Etiket arşivi: Erinç Yeldan

Milli geliri yorumlamak

Milli geliri yorumlamak

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 5.6.19

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK’in) Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla (milli gelir) üzerine 2019’un ilk çeyrek dönemine ait tahminleri geçen hafta sonu yayımlandı. Resmi verilere göre: 
Gayrı Safi Yurt İçi Hasıla; zincirlenmiş hacim endeksi olarak (2009=100), 2019 yılının birinci çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre %2.6 azaldı
Gayrı Safi Yurt İçi Hasılayı oluşturan faaliyetler incelendiğinde, 2019 yılının 1. çeyreğinde bir önceki yılın aynı çeyreğine göre zincirlenmiş hacim endeksi olarak, tarım sektörü toplam katma değeri %2.5 arttı, sanayi sektörü %4.3 ve inşaat sektörü %10.9 azaldı. Ticaret, ulaştırma, konaklama ve yiyecek hizmeti faaliyetlerinin toplamından oluşan hizmetler sektörünün katma değeri %4 azaldı. 
Mevsim ve takvim etkilerinden arındırılmış GSYH zincirlenmiş hacim endeksi, bir önceki çeyreğe göre % 1.3 arttı. 
Bu verilere göre, Türkiye ekonomisi 2018’in ilk çeyreğinde 2019’un eş dönemine göre %2.6 oranında daralma gösterdi. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi kriz içindedir
Geçmiş kriz deneyimlerimize görece bir anımsatma yapmak gerekirse, ulusal ekonomi 2001’de %5.7; 2009 krizinde ise %4.8 gerilemiş idi. 
Ekonomi idaresi, milli gelir istatistiklerinde “yıllık bazlı” gelişmeleri değil de, 2018’in son çeyreğine görece, mevsimsel ve takvim etkilerinden arındırılmış verileri ön plana çıkarmayı tercih etti. Buna göre çeyrek dönemlik bazda Türkiye ekonomisi %1.3 büyümüştür. Dolayısıyla, resmi söyleme göre “en kötü dönem geride kalmıştır…

Kısa dönem analizleri için 
Ne var ki, ulusal ekonomide “kısa dönemde” var olan gelişmeleri izlemek için söz konusu milli gelir verileri sağlıklı bir gösterge değildir; milli gelir, tanımı gereği, “bir ülkedebir yıldayapılan toplam katma değer üretimini; veya başka bir tanımla, ‘bir yılda’ yurt içinde üretilmiş toplam mal ve hizmetler üzerine yapılan toplam harcamaları” göstermektedir. Dolayısıyla, milli gelir istatistiklerini dilediğiniz biçimde dönemlere ayırarak, parçalar halinde değerlendirmek sağlıklı bir yöntem değildir. Söz konusu kısa dönemli analize uygun veriler Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) tarafından izlenir ve Konjonktür Değerlendirme Raporu başlığı altında kamuoyu ile paylaşılır idi. 
Ne yazık ki artık ne DPT, ne de bu kurumun takipçisi konumunda olan Kalkınma Bakanlığı diye bir kurum kaldığından, makroekonomi düzeyinde bu tür kısa dönemli analizlere olanak verecek veri seti üretilmemektedir. Günümüzde daha çok finansal yatırımcıların kararlarına ışık tutacak “piyasa” verileri veya “sanayi üretim endeksi”, ya da “tüketici güven endeksi” gibi daha dar kapsamlı göstergeler ile yönümüzü bulmaya çalışmaktayız. Buralarda da söz konusu parçalı veriler bir bütün olarak değerlendirildiğinde ortaya karmaşık bir sentez çıkmakta,

  • elde ettiğimiz tek sonuç, Türkiye ekonomisinin fırtınaya tutulmuş bir gemi misali aşırı dalgalanmalar içinde olduğudur.

Bu aşırı oynaklık ise belirsizlik ve güvensizlik yaratmakta, ülkenin risk algısını kötüleştirmektedir.

Milli gelirin bileşenlerinin tahribatı 
Ancak, rakamların ardına gizlenen mistik söz oyunlarına değil de, milli gelirin sürükleyici ana kalemlerine baktığımızda söz konusu oynaklık ve güvensizliğin ana unsurları ortaya çıkmaktadır. Milli gelir üzerine yapılan harcama kalemlerinin belki de en önemlisi olan sabit sermaye üzerine yapılan yatırım harcamaları söz konusu dönemde %13 gerileme göstermiştir. Yatırım harcamaları 2018’in 3. ve 4. çeyrek dönemlerinde sırasıyla, %4.7 ve %12.9 daralmış, 2018’in bütününü ise ortalama %2.1’lik daralma ile kapatmış idi. 
Bunun ötesinde, ulusal ekonomide krizin ilk göstergelerinin izlendiği 2018’in ikinci yarısından başlayarak, mevsimsel etkilerden arındırılmış sabit sermayeye yatırım harcamaları hacim endeksi 228.7 değerinden 203.5’e gerilemiştir. Yani, Türkiye sabit sermaye stokunu eritmektedir. Aynı dönemde ihracat hacim endeksi 174.3’ten, 176.8’e yalnızca 2.5 puanlık bir artış sergilemiş, ithalat hacmimiz ise 169.7 puandan 103’e gerilemiştir.

Cari işlemler dengesi eşittir tasarruf yatırım farkı 
Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, yakın geçmişte açıklamış olduğu İVME adı verilen ileri verimli milli ekonomi belgesini sunumunda “cari işlemler dengesinde Cumhuriyet tarihinin rekor fazlasının elde edilmesinin beklendiğini” vurgulamıştı. Okurlarımıza hatırlatalım, cari işlemler dengesi, tanım gereği ulusal düzeyde tasarruflar ve yatırımlar arasındaki farkı vermektedir. Dolayısıyla, Albayrak’ın paylaşımı doğrudur: 

  • Türkiye ihracat yoluyla değil, yatırımlarını çökerterek cari işlemler fazlası yaratmaktadır. 

Bunun olumlu bir gelişme olup olmadığını tartışmaya bile gerek görmüyorum.

Hane halkları açlık ve yoksulluk sınırı

Hane halkları açlık ve yoksulluk sınırı

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 29.5.19

 

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır…)

Türkiye, krizin temel göstergelerine (ve 23 Haziran İstanbul seçimine) odaklanmış iken, Türk-İş’in Mayıs 2019 Açlık ve Yoksulluk Sınırı İstatistikleri yayımlandı. Türk- İş Araştırma Dairesi’nin Mayıs 2019 dönemi bulgularına göre;

• 4 kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken aylık gıda gideri 2.123.93 TL’ye yükseldi.
• Söz konusu gıda harcaması ile birlikte giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt) ulaşım, eğitim, sağlık vb. gereksinimler için yapılması zorunlu öbür aylık harcamaların toplam tutarı ise 6.918.33 TL’ye ulaşmış durumda.
Türk-İş Araştırma Dairesi ilk rakamı açlık sınırı, ikincisini ise yoksulluk sınırı olarak niteliyor ve söz konusu istatistikleri otuz iki yıldan bu yana aralıksız olarak kamuoyu ile paylaşıyor.

  • Türk-İş Araştırma Dairesi’nin bulguları Türkiye’de sürmekte olan gelir eşitsizliğini ve buna bağlı olarak yoksulluğun ulaştığı düzeyi belgelemesi açısından çarpıcıdır.

Türk-İş’in bulgularını Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayımlanan Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması sonuçları ile birlikte yorumladığımızda karşımıza yoksulluk tuzağına sıkışmış çarpık bir ekonomik yapı biçiminde dökülüvermektedir.
TÜİK, hane halkları bazında kullanılabilir gelirin dağılımını “Gelir ve Yaşam Koşulları” araştırmasına bağlı olarak 2006’dan bu yana izlemekte. Aşağıdaki tabloda TÜİK’in 2006’daki ilk hesaplamaları ile yayımlamış olduğu en son veri yılı olan 2017 dönemine ait bulgular özetlenmekte.

