Etiket arşivi: 2. Dünya Savaşı

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI : ATATÜRKÇÜLÜĞÜN GÜNCELLİĞİ

Dostlar,

Alpaslan Işıklı hocamızın çok önemli br makalesi aşağıda..

pdf olarak da okunabilir…

ATATURKCULUGUN_GUNCELLIGI_2005_Alpaslan_ISIKLI

Rahmetli, hem sosyalist hem de Kemalist olunabileceğini düşünüyor ve yaşıyordu. “Sosyalizm, Kemalizm ve Din başlıklı kitabı bu tezi sıkı biçimde savunmakta..

Kemalizm_Sosyalizm_ve_Din_kitabi

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
14.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN GÜNCELLİĞİ 

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI / 18.07.05

Atatürkçülüğün güncelliği üzerinde konuşurken, öncelikle günümüzün koşullarının temel belirleyicilerine açıklık getirmekte ve nasıl bir tarihsel aşamada ve nasıl bir dünyada yaşamakta olduğumuzu, anahatlarıyla da olsa görmekte yarar bulunduğunu düşünmekteyim.

Ülkemizin bugününün ve yakın geçmişinin konu edildiği her durumda anımsamadan edemediğim bir tespit vardır; izninizle burada da onu nakletmek istiyorum.

Ünlü tarihçi Albert Sorel, Sorbonne Üniversitesindeki derslerinde İngiltere ile ilgili konulara sıra geldiğinde “İngiltere bir adadır” dermiş ve ardından eklermiş: “İngiltere ile ilgili söyleyeceklerimin yarısını söyledim”. Gerçekten de İngiltere, coğrafi konumuna koşut olarak dünyadan kopukmuş gibi bir durumda olmuştur. Hala herkes sağdan giderken onlar soldan gider; dünyada en sonunda yalnızca iki kralın kalacağı söylenir: İngiltere kralı ve iskambil kağıdındaki kral.

Günümüzde, Manş’a tünel yapılmasına koşut olarak, İngiltere bile bu özelliğini birçok bakımdan yitirmiş gibidir. Yeryüzünde ülkeler arası etkileşimin yoğunlaşması ve tek kutuplulaşan dünyada insanların ve ulusların kaderinin giderek güçlenen uluslar üstü karar ve iktidar odaklarının eline geçmesi yönündeki sürecin bir parçası olarak; tüm ülkeler, kurulmakta olan küresel köyün muhtarlığına tâbi olmak konumuna itilmiştir. Ülkemizin durumu başından itibaren bundan farklı olmuştur. Türkiye bir ada değil, köprüdür. Üstelik, yeryüzünün metropollerinin hemen yanı başında konuşlanmış olan bir köprü. Bu nedenledir ki Türkiye’deki her türlü oluşumun ve gelişmenin arka planında bu köprü olma konumundan kaynaklanan etkilerin bulunduğunu görmeden gerçekçi tahlillere varmak olanaksızdır.

Son dönemlerin çelişkili bir gelişmesi olarak, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı saldırıların yoğunlaşmasıyla birlikte halkımızın bu değerlere olan bağlılığının derinleşmesi ve Atatürkçülüğün yaygın ve yoğun bir güncellik kazanması da bu çerçevede ele alınmalıdır. Atatürk’ün tarih sahnesindeki müstesna ve parlak yerini almaya başlaması, bu asrın başlarında yeryüzünün yaklaşık bir asır boyunca içinde yuvarlandığı derin ekonomik ve sosyal bunalımların, 1929-30 yıllarında genel bir ekonomik bunalım halini almasından hemen önce gerçekleşmiştir. Ekonomik bunalımın tüm toplumsal sınıflar açısından doğurduğu acılar, bunalımla bağlantılı olarak ve bu bunalımın hemen öncesinde ve sonrasında patlak veren dünya savaşları felaketleriyle büsbütün dayanılmaz boyutlara varmıştır.

Yaşanılan bunca deneyimden çıkarılan dersler, 2. Dünya Savaşı sonrasında Batı ve Kuzey Avrupa’da yeni bazı arayışlara ortam hazırlamıştır. Bu koşullarda İngiliz iktisatçısı Keynes’in 1936’da ortaya attığı ekonomik kuram, geniş yankılar uyandırmış; bu kuramın bunalımdan çıkış için kaçınılmaz gördüğü, ekonomide devletin rolüne ve düzenleyiciliğine ilişkin görüşler, sosyal refah devleti uygulamalarının hayata geçirilmesi yönündeki eğilimlere güç katmıştır.

Ancak, daha önce de kendi ülkelerinin sorunlarına, devletin sorumluluk üstlenmesi yoluyla çözüm bulmuş olan başka devlet adamları da vardır. Bunlardan birisi Amerikan cumhurbaşkanlarından Roosevelt’tir. 1930’ların başında uyguladığı, kısmî de olsa, planlı ve devletçi bir çözüm yolunu ifade eden New Deal politikasıyla, o dönemde ülkesinin karşı karşıya bulunduğu işsizlik ve kısmi yoksulluk sorununun aşılmasını sağlamıştır. Ne var ki Roosevelt’in de Keynes’in danışmanlığından yararlandığı bilinmektedir.

Bir başkası daha var ki değil Keynes’in danışmanlığından yararlanmaya; cepheden cepheye koşmaktan, rahatça kitap okumaya bile fırsat bulamamıştır. Fakat askeri alanla sınırlı olmayan emsalsiz dehası sayesinde, Batının asırlardır içinde yuvarlandığı ekonomik ve sosyal felaketlerin gerçek sebeplerini başından itibaren görmüş ve ülkemizde uyguladığı ekonomik ve sosyal politika sayesinde, tüm dünyanın 1929-30 bunalımını yaşadığı bir dönemde Cumhuriyet döneminin en parlak ekonomik  başarılarının sağlanmasına öncülük etmiştir.

  • Bu büyük deha Mustafa Kemal Atatürk’tür!

Böylesine bir ekonomik yapılanma, ülkemizin 2. Dünya Savaşı felaketinin dışında tutulmasına olanak sağlayan politikalara da temel oluşturmuştur. Bu sayededir ki 30’lu yıllarda ve sonrasında dünyanın önemli bir bölümü demokrasi dışı rejimlerin tahakkümü altında kıvranırken, Türkiye dönemin tüm ülkelerine kıyasla demokratiklik açısından asla geri sayılmayacak bir yapılanmayı gerçekleştirebilmiştir.

