Kategori arşivi: Hekim Saltık

“DEMOGRAFİ HAKKINDA TEMEL BİLGİLER”


Sitemizin Değerli izleyenleri,
AÜTF Asistanlarımız, Öğrencilerimiz ve ilgilenen sağlıkçılar..

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde (AÜTF) Dönem 6’da (son sınıf) İntörn Dr. arkadaşlarımız 1 ay Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda staj yapmaktalar.. Bu programda Toplum Sağlığı Merkezleri ve bağlı 1. Basamak (yataksız) Sağlık Birimlerinde uygulamalı olarak bizlerin gözetiminde çalışmakta ve staj sonunda çalışmalarını özetleyen bir power point sunumu yapmaktalar.

Temmuz 2017 kümesinde sorumlu olduğumuz öğrencilerimizden İnt. Dr. Sinan Özçelik, “DEMOGRAFİ HAKKINDA TEMEL BİLGİLER” konulu bir çerçeve sunum hazırladı.

11 Temmuz günü bilindiği gibi Birleşmiş Milletler Dünya Nüfus Fonu (UN-FPA) tarafında “Dünya Nüfus Günü” olarak değerlendiriliyor. Bu bakımdan, Dünyanın ve Türkiye’nin anormal hızlı ve gereksiz, siyasal iktidarın ne yazık ki kışkırttığı, 2827 sayılı yasa ve Anayasa md. 41 ve bağlantılı ulusal – uluslararası mevzuatın – hukukun dikkate alınmadığı “tehlikeli bir dönem” yaşarken, 81 yansıdan oluşan oldukça kapsamlı çalışmayı paylaşmak istedik.

  • Unutulmasın; artık her aileye yalnızca 1 çocuk zamanıdır!

    Sevgili Sinan’a emeği ve dosyanın sitemizde yayınlanmasına izin verdiği için teşekkür ederiz.

Yansıları pdf olarak incelemek için lütfen tıklar mısınız?? (3,4 MB)

DEMOGRAFI_HAKKINDA_TEMEL_BILGILER_OZCELIK-SALTIK

Sevgi ve saygı ile. 01 Ağustos 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net      profsaltik@gmail.com

Işık Kansu : Anaokuluna kadar inen şeriat

Anaokuluna kadar inen şeriat

Işık Kansu

Prof. Dr. Selçuk Erez : Darwin uydurmuş!

Darwin uydurmuş!

Prof. Dr. Selçuk Erez

(İstanbul Tabip Odası Başkanı)
Cumhuriyet, 27.07.2017
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Rektörün biri “Evrime inanmıyorum!” dedi ve bu nedenle pek çok eleştirildi, hatta tiye alındı: Oysa haklıydı, Darwin büyük çapta yanılmıştır! İşin aslı şöyledir:
Şuppiluliuma’dan, Hammurabi’den bile daha eski zamanlarda, yeryüzünde insanlar değil maymunlar yaşardı. Bunlar Afrika’nın doğusunda, Tanzanya’daki Olduvay Boğazı’ndaki ormanlarda birbirlerinin bitlerini ayıklayarak ve “maymuncuk” dedikleri çocuklarıyla oynayarak hoşça zaman geçirirlerdi.

Ancak havalar zamanla ısınmaya başladı, yağmurlar seyreldi.
Ormanlardaki ağaçlar kurumaya başlayınca maymunlar toplanıp ne yapacaklarını düşündüler.
-Ağaçlardan inelim, yerde yaşamaya başlayalım.
-Yerde gezersek kuyruklarımız ayaklarımıza dolanır, sık sık düşeriz.
-Çakmak taşlarını yontar, bunlarla keseriz.
Bu görüş benimsendi, aralarından birkaçı kuyruk sünnetçisi olarak seçildi ve tarihte görülmemiş bir kuyruk kıyamı başladı.
Kuyruğunu kestiren insan sayılıyordu, kestirmeyene kız verilmiyordu. Çok kuyruk kesilince civardaki sırtlanlar, aslanlar kan kokusu alıp gelmeye başladılar. Maymunların Başı, “Bundan böyle günde en çok üç kuyruk kesilecektir” buyurdu. Kuyruk kestirmek için Maymun Başı’ndan gün almak gerekiyordu. Bu kararnameden sonra çok uzun maymun kuyrukları oluştu.

-Yahu sıra ne zaman bize gelecek?
Kuyruk kestirmek için Afrika güneşi altında kuyrukta günlerce beklemek olumsuz tepkilere yol açıyordu. Hele, Başkan’ın belli bir ödenti karşılığında kimilerini öne aldığı ve zürafalara, çakallara ve ibibik kuşları gibi maymun olmayanlara da kuyruk kestirtip insanlık belgesi dağıttığı duyuldu; protestolar çoğaldı.

Maymunların çoğu kuyruksuzlaşınca Başkan’a “Seni insanlar değil, maymunlar seçti. Burada şimdi bir maymun değil insan milleti var. Bu nedenle biz artık maymunların seçtikleri bir başkanı istemeyiz. Seçimler yenilensin!” dediler.
Yüksek seçim kurulu üyelerinin okuması, yazması yoktu, saymasını da bilmiyorlardı; işin içinden çıkamadılar. Başkan “Sonuçlar ne olursa olsun, ben kazandım sayılır!” deyince Olduvaylılar ayaklandı. Sokak çatışmaları uzun sürmedi; Başkan ve yalakalarının cephanesi tükendi.
Sonra ne mi oldu? Hayır, Başkan yani yeryüzünün bu ilk diktatörü, sonrakiler gibi hızlı koşan bir deveye filan binip yurt dışına kaçmadı. Millet onu bırakıp kaçtı!

Olduvay sakinleri, “O burda kalsın, biz başka yerlere gidelim!” dediler ve Afrika’dan Asya’ya, Avrupa’ya vb. göç ettiler. Torpil ve rüşvetle insan belgesi edinmiş ibibik kuşlarıyla çakallar da kalabalığa karışıp çeşitli yerlere gittiler.
Böylece Darvin’in yanıldığını, maymunların evrimle değil kuyruklarını kestirip insan olduklarını ve çevrenizde gördüğünüz insan kılıklı çakalların nerelerden gelip böyle olmadık mevkilere atandıklarını da işte anlamış bulunuyorsunuz.
========================================
Dostlar,

Charles Darwin Uydurdu mu; Yobaz Bilime Direniyor mu ??

Prof. Dr. Selçuk Erez çok kıdemli bir hekim ve hocadır. 1936 doğumludur, 81 yaşındadır ve hala pırıl pırıl zekasıyla üretmeyi sürdürmektedir. İstanbul Tabip Odası gibi 30 bini aşkın hekimin çalıştığı dev bir kentin hekim meslek örgütünün seçilmiş başkanıdır.

Cumhuriyet‘te de düzenli yazılar yazmaktadır.
Erez hoca, yüksek zekasıyla ince ve düzeyli ironi (hiciv) ve mecaz yazı sanatlarını ustalıkla kullanmaktadır. Sitemizde kendisinin epey yazısı yayımlanmıştır. Meslek büyüğümüz Prof. Erez’in (Kadın Hastalıkları – Doğum uzmanı) yukarıdaki yazısı da çok başarılı..

AKP iktidarı bilimi ve kendini yadsıyarak ve gerçek niyeti ile düzeyini ortaya koyarak EVRİM konusunun işlenmesini Lise yetişeğinden (müfredatından) çıkardı, Ne denli zavallı bir tutum.. “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok” atasözü durumu betimlemeye (hali tasvire) uygun.