[Haber görseli]

TÜİK’e göre 2017’de Türkiye’de toplam 23 milyon 96 bin hanehalkı bulunmakta olup, bunların yıllık gelir ortalaması 46.131 liradır. Tablonun satırlarına soldan sağa doğru gidildikçe hane halklarının en yoksul %10’luk kesiminden başlayarak birikimli olarak ortalama gelirleri sergilenmektedir. Örneğin 2017 yılında en yoksul % 10’luk gelire sahip hane halklarının yıllık ortalama geliri 15.584 TL’dir. Bu rakam ayda 1.298.6 TL’lik bir gelir anlamına gelmektedir. Türk-İş’in “dört kişilik hanehalkı” harcama kestirimine görece kaba bir karşılaştırma yapıldığında, söz konusu rakamın açlık sınırının yarısına ancak ulaşabildiği görülecektir!

Bu karşılaştırmayı başka gelir dilimleri üzerine sürdürdüğümüzde, TÜİK’in resmi rakamlarına göre, hane halklarının neredeyse yarısının aylık gelirlerinin Türk-İş tarafından belirlenen açlık sınırına ancak ulaşabildiği; yoksulluk sınırının ise çok çok uzağında kaldığı görülecektir.

Resmi veriler Türkiye’de açlık ve yoksulluk sınırının,
hane halklarının yarısına yakını için ciddi bir tehdit olduğunu belgelemektedir.

2017’nin en güncel verileri, 2006 ile karşılaştırıldığında da, 2006’dan bu yana bu eğilimin kararlılıkla sürmekte olduğu görülmektedir.

Nitekim Türk-İş Araştırma Dairesi uzmanları bu saptamalara dayanarak

  • “Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kuruluşunun yüz yıla ulaştığı günümüzde, insan onuruna yaraşır bir yaşamı sürdürebilme olanağı çoğu ücretli çalışan için olanaklı olmadı. İşçinin kendisi ve ailesi için yetecek bir ücreti elde etmesi, uygulanan ekonomik ve sosyal politikalarla sağlanamadı.” yorumunu bizlerle paylaşmaktadır. 

Türkiye’nin emekçi hane halklarının 2000’li yıllar boyunca önce istihdamsız büyüme, günümüzde de yüksek enflasyon ve işsizlik kıskacında yaşamakta olduğu açlık ve yoksulluk gerçeği, çalışanların içinde bulunduğu geçim sıkıntısının boyutlarını net bir biçimde ortaya koymaktadır. Türk-İş Araştırma Dairesi uzmanlarına bu anlamlı çalışma için teşekkürü bir borç bilerek…

=======================================
Dostlar,

Bir “bayram günü” bu uyarıcı yazıyı neden paylaştığım sorulabilir…

Ancak, Emre Kongar hocamızın bu günkü (4.6.19) Cumhuriyet‘te yayınlanan “BAYRAMLARIMIZI DA ÇALDILAR” başlıklı makalesinin okunmasını önereceğim..

Bu “hazin” tablonun başlıca sorumlusu, Kasım 2002’den bu yana 17 yıldır ülkemizi tek başına yöneten, yönettiğini sanan ama bu ağır çıkmaza bizi sürükleyen AKP = RTE iktidarlarıdır.

Artık mızrak çuvala sığ – ma -mak -ta – dır!
Artık bıçak kıtır kıtır kemiği kesmeye baş – la – mış – tır!
Artık dayanma, sabretme olanağı kal – ma – mış -tır!
Artık yurdum insanı, yaşadığı sefaletin bilinçli sorumlusunu gör – me – li – dir!
Artık bu kurgulu ulusal sömürü ve aşağılanma sür – dü – rü – le – mez!
Artık, bayramlarımızı bile çalanlar ülkemizi yönetmeyi sür – dü – re – mez!
……………………………….
…………………………………….
“İlk adım” 23 Haziran 2019’da İstanbul’da hukuk dışı gerekçelerle yinelenecek olan BŞB Başkanlığı seçimidir.
AKP = RTE iktidarı bu seçimde mutlaka yenilmelidir.
Ardından ülkemiz erken seçim iklimine girebilir ve yapılacak ilk erken genel seçimde de bu tarihte örneği görülmemiş karabasandan kurtulma olanağı doğar..
*****
Düşünce özgürlüğü bağlamında “Bed dua” etmek hakkımı kullanmak istiyorum.
Gerekçem şudur : 17 yıldır halkın emeği – alın teri – kanı ve canı…. gasp edilmiştir.

  • Allah belanızı versin ve ulusumuzu bir an önce sizlerden kurtarsın…!

Dr. Ahmet Saltık, MD, MSc, BSc
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Hangi ‘yapısal reformlar’?

Hangi ‘yapısal reformlar’?

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 3.4.19

 

Yerel seçimler geride kaldı. Piyasaların beklentisi bundan böyle en az 4 yıl boyunca “seçim yarışının söz konusu olmadığı bir Türkiye’de yapısal reformların artık uygulanmaya konulacağı” umuduyla çalkalanıyor. “Yapısal reform gerekliliği” iktisat gündemimizde neredeyse ilahi bir kutsanma yükümlülüğüne dönüştürülmüş durumda. Bu hafta söz konusu kavramı içerdiği mistik algılardan arındırarak tartışmaya çalışacağım. Konu son derece geniş ve kapsamlı. Bu köşenin boyutlarının ise sınırlı olduğu gerçeğinden hareketle aşağıda vurgulayacağım öneriler demetinin kaçınılmaz olarak “genel ve soyut” düzeyde kalacağının farkındayım. Bunun için baştan özür diliyorum. Öte yandan da kapitalizmi idare etmek gibi bir niyetim, iddiam, ya da yükümlülüğümün olmadığını da okurlarımın takdirine bırakmak arzusundayım. Her şeyden önce, Türkiye’de hukukun üstünlüğünü sağlayacakemekçilerin yaşam koşullarını iyileştirecek ve çoğunlukla piyasa sistemine müdahale ve düzenleme gerektiren “yapısal dönüşümler” ile İstanbul finans burjuvazisinin taleplerini birbirine karıştırmamamız gerektiğini düşünüyorum.

Türkiye için olmazsa olmaz ilk adımlar 
Söz konusu yapısal dönüşümün Türkiye için “olmazsa olmaz” ön koşulları;

hukukun üstünlüğü ve
liyakata dayalı bir yönetim sisteminin kurgulanması ve
insan haklarına, özgür düşünceye saygılı, çağdaş ve katılımcı demokrasi kurumlarının özgürce çalışmalarının sağlanmasıdır.

Eğitimde tek tip, ezbere dayalı, sorgulamadan salt itaat etmeyi hedefleyen İslamcılaştırmaya dayalı öğretimin önüne geçilmeli; eğitim sistemimiz özgür, bilimsel kuşkucu, sorgulayan ve analitik düşünce ile donatılmış, yaratıcı nesiller yetiştirmeye odaklanmalıdır.
Ekonomik düzlemde ise toplumsal adaleti geliştirecek bir vergi düzenlemesi ön koşul olmalıdır. Toplumsal çürümüşlüğün ve ahlaksız büyümenin ana bileşeni olarak çalışan “vergi ve/veya imar affı” gibi düzenlemeler yasa dışı ilan edilmelidir. Buradan hareketle, kamu maliyesini güçlendirmenin yanı sıra haksız nitelikli kazançların adaletli bir biçimde vergilendirilmesine dönük olarak imar rantları vergilendirilmelidir
Türkiye benzeri gelişmekte olan yükselen piyasa ekonomileri için uluslararası yeni-işbölümünde üstlenilen görev, her ne pahasına olursa ihracatın artırılması ve bu nedenle de uluslararası rekabet gücünün yükseltilmesi önceliğidir. Bu da ücretlerin baskı altında tutulmasını ve ihracatçı sektörlerde emek veriminin yükseltilmesini sağlayacak -çoğunlukla ithal teknolojiye ve pazarlama tekniklerine dayalı dışa bağımlı- bir üretim desenini gerekli kılmaktadır. Buna karşılık olarak, emekçileri ve uğradıkları ekonomik şiddet altında sosyal dışlanmaya uğrayan kır ve kent yoksullarını da kucaklayarak genişleyen bir iç pazarın avantajlarından yararlanmak öncelikli olarak gündeme getirilmelidir. Bunların ötesinde, her ne pahasına olursa olsun sanayileşmenin yarattığı çevre tahribatı ve ekolojik felakete götürecek olan hiper-tüketime dayalı üretim anlayışı terk edilmeli; gelecek kuşaklara sağlıklı, temiz ve yaşanabilir bir dünya bırakmak önceliğimiz olmalıdır. 
Bu tür alternatif bir modelde uluslararası rekabet gücünü artırmak için ücretleri ve maliyetleri aşağıya çekme saplantısının yerini, iç pazarda istihdamı ve iç talebi koruyan, üretkenlik kazanımlarını emeğin gelirlerine yansıtan bir sanayileşme ve üretim modeli benimsenmelidir. Bu modelin ana itici gücü kamu girişimciliğine ve kamu yatırımlarına dayanmak üzere yeniden kurgulanabilir.