Öte yandan, belirtilmesi gerekir ki,

  • 2. Dünya Savaşı sonrasında hız kazanan sömürgeciliğin çözülmesi sürecinin temelinde de Atatürkçülük vardır.
  • Anadolu’da tutuşturulan bağımsızlık meşalesi, tüm mazlum milletlerin kurtuluşu hareketinin yolunu aydınlatmıştır.

Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri, sosyal devlet uygulamaları sayesinde, uzunca bir süre için, ekonomik sorunlarını aşmayı başarabilmiş; 19. yüzyılda ancak ütopyacı düşünürlerin hayal edebildikleri bazı sosyal adaletçi uygulamaları, kendi ülkelerinin sınırları çerçevesinde hayata geçirebilmişlerdir.

Ne var ki bu dönemde de bir büyük sorun, tüm insanlığın kaderini içten içe kemiren bir hastalık gibi varlığını sürdürmüştür. Bu sorun, dünya ölçeğinde varlıklı ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumun giderek derinleşmesiyle varlığını duyurmuştur. Bu uçurumdur ki 70’li yılların başından itibaren sanayileşmiş ülkeleri de içine alan bir yeni büyük ekonomik bunalımın doğmasına neden olmuştur.

Bir bakıma, adaletsizlikler içinde kıvranan bir dünyada refah adacıklarını sonsuza kadar yaşatmanın olanaksızlığı görülmüştür. Amerikan asıllı iktisatçı Susan George bu durumu “bumerang etkisi” olarak isimlendirerek açıklamaktadır. Yani, uluslararası ekonomik ilişkilerde güçlüler tarafından dayatılan kurallar, bir bumerang gibi, dönmüş dolaşmış bu kuralları dayatanları da vuran sonuçlara varmıştır. Bu durumda, Willy Brandt veya Olof Palme gibi bazı isimler, gerçek çözümün, sosyal adalete
ve demokrasiye belli bazı ülkelerle sınırlı olmayan evrensel ölçekte bir uygulama alanı ve geçerlilik kazandırmak olduğunu görmüşler ve bu görüşlerini “Uluslararası
Yeni Ekonomik Düzen”
adı altında özellikle Birleşmiş Milletler bünyesinde dile getirmişlerdir. Ne var ki hiçbir şey yalnızca dile getirilerek hayata geçmiyor.
Galile’den önce Bruno, dünyanın en basit doğrusunu dile getirmiş; dünyanın yuvarlak olduğunu söylemişti. Giardano Bruno’nun diline çivi çaktılar ve yaktılar. Uluslararası düzeyde daha adil ilişkilerin kurulması yönündeki özlemler de,
gerekli demokratik oluşumların ve güçlerin vücut bulmamış olmasından dolayı gerçekleşememiştir.

Her zaman her konuda olduğu gibi, bu konuda da çözümsüzlük, denenmiş ve iflası kanıtlanmış çözümlere yeniden sarılmak sonucunu doğurmuştur. 19. yüzyıla doğru estirilen “değişim rüzgarları” 19. yüzyıla özgü çözümlerin, tek kutuplulaşan dünya ölçeğinde neoliberal küreselleşme biçiminde yeniden diriltilmesi sonucuna varmış bulunuyor.

Uluslararası ekonomik ilişkilerde gerçekleştirilen yeniden yapılanma süreci, güçlüyü daha güçlü yapan eğilime hız katmıştır. Bu yolla, görülmemiş ölçüde yoğunlaşarak uluslararasılaşan sermaye, bunalımın yükünü kendi dışına yansıtma olanağını artırmıştır. Uluslararası sermaye, hiçbir kamusal denetimin boyutlarına sığmayan bir güce erişmiştir. General Motors’un cirosu Danimarka’nın; Ford’unki Güney Afrika’nın; Toyota’nınki Norveç’in gayri safi yurtiçi hasılasını aşmıştır.[1]

Ulus devleti tarihe gömmek kararlılığıyla kurulmak istenen yeni dünya düzenine özgü
bu tür bir iktidar yapılanmasında demokratik denetime ve halk egemenliğine yer yoktur. Bu durumu tanımlamak için iktisatçı Susan George, bir “Dünya Bankası İmparatorluğu”ndan söz eder olmuştur.[2] Öte yandan, Kanada’lı profesör Chossudovsky, bir “küresel totalitarizm” çağının başlamakta olduğuna
işaret etmektedir.[3] Fransız düşünür Alain Minc ise, yeni bir Orta Çağ’a dönüşten
söz etmektedir.[4]

Günümüz koşullarını belirleyin egemen eğilimin Atatürkçülük ile çelişkisi de tam
bu noktada düğümlenmektedir. Çünkü Atatürkçülük ülkemizde ulus devletin özünü oluşturan temel ideolojidir.

Çünkü Atatürkçülük, “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” demektir;
“egemenlik kayıtsız şartsız uluslararası sermayenindir” demek değildir.
70’li yıllarda baş gösteren ekonomik bunalımın üstesinden gelme iddiasıyla, 70’li yılların sonlarında baş gösteren ve 90’lı yılların başlarından bu yana kendisini kabul ettiren neoliberal küreselleşme, bunalıma çözüm getirememiş; üstelik bunalımın temelinde yatan uluslararası gelir adaletsizliğini büsbütün artırmıştır.

