanbul’da ayaklı borsa diye tabir edilen Tahtakale’de altın ve döviz bürolarındaki hareketlilik saniyede değişiyor. Doların yükselişe geçtiği saatlerde döviz büroları tıklım tıklım oluyor. Ellerinde deste deste dolarla kapılarda bekleyen yurttaşlar, döviz yükselince para bozduruyor. Yaşanan durum nedeniyle esnaf da dert yanıyor. Altın fiyatlarının da yükselmesi ile birlikte yurttaşların altın bürolarına akın ettiğini belirten esnaf, ellerinde para olmadığı için altınları bozamadıklarını söylüyor. (Cumhuriyet internet, 11.08.2018)

HALKLARIN PATATES TARİHİ

HALKLARIN PATATES TARİHİ

Erinç YELDAN

Arkeolojik buluntular patatesin günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce, Peru’da kullanılmakta olduğunu gösteriyor. Patatesin Avrupa kıtasına taşınışı ise İspanyol askerlerinin 1532 yılında Peru’ya ulaşmaları sayesinde. İspanyol akıncılar bölgede altın istilasını sürdürürken, İnkalı madencilerin chuñu adını verdikleri patates meyvesini yediklerini görmüşler.

Tarihçilerin yorumlarına göre İspanyollar patates ile tanıştıklarında aslında “altından daha değerli” bir ürün ile karşı karşıya olduklarının ayırdında değillerdi. Nitekim, patates ucuz ve protein bakımından zengin bir besin maddesi olarak Avrupa kıtasına hızla yayılacak, nüfus artışını hızlandıracak ve ucuz bir ücret malı olarak emekçilerin hızla yeni kapitalist birikim rejiminin “yedek işsizler ordusu” saflarına katılmalarına öncülük edecekti.

Ancak, patates İspanya’ya 1570’lerde ulaştığında ilk önceleri bir gıda maddesi olarak değil, daha çok hayvan besini ve ısınma malzemesi olarak kullanıldı. Gene tarihçilerden öğrendiğimiz bilgilere göre, patatesin insan besini olarak ilk kullanımı 1573’te, Sevilya’daki bir hastanede gerçekleştirilmiş. Bu arada İspanya kralı II. Philip, Peru’dan elde edilen patates yumrularını Vatikan’a, dönemin Papa’sına göndermiş. Papa da yumruları, o sıralarda doğrudan doğruya sağlık sorunları ile boğuşan Norveç elçisine iletmiş. Elçi Clusius, patatesi Viyana, Frankfurt ve Leyden’de ekilmesine öncülük ederek, bu değerli besinin Avrupa’da yayılmasına olanak sağlamış.

Her yeni fikir gibi, insanoğlunun patatese de “kuşkuyla” yaklaşmış olduğunu görüyoruz. Dönemin Avrupalıları patatesin “yeraltından çıkan bir meyve” olduğunu görünce uzun süre “zehirli” bir çiçek olduğuna inanmışlar; üstelik bir de “şeytan elması” olarak adlandırarak bahçelerine sokmamışlar. Ancak 1750’den sonradır ki Fransa ve Almanya’da önce soyluların, sonra da askerlerin mutfaklarına giren patates, nihayet halkın ucuz besin kaynağına dönüştürülebilmiş. Dönemin verileri, Fransa’da patates üretiminin 1815’te 2 milyar litreye ulaştığını, 1840’ta ise 11.7 milyar litreyi aştığını belirtiyor. İktisat tarihçileri, böylelikle patatesin Avrupa’da Malthus sınırlarını aşmak için çok önemli bir rol oynadığını yazıyorlar. Sanayi devrimi kuşkusuz yalnızca bir “mühendislik” meselesi değildi.

Sanayi üretiminin katlanarak büyümesi için giderek yoğunlaşan ve “iyi beslenen” bir işçi sınıfına gereksinim duyulmaktaydı. Patates hızla Kuzey İngiltere’nin kömür madenlerinde çalışan işçilerin bahçelerine değin ulaşacak ve ucuz işgücünün besin kaynağı haline gelecekti. Nitekim, bu gözlemlere dayanan Friedrich Engels de patatesin bu denli yaygınlaşmasını “tarihte demirin icadına eşdeğer” bir olgu olarak değerlendirmekteydi. İtalyan düşünür ve yazar Umberto Eco’ya göre de “patates, insanlığın ortaçağdan kurtuluşunu sağlayan en önemli buluşlarından” birisiydi.