İnsan onuruna yakışır iş 
İşgücü piyasalarında enformalleştirmeyi (AS: kayıtdışılaştırmayı) özendiren taşeronlaştırıcı (alt-işveren tipi) uygulamalar titizlikle izlenmeli, ILO belgelerinde tanımlanan “insan onuruna yakışır iş” kavramı ana ölçüt olmalıdır. Hipersömürüyü olanaklı kılan cinsiyet ve etnik ayrımcılığa ve her türlü sosyal dışlanmaya yol açan enformal (AS: ayıt dışı) istihdam biçimleri reddedilmelidir. İşsizlik ve cinsiyet, etnik köken ve bölgesel eşitsizlik biçimleriyle mücadele tüm makro birimlerin önceliği olarak kurgulanmalıdır. Sermaye çevrelerince sürdürülen ve emeğin kazanımlarını yok etmeyi amaçlayan, kıdem tazminatının kaldırılması, fona devredilmesi ve/veya en azından işlevsiz hale getirilmesine yönelik istemler ise reddedilmelidir.

Küresel düzeyde finansal istikrarın sağlanması 
İktisat ile ilgilenen hemen bütün sosyal bilimcilerin ortak görüşü, 2007/08 küresel kriziyle tetiklenen ve “büyük durgunluğa” dönüşen küresel kriz dalgalarının ana nedeninin dünya finans piyasalarında yaşanan sürdürülemez şişkinleşme (aşırı değerlenme) ve borçlanma temposu olduğu konusunda birleşmektedir. Önceleri dot. com, daha sonra tüketici ve konut kredileri aracılığıyla sürdürülen finansal şişkinlik, 2007’de artık sürdürülemeyerek patlamıştır. Sermaye’nin finansal rant oyunlarından kurguladığı hayali kârlar, reel ekonominin gerçekleriyle bağdaşmaz niteliktedir. Dolayısıyla “çözüm”, öncelikle çarpık küreselleşme dalgasının üzerine inşa edildiği kırılgan finansal yapının reel ekonomik sektörlerle olan ilişkilerinin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması ve “tıklama kapitalizminin” (capitalism on tick) hayali değerlere dayalı köpük ekonomisinin dizginlenmesinden geçmektedir. 
Bu anlamda, başta BDDK, SPK ve Merkez Bankası olmak üzere, finans sermayesinin ve rantiyer grupların taleplerine ve “finansal sistemin sağlığı herşeyden öncedir” şantajına karşı duracak, finansal istikrarı sağlamlaştırıcı bir kurumsal üstyapı oluşturulmalıdır. Ticari bankalar ile yatırım bankaları birbirinden ayrılmalı; kooperatif bankacılığı, kamu bankacılığı ve kâr amacı gütmeyen almaşık örgütlenme biçimleri özendirilmelidir. 
Merkez Bankası’nın kendisini salt fiyat istikrarı hedefiyle sınırlaması yerine, döviz kurundaki oynaklığı ve belirsizliği azaltacak ve reel düzeyini koruyacak bir “reel döviz kuru hedeflemesi” para politikası özendirilebilir. Daha genel anlamda, tüm finansal varlıkların fiyatlarını bir arada gözeten bir “finansal istikrar hedeflemesi” kavramı geliştirilebilir. Bu bağlamda, finansal sistemin hiper-akışkanlığını ve tahrip edici spekülatif öğelerini dizginleyecek bir finansal işlem vergisi düşünülebilir.

Yönetişim ve demokrasi 
Burada sıralanan “yapısal dönüşüm” önerilerinin nihayetinde “sistem-içi” olduğu ve sistemden kalıcı bir kopuş önerisiyle birleştirilmedikçe gerçekçi ve kalıcı olamayacağı ve bu haliyle de bu çabaların anlam ifade etmediği öne sürülebilir. Bu tespit kuşkusuz doğrudur. Nitekim, küresel ekonominin mevcut koşullarında kapitalizmin “sistem- içi” herhangi bir dönüşüm önerisine dahi tahammülü kalmamış durumdadır. Örneğin, hukukun üstünlüğü” veya katılımcı demokratik kurumlar gibi kavramlar artık gerek yerel, gerekse uluslararası sermaye çevrelerinin stratejik kararlarına ayak bağı olarak görülmekte ve köhnemiş bürokratik engeller biçiminde nitelendirilmektedir. 
Demokrasi kurumları artık yerlerini “akil insanlardan oluşturulan üst kurullar”, “uluslararası tahkim mevzuatı” ve adına “yönetişimci etkin devlet” denilen, demokratik denetimden uzak, güçler ayrılığı ilkesini reddeden teknokratik yönetim yapılarına terk etmektedir. Dolayısıyla, yukarıda ana başlıklarla özetlemeye çalışılan yapısal dönüşüm önerilerinin, aslında mevcut kapitalist sistemin çaresizliğini gözler önüne sermek ve iç çelişkilerini belgelemek gözüyle de okumanın doğru olacağını düşünmekteyim.

***
Son söz olarak, Korkut Boratav hoca yıllar önce, 4 Mayıs 2005 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki bir yazısında, şu sözleri bizlerle paylaşmaktaydı: “Adım adım  aykırı’ düşünmeye yönelmemiz gerekiyor. Önce, bugünün egemen düşünce biçiminin sınırlarını; giderek kurulu düzenin parametrelerini de zorlayarak…” 
Aykırı düşünmeye hazır mıyız?

Ulusal ekonomide dalgalanma şiddetlenirken

Ulusal ekonomide dalgalanma şiddetlenirken

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 27.3.19

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye ekonomisine ilişkin
– “cari işlemler açığı ve finansmanının kalitesizliği”;
– “dış borç stoku ve artış hızı”;
– “tasarruf yatırım dengesi(-zliği)”;
– “enflasyon ve işsizlik oranlarının yüksekliği”;
– “sabit sermaye yatırımlarında gerileme”;
– “sanayi üretim ve istihdam paylarında gerileme

vb. tüm temel göstergeler irdelendiğinde yalın gerçek ortaya net biçimde dökülmektedir:

  • Türkiye ekonomisi uluslararası sermaye hareketlerine bağımlı ve istikrarsız bir yapıdadır. 
  • Ulusal ekonomide dengesizlik giderek derinleşmekte olup, döviz ve diğer finansal varlık piyasalarında gözlenen aşırı dalgalanmalar oluşan kriz koşullarının kısa dönemdeki tezahür biçimleridir.

Türk Lirası’nın geçen hafta sonunda uluslararası para birimleri karşısında birdenbire değer yitirmesi bu sürecin devamı niteliğindeydi. Artan kırılganlık ve dengesizlik göstergelerine karşın, siyasi otoritenin yaklaşmakta olan seçim telaşıyla ekonomiye istikrar kazandıracak politikaların uygulanmasını engellemesi ve/veya erteletmesi yapısal nitelikli sorunların daha da derinleşmesine neden olmaktadır.