Bugün yeryüzünde daha önceki sömürge dönemlerinin hepsini geride bırakacak ölçüde Güney’den Kuzey’e doğru bir kaynak akımı başlatılmıştır.[5][5] “Böylece 1982-1990 yılları arasında sekiz yılda, yoksullardan zenginlere doğru, yalnızca borç servisleri yoluyla, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Amerika’nın Avrupa’ya yaptığı Marshall yardımlarının sekiz katı tutarında bir gelir transfer edilmiştir. Yoksul borçlu ülkelerdeki ortalama bir yurttaş, alacaklı bir OECD ülkesindeki ortalama yurttaştan 55 kez daha yoksul olduğundan [bu süreç] taştan kan çıkarmaya benzemekte”dir.[6]

1960’ta, dünya nüfusunun en zengin ülkelerde yaşayan %20’sinin zenginliği en yoksul ülkelerde yaşayan % 20’sininkinin 30 katı iken, 1995’te 82 katı olmuştur.[7] Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1996’da, 358 adet dolar milyarderinin servetlerinin toplamı, yeryüzü nüfusunun en yoksul % 45’inin yıllık gelirlerinin toplamına eşittir.[8]

Sorunun önemi, uluslararasılaşmış ve her türlü kamusal denetimin dışına çıkmış olan sermayenin, vergi sorumluluğundan kurtulmanın yolunu da bulmuş olmasıyla büsbütün artmıştır. Oysa, Birleşmiş Milletler verilerine göre dünya zenginliğinin yarısını elinde bulunduran 400 milyarderin %4 oranında vergilendirilmesi (A. Saltık : James TOBIN vergisi) mümkün olsa, yeryüzündeki yoksulluk ve sağlık sorunu kökünden çözülmüş olabilecektir.[9] Bütün bunların anlamı, sömürgeciliğin değişik kılıklara bürünmüş olarak ve fakat eskisini aratmayacak boyutlarda kabarmış olmasıdır. Günümüzde egemen olan eğilimin bu yönü itibariyle de Atatürkçülük ile derin bir çelişki içinde bulunması kaçınılmazdır.

  • Çünkü Atatürkçülük, yeryüzünde sömürgeciliğe karşı kurtuluş mücadelesi bayrağını ilk defa yükseltmiş olan hareketin adıdır.

Uluslararası sermaye, kamusal denetimin dışına çıkmayı başardığı ölçüde, kârdan başka bir öncelik tanımaz olmuştur. Dünya’daki tüm ekonomik faaliyetin 1/20’si 200 tane işletmenin elinde bulunmaktadır. Ancak, bu 200 işletme, dünya faal nüfusunun yalnızca % 0,75’ine iş olanağı sunmaktadır.[10] Yeryüzünde her gün 2000 milyar dolar para
el değiştirmekte, bu miktarın ancak % 5’i reel mal ve hizmet alışverişi için yapılmaktadır; geri kalan tümü spekülatif harcamalara gitmektedir.[11] Böylece, üretmeyen, istihdam yaratmayan bir sermaye türü doğmaktadır.

Bunun sonucu, işsizlik ve yoksulluğun, metropol ülkelerini de içine alacak biçimde artması olmuştur. İşsizlerin sayısı, OECD ülkelerinde  40 milyonu aşmıştır. Fransa’da son yıllarda her ay işine son verilenlerin sayısı 35 000’i aşmıştır.[12] Yalnızca Londra’da sokaklarda yatıp kalkan evsizlerin sayısı 400 000 olmuştur.[13] ABD’de de işletmeler, rekabet koşullarını düzeltmek gerekçesiyle her gün binlerce insanın işine son vermektedirler. Bu durum, suçluluk oranlarında anormal bir sıçramaya yol açmıştır. ABD’de mahpusların sayısı, 1965-1990 arasında 4 kat artmıştır; cinayet suçundan hüküm giyen gençlerin sayısında, 1987-1991 yılları arasında % 85 oranında bir artış görülmüştür. [14]

Başta Batı ülkeleri olmak üzere, tüm dünyada, uyuşturucu kullanımında, falcılık büyücülük gibi akıl ve mantık dışı cereyanlarda ve birtakım sapkın tarikatlarda ve örgütlenmelerde anormal bir artış baş göstermiştir. Bütün bu olumsuzluklar, dünyayı yönetilmesi güç bir kaos ortamına dönüştüren sonuçlar doğurmaktadır. Şimdilik, bulunan çözüm, bunalımın yükünü mümkün olduğunca çevre ülkelerinin üzerlerine yansıtmaktan ibarettir. Bu yüzdendir ki bizimki gibi ülkelerde çok cılız da olsa bugüne dek gerçekleştirilmiş bulunan bazı sosyal devlet kazanımlarının tahribi gündeme gelmiştir.

Bu da gene Atatürkçülük ile çetin bir hesaplaşmayı zorunlu kılmaktadır.

  • Ülkemizde, Isparta dağlarındaki çobana cumhurbaşkanlığı yolunu açan; köy çocuklarından dünya çapında yazarlar, sanatçılar çıkmasını sağlayan eğitim sisteminin temelinde Atatürkçülük vardır.

Bugün tekrar hortladığına tanık olduğumuz bazı hastalıkları, çok daha sınırlı bütçe olanaklarına sahip bulunduğumuz Cumhuriyetin ilk yıllarında tamamen ortadan kaldırmayı mümkün kılmış olan sağlık politikaları Atatürkçülüğün eseridir. Kısacası, sanayileşmenin ilk basamaklarında bulunan ülkemize özgü bir sosyal devlet anlayışı doğrultusundaki ilk ve önemli adımlar, Atatürkçülük sayesinde atılabilmiştir.

Günümüzde ulus devleti, halk egemenliğini, yani demokrasiyi hedef alan saldırılar, sosyal devlet kazanımlarına da karşıdırlar. Bu durum, bağlı oldukları ideolojik dogmaların da doğal gereğidir. Bu nedenledir ki ülkemizin somut gerçekleri çerçevesinde, tüm bu unsurların gerisinde yatan temel nitelikte bir değer olarak Atatürkçülüğü karşılarında bulmaktadırlar.

Son yıllarda Atatürk’e ve eserlerine yönelik saldırıların yoğunlaşmış olmasının gerçek nedenleri de buraya kadar belirlemeye çalıştığımız temel nitelikteki çelişki bağlamında açıklığa kavuşabilir. Öyle anlaşılıyor ki dünyayı tek kutuplulaştırabilmiş olmanın zafer sarhoşluğuna kendilerini kaptırmış olanlar, Sevr’i de tozlu çekmecilerinden çıkarıp masanın üstüne koymakta bir sakınca görmemektedirler. Dün onlar, karşılarında
Kuvayı Milliyecileri bulmuşlardı. Bugün de kalpaksız Kuvayı Milliyeciler var. Kalpaksız Kuvayı Milliyeciler zincirinin önemli halklarından birini oluşturan, Üniversitemizin değerli mensuplarından Ahmet Taner Kışlalı’yı da işaret ettiğimiz
bu çelişkinin girdabında yitirmiş bulunuyoruz. Bu noktada kendisini rahmet ve saygıyla anıyorum.