  • Efendiler; siz ister devekuşu gibi kafanızı kuma gömün, yarasa gibi aydınlıktan kaçıp mağaralarınıza sığının; BİYOLOJİK EVRİM bütün filogenetik basamaklarıyla – fosil kalıntılarıyla kanıtlanmıştır.“Evrim Kuramı” (Teorisi) adlandırmasından kalkarak “daha teori, kuram, tam kanıtlanamadı, o yüzden adı teori, henüz yasalaşmadı..” gibisinden gazete köşelerinde döktürenlerin daha “Teori – kuram” kavramının tanımından haberleri yok..

Bilimsel bir kuram – teori; üst kapsamda bir bilimsel terimdir ve kanıtlanmış gerçekleri, bilimsel yasaları da içerir.. Örneğin Albert Einstein’in “Görelilik – İzafiyet Teorisi – Kuramı”.. Adı “teori – Kuram” dır ancak tümüyle kanıtlanmış – doğrulanmış yasalar içerir; Isaac Newton fiziğini rafa kaldırmıştır. Günümüzdeki nükleer teknoloji dahil tüm uzay çalışmaları, ileri elektronik ve Kuantum Mekaniği, Elektro-Manyetik alanlar.. konularında dev ilerlemeleri Einstein’in Görelilik Kuramına borçluyuz. Gelecekte nesne – insan ışınlaması da bu Kuram – Terori’ye dayalı olarak gerçekleştirilebilecektir.

Anımsatalım; insan – hayvan – bitki genetiğinin şifresi olan DNA üzerinde NOBEL ödülü (Kimya) alacak ölçüde değerli bilimsel çalışma ve katkılar sağlayan Ulusal Gururumuz, meslek büyüğümüz Tıp Profesörü Dr. Aziz Sancar çok net açıkladı..
(Cumhuriyet, Orhan Bursalı, 29.06.2917,
http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/770123/Aziz_Sancar__Evrim_gercektir….html)

  • EVRİM bir gerçektir.. Kim ne derse desin, Bilimsel bir gerçekliktir..

Kimseyi incitmek aklımızdan geçmiyor ama kesin olarak kanıtlanmış, Katolik Kilisesinin bile kabul ettiği EVRİM KURAMI’na karşı çıkmak ancak 2 biçimde açıklanabilir :

  1. Zihinsel yeteneğiniz – zekanız EVRİM’i kavramaya yetmemektedir; mazur görüp anlamanız için elimizden geldiğince basitleştirir, kezlerce anlatırız. Yeter ki içtenlikle anlamaya çabalayın. Anlamayınca “red” hakkı da olmaz değil mi en azından ahlaki olarak??
  2.  Kastınız var.. Siz Cumhuriyet – Bilim düşmanı bir dinci – gerici – yobazsınız.. Yapabileceğimiz çok bir şey yok.. Ama biliyoruz ki, çok yavaş da olsa EVRİM sizi de eğitecek, geliştirecek. Lokomotifin önüne taş koymak yerine hiç olmazsa bir vagona atlayın, gerçekten kopmayın..

Örn. çoooook yalın bir EVRİM gerçeğini açıklayalım :

  • EVRİM, insanın maymundan geldiğini ileri sürmüyor; tam tersine her 2 canlı türünün de “ortak ata” dan geldiğini, maymun ve insanın “atasının ortak” olduğunu savlıyor.Daha da yalınlaştırarak örnekleyelim : Örn. el bileğimiz “ortak ata” olsun.. Parmaklarımız “ortak ata” dan evrilen türler.. Parmaklarımızdan birinin insana, birinin maymuna evrilmesi gibi.

Ülkemizin önemli Evrim Biyologlarından merhum Prof. Dr. Ali Nihat Bozcuk hocamızın (1971-72 döneminde Hacettepe Tıp Fakültesi’nin 1. sınıfında Gen ve Moleküler Biyoloji hocamızdı) özlü bir power point sunumunu (33 yansı) paylaşmak isteriz. Bizim de üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneği’nde bir geleneksel Cumartesi Konferansı olarak paylaşılmıştı (Haziran 2012)

  • EVRİM KURAMINDAN GÜNCEL YANSIMALAR

Bu yansılar dikkatle izlenirse sanırız epey bir kavrayış sağlanabilir; tersine koşullu değilseniz.. Lütfen tıklayınız :
http://ahmetsaltik.net/arsiv/2012/06/Evrim_Kurami_Prof._Dr._Nihat_Bozcuk.pdf

Bu vesile ile ağabeyimiz, dostumuz, ADD’de dava yoldaşımız, insanlık ve alçakgönüllülük örneği, yetkin (İngiltere’den doktoralı) hoca Prof. Dr. Ali Nihat Bozcuk‘u özlemle anıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 28 Temmuz 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı – AÜTF Halk Sağlığı AbD
Mülkiyeliler Birliği Üyesi  www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Türkiye’de 3.5 milyon Hepatit B ve 750 bin Hepatit C hastası var

Prof.Dr. Bilgehan Aygen:
Türkiye’de 3.5 milyon Hepatit B ve
750 bin Hepatit C hastası var

Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği (KLİMİK) Viral Hepatit Çalışma Grubu Başkanı, Prof. Dr. Bilgehan Aygen,  Hepatit B, Hepatit C ve  Hepatit D  virüslerinin  uzun vadede kronik karaciğer hastalığı, siroz veya karaciğer kanserine yol açtıkları için ayrı bir öneme sahip olduklarını belirtti.
Türkiye Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, Hepatit B Virüsü infeksiyonu açısından orta endemiste (AS: yaygınlık) bölgesinde yer alırken Hepatit C Virüsü açısından düşük endemisite bölgesindedir. Ülkemizde  Hepatit B  oranı %2 -7 iken, Hepatit C oranı %1 dolayında. Karaciğer nakli olan hastalarımızın %61’inde nakil nedeni hepatit B veya hepatit C’dir. Prof. Aygen, viral hepatitlerin 2030 yılına dek yok edilmesinin küresel bir proje olduğunu kaydetti. Prof. Aygen, “Türkiye’de bu konuda ciddi adımlar atılmıştır. 1998 yılından başlayarak tüm yeni doğanlara ve risk grubunda bulunanlara Sağlık Bakanlığı tarafından ücretsiz hepatit B aşısı yapılmaktadır. Bu aşılama programıyla 2000 yılında %12’lerde olan yeni enfekte olgu sayısı, 2012’de % 5’lere gerilemiştir. Ancak yine de ülkemizde 3 buçuk milyon hepatit B hastası, 750 bin hepatit C hastası olduğu tahmin edilmektedir.” dedi.
HEPATİT A’DAN AŞI İLE KORUNMAK MÜMKÜN
Prof. Aygen, “Hepatit B virüsünden korunma, Hepatit D’den de korunmak anlamına gelir. Hepatit A virüsü (HAV) dünyada en sık görülen akut viral hepatit etkenidir. Ülkemiz HAV infeksiyonu epidemiyolojisi açısından orta endemisite (AS: yoğunluk) bölgesinde yer almaktadır. Hepatit A kontamine (AS: bıulaşlı, kirli) su ve besinlerle salgınlara yol açabilen, çocukluk çağında hafif belirtilerle geçirilebilirken ileri yaşlarda geçirilmesi durumunda daha ağır seyreden ve şiddetli karaciğer hastalığıyla ölümlere yol açabilen bir virüstür. Hepatit A infeksiyonundan da aşı ile korunmak mümkündür ve hepatit A aşısı 2012 yılından başlayarak ülkemizde çocukluk aşıları kapsamına alınmıştır. Vahşi ve evcil hayvanlarda bulunur ve akut infeksiyona neden olur. Erişkinlerde çocuklardan daha sık görülür, gebelerde daha ağır seyreder. Bağışıklığı baskılanmış hastalardaysa kronik hepatit tablosu yapması açısından önem taşımaktadır.” diye konuştu.
Prof. Aygen, 2016 yılı Mayıs ayında toplanan 69’uncu Dünya Sağlık Meclisi’nde alınan en önemli kararlardan birisinin viral hepatitler konusunda belirlenen stratejiler olduğunu vurguladı. Dr. Aygen,” Bu stratejiler; 2020 yılına dek hepatit B ve C’de yeni hasta sayılarında %30 ve bu hastalıklara bağlı ölümlerde %10 azalmayı kapsamaktadır. Anahtar yaklaşım hepatit A, B ve E’ye karşı aşılama programlarının genişletilmesi; hepatit B’de anneden çocuğa geçişin engellenmesine odaklanılması; enjeksiyon, kan ve cerrahi uygulamaların güvenli olmasını sağlamak; ve hepatit B ve C tedavisine ulaşımın artırılmasını sağlamayı içermektedir.” dedi.