TC Merkez Bankası’nın müdahalesinin ardından

Geçen hafta sonu döviz fiyatlarındaki aşırı hareketlenme karşısında TC Merkez Bankası yayımladığı basın bülteniyle para politikasına ilişkin uygulamalarına açıklık getirme çabasındaydı. Bize göre iki ana başlık ön plana çıkmaktadır:

Birincisi, “Brüt rezervlerde yaşanan dalgalanmalar ise olağan işlemlerden ve dönemsel unsurlardan kaynaklanmakta olup öngörülmeyen bir durum söz konusu değildir.”

Gerçekten de Merkez Bankası’nın net rezervlerinde son bir hafta içinde gözlenen azalma gerek ulusal, gerekse de uluslararası finans sermaye çevrelerinde kaygıyla karşılanmış ve TCMB yönetimini piyasalara “güven verme” ihtiyacı doğurmuştu. TCMB yönetimi, rezervlerde gözlenen inişli-çıkışlı dalgalanmaların olağan değerlendirilmesi gerektiği ve belirsizlik içermediğini vurgulayarak güven tazelemeyi amaçlamaktaydı.

Oysa burada önemli olanın rezervlerdeki oynaklığın normal olup olmaması değil, rezervlerin kısa vadeli dış borçlar ya da ekonominin ithalat ihtiyacı gibi temel göstergelere ilişkin seyri olduğunun altı çizilmelidir. Örneğin bir ülkede kısa vadeli dış borç stokunun MB rezervlerine oranı, 1997 Asya krizinden bu yana bir “dış kırılganlık göstergesi” olarak izlenmekte ve “bir krizin öncü göstergesi” olarak nitelendirilmektedir. Tümüyle teknik bir gösterge olan bu oranın seyrini Merkez Bankası’nın verilerine dayanarak aşağıda çizmekteyiz:

[Haber görseli]

Çizimde görüldüğü üzere, Türkiye ekonomisinde söz konusu oran 2009 öncesinde %65’e kadar gerilemiş iken, günümüz itibarıyla 2001 krizi öncesi oranlarına yaklaşmış durumdadır. Bu oranın yüksekliği, brüt rezerv miktarındaki dalgalanmaların olağan olup olmadığı tartışmasını anlamsız kılmaktadır.

Para politikasında çelişkiler ve karmaşa

İkinci olarak, “Finansal piyasalarda gözlenen oynaklıklar ve sağlıksız fiyat oluşumları yakından takip edilmekte olup para politikası ve likidite yönetimine ilişkin tüm araçlar, fiyat istikrarını sağlamak ve finansal istikrarı desteklemek amacıyla kullanılmaya devam edilecektir.” yorumuyla TCMB enflasyonla mücadele ve Türk Lirası’nı güçlü kılma uğruna “sıkı para politikası” duruşuna devam edeceğinin altını çizmektedir.

Sıkı para politikasının” araçlarının neler olması gerektiği iktisat biliminin “İktisada Giriş Dersi” düzeyinde tartıştığı bir konudur. Öncelikle faiz oranının yükseltilmesi ve kredi hacminin daraltılması gereği sıkı para politikası duruşunun olmazsa olmaz önkoşullarıdır. TC Merkez Bankası da hafta sonu aldığı ani kararla politika faizi olarak nitelediği “1 haftalık repo” uygulamasını ertelemiş ve gecelik fonlama maliyetini %25.5’e değin yükseltmiştir. Ancak ne var ki, bu adımı şeffaf ve yalın bir şekilde duyurmak yerine, olabildiğince karmaşık hale getirerek siyasi otoritenin “faizin düşürülmesi” yönündeki telkinlerinden uzak tutma çabasını sürdürmüştür.

Bir yandan da, tam tersi bir uygulamayla, kamu bankalarına verilen talimatlar aracılığıyla kredi genişlemesi sürdürülmüş ve kamu bankalarının son 13 haftadaki kredi miktarındaki artış yıllık bazda % 30’a ulaşmıştır.

  • Siyasi otoritenin ekonomiye olan müdahalesi para politikasını içinden çıkılmaz bir karmaşa ve çelişkiler yumağına sürüklemektedir.

Türkiye ekonomisi yabancı sermaye girişi olduğunda yapay olarak büyüyen, sermaye hareketleri yön değiştirince de “ekonomiye terörist saldırılar var” hamaseti ile uygulamaya konulan çelişkili politikalar altında dengesini yitiren bir konumdadır.
==============================
Dostlar,

Cumhuriyetin kasasının da içini boşaltıyor, boşalttı AKP = RTE!

Merkez Bankası döviz rezervi 26 milyar Dolara düştü! Erdoğan bir aralar övünüyordu 128-130 milyar $’a çıkarttık rezervleri diye!

Şimdilerde ise adeta içimiz boşaltılıyor AKP = RTE tarafından!

İliglenrnlere ABD gazetesi The Wall Street Journal‘da dün (28.3.19) yayınlanan Kantchev / Villars makalesini salık veriyoruz..

  • ‘Döviz rezervlerinin azalması ve yabancı yatırımcının kaçmasıyla Türkiye derin bir ekonomik krize sürüklendi..’
    (https://www.wsj.com/articles/turkish-lira-plunges-as-economic-pain-takes-hold-11553778040, 28 Mart 2019)

Sevgili Damat – Bakanımız da okur mu acaba? Ya da çok değerli danışmanları Erdoğan ve Albayrak’ın dikkatine makalenin özünü sunarlar mı acaba??

  • Son verilerle TCMB rezervleri, Türkiye’nin kısa vadeli borçları bile karşılayamıyor!
  • Ya da tersinden söyleyelim; AKP = RTE’nin borca batırdığı Türkiye’nin kısa vadeli borçları, TCMB rezervlerinin % 120’si düzeyinde!
  • Önceki ay, 26 milyar TL’yi aşan TCMB karı, AKP = RTE’nin isteğiyle birkaç öncesinden el konarak Hazineye aktarıldı..

    Cumhuriyetin kasasının da içini boşaltıyor, boşalttı AKP = RTE!

    Lütfen aylar önce bu sitede yazdığımız makaleyi – uyarıyı bir kez daha okur ve de okutur musunuz??

    AKP = ERDOĞAN TÜRKİYE’yi MORATORYUMA MI SÜRÜKLÜYOR? 

Sevgi, saygı ve DERİN KAYGI ile. 29 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

4 milyon 300 bin kişi açık işsiz!

4 milyon 300 bin kişi açık işsiz!

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 20.3.19

4 milyon 300 bin kişi “açık” işsiz..
Dikkat ediniz, genel geçer bir ifadeyle işi olmayan insanlardan bahsetmiyoruz. Sözünü ettiğimiz rakam, açık işsizler ordusunu ifade ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) teknik ifadesiyle, açık işsiz olarak sayılmanın koşulları şöyle sıralanıyor: 
(1) Sözü geçen dönemde (kasım, aralık, ocak ayı ortalaması) kâr karşılığı, yevmiyeli, ücretli ya da ücretsiz olarak hiçbir işte çalışmamış; 
(2) İş aramak için son 4 hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 
(3) 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan 15 ve daha yukarı yaşta olanlar 
işsiz nüfusa dahildirler. 
Dolayısıyla, TÜİK istatistiklerinde “işsiz” sayılabilmek için aktif olarak iş arıyor olmak ve kısa süre içinde de işbaşı yapmaya hazır olmak gerekmektedir. Türkiye’de bu rakam kasım, aralık, ocak aylarında ortalama 4 milyon 300 bin kişidir. Bu rakam 2017’nin eş döneminde 3 milyon 291 bin kişi idi. Dolayısıyla

  • son bir yılda “açık” işsizlerin sayısı 1 milyon 11 bin kişi artış göstermiştir. 

Hemen belirtelim ki bu rakama, gene TÜİK tanımıyla, “iş aramayıp çalışmaya hazır olanlar” dahil değildir. Bu grubu TÜİK, “çeşitli nedenlerle bir iş aramayan, ancak 2 hafta içinde işbaşı yapmaya hazır olduğunu belirten kişiler” olarak tanımlamaktadır. Birçok araştırmacı bu grubu çalışmaya hazır olmasına rağmen, iş bulma umudunu kaybetmiş olduğu için iş aramaktan vazgeçen kesim olarak tanımlamaktadır. Açık işsizler rakamına bu tür “umudunu kaybedenler” de ilave edildiğinde “geniş tanımlı işsizlik” kavramına ulaşılmaktadır. TÜİK verilerine göre bu rakam 7 milyon 153 bine çıkmakta ve geniş tanımlı işsizlik oranı da %20’ye fırlamaktadır.