Patatesin iktisadi yaşamdaki bu anahtar rolüne ilişkin en derin olaylar zinciri ise İrlanda’da 1845 – 1849 arasında patlak veren Büyük Açlık (Gorta Mór) felaketiydi. Patates yumrularında 1840’larda baş gösteren salgın hastalık sonucu bütün Avrupa’da üretimi neredeyse durma noktasına gelmişti. Ancak, patates üretimindeki daralma birçok tarihsel nedenden dolayı en şiddetli İrlanda’yı etkilemiş ve yaklaşık 1 milyon insanın ölümüne neden olmuş; yüz binlerce İrlandalının da göçe zorlanmasına yol açmıştı. Tarihçiler arasında patatese dayalı kıtlığın niye en şiddetli olarak İrlanda’yı etkilemiş olduğu bugüne değin süren bir tartışma konusu. Bu nedenler arasında İrlanda’nın o dönemde çoğunlukla patates tüketimine dayalı bir ekonomi olması; serbest ticareti özendiren Hububat Yasaları aracılığıyla kuralsızlaştırılan piyasa sisteminin denetimsiz ve spekülasyona açık kâr hırsıyla birleşmesi sonucu yaşanan aşırı dalgalı üretim yapısı; büyük toprak sahiplerinin işlevsiz bıraktığı verimsizleştirilmiş devasa tarımsal araziler, vb. sayılmaktadır.
***

TÜİK verilerine göre, Türkiye’de 2017 yılında 4.8 milyon ton patates üretildi. Bu miktarın yaklaşık %5’i ihraç edilmektedir. Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB) Ekonomik Araştırmalar Müdürlüğü yayın organı Yeni Ay’ın temmuz sayısında Burcu Ünüvar’ın bizlere ilettiği bilgilere göre Türkiye’de kişi başı patates tüketimimiz yıllık 47.9 kg. Türkiye tahıl sektöründe kendine yeterlik oranında ise patates %108’lik payla başı çekiyor. Medyada geçen haberlere göre, Gürcistan’ın ‘patates hastalığı’ nedeniyle mart ayından başlayarak geçici olarak Türkiye’den patates ithalatını askıya alması, depolarda ürün birikmesine ve bu ürünlerin bir kısmının da ekonomik değerinin zamanla yok olmasına yol açtı.

Gördüğümüz üzere, halkların patates tarihi dikkate alınmaya değer, son derece ilginç bir öykü. Türkiye’de de derinleşmekte olan ekonomik durgunluğun ve yaklaşan krizin enflasyon, cari açık, dış borç yükü, işsizlik, vb. gibi bir dizi göstergesinin yanında, patates fiyatlarının da halkın gündelik yaşamını en yakından etkileyen bir olgu olarak medyanın ve siyasetin merkezinde yer alması çok doğal. (Cumhuriyet, 04.07.2018)

Büyüme ve sonrası

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır.)
Geçen haftaki yazımı borçlanmaya dayalı büyüme konjonktürünün artık geçerli olmadığı tespitinden hareketle, “bu koşullar altında dünya kapitalizminin nihai borçlanıcısı’ ve governörü IMF’nin elindeki reçeteler ne kadar etkin olabilir” sorusuyla bitirmiştim. Geçen haftadan bu yana Türkiye özelinde bu soru 2018’in ilk üç ayına ilişkin milli gelir ve büyüme istatistiklerinin yayımlanmasıyla daha anlam kazandı.