HEPATİT C, 15-20 YIL İÇİNDE YOK EDİLEBİLECEK

Daha kısa süreli, daha etkin ve yan etkileri tolere edilebilir yeni oral (AS: ağızdan) tedavi seçeneklerinin önümüzdeki yıllarda Hepatit C infeksiyonunun seyrinde önem­li değişikliklere yol açacağını kaydeden  Prof. Aygen, “Yeni ilaç tedavileriyle yüksek kalıcı virolojik yanıt oranları elde edilebilmekte ve Hepatit C Virüsü infeksiyonu nere­deyse tüm hastalarda tedavi edilebilmektedir. Yapılmış olan yeni çalışmalar göstermiştir ki; HCV infeksiyonu, tanısı teda­visi ve yeni bulaşmaların engellenmesine yönelik stratejiler sayesinde, önümüzdeki 15-20 yıl içinde yok edilebilecek­tir.” diye konuştu.

HEPATİTLERİ YOK ETMEK İÇİN “NOhep” KAMPANYASI

2016 yılı Dünya Hepatit gününde, 2030 yılına dek hepatitleri yok etmek için, Dünya Sağlık Örgütü tarafından NOhep kampanyasının başlatıldığını ifade eden Prof. Bilgehan Aygen, “Bu yıl Dünya Hepatit Günü’nün teması ‘HEPATİTLERİ YOK ET’ dir. Bu tema kapsamında özellikle düşük ve orta sosyo-ekonomik düzeyde olan ülkelerdeki olguların tanı ve tedavi olanaklarına erişmesi ana hedeftir. Bu hedef doğrultusunda 2030’da Hepatit B ve Hepatit C bulaşmış kişilerin  %90’ına tanı konması ve %80’inin tedaviye ulaşmasının sağlanması planlanmıştır. Bu hedefe ulaşmak için toplumda büyük farkındalık yaratılması, artmış tanı olanaklarının ülkenin her bölgesinde kullanıma koyulması, düzenli aşılama programlarının devam etmesi ve hatta artırılması, güvenli kan ürünleri ve enjeksiyon kullanımı gibi anahtar girişimlerin ülke genelinde uygulamaya konulması gerekmektedir. Viral hepatitleri vurgulayan her etkinlik, onun yok edilmesi için bir adımdır.” dedi.

Prof. Bilgehan, KLİMİK Derneği Viral Hepatit Çalışma Grubu’nun (VHÇG) 200’ü aşan hekim üyesiyle kurulduğu günden itibaren (AS: başlayarak) yeni olgu sayısının azaltılması, hepatit B ve C gibi kronikleşen hastalıklarda, hastaların tedavisinin sağlanması konusunda çalışmalarına devam ettiğini de vurguladı. Prof. Aygen, “KLİMİK Derneği VHÇG olarak; Dünya Hepatit İttifakı NOhep kampanyası hedeflerine ve 69’ncu Dünya Sağlık Meclisi’nde viral hepatitler konusunda belirlenen hedeflere ulaşmak için; ülkemizde bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da yapılacak olan çalışmalara önderlik etmeye ve destek vermeye devam edeceğiz. Viral Hepatit Çalışma Grubu, viral hepatitler konusunda toplumun bilgilendirilmesini kendisine misyon edinmiştir” dedi. (DHA, 27.7.17 )
========================================
Dostlar,

Bu koruyucu hekimlik – sağlık çabalarına çok gereksinimimiz var ve emek verenlere şükran doluyuz. Aşılarla bulaşıcı hastalıklardan ve onların ağır olabilen kimi sonuçlarından, –örn. Hepatit B viral enfeksiyonu karaciğer yetmezliği, siroz, karaciğer kanserine dek ilerleyebiliyor– etkin, güvenilir ve son derece ekonomik olarak korunmak olanaklı.

Bilimsel olarak netleşen durum böyle iken, Anayasa Mahkemesince (AYM) 2 bireysel başvuru nedeniyle “zorunlu” aşı uygulamasının “yasal dayanağı olmadığından” “hak ihlali” olarak belirlenmesi çok düşündürücüdür. Türkiye aşılama – bağışıklama hizmetlerinde çok başarılı olmuş bir ülkedir ve kendine özgü riskleri barındırmaktadır. Örn 3.5 milyonu aşan sığınmacı, 1 milyona varan kaçak girişliler, son birkaç yılda bilinen nedenlerle biraz / epey azaldı ise de 20 milyon / yıl dolayında turist girişi… gibi. Ayrıca Türkiye transit bir coğrafyada ve dinamik nüfus oldukça yüksek.

AYM’nin kararının üzerinden 2 yıla yaklaşan zaman geçmesine karşın, iktidarın tek maddelik bir yasal düzenleme yapmamış olması daha da dehşet vericidir. Bu Halk Sağlığı ağır ve ciddi bir sorumsuzluktur.  Ayrıca Yönetimin “makul düzenleme” yapma yükümü karşısında da bir yönetim etiği sorunudur. Siyasal iktidarlar “İyi Yönetim – Good Management” etik yükümlülüğü altındadır.

AKP iktidarını, 1593 sayılı Genel Koruyucu Sağlık Yasası’na (Umumi Hıfzıssıhha Kanunu) ivedi olarak tek maddelik bir ekleme yaparak ZORUNLU AŞI UYGULAMASINI yasal dayanağa kavuşturmaya çağırıyoruz. AYM’nin gerekçesi Anayasa md. 13 ve 17 üzerinden bu eksiğe dayanıyor. Yasal düzenleme yapılması durumunda Anayasaya aykırılık ya da insan hakları ile çelişme sorunu bulunmuyor.. Tam tersine şimdiki durum açık bir insan hakları çiğnemi (ihlali).

Dahası, Türkiye 6701 sayılı İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu Kanunu, bu yasa bağlamında ayrımcılık türlerini sayarken, md. 4 /f’de “Makul düzenleme yapmama” da sayılmakta. (RG 20.4.2016, 29690). Dolayısıyla zorunlu aşı uygulaması hizmetlerini yasal dayanağa kavuşturma amacıyla düzenleme yapma aynı zamanda TBMM, milletvekilleri ve Hükümet için yasal yüküm.

Bu “aşı reddi” sorununun daha fazla sürdürülmemesi, yasal düzenlemenin geciktirilmemesi,
Halk Sağlığını korumak adına ötelenemez – savsaklanamaz kritik bir siyasal sorumluluktur.

Sevgi ve saygı ile. 27 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

BELEDİYENİN ANITKABİR İMAR PLANI DEĞİŞİKLİĞİNE İTİRAZ EDİYORUZ

 

 

 

Değerli Meslektaşımız,

Cumhuriyetin değerlerini yok ederek, tarihinden ve kültüründen yoksun bir şekilde, Cumhuriyetle hesaplaşmayı mekanlar üzerinden yürüterek, Atatürk‘ün bizzat talimatlarıyla yapılan, İller Bankası, Marmara Köşkü, Baraj Gazinosu, Su Süzgeci, Havagazı Fabrikası’nı bir gecede yıkanlara…

Ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedi ikametgahı, anı ve saygı mekanı Anıtkabir’e yönelik plan değişikliği ile nasıl planlar içinde olduklarını bilerek güvenmediğimizi bir kez daha ifade ederek, mücadeleye devam etme kararlılığımızla

  • 27 Temmuz 2017 Perşembe günü saat 13:00’te buluşuyor ve plana itiraz ediyoruz.

TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi tarafından planlanmış olan ve Odamıza iletilen, Anıtkabir Plan Değişikliği’ne ilişkin, 27 Temmuz 2017 Perşembe günü saat 13:00’te  Ankara Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı önünde buluşularak itiraz dilekçeleri verme etkinliğini Ankara Tabip Odası olarak destekliyor ve siz değerli meslektaşlarımızın katılımını bekliyoruz. Saygılarımızla.

Tarih: 27 Temmuz 2017, Perşembe, Saat : 13:00
Yer: Ankara Büyükşehir Belediyesi İmar ve Şehircilik Daire Başkanlığı
Hipodrom Cad. No: 5 Yenimahalle 

* Askı Plana İtiraz Dilekçesi için tıklayınız.

==================================================
Dostlar,

BELEDİYENİN ANITKABİR İMAR PLANI DEĞİŞİKLİĞİNE İTİRAZ EDİYORUZ

Biz de orada olacağız ve imzalı dilekçemizi kayda geçirerek alındı belgesini alacağız.

Sizleri de bekleriz…

Sevgi ve saygı ile. 27 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Tabip Odası Üyesi – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI BÜYÜK ZAFERİNİN TAÇLANMASI “24 TEMMUZ 1923 TARİHLİ LOZAN ANTLAŞMASI BAŞARISI”

TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI BÜYÜK ZAFERİNİN TAÇLANMASI “24 TEMMUZ 1923 TARİHLİ LOZAN ANTLAŞMASI BAŞARISI”

Vatansever Dostlar,

G. Filiz Tuzcu
Tarihçi

Türk Milletinin, dünyanın en güçlü korkunç güçlerine karşı  “tamamen yokluklar içinde verdiği amansız  bir ölüm – kalım mücadelesi” olan MUCİZEVİ KURTULUŞ SAVAŞI ZAFERİMİZİN,   “LOZAN ANTLAŞMASIYLA” TAÇLANDIRILMASININ yıldönümündeyiz;
24 TEMMUZ 1923!

TÜRK TARİHİNE ALTIN HARFLERLE YAZILAN bu mucizevi başarımızın altını elbette önemle çizmemiz  ve  defalarca vurgulamamız  gerekmektedir…

Hatta T.C. Devletinin her vatandaşı, söz konusu bu  “ONURLU – EŞŞİZ  ZAFERİ” adeta zihnine kazımalıdır… Kazımalıdır ki, bir daha o korkunç – karanlık günlere maruz kalmasın…

Dikkat çekmek isteriz ki LOZAN’NIN söz konusu bu hayati önemi maalesef ki Türkiye’de yeterince vurgulanmamaktadır! Bunun nedenini  açıklamak, elbette ki biz sorumluluk sahibi  tarihçilerin görevidir:

1938 sonrası Türkiye’sinde siyasi liderlerce kademe kademe değiştirilen devletin milli iç ve dış politikalarıyla, Büyük Atatürk’ün “Düşünceleri – İlkeleri – Hedefleri ve Milli Devlet Politikaları” tamamen rafa kaldırılmıştır!

Onun o son derece değerli düşünceleri, ilkeleri, hedefleri ve milli politikaları ki, T.C. Devletinin “tam bağımsızlığını, sağlıklı işleyişini, dünyadaki  saygınlığını ve  güvenini koruma altına almaktaydı, ayrıca Türk Devletinin siyasi, iktisadi, askeri, sanayii ve ilmi kalkınmasını sağlayarak, Türk milletini en ileri medeniyet düzeyine yükseltmiş olacaktı…”   

Biz Türkleri kutsal bir baba sevgisiyle, içtenlikle seven, acılarımıza merhem olan, hayatlarımızı  ve onurumuzu kurtaran ve de biz evlâtları için her türlü fedakarlığı yapan, “gençliğini, çok sevdiği askerlik mesleğini, rütbelerini, ömrünü, hatta canını ortaya koyan”  Büyük Önderimiz Atatürk’ün bizlere lâyık gördüğü SÖZ KONUSU BU TAM BAĞIMSIZ – AYDINLIK – GÖRKEMLİ  ve MEDENİ GELECEK; “Biz Atatürkçüyüz, biz Atatürk’ün izindeyiz” diye haykırarak , “Türk Milletine, Atatürk Düşünce ve İlkelerine bağlı kalacaklarına” dair yeminler ederek, Türk Milletinin Vekilleri olmaya hak kazanan ve böylece TBMM’ne girebilen siyasiler ve onlarla “makam, mevki, unvan, maddi menfaat” karşılığı işbirliğine giren yazar, çizer, entel – dantel, bilim insanı vs… gibi sözde aydınlarca ne yazık ki engellenmiş ve geleceğimiz karartılmıştır.  Türkiye’de gelinen karanlık tablo apaçık ortadır…

Tüm Türk düşmanları, aynı tarihte olduğu gibi,   bu durumdan ziyadesiyle faydalanmaktadırlar… (Biz bu filmi daha önce defalarca görmüştük; bazıları  “adalarımız niye işgal ediliyor” diye halâ şaşırmaktadırlar! Biz de onlara şaşırmaktayız!)

Aklını biraz çalıştıran, önyargısız olarak biraz düşünebilen, vatanını samimiyetle seven, biraz da Türkiye’nin siyasi geçmişine vakıf olan, ne demek istediğimizi gayet iyi anlayacaktır.

O halde bizler “TÜRK KURTULUŞ SAVAŞI ZAFERİNİN GÖREKEMLİ TACI  VE T.C DEVLETİ’NİN TEMEL KURULUŞ BELGESİ” olan  L O Z A N    A N T L A Ş A M A S I N I, büyük bir onurla anımsatıyoruz ve dünya tarihinde eşi ve benzeri bulunmayan bu muhteşem zaferimizi gururla ve sevinçle KUTLUYORUZ…

Şimdi de Büyük Atatürk’ün LOZAN ile ilgili sözlerine yer vermek istiyoruz;

  • Lozan Antlaşması, Türk Milletinin aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını ifade eden bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte örneği bulunmayan siyasi bir zaferdir.” 

(Kaynak; Prof. Dr. Utkan Kocatürk, Doğumundan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkez, Ankara, 1999, s. 337 – 338.)

Ayrıca Büyük Atatürk 27 Temmuz 1923 tarihinde İzmir’de bulunduğu sırada halkı selâmlayarak şöyle demiştir;

  • “Memlekete ve milletin menfaatine yan bakanların yeri ya denizin dibi, yahut toprakların altıdır.” (A.g.e, s. 338)

Son olarak değerli bir Türk Büyüğümüzün “uyarı” niteliğinde sözlerine yer vermeyi faydalı buluyoruz;

Atatürk, Cumhuriyeti kurduğunda henüz 42 yaşındaydı. 57 yıllık yaşamının son 27 yılını, sınır boylarında, ateş hatlarında, savaş meydanlarında geçirmiştir… Daha sonra  ortaçağ kalıntısı karanlık bir ortamı yırtmak – aydınlatmak üzere, kitaplıklarda, bilim kurumlarında, ya da elinde tebeşir ve önünde kara tahtayla halkın arasında eğitim savaşımıyla geçirmiştir. Birinci savaşı vatan savunması (kurtuluşu) içindi; ikincisi de Türk Ulusunu aydınlığa kavuşturmak için bir kültür savaşıydı …

Türkiye Cumhuriyetini bölmek ve yıkmak isteyenler vardır;  bunlar, türlü yöntemlerle gençlerin kafalarını yıkamaktadırlar; bunlar dış düşmanlardan yardım görmektedirler… Gönlünü, varlığını ve yazgısını bu vatanın yazgısına bağlamış namuslu hiçbir yurttaş böylelerinden yana olmaz.