İstihdamın güvencesiz niteliği 
Konunun bir de istihdam edilenler boyutu var kuşkusuz.

  • 2018’de toplam istihdam 2017’ye görece 633 bin kişi azalmış durumda.

Son bir yıl içinde istihdam kayıpları tarımda 375 bin, sanayide 40 bin, inşaatta 442 bin kişi olarak hesaplanıyor. Hizmet sektörleri ise 224 kişilik bir istihdam artışı yaşamış. “Hangi tür hizmetler” ve “hangi koşullarda” sorularına ancak dolaylı yanıtlar bulabiliyoruz. TÜİK verileri 2018’de “kendi hesabına ve ücretsiz aile işçisi” biçiminde “istihdam edilenleri” 7 milyon 375 bin kişi olarak tahmin etmekte. Bu rakama herhangi bir sosyal güvencesi olmadan çalışan “kayıt dışı” emekçileri de ilave ettiğimizde ILO’nun güvencesiz istihdam (vulnerable employment) kavramına ulaşıyoruz. 2018 için güvencesiz istihdam toplamı 9 milyon 236 bin kişi olarak verilmiş; çalışan nüfusun üçte birine ulaşıyor. 
Kayıt dışı / güvencesiz istihdam oranı kadınlarda % 40.3’e değin çıkıyor. Tarım-dışı sektörlerde “ücretsiz aile işçisi” olarak “istihdam” edilen kadınlarda kayıt dışılık oranı ise %70.2! 
Söz konusu kadın emeği olduğunda, “eğitimli olmak” çok avantaj sağlıyor gözükmemekte. Örneğin lise mezunu kadınlarda işsizlik oranı %22.3; kadın üniversite mezunlarında ise %18 (aynı oranlar erkeklerde, sırasıyla, %12.1 ve 10.4). 
Bunların yanında bir de İŞKUR tarafından yönetilen geçici istihdam biçimleri var. Toplum Yararına Çalışma Programı bunlardan en önemlisi. TYÇP 31 Aralık 2008’de yürürlüğe girmiş ve “bir yıl içinde dokuz ayı geçmemek üzere, istihdamın korunması, arttırılması, işsizlerin meslek niteliklerinin geliştirilmesi ile işsizliğin azaltılmasına yardımcı olmak” amacıyla geliştirilmiş idi. Programa katılanlar dokuz ay boyunca “kurs” görmekte (gerçekte çoğunlukla kursa yazılmaktan ibaret kalmakta) ve asgari ücret üzerinden ücretleri, vergileri ve sigorta primleri “İşsizlik Sigorta Fonundan” karşılanmaktadır. Aslında özü itibarıyla bir başka güvencesiz istihdam olan bu yapay ve geçici istihdam biçimi, işsizlik rakamlarını aşağıya çekmek için bir politika aracı olarak kullanılmaktadır.
İŞKUR kayıtlarına göre TYÇP dahilinde “istihdam” edilenler 2018’de 355 482 kişidir. 2017’de bu tür toplam kursiyer istihdamı 266 924 kişi idi. Bu rakamları yukarıda belirttiğimiz güvencesiz istihdam rakamlarına eklersek kayıt dışılık oranı % 35’e çıkmakta; eğer bunları gerçek istihdam kabul etmeyip, işsizler safına eklediğimizde de açık işsizlik oranı %14.6’ya yükselmektedir.

Bir yanda işsizlik, öbür yanda ise istihdamın “güvencesiz” niteliği Türkiye’de derinleşmekte olan krizin yapısal ögelerini oluşturmaktadır.

Tarımın çökertilişi

Tarımın çökertilişi

Erinç Yeldan

TMMOB Makina Mühendisleri Odası (MMO), “Sanayinin Sorunları” bülteninin şubat sayısını, tarımda yaşanan sert düşüşlerin imalat sanayisi alt dallarına etkisine ayırdı. İktisatçı- yazar Mustafa Sönmez’in katkılarıyla hazırlanan Rapor, tarımı çökerten politikaların sonuçta katı bir gıda enflasyonu sorunu yarattığını vurgulayarak, başta gıda-içecek sanayisi olmak üzere tarımla ilişkili sanayi dallarının da olumsuz etkilendiğine dikkat çekmekte. Bugünkü yazımda söz konusu raporun bulgularını sizlerle paylaşmak arzusundayım.

Bilindiği üzere, TÜİK’in verilerine göre ocak ayında (2019) yıllık enflasyon oranı tüketici fiyatlarında %20.4’e, üretici fiyatlarında ise %32.9’a ulaştı. Ocak ayında enflasyonda en yüksek artış aylık bazda %6.4’lük artış ile gıda sektöründe gerçekleşti. Bu artış, ocak ayında 2003 yılından bu yana, yani son 16 yıldaki en yüksek düzey olarak gözlenmekte. Fiyatı en çok artan 25 ürün sıralamasında ilk 9 sırada yaş sebze ve meyve ürünleri yer aldı. İlk 15 ürünün 12’si sebze ve meyve ürünleri oldu.

Gıda enflasyonundaki artış kuşkusuz son bir iki ayın değil yıllardan beri tarımda biriken ve kronikleşen sorunların doğrudan sonucu. Önemli bir tarım ve hayvancılık potansiyeli olan Türkiye’de tarımın gerilemesi, AKP döneminde hızlandı. Tarıma önemli destekleri olan kamu kuruluşlarının Hazine’ye yük oluşturduğu gerekçesiyle özelleştirilmesi, tarımı önemli bir destekten mahrum bıraktı. Bunun yanında, hemen bütün Avrupa Birliği ülkelerinde tarıma destekler korunur ve yer yer artırılırken Türkiye’de, kamu maliyesinde mali disiplin sağlamak adına destekler azaltıldı. Desteklerin azalması ile birlikte, Kürt sorununa barışçı çözümler üretmek yerine “güvenlikçi” politikalardaki ısrar, bunun devamı olarak Güneydoğu-daki birçok köy ve mezrada zorunlu göç uygulamasına geçilmesi, can ve mal korkusu ile köylerin terki, tarımsal potansiyelin de körelmesi sonucunu yarattı. Tarım ve sanayide yatırımlarla beslenecek verimlilik artışlarına dayalı bir üretim planlaması yerine İstanbul kent rantı iştahına öncelik tanınması sonucunda tarım üreticisinin üretim motivasyonu da azaldı. Tarımsal faaliyetler önemli bir nüfus için geçim alanı olmaktan çıkarken, kırsal nüfus yaşlandı.
Tarımda yaşanan üretim gerilemeleri, bitkisel ve hayvansal ürünleri işleyen gıda ve içecek sanayisi başta olmak üzere, tarımsal sanayileri de olumsuz etkiledi. Bunların yanı sıra tarıma girdi veren yem, tarımsal ilaç, gübre, traktör gibi sektörler de tarımdaki gerilemeden olumsuz etkilendi.

Bu sorunlar T.C. Merkez Bankası’nın 2018 Üçüncü Çeyrek Enflasyon Raporu’nda da dile getirilmekteydi. TCMB Raporu, “rkiye’de işlenmemiş gıda ürünlerinde zaman zaman ortaya çıkan arz açıklarının ani ve yüksek fiyat artışlarına sebebiyet vermesi esas olarak yapısal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu noktada, etkin ve dinamik bir tarımsal üretim planlaması yapılamaması önemli bir yapısal sorun olarak görülmektedir.” biçimindeki yorumuyla tarımda süregelen yapısal sorunların özüne değinmekteydi.