Son yıllarda Atatürk’e ve eserlerine yönelik saldırılar, başlıca üç ayrı giysiye bürünmüş olarak ortaya çıkmış bulunuyorlar. Bunların, iddia ettiklerinin tamamen tersi doğrultuda bir amaca hizmet etmeleri ortak özellikleridir. Bunların başında dinsel giysiye bürünmüş olanlar gelir. Gerçekte, Atatürk ile din arasında bir karşıtlık olması mümkün değildir. Atatürk olmasaydı Sevr yürürlükte kalacaktı. Bunun bir adım sonrasının da Anadolu’nun ortasında birkaç karışlık toprak parçasına sıkıştırılan Türk ve Müslüman nüfusun “etnik temizliği”olacağını görmek, bunca örnekten sonra zor olmasa gerek.

Bugün yeryüzünde İslam dini, Atatürk’ün kurduğu bu devletin dışında nerede daha iyi yaşanmıştır, yaşamıştır? Afganistanda mı? İran’da mı? Bosna’da mı? Yoksa çocuk yaştaki insanların simit çaldıkları için elinin kolunun kesildiği, buna karşılık ülkenin
doğal zenginliklerini yeni sömürgecilere peş keş çeken ve karşılığında kendi hisselerine düşenleri Batının batakhanelerinde çarçur eden sözde şeyhlerin ve emirlerin memleketlerinde mi?

Dün, Atatürk’e karşı din elden gidiyor vaveylasıyla karşı çıkan Sait Molla’nın, Şeyh Sait’in… arkasında emperyalizmin parmağının bulunduğu reddedilmez bir tarihsel gerçek olarak belirlenmiştir. Bugün de Atatürkçülüğe ve Atatürk’ün eserlerine aynı gerekçelerle karşı çıkanların hangi ülkelerde üstlendiklerine, nereden geldiklerine veya nereye sığındıklarına dikkat edilirse durumun pek değişmediği kolayca görülebilir. Atatürk’ün kazanımlarına yönelik saldırıların bir diğer bölümü, ülkemizin belli yörelerindeki belli bir etnik guruba mensup yurttaşlarımızın haklarını korumak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

  • Bunun için Sevr’i diriltmeyi, ülkeyi bölmeyi bir çözüm olarak görmüşlerdir.

Oysa, son olarak Yugoslavya örneği göstermiştir ki bölünme, öncelikle yoksul yörelerde yaşayanlar için acılı sonuçlara mal olmaktadır.

Yugoslavya’nın birliği, ülkenin zengin kesimlerini oluşturan Slovenlerin ve Hırvatların, nispeten daha yoksul durumdaki cumhuriyetleri sırtlarından attıkları vakit Batı Avrupa ile daha avantajlı bir birlik kurabilecekleri hayaline kaptırılmalarıyla ilk darbeyi yemiştir. Bugün bize de “siyasal çözümü gerçekleştirin gelin” dediklerinde benzer bir tuzağı hazırlamış olmaktalar. Bunun anlamı, ülkemizin işsiz deposu niteliğindeki yörelerini “verip kurtulduktan” ve böylece nüfusumuzu sindirilebilir bir düzeye indirdikten sonra Avrupa’nın kapısını çalmamızdır. Asırlardır kardeşçe birlikte yaşamış ve birbiriyle kaynaşmış insanlardan oluşmuş bir ulusu bölmenin ve böl-yönet politikasının
kimlere yarayacağını görmemiz zor olmamalıdır.

Atatürk, ülke bütünlüğünü, bölgelerarası gelir dengesini düzenleyici müdahalelere
yer veren bir ekonomi politikasına öncülük ederek sağlamlaştırmak istemiştir.  Atatürkçülüğe saldırmak suretiyle, denendiği her yerde her anlamda ekonomik dengesizliğe yol açmış bulunan sözde  ekonomik reçetelere ortam hazırlamak,
insanın bindiği dalı kesmesinden farksızdır.

Nihayet, bir diğer saldırı da kendilerini “ikinci cumhuriyetçi” olarak tanımlayan zevattan gelmektedir. Bunlar da sözde daha çok demokrasi istedikleri için Atatürk’e karşıdırlar. Oysa, ortaçağ kalıntılarıyla eleledirler ve demokrasiyle bağdaştırılması mümkün olmayan 19. yüzyıla dönük bir ekonomik modelin hizmetindedirler. Gerçekte Atatürk dönemi, pek çok ülkede büyük mücadelelerle sağlanmış olan bazı demokratik hakların sessiz sedasız ve zahmetsiz bir biçimde tanındığı bir dönemdir.  Osmanlı Anayasalarının işçilere tanımadığı seçilme hakkı ve yalnızca belli bir ekonomik varlığa sahip olanlara tanınan seçme hakkı, bu dönemde tüm yurttaşlara tanınmıştır. Ayrıca, kadınların seçme-seçilme hakkı da bu dönemde sağlanmıştır.

Atatürk döneminde nazizmin zulmünden kaçan bilim adamları Türkiye üniversitelerinde özgürce bilimsel faaliyette bulunma olanağını elde etmişlerdir. Son zamanlarda Atatürkçülüğe yönelik yakıştırmalardan birisi de küreselleşme gibi ileri olduğu
kabul edilen bir olgunun karşısında muhafazakarlığı temsil etmesidir.

  • Aslında, gerçek küreselleşmeci Atatürk’tür.
  • Ancak, Atatürk’ün küreselleşme özlemi, ulusların ve insanların eşitliği temelinde bir dünyanın kurulması  amacına yöneliktir.
  • Sömürü ve tahakküm temelinde bir dünya düzeni Atatürkçülükle bağdaşmaz.
  • Buna karşılık, bu asrın başında mazlum milletlerin kurtuluşu hareketine öncülük etmiş olan ulusumuzu, günümüzün küreselleşme gerçeğinin niteliğinin belirlenmesi konusunda da bekleyen görev ve sorumluklar vardır.