TÜRK AYDINLARINA DÜŞEN ULUSAL VE KUTSAL GÖREVLER VARDIR. (Genel olarak Türk aydınları üstlerine düşen bu “ulusal ve kutsal görevleri” yerine getirmişler midir? Maalesef ki hayır…)

DAHA ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI SIRASINDA BİLE MUSTAFA KEMAL PAŞA’YI HEDEFİNDEN SAPTIRMAYI VE YABANCI BİR İDEOLOJİNİN UYDUSU YAPMAYI TASARLAYANLAR OLMUŞTUR. ATATÜRK, BUNU HEMEN SEZİP, GEREKEN ÖNLEMLERİ ALMIŞTIR. MECLİSTE SARIKLI BİR MİLLETVEKİLİN “PAŞAM, BİZİM HÜKÜMETİMİZ (YANİ REJİMİMİZ) HANGİ DEVLETİNKİNE BENZER” SORUSUNA ATATÜRK’ÜN,  “HOCAM BİZ KİMSEYE BENZEMEYİZ, BİZ BİZE BENZERİZ” BİÇİMDE YANITLAMASI, ONUN TAKLİTÇİLİKTEN NEDENLİ UZAK VE ULUSAL ONURA NE DENLİ BAĞLI BİR LİDER OLDUĞUNU GÖSTERİR.

(Oysaki Osmanlıda Türklere, “aşağılık kompleksi, yabancı dil ve kültür taklitçiliği, devasa boyutlarda Avrupa hayranlığı “  yüzlerce yıl sürekli olarak pompalanmıştır…)

ATATÜRK İDEOLOJİSİNİN TEMELİNDE MİLLİYETÇİLİK VE TAM BAĞIMSZLIK YATAR.

(Atatürk Milliyetçiliği; Vatana ve Millete Sevgi ve Bağlılık duymaktır. Bundan daha doğal ne olabilir? Dünyada her özgür, onurlu, medeni ve  gelişmiş millet, milliyetçidir.  Bilmeyenler, ya da “milliyetçiliğe” olumsuz ve gerçek dışı anlamlar yüklemeye çalışanlar öğrensinler…  O halde samimiyetle “Ben Atatürkçüyüm” diye herkes, “vatanın ve milletin tam bağımsızlığına, güvenliğine, özgürlüğüne, iyiliğine,  iktisadi olarak kalkındırılmasına, diline, dinine ve kültürüne” azami derece önem vermek  ve bu yolda çalışmak zorundadır…)  

ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞINDA VE DAHA SONRASINDA YANILGIYA DÜŞSEYDİ, TARİHSEL FIRSATLARI İYİ KULLANMASAYDI, YERYÜZÜNDE BÜGÜN BAĞIMSIZ BİR TÜRKİYE CUMHURİYETİ OLMAZDI. BUNU GÖRMEMEK İÇİN YA BİLGİSİZLİK, BİLİNÇSİZLİK VEYA NANKÖRLÜK,  YA DA VATANINA VE ONUN EVLÂTLARINA KARŞI BESLENEN KORKUNÇ KİN VE DÜŞMANLIĞIN YOĞURDUĞU HAYİNLİK İÇİNDE BULUNMAK GEREKİR.” Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu 16 Mart 1981

(KAYNAK; GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK, NUTUK – SÖYLEV CİLT 1 – 2,  Basıma Hazırlayan, Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Cumhuriyet Kitap Kulübü, İstanbul, 2002, s. ÖNSÖZ, 19  – 21.)

LOZAN gibi olağanüstü büyük, şanlı – şerefli bir zafer belgesini ve bu belgeye dayanan
T.C. Devletimizi bizlere armağan eden Büyük Atatürkümüze sonsuz teşekkürlerimizi sunuyor ve Onun aziz hatırası önünde saygıyla, sevgiyle, en derin minnet ve özlem duygularımızla  eğiliyoruz…

Saygılarımla, 24 Temmuz 2017
===================================
Çooook teşekkürler değerli yazar, Tarihçi Sayın Güzide Filiz Tuzcu hanımefendi..
Cumhuriyete ve onun şanlı tarihine bilim ve bilinçle, yurtseverce sahip çıktığınız için!

Sevgi ve saygı ile. 24 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Hayaller varsa umut da var!

Hayaller varsa umut da var!

Söyleşi . Mutlu Sereli Kaan
http://www.tipdunyasi.dr.tr/wp-content/uploads/image/td/TD225/TD225.pdf 

(AS: Bizim katkımız ve güncelleme notumuz yazının altındadır..)

TTB Yüksek Onur Kurulu üyesi Dr. Ali Özyurt’un ilk kitabı Söz Uçar Yazı Kalır yayımlandı. Özyurt, 7 yaşındaki kızına ithaf ettiği ve hediye olarak kızının 1 Ekim’deki doğum gününe yetiştirdiği kitabın gelirini Gezi’de yaşamını yitiren gençler anısına kurulan derneklere bağışlayacak. Olumlu geri bildirimler dolayısıyla ikinci kitabın hazırlıklarına şimdiden girişen Dr. Ali Özyurt, ikinci kitabı da 1 Ekim 2017’ye yetiştirmeyi planlıyor. Kitabına giden süreci, hayatı, aktivistliği (AS: eylemciliği) ve her durumda umutlu olmayı konuştuk.

Dr. Ali Özyurt’un ilk kitabı yayımlandı: Söz Uçar, Yazı Kalır!

Söz Uçar Yazı Kalır kitabı ile ilgili görsel sonucu

“Söz Uçar, Yazı Kalır” adlı kitabınız çok yakınlarda yayımlandı. Kutluyoruz
öncelikle. Kitabı yazma ve yayımlama düşüncesi nasıl oluştu?

Dr. Ali Özyurt : 2008 yılından beri notlar alıyordum, zaman zaman da düzensiz de olsa yazılar
yazıyordum. Kimisi geçmişimle ilgili, ailemle ilgili, çocukluğumla ilgili, bazen duygulandığımda ya da kedere kapıldığımda… Bizim Cerrahpaşa 87 mezunlarının oluşturduğu bir haberleşme grubu var, yaklaşık 250 kişinin takip ettiği, birçoğunu oraya atıyordum. Yaklaşık 8 yılda 100’ü aşkın yazı birikti. Ben bunları biriktirmiyordum aslında. Bazı arkadaşlarımdan zaman içinde beğeniler aldım, geri dönüşler aldım. Bazı arkadaşlarım bu yazıları biriktirdiklerini söylediler. Bu geri bildirimleri alınca, bir yıl kadar önce, yazdıklarımdan da yola çıkarak bir kitap yazma düşüncesi kafamda oluştu ve planlı programlı olmadan, bir kitap yazacağımı arkadaşlarıma söyledim. Fakat söyledikten sonra unuttum ama birkaç ay sonra bana hatırlattılar. Sonuçta bir arkeolog gibi, haberleşme grubunun arşivinden yazılarımı aramaya çalıştım, bulabildiğim kadarıyla bir dosya yaptım ve koltuğumun altına koyarak editöre götürdüm. Editör baktı ve “neden bunu yayımlamıyorsun” diye sordu bana. Hikaye böyle başlamış oldu. Ben asıl kitabı daha yazmadım ama daha önce bu çöpten bulduğum yazıları ayıkladık ve bu kitap ortaya çıktı. Bir denemeydi. Eğer olumlu bir geri bildirim alırsam ki, ilk geri bildirimler olumlu geliyor, bundan sonra bir öykü kitabı yazma projem var. Bunu da ilk kez buradan açıklamış oluyorum. Kızımın doğum gününe yetişsin istedim; 1 Ekim 2016, ona yetiştirdik. İkinci kitabı da 1 Ekim de 2017’de çıkarmak istiyorum, bir aksilik çıkmazsa.