2000’den bu yana tarım sektörünün milli gelirden aldığı pay %10.1’den, %5.7’ye; tarımda çalışan sayısı ise 7.7 milyon kişiden, 5.3 milyona geriledi. Tarım alanları toplamı ise 2003’teki 26 milyon hektardan, 2017’ye gelindiğinde 23.4 milyon hektara gerilemiş idi. Bu dönüşümler, emeğin tarımsal üretime katkısını artıracak daha yüksek katma değerli sermaye yatırımları veya teknolojik inovasyona dayalı verimlilik artışları aracılığıyla değil, doğrudan doğruya tarımsal üretimin çökertilmesi yoluyla yaşandı.

Makina Mühendisleri Odası’nın raporu yapılması gereken ilk adımın tarladan sofraya sorunları bir bütün olarak ele almak olduğunun altını çiziyor. Bu sorunların en başında yüksek girdi fiyatları, çiftçinin üretim iştahının kaybolması ve üretimi terk etmesi, pazarlama zincirindeki sorunlar nedeniyle ürünün tüketiciye pahalı ulaşması geliyor. Ürün kayıpları, iklim değişikliğine bağlı afetler, yıkıcı ithalatın yarattığı tahribat, üretici kooperatiflerinin yetersizliği konuları üstünde de durulması gerekiyor.

Bu sorunların tümünü kucaklayan bütüncül bir tarım ve sanayi politikasının oluşturulması ve kararlılıkla uygulanması ise, kuşkusuz, tarımın yanı sıra onunla ilişkili sanayi alt sektörlerini yeniden ayağa kaldırmanın da ön koşulları. (Cumhuriyet, 27.2.19)
===============================
Dostlar,

Köy biberi teröristliğini ısrarla ve şiddetini artırarak sürdürmekte (!)..
Bu gün bir büyük zincir markette kg’ı 16.90 TL idi..
İktidarın gözünden kaçtı korkarız. Meydanlarda dile getirilmiyor son günlerde nedense..
Oysa AKP için gündem oyunları bakımından bulunmaz bir fırsat..

İki noktayı paylaşmak uygun olacak :
İlki, azalmasına karşın, tarımsal nüfusun düştüğü son oranla %5,3’lük kesim, toplam ulusal gelirin %5,7’sini alabilmektedir; bu küçük de olsa tarımcılar lehine bir avantajdır..

İkincisi 6360 sayılı ve 31 Mart 2014’te yürürlüğe giren ve 14 yeni Büyükşehir kuran yasadır. Bu yasa ile 35 bin dolayındaki köy sayısı yarılanarak 18 bine yakın köy mahalleye dönüştürülmüştür. 2018 sonu TÜİK ADNKS verileriyle kentsel nüfus %92’3e fırlamıştır. Bu oran Singapur, Honkong gibi kent (şehir) devletleri bir yana bırakılırsa, dünyada en yüksek oranlardandır. Ancak gerçek sosyo-demografik durum böyle olmayıp, 18 bine yakın köy nüfusu, yasa ile “1 gecede kentli” kılınmıştır!? Dolayısıyla, tarımda makineleşme ve öteki girdilerde iyileşme nedeniyle yaşanan bir tarım sektörü çalışanı azalması söz konusu değildir; Sayın Yeldan’ın da vurguladığı üzere;

  • …Bu dönüşümler, emeğin tarımsal üretime katkısını artırcaak daha yüksek katma değerli sermaye yatırımları veya teknolojik inovasyona (AS: yenilik) dayalı verimlilik artışları aracılığıyla değil, doğrudan doğruya tarımsal üretimin çökertilmesi yoluyla yaşanmıştır…

Bir önceki yerel seçimleri izleyen gün 31 Mart 2014’te yürürlüğe sokulan bu yasanın, AKP iktidarınca Türkiye’ye dönük en büyük operasyon sayılabileceğini bu sitede birkaç kez yazdık daha önce. 18 bine yakın köyün tüzel kişiliğinin kaldırıldığını, dolayısıyla taşınmaz mülk edinme ehliyetlerinin kalmadığını ve bunların büyük ölçüde ilgili belediye ve kamu kurumlarına dağıtıldığını… mera – otlak – yaylak – su kaynaklarının köylünün elinden alındığını.. yazmıştık.

İşte 5 yıl içinde kısa – orta erimde, 6360 sayılı kökü dışarıda yasanın Türkiye’ye yaşattığı yıkıma bir örnek..

Türkiye’nin, başta AKP = Erdoğan olmak üzere geriye doğru çok ciddi bir muhasebe yapması kaçınılmaz.. Sözü edilen bu ciddi yasa vb. adımlarla toplumsal – ekonomik – kültürel – mali yaşamın adeta terörize edilmesinin kaçınılamaz acı sonuçlarıdır günümüzde yaşadıklarımız. Hiçbir biçimde halk üzerindeki olumsuz – yıkıcı ve somut sonuçlarını silmek olanaklı değildir.

  • AKP = Erdoğan, yıllardır kör gözüm parmağına inatla sürdürdükleri ağır ve zincirleme stratejik hatalarla ülkemize çok ağır ve bir bölümü dönüşümsüz bedel ödetmekteler kendilerinin de ödediği ve mutlaka ödeyeceği üzere.. Yeter ki “hilesiz” bir seçim olsun 3 hafta sonra..
  • İlk koşul da parmak boyama.. YSK mutlaka bu uygulamayı getirmelidir seçimlerde.

Sevgi ve saygı ile. 09 Mart 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Ulusal ekonominin temel ekonomik göstergeleri

Ulusal ekonominin temel ekonomik göstergeleri

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 20.02.2019

Piyasa yorumcuları “fundamentaller” diye adlandırmakta… Biz doğrudan doğruya adını koyacağız: Ulusal ekonominin temel göstergeleri nasıl şekillenmekte?
Geçen hafta içinde bu doğrultuda üç önemli veriyi tartıştık. Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu kriz ortamının en güncel göstergelerini oluşturan bu verileri sırasıyla, kısaca, değerli okuyucularımla paylaşmak arzusundayım.

1- Sanayi üretimi (takvim etkisinden arındırıldığında) 2018’in son çeyreğinde %5.2, yıllık bazda ise %9.8 gerileme gösterdi. Sanayi sektörünün alt dallarına baktığımızda, dayanıklı tüketim malları sektöründeki gerilemenin yalnızca %0.1 olmasına karşılık; ara malı sanayisinde %8, yatırım malları sanayi alt sektörlerinde ise %5.1’lik bir daralma gözlüyoruz. Dolayısıyla, sanayinin temel yatırım faaliyetlerini oluşturan aramalı ve yatırım malları alt sektörlerindeki gerileme, ekonominin potansiyel büyüme sınırlarında topyekûn, ciddi kayıplar oluştuğunu vurgulamakta.

  • Sanayideki gerileme aslında son bir iki yılın sorunu değil, 1980’lerden bu yana uygulanmakta olan kuralsızlaştırılmış piyasanın güdümündeki neoliberal politikaların doğrudan bir sonucu.

Bu yorumu aşağıda TÜİK verilerinden derlediğimiz şekilden gözlemekteyiz. Şekil uzun dönemde sanayinin milli gelir içindeki payının nasıl da gerile(til)miş olduğunu net bir biçimde dile getiriyor.

[Haber görseli]

Kaynak: TÜİK, Ulusal Hesaplar.

2- İşsizlik
Türkiye’nin en ciddi sorunu olarak ciddiyetini koruyor. TÜİK tahminlerine göre Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2018 yılı Kasım döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 706 bin kişi artarak 3 milyon 981 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 2 puanlık artış ile %12.3 düzeyinde gerçekleşti. DİSK Araştırma Merkezi, ağustos ayından bu yana istihdamdaki kayıpların 1 milyon kişiye ulaştığını paylaşmaktaydı.