Atatürk, bu konuda da insanlığa ve ulusuna büyük bir güven beslemektedir.
1922’de diyor ki;

“İnsanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma kavuşacaktır. Bizim milletimiz o zaman, bu gayeye vasıl olan milletler arasında takaddümüyle cidden
iftihar edecektir.”[15]

Dip Notlar

[1] Ignacio Ramonet, Géopolitique du chaos, Galilée, Paris,1997, s.61-62.
[2] Susan George and Fabrizio Sabelli, Faith and Credit, The World Bank’s Secular Empire, Penguin Books, Londra,1994.
[3] Michel Chossudovsky, “Comment éviter la mondialisation de la pauvreté”, Le Monde diplomatique, Ocak 1997, s.4.
[4] Bkz. Anthony Giddens, The Third Way, Cambridge, 1998, s. 138.
[5] Susan George, The Debt Boomerang,,Pluto Press, Londra,1990, s.XVII.
[6] Aynı eser, s. XV-XVI.
[7] I. Ramonet, Le monde diplomatique, Kasım 1998.
[8] Rapport du PNUD, 1996.
[9] L’Autre Davos, l’Harmattan, Paris, 1999, s. 97.
[10] I. Ramonet, Géopolitique…, age, s. 61.
[11]L’Autre Davos,age, s.96
[12] I. Ramonet, Géopolitique…, age, s.63.
[13] Rapport du PNUD, 1997.
[14] Jean Marijnissen, Enough! A socialist bites back, Elsevier, 1996, s.100.
[15] Hakimiyet-i Milliye, 4 Kânunsani 1922.

Türkiye ve Birleşmiş Milletler


Türkiye ve Birleşmiş Milletler

anil cecen

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı Kurulu 
ve Bilim Danışma Kurulu Üyesi

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana uluslararası topluluğun içinde bulunmaya dikkat etmiş ve bu doğrultuda başta Birleşmiş Milletler olmak üzere
bütün uluslararası kuruluşlarda ya kurucu ya da sonradan üye olarak yer almıştır.

  • Türk Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, çağdaş uygarlığı ve
    çağdaş uluslar ailesinin onurlu bir üyesi olmayı Türkiye Cumhuriyeti için
    başlıca hedef olarak ortaya koymuştur.

Atatürk’ün emanetini geleceğe taşımak üzere işbaşına gelen yeni yönetimler,
kurucu önderin izinden giderek evrensel alanda etkin olmaya çaba göstermiş ve
dış ilişkilerini sürekli olarak geliştirerek, çağdaş dünyanın en önemli ülkelerinden biri olmuştur.

1. Dünya Savaşı sonrasında, 2. bir cihan savaşı çıkmasını önlemek üzere kurumuş olan Milletler Cemiyeti içinde de yer alan Türkiye Cumhuriyeti, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Birleşmiş Milletler örgütünde kurucu üye olarak yer almıştır. Üçüncü dünya savaşını önlemek üzere kurulan Birleşmiş Milletler kısa zamanda gelişerek bütün devletleri çatısı altına almış ve böylece dünya kıtalarını kapsayan evrensel bir örgütlenme haline gelmiştir. Bir anlamda geleceğin dünya devletinin ön hazırlıklarını yapan Birleşmiş Milletler, her alanda kendisine bağlı bir düzen içinde çalışan uluslararası kuruluşlar aracılığı ile bütün dünyayı kucaklamaya çalışmaktadır.

  • Birleşmiş Milletler bir insanlık idealinin örgütlenmiş yapılanmasıdır.
  • İnsanlığın ortak ideali, 7+ milyar insanın barış içinde ve
    uygarlığın bütün nimetlerinden yararlanarak yaşamalarıdır.
İnsanlığın bilinen on bin yıllık tarihinin her dönemi savaşlarla dolu geçmiş ve bu yüzden milyonlarca insan ya yaşamını yitirmiş ya da engelli kalmıştır. Savaşlar yüzünden bir türlü kalıcı barış elde edilememiş ve her dönemde bu yüzden kanlı çatışmalar
devam edip gitmiştir. Her savaş döneminde eski devletler yıkılmış, savaş sonrasında  yeni devletler devreye girerek farklı bir dünya düzeni ortaya çıkmıştır.
Tarihin çeşitli dönemlerinde bu gibi gelişmeler belirleyici olmuş ve insanlığın kaderi
buna göre biçimlenmiştir.

Barış tarih boyunca her zaman istenmiş ve aranmıştır ama bir türlü sürekli barış
elde edilememiştir. İnsanların sürekli yeniyi arayan tutum ve davranışları
yerleşik düzenlerin kalıcı olmasını engellemiş ve bu yüzden devletlere bağlı olarak gerçekleştirilen, kamu düzenleri çökmüştür. Yerleşik düzenlerin sıcak çatışmalar yüzünden çökmesi, her zaman savaşları öne çıkarmış ve bir türlü sürekli ya da kalıcı barış ortamı güçlü bir biçimde gerçekleştirilememiştir.

İnsanoğlunun karakteri kaderi olmuş, rekabet ve çekişmeler yüzünden kalıcı barış düzeni bir türlü kurulamamıştır. 1. Dünya Savaşı sonrasında 2. Dünya Savaşı
Milletler Cemiyeti ile engellenemeyince, bunun yerine daha güçlü bir uluslararası örgüt olarak Birleşmiş Milletler kurulmuştur. Atatürk Cumhuriyeti, savaşlara karşı bir barış ve güvenlik devleti olarak kurulduğu için Birleşmiş Milletler hareketi içinde kurucu üye olarak yer almış ve San Fransisco belgesini imzalayarak, dünyanın en büyük evrensel örgütlenmesi olan Birleşmiş Milletlerin oluşum sürecine katkıda bulunmuştur.
2. Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım ve milyonlarca insanın yitimi, Birleşmiş Milletlerin güçlü bir örgüt olarak kurulmasını zorunlu kılmıştır. Amaç evrensel barış olduğu için, büyük ve güçlü devletleri bu doğrultuda baskı ve denetim altına alacak evrensel bir kuruluş olarak Birleşmiş Milletler örgütü zorunluluk kazanmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk, H.G. WELLS adlı bir tarihçinin
DÜNYA TARİHİ kitabını okuduktan sonra geleceğin dünya devletinin nasıl kurulacağı ve nasıl örgütlenmesi gerektiği konularında düşüncelerini dile getirmiş ve bu doğrultuda evrensel barışın zorunlu olduğunu vurgulamıştır. Dünya tarihini bir komutan olarak
iyi bilen Atatürk, sürekli barış için tüm savaşların önlenmesi gerektiğini iyi biliyordu. Ama barış için her zaman savaşa hazır olmanın zorunluluğunu da görebiliyordu.