– Dilinizin yalınlığı, akıcılığı, samimi üslubunuz çok dikkat çekiyor. İçinizi, bütün hayatınızı
açıyorsunuz okura samimiyetle. Nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Dr. Ali Özyurt : Açık söylemek gerekirse; adınıza bir kitap çıkıyor, ben bir yazar olmadığım
için, bir miktar korktuğumu söyleyebilirim. Hatta son dakikaya kadar yayımlamasak olmaz mı diye bir düşüncem vardı. Fakat editörüm okuduktan sonra beni teşvik etti. Onun teşvikiyle yayımlamaya karar verdik.

– Editörünüz kim bu arada?

Dr. Ali Özyurt : İki editör var. Biri Füsun Taş; son okumayı yapan. İlk okumayı yapan da
Ayrıntı’nın da editörlüğünü yapan, Cumhuriyet ve Radikal’de de redaksiyonda çalışan Asaf Taneri. Asaf Taneri Türk Tabipleri Birliği’nde de çalışmış 80’li yıllarda. Oradan hekimleri de tanıyor ve üslubumu da beğenmiş. Ondan da geri bildirim alınca ben çok mutlu olmuştum.
Daha sonra Selçuk Erez; edebiyatçıdır kendisi biliyorsunuz. Hem önsözünü yazdı ve teşvik etti; tekrar yazmalısın dedi. Kitap yayımlandıktan sonra da okuyan yakın çevremden, arkadaşlarımdan olumlu geri bildirim aldım. En son da Latife Tekin okudu. O da benzer
şeyler söyleyince ben gerçekten çok mutlu oldum ve iyi ki yazmışım dedim.

– Otobiyografik, anı-deneme türünde bir kitap. Dünyada da anı, otobiyografi ve biyografi
türünde eserlerin yazılma oranının arttığı, bunun “kendi yaşamına verilen önem ve
seçtiklerine verilen değer” ile ilgili olduğu belirtiliyor. Katılır mısınız bu yoruma?

Dr. Ali Özyurt : Katılıyorum tabii ki. Bence herkesin yazması da gerekiyor. Ömrümüz boyunca çok şeyi biriktirmiş oluyoruz. Kitabın adında da olduğu gibi, söz gerçekten uçuyor ve yazı kalıyor. Hele hekimlik gibi bir alanda yoğun bir meslek hayatı yaşayan bizlerin gerçekten çok fazla deneyimleri ve topluma aktaracakları şeyler olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle yazılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Benim özelime gelince; önemli denebilecek
bir sağlık sorunu yaşıyorum. Kitapta da belirttiğim gibi yaklaşık 12 yıldır kanser hastasıyım. Tabii kanser hastası olan herkeste olduğu gibi bende de zaman zaman bir ölüm korkusu oluyor.
Bu kitabı yazmaya başlamadan önce bu ölüm korkusu yoğunlaştı; çünkü hastalığımda
bir ilerleme oldu. Söylediğim gibi, bir kızım var, Neşe, 7 yaşında.

Dr.Ali Özyurt ile ilgili görsel sonucu

Geriye dönüp baktığım zaman, 6-7 yaşlarımdan sonra hatırlıyorum çocukluğumu ve daha öncesini hatırlamıyorum. İçime bir korku düştü, ben ölürsem Neşe benimle ilgili hiçbir şey hatırlayamayacak korkusu geldi ve ona kalıcı ne bırakabilirim diye düşündüm. Benim anne-babam da Neşe’yi tanımamışlardı. Özetle, biraz ilerde Neşe büyüdüğünde, bu kitabı okuduğunda hem babasını kitap aracılığıyla olsa da tanıyabilsin, keza benim ailemi de bilsin, çocukluğumu, ilk gençlik yıllarımı öğrensin isteği de ön planda oldu bu kitabı yazarken.

– Sağlıklı, mutlu, uzun bir ömür diliyoruz size, ailenizle birlikte. Yeni kitaplarınızı bekliyoruz.
Hayatınızın önemli kırılma noktalarına ve önemli dönemeçlerine, ülke tarihinin tanıklığıyla birlikte yer veriyorsunuz kitabınızda. Dönüp baktığınızda, bunlardan sizi en çok etkileyenin ne
olduğunu söyleyebilir misiniz?

Dr. Ali Özyurt : Ben yoksul denebilecek bir ailenin, iç göçle İstanbul’a gelen bir ailenin çocuğuyum. Babamlar 1950’lerde Trabzon’dan İstanbul’a geldiklerinde, ikinci dünya savaşında babalarını kaybetmiş ve yetim kalmış insanlardı ve çalışmak zorundalardı. Ve bizim için tek
bir yol kalıyordu, okumak, eğitim almak ve eğitimli bir birey olmak. Bugünlerde pek fazla olmasa da o zamanlar devletin olanakları vardı. Bir cumhuriyet nesli vardı, biz de onun belki son vagonuna yetişerek, ilkokuldan başlayarak, üniversiteyi bitirene kadar devletin okullarında okuduk. O açıdan devletin, cumhuriyetin vurgusunu yapmak istiyorum. Hayatımda önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. İkinci aşamada 12 Eylül darbesi oldu, ben yeni üniversiteyi
kazanmıştım. 12 Eylül 1980 darbesi ve sonrasında İstanbul Üniversitesi, hayatımın en önemli evresi diyebilirim. Bilinçlenmem, toplumu tanımam, sosyalizmle daha bir hasbıhal olmam bu döneme rastlıyor. İstanbul Üniversitesi büyük, tarihi bir üniversite, bulunduğu mekân, çevre, hocaları, öğrencileriyle, sanki bütün dünyanın bir minyatürü gibiydi. O nedenle 80 ve 87
arasındaki öğrencilik dönemimi unutamam, bana da çok büyük bir katkısı olduğunu
düşünüyorum. Bugün bu noktadaysam o dönemin çok büyük bir etkisi var diye düşünüyorum. Başka bir kentte, başka bir üniversitede olsam, bugünkü Ali olamazdım diye düşünüyorum.

– Hekim ve aktivist yanınızdan söz etmek istiyorum biraz da… 

– Dr. Ali Özyurt : Mezun olduğumdan beri hep devlet memuru olarak kaldım. Bu 30 yıllık süre içinde maddi hiçbir sermayem olmadı ama sosyal sermayem çok büyüktü. Arkadaş çevrem, çok sayıdan insanla tanıştım, dost oldum. Bu açıdan kendimi çok mutlu ve şanslı hissediyorum. Hatta bir anektod: Bende 2 bin civarında Cerrahpaşa öğretim üyelerinin ve birçok hekimin telefon numarası kayıtlıdır, her gün 4-5 insan beni arayıp telefon numarası sorar. O da bu sosyal sermayenin bir yansıması diye düşünüyorum.

– Tabip odası ile nasıl tanıştınız?