3- Ekonominin dış dengesi bozulmasını sürdürürken finansman kalitesi de giderek daha sağlıksız bir yapıya bürünmekte. Cari işlemler açığı 2018 yılı toplamında 27.6 milyar $ olarak gerçekleşti. Söz konusu açığı finanse edebilmek için 21.2’si kaynağı belirsiz kayıt dışı sermaye girişlerinden, 10.4 milyar doları ise rezervlerden olmak üzere toplam 31.5 milyar $ kullanıldı. Aradaki 4 milyar dolara ulaşan fazla ise yurt dışı sermaye çıkışını karşılamış oldu.
Aşağıdaki şekilden de görüleceği üzere cari işlemler açığı 2015’ten bu yana giderek artan biçimde kayıtsız sermaye girişlerinden (net hata ve noksan) ve uluslararası rezervlerden karşılanmaktaydı. 2018 bu sağlıksız politika tercihinin dibe vurduğu yıl oldu.

[Haber görseli]

Kaynak: TC Merkez Bankası.

Son söz olarak vurgulayalım:

Türkiye ekonomisinde derinleşmekte olan dengesizlenme süreci hayali düşmanların değil, Türkiye’de neredeyse otuz yıldır sürdürülen neoliberal politika demetinin eseridir.

Bu politikaların günümüzdeki sorumluluğu ise, bunların mevcut yürütücüsü konumunda olan AKP ekonomi idaresindedir.

Küresel eşitsizlik

Küresel eşitsizlik

Erinç Yeldan

Kanımızca küresel ekonominin bugün içindeki en büyük sorunu, eşitsizlik
ve sosyal dışlanma” oluşturuyor. Ötekileştirme, yabancılaştırma, dışlama bir yandan etnik, cinsiyet ve dini mezhep ayrımcılığıyla beslenir, açık şiddete dönüşürken, bir yandan da demokrasi -özellikle katılımcı demokrasi- kurumlarına olan güveni temelinden sarsıyor, geniş insan yığınlarını açık faşizme, baskıcı rejimlere, otoriterliğe mahkûm (ve hayran) kılıyor. 

Dünya Eşitsizlik Laboratuvarı tarafından yayımlanan 2018 Dünya Eşitsizlik Raporu (*) bu koşullarda elimize ulaştı. Rapor, gerek gelir, gerekse servetlerin dağılımındaki eşitsizliğin 2018’de belki de insanlık tarihinde görülmemiş bir boyuta ulaştığını belgeliyor. Rapor yazarlarına göre, iki dünya savaşı arasında göreceli olarak düzelme gösteren gelir (ve fırsat) eşitsizlikleri, özellikle 1980 sonrasında derinleşecek ve 2018’e gelindiğinde yerkürenin hemen her köşesinde yadsınılamaz bir gerçekliğe dönüşecektir. Nitekim, 1980’den bu yana dünya ekonomisinde büyüyen refahtan en yüksek gelirli % 1’lik kesimin aldığı pay, altta kalan %50’lik kesimin payının iki misli oranda olmuştur. Nüfusun en yüksek gelirli %10’luk kesiminin milli gelirden aldığı pay Avrupa Birliği ülkelerinde % 37, Çin’de %41, ABD ve Kanada’da %47, Brezilya’da % 55, Ortadoğu ülkelerinde ise %61’e ulaşıyor. 

Dünyada en yüksek gelirli %1’lik nüfusun milli gelirden aldığı payın ortalaması %27; buna karşın aşağıda kalan %50’lik nüfusun aldığı pay ortalama yalnızca %12. Avrupa’da bu oranlar sırasıyla %18 ve % 14. Eşitsizlik Laboratuvarı’nın rakamlarını tamamlayan OXFAM çalışmaları, 2016 itibarıyla yaratılan servetin yüzde 82’sine dünyanın en zengin yüzde 1’lik nüfusu tarafından el konulduğunu belgeliyor. Gelirin eşitsizliği, fırsat eşitsizliği ile birlikte başat gidiyor. 

ABD’de en zengin %1’in elde ettiği gelir, Büyük Buhran diye anılan 1930’lar öncesinden bu yana en yüksek ivmesini yaşamakta. Kabaca 14 bin aile (nüfusun binde biri!) Amerikan gelirinin %22.2’sine sahipken nüfusun yarısı gelirin yalnızca %3’ünü kazanabilmekte.

  • Bu haliyle Amerikan ekonomisi yüksek duvarlar ve hendeklerle çevrili şatolarda yaşayan derebeylerine karşın, binlerce topraksız serfin yaşam mücadelesi verdiği ortaçağ karanlığını andırıyor. 

ABD’de gelir eşitsizliğinin ana kaynağının eğitim sistemindeki fırsat eşitsizliği olduğu belirtilmekte. 1980’lerin neoliberal (hakem-?) devletinin uyguladığı maliye politikasındaki vergi eşitsizlikleri de net gelir eşitsizliğini körükleyen bir ikinci öge. Avrupa’da ise sosyal refah devletinin kazanımlarının ticarileştirilerek tasfiye edilmesi ve yeni rant araçlarının bir uzantısı durumuna getirilmesi eşitsizliğin bir başka yönünü oluşturuyor. 

Bu karanlık koşulların yarattığı çaresizlik ve yıkım, TrumpBolsonaro ve benzeri dikta heveslilerinin ötekileştirme ve yabancılaştırmaya dayalı şiddeti yücelten siyasetlerinin de ana kaynağını oluşturuyor. (Cumhuriyet, 28.11.18)
(*) Dünya Eşitsizlik Raporu, 2018. https://wir2018.wid.world/

Ekonomide genel görünüm

Ekonomide genel görünüm

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 21.11.18

Bugün ekonominin genel görünümünü ve içinde bulunduğu yapısal kriz ortamının sinyallerini, güncel veriler aracılığıyla, dış dengeler açısından inceleyeceğiz.
Son bir hafta boyunca üç önemli veri yayımlandı. Önce işgücü piyasaları üzerine Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tahminlerini anımsayalım: “Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısı 2018 yılı Ağustos döneminde, geçen yılın aynı dönemine göre 266 bin kişi artarak 3 milyon 670 bin kişi oldu. İşsizlik oranı 0.5 puanlık artış ile % 11.1 seviyesinde gerçekleşti.”
Dolayısıyla, (açık) işsizlik oranı kabaca geçen mart ayından bu yana düzenli olarak artış göstermekte. Unutmayalım ki, söz konusu rakam sadece “iş aramak için son dört hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan çalışma çağındaki tüm kişileri, kapsamaktadır. Bu rakam, içinde umudu kırıldığı için veya başka sebeplerle iş aramaktan vazgeçen, ancak bir olanak bulunduğu takdirde iki hafta içinde iş yapmaya hazır kişiler dahil değildir. İş aramaktan vazgeçmiş umutsuzları kapsamayan bu “geniş tanımlı” işsizlik kavramı, DİSK’in yayımlamakta olduğu İşsizlik ve İstihdam raporlarında yakından takip edilmektedir. 

DİSK Araştırma Dairesi (DİSK-AR), söz konusu “geniş tanımlı işsiz” sayısının 2018 Ağustos ayında, bir önceki yılın aynı dönemine göre 404 bin kişi artarak 6 milyon 352 bine ulaştığını belirtmektedir. Söz konusu (gerçek) işsizlik oranı %18 olarak hesaplanmakta. Bu yaklaşımdan hareketle,

  • işgücü piyasasına katılmayan ancak ne eğitimde, ne de istihdam arayışı içinde olan atıl gençlerin oranının ise %28.6’ya çıktığı gözleniyor. 