  • Türkiye Cumhuriyeti emperyalizmin yıktığı bir imparatorluk sonrasında
    verilen bir ulusal kurtuluş savaşı ile ancak kurulabiliyordu.

Geleceğin dünya devletlerinin barış içinde kurulabilmesi için Birleşmiş Milletlerin,
tüm savaşları önleyebilecek güçlü bir örgütlenmeyi, dünyanın bütün kıtaları üzerinde tamamlaması gerekmektedir. Kurucu önder Atatürk’ün izinden giden Türk devletinin Birleşmiş Milletler çatısı altında daha da etkin olarak kalıcı bir dünya barışı için mücadele etmesi elzemdir.

“Yurtta barış ve dünyada barış!”

ilkesinin yanına “bölgede barış“ı da ekleyerek Türkiye Cumhuriyeti, Orta Doğu’daki savaş sürecini Birleşmiş Milletler ile paslaşarak ve güçlü bir dayanışma sağlayarak gerçekleştirebilmektedir.
Zorunluluk –miletin yaşamı tehlikeye düşmedikçe– yoksa savaşın bir cinayet ve katliam olduğunu iyi bilen bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti, Birleşmiş Milletlerin
ilk evre kararlarının savunuculuğunu merkezi alanda yapmalıdır.

19 MAYIS 2013; GENEL DURUM ve GÖRÜNÜM


19 MAYIS 2013; GENEL DURUM ve GÖRÜNÜM

portresi2

 

 

 

 

Suay Karaman

19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nın 94. yılını siz değerli dostlarla birlikte Konya’da kutlamaktan mutluluk duymaktayım ve bu anlamlı etkinliği düzenleyen başta CHP Konya Selçuklu İlçe Başkanlığı olmak üzere 19 Mayıs Platformu’nun
tüm bileşenlerine teşekkürlerimi sunuyorum.

1. Dünya Savaşı’ndan yenilerek çıkan Osmanlı Devleti, koşulları çok ağır olan
Sevr Antlaşması‘nı imzalamak zorunda bırakılmıştı. Ordusunun elinden silahları ve cephanesi alınmıştı. Anadolu işgal edilmişti. Uzun savaş yılları boyunca millet yorgun
ve yoksul bir durumda kalmıştı. Ülkeyi yöneten hükümet aciz, haysiyetsiz ve korkaktı. Padişahın ise kendini ve tahtını korumaktan başka bir düşüncesi yoktu.

Bu koşullar altında Mustafa Kemal Paşa’nın yapacağı tek şey vardı; emperyalist güçler tarafından bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulus için kurtuluş savaşına başlamak. İşte bu nedenle 19 Mayıs 1919 tarihi, vatanın kurtulması için örgütlenen
Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesinin başlangıcıdır.

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da bir ulusun yazgısını ve tarihin akışını değiştiren savaşımı başlattığında 38 yaşındaydı. 29 Ekim 1923’te çürümüş ve çökmüş bir imparatorluğun sömürgeye dönüşmüş topraklarında emperyalistlere karşı bağımsızlık savaşını kazanarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet kurduğunda,
42 yaşındaydı. Hiç kimsenin hayal bile edemediği devrimleri yaparken, 50’li yaşlardaydı. Yaptıklarının hepsini ulusu için ve 15 yıl gibi kısa bir sürede gerçekleştirdi.
57 yaşında yaşama veda ederken, mutluydu; çünkü başarmıştı.

Yapılan Kemalist devrimlerle, ülkenin aydınlanması, kalkınması, gelişmesi ve çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılması amaçlanmıştı. 1923 – 1938 arasında gerçekleştirilenler, Kemalist Devrim’in büyük başarılarla oluşturduğu yapılanmanın eseridir. 1923 yılında kurulan genç Türkiye Devleti, halkının büyük çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek ölçğüde az ve sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülke konumundaydı. Üstelik iktisadi açıdan Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı “Düyun-u Umumiye” borçlarını da ödemek zorundaydı.

Atatürk’ün fiilen ekonomiyi yönlendirdiği dönemde gerçekleştirdiği somut ekonomik girişimler, on beş yıl gibi kısa bir zamanda çok büyük bir kalkınma atılımına girişildiğini göstermeye yeterlidir. Bu girişimleri şöyle sıralayabiliriz:

Türkiye İş Bankası açılmış ve böylece ulusal bankacılığın ilk adımı atılmıştır.
– Başta Eskişehir, Uşak, Alpullu olmak üzere birçok yerde şeker fabrikaları kurulmuştur.
Kayseri’de uçak fabrikası kurulmuştur.
– Bünyan Dokuma Fabrikası açılmıştır.
– Ereğli ve Nazilli Bez Fabrikası ile Kayseri İplik ve Bez Fabrikası açılmıştır.
– Gemlik Suni İpek Fabrikası,
– Bursa Merinos Fabrikası,
– İzmit Kağıt Fabrikası …

gibi pek çok kurum ve kuruluş oluşturulmuştur.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası kurulmuştur.

1930’da Sanayi Kongresi,
1931’de Ziraat Kongresi toplanmıştır.
Birinci ve İkinci Kalkınma Planları oluşturulmuştur.

Dünyadaki ilk demokratik kalkınma planları; 1931’de Türkiye’de uygulamaya konulan ekonomik reform hareketleridir. Bu kalkınma planları, eldeki kıt kaynaklarla
halkın gereksinimlerinin en iyi biçimde karşılanmasına yönelik hazırlanmıştır ve temel amacı, hammaddesi Türkiye’de olmasına karşın dışalım (ithal edilmek) zorunda kalınan ürünlerin ülkemizde üretilmesini sağlamaktı.