– Dr. Ali Özyurt : 80’li yıllarda, hem TTB’ye hem İTO’ya kayyum atanmıştı, ben 2-3. sınıftayken kayyumdan tekrar hekimlere geçti odamız. Benim tabip odasıyla tanışmam da
85 yılında -5. sınıftaydım sanıyorum bir arkadaş vasıtasıyla oldu. Oda aidat toplayamıyordu, kronik sorun o zaman da vardı. Aidat toplayanlara bir yüzde veriyorlardı. Bir arkadaşım bana aidat toplar mısın diye teklif etti ve Odayla tanışmam böyle oldu. Daha sonra odaya gidip gelmeye başladım. O zaman tıp öğrencileri komisyonu yoktu, çok az kişi gelir giderdi zaten. O zamanlar efsane genel sekreter Dr. Nejat Yazıcıoğlu vardı. Nejat Abi ile tanıştım. 5-6 tıp öğ-
rencisi idik, bizi alır, bizimle sohbetler ederdi. Aradan 30 yıl geçti, kendimi bugün 30 yıllık bir Oda aktivisti olarak nitelendiriyorum. Tıp fakültesini bitirdikten sonra açık söylemek gerekirse,
hekimliğimin de önüne geçen bir aktivistliğim oldu. İnsanlar beni hep Tabip Odasıyla özdeşleştirdiler. Bu belki anestezist olmamdan kaynaklanıyor, hastalar anestezi ile ilgili size soru soramayacakları için belki de…

– Gezi tanıklığınız oldu bu dönemde…

– Dr. Ali Özyurt : Aktivistliğimi taçlandıran bir süreç denebilir. Bir rüya gibiydi o dönem.

– Hayatımda en mutlu olduğum dönem demişsiniz kitabınızda…

– Dr. Ali Özyurt : İlginç bir anekdot; Gezi sırasında ben hastalığım nedeniyle bir ilaç kullanıyordum, ilacın çok ciddi yan etkileri vardı. Bir tanesi de ayaklarımın tabanları soyuluyordu, uzun süre ayakta kaldığım zaman. Bu yüzden de ben olabildiğince ayakkabı giymemeye, terlik ve benzeri şeylere giymeye ve mümkün olduğunca ayaklarımı uzatıp dinlendirmeye çalışıyordum ve çok uzun da yürüyemiyordum. Fakat Gezi bende öyle bir adrenalin deşarjı sağlamış ki, ben o 20 gün boyunca ayakkabı giydim, saatlerce yürüdüm,
koştum, hiçbir şey hissetmedim ayak tabanlarımda. Ne zaman ki Gezi sönümlendi evimize geldik, daha sonra ben bir baktım ki ayak tabanlarımın derisi tümüyle dökülmüş ve iyileşmesi için birkaç ay beklemek zorunda kaldım. Ama gezi bende ne bir ağrı duygusu, ne hastalık duygusu, ne yorgunluk yarattı. Deyim yerindeyse kendimi “Süpermen” zannettim. Bir şeye daha
orada dikkat ettim, sonuçta biz 78 kuşağından sayılırız ve artık bir miktar unumuzu eledik, eleğimizi astık havasındaydık ve gençlerden de açıkçası fazla bir beklentimiz yoktu. Ben orada bunun doğru olmadığına tanıklık ettim. Orada onları görünce büyük bir yanılgı içinde olduğumu anladım. Yeni gelen gençlerin bizden farklı da olsa o devrimci ruhu koruduklarını, ülkeleri için, vatanları için büyük bir mücadele azmiyle çabaladıklarını ve mücadele ettiklerini gözlerimle gördüm. O yüzden de onlara inancım arttı, bu yüzden de kitabı bir yandan da Gezi’ye adamak
istedim ve kitabın gelirini gezide ölen gençler için kurulan çeşitli derneklere bağışlamayı düşünüyoruz.

– Şiir de yazıyor musunuz?

– Dr. Ali Özyurt : Dr. Selçuk Erez’in önsözünde buna ilişkin bir not var… Ben kendimi hiçbir zaman şair olarak görmedim ama yazdığım zaman elimin hep şiire kaydığı söylenebilir. Yazının
sonuna hep bir dörtlük koymak isterim. Kendimin olmasa bile bir şairin dizesini koymak isterim. Benim yazdığım şeylere şiir deniyorsa ben bundan tabii ki mutluluk duyarım. Selçuk Hoca olayına gelince, bir gün bana telefonda bir dörtlük okudu. Önsöze de aldığı dörtlük. Bana büyük bir heyecanla bunu sen mi yazdım diye sordu. Ben tabii kendimi hiçbir zaman şair saymadığım için, yok hocam ben yazmamışımdır ama yine de ben bir bakayım dedim ve bunun üzerine gerçekten benim yazdığımı fark ettim. Çünkü hiç üzerime alınmamıştım. Bu tabii beni çok mutlu etti. Bu yazdıklarımı da toplayıp bir şiir kitabı da yazsam mı diye düşünmüyor değilim.

– Zor günlerden geçiyoruz. Umutsuzluğa düştüğümüz, moralimizin bozulduğu zamanlar çok oluyor. Duygusal olarak sizi çok etkileyen olaylardan sonra bile, umudu hep bir yerde tutuyorsunuz, okuyucuya da hissettiriyorsunuz. Hayata, umuda ilişkin neler söylersiniz?

– Dr. Ali Özyurt : Ben aslında çok küçük şeylerden mutlu olan bir insanım. Yeni bir mendil, çoraptan bile mutlu olan bir insanım, yeni bir ayakkabı, gömlek… Beni çok mutlu eder. Umut da biraz böyle; gerçekliği olmayan, ayakları yere değmeyen bir duygu da olsa, ben samimiyetle hep
umudumu korudum. 70’li yıllarda bir devrim dalgası vardı. O yıllarda bende bir devrim gelecek umudu hep vardı. 12 Eylül darbesi olduğunda ben şaşırmıştım hatta, devrim beklerken, darbe olması nedeniyle. Ama daha sonra konuştuğum insanlar, sen gerçekten uzaksın, nereden çıkardın dediler bana. O nedenle ben gerçeklikten uzak da olsa, güzel günlerin geleceği umudunu hep içimde taşıdım. Marksizmle tanıştıkça en küçük bir ışık bile bana umut kaynağı oldu, umutsuzluğun aslında yaşamla çeliştiğini düşündüm. Yaşamak istiyorsak ve geleceğe
bakmak istiyorsak umutlu olmak gerektiğini düşündüm ve bizler gibi bilinçli aydın insanların umutsuz olma lüksünün olmadığını düşündüm. Bir mum ışığı bile görmüş olsalar, o ışığın yoluna gitmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bugün bir kişi bile olsak, yarın milyonlar olabilir
diye düşünüyorum. Zaten umut olmadıktan sonra ne devrim gerçekleşebilir, ne hayallerimiz gerçekleşebilir. Nasıl hayallerimiz hep olacaksa, umudumuzun da hep olması gerektiğini düşünüyorum.

– Eklemek istedikleriniz var mı?

– Dr. Ali Özyurt : Meslek örgütümü çok seviyorum. Bugün varsam ve biraz tanınıyorsam bunda
meslek örgütümün çok büyük bir rolü olduğunu düşünüyorum. Türk Tabipleri Birliği bir okulsa eğer 30 yıldır bu okulun öğrencisi olduğumu düşünüyorum. Ölene kadar da bu okulun öğrencisi olmaya devam edeceğim. O yüzden, etrafımızda çok sayıda insan TTB’yi kötüleme yarışına giriyorlar. Bense ömrüm boyunca meslek örgütümü savunmaya çalıştım. TTB’nin biricik olduğunu düşünüyorum. Bugün sizin karşınızdaysam eğer, bunda örgütümün çok büyük rolü olduğunu düşünüyorum. Bunu belirtmek isterim.
=================================================
Dostlar,

Değerli meslektaşımız Dr. Ali Özyurt ile yılların dostluğu hukukumuza vardır. Abi – kardeş ilişkisi.. Biz O’ndan 10 yıl daha kıdemliyiz.. Kendisi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Uzmanıdır, halen Siyami Ersek Kalp Merkezinde çalışmaktadır ve kalp-damar cerrahisi ameliyatlarında oldukça zor olan anestezi – reanimasyon hizmeti vermektedir. Sevgili Dr. Özyurt’un bir de bizim uzmanlık alanımız olan Halk Sağlığı dalında Doktora (PhD) derecesi var. Koruyucu ve kamusal sağlık hizmetlerinin erdemine inanmış bir hekim..