TÜİK istatistiklerine göre ağustos ayında son bir yılda 490 bin kişiye net istihdam artışı sağlanmış olmasına karşın, Türkiye ekonomisi bir bütün olarak mevcut işgücü potansiyelini değerlendirmekte cılız kalmakta, işsizlik oranının yükselmesine engel olamamaktadır.
Geçen hafta TÜİK tarafından yayımlanmış bulunan Sanayi Üretimi İstatistikleri bu tespitin uzantısı niteliğindedir. TÜİK tahminlerine göre sanayi üretimi 2018 Eylül ayında son bir yılda %2.7 azalış gösterdi. Sanayinin alt sektörlerine baktığımızda, söz konusu dönemde imalat sanayisindeki daralmanın % 3.2; ara malları ve sermaye malları sanayilerindeki daralmanın ise sırasıyla, %4.8 ve % 4.1 olduğunu gözlemekteyiz. Reel ekonomik aktivitedeki gerilemenin öncü göstergesi niteliğindeki bu saptama, ekonomide sert bir iniş yaşanmakta olduğunu dile getiriyor.
***
Şimdi gelelim bir iktisatçı olarak yorumlamakta güçlük çektiğimiz döviz piyasalarına… Ekonomide reel daralma ve çöküntünün belirginleştiği bu konjonktürde, Türk Lirası’ndaki değerlenmenin (Dolardaki düşüşün) nedenlerini algılamakta zorlanıyoruz. Ekonomik göstergelerin bozulduğu bir ortamda Türk Lirası’nın değer kazanıyor olması, olsa olsa iktisat-dışı söylemlerle açıklanabilir. İrdeleyelim: TC Merkez Bankası ekonomiye olan döviz giriş çıkışlarını “Ödemeler Dengesi İstatistikleri” aracılığıyla izliyor. Aşağıdaki tabloda cari işlemler dengesi ve finansman kalemlerinin bu yılın ilk dokuz ayındaki seyri, geçen seneye göreceli olarak sergilenmekte.
Buna göre, yılın ilk dokuz ayında cari işlemler açığı 29.9 milyar Dolar düzeyinde. Geçen sene bu rakam 31.3 milyar Dolar idi. Ancak geçen sene bu açığı kapatmak üzere yurt dışından sermaye girişleri 33.9 milyar Dolara ulaşıyor; cari işlemler ve sermaye hareketleri dengesi beraberce toplamda net 2.678 milyon Dolarlık bir döviz fazlasına olanak sağlıyordu. Oysa 2018’in Ocak – Eylül döneminde sermaye hareketleri dengesi eksi 4.2 milyar Dolar ile açık vermiş, cari işlemler ile birlikte Türkiye’nin toplam döviz açığı 34.2 milyar Dolara yükselmiştir.
Merkez Bankası’nın istatistikleri bu açığın finansman biçiminin, öncelikle kayıt dışı sermaye girişlerini veren net hata ve noksan kalemi ile karşılandığını göstermektedir. Yılın ilk dokuz ayındaki kayıt dışı sermaye girişi 17 milyar Dolar ile rekor düzeyindedir. Ekonomiye sağlanan bu gizemli kaynağın gene de yeterli olmadığı gerçeğinden hareketle, buna bir de Merkez Bankası’nın rezervleri eklenmiş ve uluslararası rezervler 16.9 milyar Dolar azaltılarak 
toplam dış açık yamalanmıştır. [Haber görseli]

Kaynak: TC Merkez Bankası, Ödemeler Dengesi İstatistikleri 

  • Türkiye ekonomi idaresi, derinleşmekte olan krizi siyasi kaygılarla yadsımakta;
  • alınması gerekli tedbirleri uygulamaya koymak yerine,
  • kaynağı belirsiz döviz girişleri ve
  • Merkez Bankası’nın mevcut birikimlerini devreye sokarak gün kazanma çabası içinde gözükmektedir.
  • Krize karşı önlemlerin savsaklanmasının bedeli bugünden çok daha ağır olacaktır. Tarih bu tür acı derslerle doludur, unutmayalım.

Piyasalarda sürü içgüdüsü

Piyasalarda sürü içgüdüsü

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 07.11.18
Ekim ayı enflasyonu açıklandı. TÜİK kestirimlerine göre tüketici fiyatlarında yıllık enflasyon %25.24; üretici fiyatlarında ise %45.01 ile yüksek seyrini korudu. Halbuki enflasyonla “topyekûn mücadele” sloganları arasında alınan “sert” ve “kararlı”(!) tedbirler sayesinde “en kötüsünü” geride bıraktığımızı sanıyorduk. TÜİK’in ilgili basın bülteninde yer alan şu satırlar bile idari tedbirler ve hamasi afişler aracılığıyla “malların fiyatlarını topyekûn düşürmeye” kimsenin gücünün yetmeyeceğini açıkça ifade ediyordu:
“Ekim 2018’de endekste (TÜFE) kapsanan 407 maddeden; 42 maddenin ortalama fiyatlarında değişme olmazken, 328 maddenin ortalama fiyatlarında artış… gerçekleşti.” 
Yani TÜİK’in tüketici fiyat sepetinde takip ettiği her 4 malın, 3’ünde ortalama fiyatlar artmaya devam etmiştir.
– Enflasyonla mücadele, duvar afişleriyle veya zabıta tedbirleriyle değil, iktisat biliminin deneyim ve yöntemleriyle sürdürülmek zorundadır.
Enflasyonun yapışkan bir kararlılıkla direnç göstermesinin ardındaki önemli etkenlerin başında, kuşkusuz, döviz fiyatlarında yaz aylarında gözlenen yükselişin ithal girdi mallar üzerinden yarattığı maliyet enflasyonunun sürmesi yatmaktadır. Bunun yanında, vergi indirimleri aracılığıyla uygulanması tasarlanan genişleyici maliye politikası ile birlikte bütçe dengelerinin daha da bozulacağı beklentisi ve Merkez Bankası’nın uygulamakta olduğu para politikasının siyasi müdahaleler altında süregelen belirsizliği fiyat davranışlarına olumsuz yansımakta, enflasyonun süreceği beklentilerini güçlendirmektedir.
Bütün bunların ardında vurgulamamız gereken ana öge,
* Türkiye ekonomisinin 2014’ten bu yana içine sürüklendiği seçim konjonktürü ve yaratılan siyasi gerginlik ortamı ile birlikte her ne pahasına olursa olsun hızlı büyüme” saplantısıyla idare ediliyor olmasıdır.
Ulusal ekonomi, yapay yöntemler aracılığıyla, potansiyel büyüme hızı olan %4 – 4.5 eşiğinin üstünde büyümeye adeta zorlanmaktadır. Bu amaçla
– her biri birer çevre ve ekoloji kıyımı olan kentsel imar rantları,
– kaynağı belirsiz sermaye girişleri,
– yüksek dış borçlanma ve
– hukuk dışı / keyfi özelleştirmeler yanında;
– ucuz ve garantili kredi fonları,
– ödeme garantili büyük kamu projeleri vb. uygulamalar ile

kamu kaynakları ipotek edilmiş;

– imar barışı,
– bedelli askerlik harçları

gibi ek yöntemler ile de bütçe gelir kalemleri makyajlanmaya çalışılmıştır.


Ekonomik “altyapıda” yaşanan bütün bu gelişmelere koşut olarak, siyasi “üstyapıda”  bürokrasideki atamaların (üniversitelerin idari birimleri de dahil olmak üzere) liyakat yerine yandaşlık kaygıları ön plana çıkartılmış, Türkiye’nin idari yapısına vasatlık, endişe ve güvensizlik egemen olmuştur.
***
Öte yandan, bu yazının yazıldığı saatlerde döviz piyasalarında Türk Lirası’nın değeri, nedenleri “iktisadi öğelerle” açıklanamayacak biçimde yukarı yönlü hareket içinde görülmekteydi. Oysa enflasyonun süregelen baskısı altında, makro ekonomik normal fiyatlama davranışı dövizin fiyatının da artmasını gerektirmekteydi. 

Döviz fiyatlarındaki gerilemenin, kısmen ABD’nin İran’a uygulamayı planladığı ekonomik yaptırımlardan Türkiye’nin muaf tutulacağının açıklanması; kaynağı belirsiz sıcak para akımlarının gelmeye devam ettiği / edeceği beklentisi ve benzeri bir dizi ekonomi-dışı, günlük siyasi söylenceye dayalı olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, döviz fiyatlarında görülen gerilemenin, bir anlamda, piyasaların “olumlu bir haber lütfen” algısının sonucu olduğu söylenebilir. Piyasaların beklentilerine dayalı günlük coşku ve tasa devreleri Türkiye ekonomisinde dalgalanmaların ve dolayısıyla belirsizliklerin şiddetini artırmaktadır. 

  • Türkiye, idari yetkinsizlik ve vurdumduymazlık ile birlikte, yerli ve uluslararası finans sermayesinin kaprislerine boyun eğen bir ekonomi konumuna sürüklenmiştir.