1933’te Sümerbank kurularak, devletin iktisadi yaşama girişi gerçekleşmiş ve doğrudan doğruya devlet işletmeciliği başlatılmıştır. Ardından, büyük bölümü yabancıların elinde bulunan demiryolları, Tramvay ve Tünel Şirketi, Zonguldak Kömür Şirketi, İzmir Telefon Şirketi millileştirilmiş ve kamulaştırılmıştır. 1935’te yeraltı kaynaklarının araştırılması için Maden Tetkik Arama Enstitüsü (MTA), elektrik ve enerji kaynaklarının değerlendirilmesi için Elektrik İşleri Etüd İdaresi,
madencilik işletmelerini kurmak ve işletmek amacıyla da Etibank kurulmuştur.

1. Kalkınma Planı döneminde Toprak Reformu yapılarak, tarıma teşvik sağlanmış ayrıca hammaddesi yurtiçinde bulunan malları işleyecek sanayi kuruluşları ile
devletçe finanse edilmesi mümkün olan kuruluşların kurulmasına öncelik verilmiştir. Planlı ekonomi uygulamaları sonucunda başarılı sonuçlar alınmış ve hedeflere ulaşılmıştır. Ancak 2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte kalkınma planlarına
geçici süre ara verilmiş ve Devlet, savaş ekonomisine uygun kimi önlemler almıştır.

Atatürk zamanında yapılan tüm bu işler kolay başarılmamıştı elbette.
Planlanan hedeflere ulaşmak için; sınırsız yurt sevgisi, inanç ve özveriden başka,
bilinçli, kararlı, örgütlü ve devrimci bir tavır sergilenmişti.

Bu tavırlar sonuçlarını kısa sürede göstermiştir. 1922-1925 arasında fiyatlarda artış oranı yılda %3, 1925-1927 arasında ise %1 olmuştur. Kimi fiyatlarda ucuzlama görülmüştür. Türk parası yabancı paralar karşısında değer yitirmemiş, aksine kimilerine karşı değer kazanmıştır. 1923’te kişi başına düşen ulusal gelir yalnızca 45 $ iken, 1940’lı yılların ilk yarısında 400 dolara yaklaşmıştır.

1923-1938 arasındaki 11 yıl, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçe; 3 yıl, gelirin giderden çok olduğu bütçe fazlası gerçekleştirilmiştir. Yalnızca, Cumhuriyet’in ilk bütçesi olan 1924 bütçesi, %8’lik bir açık vermiştir. 1924 dışında, 1923 – 1946 arasında
dışsatım (ihracat) hep dışalımdan (ithalattan) çok olmuştur.

1929-1939 arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 düzeyindeyken, Türkiye’de %10 olmuştur. Tarım üretimi 1923-1930 arasında %10, 1930-1940 arasında %5 artmıştır.

1923’te 140 olan fabrika sayısı, 1933’te 2 bin 500’e ulaşmıştır. 1923’te 600.000 ton olan taşkömürü üretimi, 1940’ta 3.000.000 ton olmuştur. 1923’te üretimi olmayan çimento, 1940 yılında 270.000 ton üretilmiştir. 1923’te kağıt üretimi yoktur, 1940’ta 10.000 ton üretilmiştir. 1923’te demir – çelik üretimi yoktur, 1940’te 40.000 ton üretilmiştir. 1923’te 50 milyon kwh olan elektrik enerjisi üretimi, 1940’ta 400 milyon kwh olmuştur. 1923’te 3.700 km olan toplam demiryolu uzunluğu, 1940’ta 7.500 km olmuştur. 1923’te şeker üretimi yoktur ama 1940’ta 90.000 ton şeker üretilmiştir.

1923’te %5 olan okuma-yazma oranı, 1940’ta %25 olmuştur. 1920’lerin başında ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığına
öbür İslam ülkelerinin hepsinden çok daha fazla ulaşmıştır.

Bütün bu veriler herkes tarafından bilinirken, bu gurur verici geçmişi yok saymak için, demokratik ve laik cumhuriyetle hesaplaşmak için bekleyen kendini bilmezler,
karanlıkta boğulacaktır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede (1923-38) yaratılan gurur verici tablonun ardında;

1. Cumhuriyetçilik,
2. Ulusalcılık,
3. Devletçilik,
4. Halkçılık,
5. Laiklik,
6. Devrimcilik ilkeleri, yani “6 Ok” bulunmaktaydı.

Atatürk’ün tam bağımsızlık, emperyalizm karşıtlığı ve “yurtta barış, dünyada barış” ilkeleriyle bütünleşen kararlı yönetimi sayesinde gelişen Türkiye Cumhuriyeti,
ne yazık ki O’nun ölümünden sonra bu gelişmeyi sürdürememiştir.

Yıllardır Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarlar, Atatürk’ün ölümünden sonra özellikle
çok partili düzenle birlikte Kemalizm’in ilkelerinden ödün vermiştir. Bu süreçle birlikte emperyalist güçlerin yeniden ülkemizi kuşatması, Aydınlanmanın şeriatın karanlığı tarafından bastırılması, ülkeyi içinden çıkılması güç koşullara getirmiştir. Yıllardan beri dinci örgütlenmelere ortam hazırlanmış; bugün laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletini terk etmek konumuna gelinmiştir. Ne yazık ki gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunan yöneticiler, emperyalist güçlerin desteğiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmasına, bitirilmesine ve paylaşılmasına aracılık etmektedir.

Yıllardır siyasal iktidarlar, ABD ve AB emperyalizmine kucak açmış, Avrupa Birliği’ne üye olmak adına tam bağımsızlığımızı ve onurumuzu feda etmek istemektedirler.