TÜİK’in verilerini anımsayalım: Türkiye ekonomisi 2018’in ilk çeyreğinde %7.4 büyümüş. Söz konusu büyümenin ardında özel tüketim harcamalarındaki sıçrama çarpıcı: %11. Yatırım harcamaları da %9.7 artış göstererek milli gelirin talep yönlü bir ivmelenmeye dayalı büyüme içinde olduğunu belgeliyor. 
Toplam talepteki bu ivmelenme ise yurtdışı kaynak bağımlılığını daha da artıran bir biçimde gelişmiş; Türkiye’nin toplam ithalatı %22 artmış; deyim yerindeyse, resmi çevrelerce büyük övgüyle dile getirilen “büyüme rekoru” sloganını gölgede bırakmıştır. Bunun sonucunda dış ticaret açığı son on iki ay boyunca birikimli olarak 70 milyar dolara, cari işlemler açığı (toplam dış açık) ise 57 milyar dolara yükselmiştir. Bu rakam güncel kur ile dönüştürüldüğünde milli gelirimizin %6.5’ine ulaşmaktadır. AKP ekonomi idaresi yakın geçmişte ulusal ekonomi için 3 adet %5 hedefi dile getirmekteydi. Büyüme, enflasyon ve cari açığın milli gelire oranında yüzde 5! Anlaşılan o ki, büyüme temposu seçim konjonktüründe hedefin üzerine pompalanarak çıkarıldığında, enflasyon hedefi (son veri %12; ÜFE’de ise %20) ve cari işlemler oranı hedefi (%6.5) ile ulusal ekonominin tüm dengelerini bozmuştur
Bu nedenle ekonomik büyüme istikrarsız ve sürdürülemez niteliktedir.
***
Yazımızın başında yer alan soruya dönersek; Türkiye ekonomisinde istikrarsız yapının çözülmesi ve bozulan dengelerin yeniden kurulması için yakın gelecekte (büyük olasılıkla seçim sonrasında) ulusal ekonomide ciddi bir daralma ve emek- sermaye ilişkilerinin yeninden yapılandırılması gerekecektir. Bu dönüşümü finanse etmek ve yönlendirmek için IMF ile yeni bir stand by programına ihtiyaç duyulması olasılığı yüksektir. 
Ancak burada IMF’nin geleneksel stand by unsurlarının etkin olacağı konusunda ciddi kuşkular mevcuttur. Zira, hepimizin yakından bildiği üzere, geleneksel IMF programlarının ana özelliği kamu açıklarının kapatılmasına, ücret ve maaşların geriletilmesine dayalı daraltıcı politikalar içermesidir. Bu politika demeti geleneksel olarak kamu sektörü ağırlıklı aşırı borçlanma ve bütçe açığından kaynaklanan makroekonomik istikrarsızlık sorunlarıyla ilgilidir. Oysa gerek Türkiye, gerekse Arjantin ve birçok gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde ana sorun, özel sektörün aşırı borçlanma güdüsünden ve finansal sistemin denetimsizliğine dayalı aşırı şişkinleşmesinden kaynaklanmaktadır. 
2009 ve sonrası bize finansal sistemdeki aşırı dalgalanmaların ve varlık fiyatlarındaki aşırı şişkinleşmenin getirdiği özel borçlanmaya dayalı talep dalgalarının, makroekonomik istikrarsızlığın ana ögelerini oluşturduğunu göstermiştir. Finansal istikrarı sağlamaya yönelik reçeteler ise kapitalizmin 21. yüzyıldaki rant ve spekülasyona dayalı birikim mantığına aykırı düşmektedir. IMF’nin ve ana akım iktisat anlayışının hayali kapitalizm modellerinin tıkandığı nokta da tam burasıdır.
==================================
Evet dostlar,

Sayın Prof. Yeldan gibi yine Bilkent Ekonomi bölümünden bir başka hocamuz Sn. Prof. Dr. Refet Gürkaynak son derece ciddi uyarılar yapmakta.. (http://ahmetsaltik.net/2018/06/16/kriz-kacinilmaz-canimiz-yanacak/)

Fırtına seçimden sonra.. Kaçınılmaz fırtınanın kopacağı kesinleştiği için AKP=RTE, seçimleri neredeyse 1,5 yıl öne çekmek zorunda kaldılar. Kazanabilirlerse -ki çoook zor görünüyor- o yapay tazelenmeyle yarattıkları çok ağır çok yönlü bunalımı çözmeye çabalayacaklar.. Sorunu yaratanlar, çözümü de üretecek nasıl olacaksa!?

Olan orta ve alt gelir dilimlerine olacak. faturayı üstlenecekler gene.. Ciddi düzeyde yoksullaştırılacağız AKP = RTE’nin yine Prof. Yeldan’ın deyimiyle akıl ve bilim dışı güdümlü ekonomi politikaları (!?) yüzünden..

Hiç ama hiç akıllanacak gibi gözükmüyorlar oysa.. Şimdi de ABD ile danışıklı Kandil – Münbiç senaryosunu pazarlamak, seçimde “oy”a dönüştürmek gibi mide bulandıran manevralar içindeler.. Dileriz bu halk kendisini bunca aşağılayan – aklıyla alay eden hatta aptal yerine koyan siyaset bezirganlığını ve bezirganlarını bağışlamayacaktır…

Eğer 24 Haziran / 8 temmuz’da “at” bir kez daha, hile hurda dahil bir yolunu bulur ve Üsküdar’a geçerse; çıra gibi yanacağımızın resmi ve belgesidir görünenler.

15,5 yılda iki trilyon dolar dolayında ulusal kaynağı heba ettiniz, faize – ranta – yandaşa – inşaata gömdünüz ve fahişe – dar’ül harp alanı gibi gördüğünüz caaanım memleketimizi – halkımızı iflasın eşiğine sürüklediniz. Sınırsız kul hakkı yediniz.

Dilimizin ucundan dökülüyor, tutamıyoruz; Allah belanızı versin, eminiz verecek de!

Sevgi ve saygı ile. 20 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com