UNESCO,  üye  156  ülkenin  oybirliği  ile  1981  yılını,  Atatürk Yılı  ilan  ederken,  kararın  gerekçesinde,  Atatürk  şöyle  tanımlanıyordu:

  • ”Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan
    ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında  renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucusu……”

UNESCO’nun bu tanımından sonra, sömürge valisi edalarıyla ülkemize gelen AB’nin ve ABD’nin yetkilileri, olur olmaz her konuda fikir vermektedirler. Atatürk’ün resimlerinden korkan, Kemalizm’i terk etmemiz gerektiğini söyleyen bu yüzsüzler, ülkemizin bölünmesi için büyük çaba harcamaktadırlar. Bu Sevr özlemcileri, bölünmemiz ve bağımsızlığımızı yitirmemiz için, yerli işbirlikçileriyle birlikte her yola başvurmaktadırlar. Dıştan ve içten gelen her türlü Kemalizm karşıtı saldırılar, Türkiye’de ulusal devleti çökertmek amacını taşımaktadır.  Ancak, Mustafa Kemal’in cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliği bütün olumsuzlukları yenecek güçtedir ve Kemalizm’e her zaman
sahip çıkacaktır.

Bugün ülkemizin ulusal kuruluşları “babalar gibi” satılmaktadır. Yeraltı ve yer üstü zenginliklerimiz emperyalist güçlere pazarlanmaktadır. Tarım ve hayvancılığımız bitirilmiş, sanayimiz çökertilmiş, yolsuzluk, yoksulluk ve talan en üst düzeye ulaşmıştır. Günümüz Türkiye’sinde 8 milyon kişi asgari ücretle çalışmakta, 11 milyon kişi işsizlikle boğuşmaktadır. Çalışanların %70’i yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır.
Memurun, işçinin, emeklinin, esnafın, çiftçinin düşürüldüğü acıklı durum herkes tarafından görülmektedir. Terör ülkemizi vurmuş ve terör örgütüyle pazarlık aşamasında “yeni anayasa” yapılmak istenmektedir. Günümüz Türkiye’sinin getirildiği konum içler acısıdır.  Genel durum ve görünüm şimdilik parlak değildir.

Dünya Ekonomik Forumu’nun raporlarına göre Türkiye, 134 ülke arasında ekonomik açıdan incelemede genel sıralamada 125. sıradadır. Siyasal iktidarın dünyanın
17. büyük ekonomisi dediği Türkiye’nin gerçekleri yoksulluktur, açlıktır, işsizliktir. Gemiciği ve villacığı olanlara teğet geçen ekonomik kriz, halkımızı delip geçmektedir. Dünya Ekonomik Forumu Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’na göre kadın – erkek eşitliğinde Türkiye 135 ülke arasında 121. sıradadır. Türkiye basın özgürlüğünde 138 ülke arasında 135. sırada, yargı bağımsızlığında ise 82. sırada yer almaktadır.

Ülkeyi yöneten siyasal iktidar, kendi ülkesinin ordusunu düşman olarak görmektedir ve hangi koşulda olursa olsun her istediğini yapmak için uğraşmaktadır. Bunun anlamı, ülkede sivil darbe yapıldığıdır. Sivil darbe, hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir biçimde yargılayıp, susturmaktır.

Silivri’de zulüm altında tutularak, hayali suçlamalarla yargılanan yurtsever
ve Kemalist aydınlar, yıllardır onur savaşımı (mücadelesi) vermektedirler.

  • Laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kesinleşen siyasal iktidarın amacı, ülkemizde rejim değişikliği yapmaktır.
    Türkiye’yi İslam cumhuriyetine dönüştürme çabaları sonuç vermeyecektir.

Bugün geldiğimiz ortamı eşsiz önderimiz Atatürk, 20 Ekim 1927’de,
CumhuriyetiTürk Gençliğine emanet ederken anlatmıştı:

  • “Bütün bu durumlardan daha acı ve daha korkunç olmak üzere,
    yurdun içinde yönetim başında bulunanlar; aymazlık, sapkınlık ve üstelik
    hainlik içinde bulunabilirler. Dahası, yönetim başında bulunan böyleleri,
    kişisel çıkarlarını, yurduna girip yayılmış olan dış düşmanların
    siyasal amaçlarıyla birleştirebilirler.”

“10 Kasım’da yaygara kopartıldı”, “Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok” diyen ve ulusal bayramlarımızı yasaklayan karanlık zihniyetler
ne yaparlarsa yapsınlar; başaramayacaklardır. Çünkü bu topraklarda
Mustafa Kemal Atatürk’ün özgürlük rüzgarları esmektedir.

Ulusal kurtuluş mücadelemizin başlangıcından 94 yıl sonra, ülkemizde genel durum ve görünüm çok parlak değildir. 94 yıl önce bugünlerde 19 Mayıs, bağımsızlığı yok edilmek istenen bir ulusun kurtuluş savaşına başlangıcını müjdeliyordu. Vatanın kurtulması için örgütlenerek, güçbirliği yapan Anadolu insanının bağımsızlık mücadelesini müjdeliyordu. 94 yıl sonra Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve 19 Mayıs’ı, bugünkü siyasal ortamla birlikte düşünürsek umutsuzluğa kapılabiliriz. Ancak içinde Atatürk sevgisi taşıyanlar için umutsuzluğa yer yoktur, Atatürk’ün gençleri için umutsuzluk diye bir olgu söz konusu değildir. Atatürk’ün ilkelerini özümseyerek, bilinçli ve kararlı bir biçimde
tüm yurtseverlerin örgütlenerek yapacağı haklı ve demokratik bir mücadele ile umuda ve aydınlığa doğru yeniden yol alınacaktır.

Bunun için tüm yurtsever güçlerin bir araya gelip örgütlenmesi, güçlerini birleştirmesi gerekmektedir. Çözümün Kemalizm’in muhteşem “6 Ok”unda olduğunu bilerek il il, ilçe ilçe, köy köy, mahalle mahalle dolaşarak bütün bu olumsuzlukların, ülkemizin üstündeki kara bulutların topluma anlatılması gerekmektedir.
Atatürk’ün gençlere emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza dek yaşatılması için,
hepimizi büyük görev ve sorumluluklar beklemektedir.

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” kararlı ve bilinçli olarak yeniden savaşmanın zamanı gelmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık yolunda sürekli ileriye doğru gideceğimiz ışıltılı günlerin özlemiyle, Ulusal Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı olan,
19 Mayıs’ın 94. yılı kutlu olsun!

Hepinizi saygıyla selamlıyor ve teşekkür ediyorum.

(İlk Kurşun Gazetesi, 20 Mayıs 2013)