Son birkaç yıldır görüşemiyorduk. Birkaç ay gecikmeyle, TTB’nin (Türk Tabipleri Birliği) TIP DÜNYASI adlı aylık yayın organının Aralık 2016 sayısını okurken 6. ve 7. sayfalardaki uzun söyleşiyi ve fotoğrafları gördük. Başlık da bizi heyecanlandırdı ve hızla okuduk, duygulandık, özgeçmişi ve üretime dayalı eylemleri, yaşam felsefesi…. saygı ve sevgimiz tazelendi kendisine, saygın kişiliğine.. Hemen telefon ettik ve sesini de duyarak epey sohbet ettik. Bu söyleşiyi web sitemize koymak üzere iznini aldık. Bu sabah da kitapçımıza sevgili Dr. Özyurt dostumuzun kitabı SÖZ UÇAR YAZI KALIR başlıklı kitabını sipariş verdik. İkinci kitabının da çok olgunlaştığını söyledi, sevindik.. Kendisine sağlık – şifa – esenlik diliyoruz ve üretimini sürdürmesini bekliyoruz..

SÖZ UÇAR YAZI KALIR bir Latin atasözü.. VERBA VOLENT SCRİPTA MANENT…
Biz de sıklıkla kullanırız bu çok yerinde uyarıyı. Bu arada bizim de AYDINLANMA MAKALELERİMİZ 21 yılda epey birikti.. 600’leri bulduk.. Umarız önümüzdeki birkaç yılda arka arkaya birkaç cilt olarak bastırıp yayımlama olanağı buluruz…

Türkiye’nin, Uzm. Dr. Ali Özyurt gibi uygar, insancıl, yurtsever, halktan yana öncü aydın ve eylemcilere gereksinimi öyle çok ki!

Sevgi ve saygı ile. 06 Temmuz 2017, Ankara
******

Güncelleme notu                       :

Kitapçımız siparişimizi 2 günde getirdi sağolsun..
Sevgili Ali Özyurt’un 143 sayfalık kitabını elimizden bırak(a)madan okuyup bitirdik.
Yer yer bizi de derinden duygulandırdı.. Hele 95-97. sayfalardaki “Berkin’in Gözyaşları” başlıklı şiir bizi de gözyaşlarına boğdu.. Ve da “Berkin’e ağıt” başlıklı 97-98. sayfalardaki düz yazı ve nazım..

Dr. Özyurt’un yaşam azmi ve kavgası, topluma ve ailesine, özellikle tek yavrusu küçük Neşe’ye sevgisi ve sorumluluğu örnek ve çooook öğretici nitelikte.. Babasının, Dr. Özyurt’un kızkardeşinin erken ölümü üzerine açıkça “ölüme yatışı” / yavaş intiharı çok etkileyici..

Sevgili Ali kardeşimizi ve O’na destek veren başta ailesi herkesi kutluyor ve teşekkür ediyoruz.
Dr. Özyurt’a olabildiğince sağlık ve üretim diliyoruz. 1 Ekim 2017 yaklaşıyor, Dikili’de 2. kitabımı olgunlaştırabiliyordur umarız; Neşe’ye, eşine ve biz dostlarına – okurlarına sözü var.!

Sevgi ve saygı ile. 16 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com 

Prof. Dr. Vedat Bulut : Güleç ve Benav

Hekim Postası

Güleç ve Benav

Vedat bulut yeniProf. Dr. Vedat Bulut ATO Yönetim Kurulu Başkanı

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır.)

Ne zamandır  Yüksel Caddesi’nde gezinir, kimdir, kaç yaşındadır bilinmez. Adına Güleç demişler cadde sakinleri. Bir zamanlar şen ve güleç yüzlü bir köpekti, adını da öyle koymuşlar belli. İnsan Hakları Anıtı’nın bulunduğu bu caddede sokak müzisyenlerinin sergiledikleri eserler birbirine karışır. Kah bir Roman havası, kah santur, kah gitar ve bağlama çalıp şarkılarını katık ederler caddede gezinenlerin adım seslerine. Anıtın hemen çaprazında yakın tarihimizin en önemli tanıklarından Mülkiyeliler Lokali var. Güncel olaylara ilişkin  basın açıklamaları ve protesto gösterilerinin uğrak yeri Yüksel Caddesi. Daha 4 yıl önce Güleç şen şarkılara kuyruk temposuyla eşlik eder, caddenin bir ucundan diğer ucuna koşturup dururdu. Kirli bakır rengindeki tüyleri günün saatlerine göre renk değiştirir gibiydi. Çevre sakinlerinin ikramları ve sevgisi onu coştururdu. Ancak bir şeyler değişti yaşamında Güleç’in. 6 ay önce bir kız belirdi tam İnsan Hakları Anıtı’nın önünde, adı Nuriye. İşinden atılmış OHAL kapsamındaki KHK’lerle, arkasında anıta dayalı bir mukavvada “İşimi Geri İstiyorum” yazıyordu, basit ve yalın. Nuriye Gülmen bu eylemlerinde 27 kez gözaltına alındı. Emniyet güçlerinin gözaltı tutanaklarında ‘’Dağılın uyarılarına aldırmayan gösterici derdest edildi’’ yazardı. Tek kişilik bu eylemde dağılma nasıl olur? Kimsenin kolay yanıtlayamayacağı yaman bir soruydu. Gazetelerde kimi zaman darp haberleri yer aldı, kimi zaman demeçleri ÖYP’li akademisyen Nuriye Gülmen’in.

Güleç mi Nuriye’yi sahiplendi, yoksa Nuriye mi Güleç’i sahiplendi sorusunun yanıtı ise basitti. Güleç bu alana gelen göstericilerin arasına katılıp, kimi zaman megafondan yükselen bildirinin sesine kulak kabartır, kimi zaman atılan sloganlara alto sesi ile katılırdı. Öğrenmişti, hemen her öğlen vakti bu anıtın önünde birileri toplanacak, bir şeyleri protesto edecekti. Her öğlen vakti oracıkta bitiverirdi. Eylemlere provokasyon amacıyla yaklaşanları her nasılsa ayıklardı, bir beyin okuyucuydu Güleç sanki. Havlayarak kovalardı provokatörü. Bir de kırmızı renkli giyinenleri sevmiyordu Güleç. Kırmızı mont, kırmızı elbiseniz varsa tepki gösterirdi. Bir tek kızıl flamalara, afiş, pankart ve kırlangıçlara tepkisi yoktu. Komünist midir, bir örgüt üyesi midir? Bilmeyiz. Belki İçişleri Bakanımız bilir.

Sonra Nuriye’nin eylemine Semih öğretmen katıldı. Mardin Mazıdağı’nda öğretmenlik yaparken, sorgusuz sualsiz O da KHK ile işine son verilen bir sosyalist. Aynı günlerde Veli Saçılık da katıldı bu ‘’İşimi geri istiyorum’’ eylemine. Veli bir kolunu kaybetmişti Burdur Cezaevi’ndeki açlık grevleri döneminde, tam 17 yıl önce. Sonra beraat edip, sosyoloji bölümünü bitirip Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Ankara İl Müdürlüğü’nde memur olarak göreve başlamıştı. On yedi yıl önce kolunu alan devlet hak ederek aldığı işi Veli’ye çok görmüştü. Onun da işine son verilmişti. Sonra Acun öğretmen katıldı, Mahmut Konuk da. Güleç hep oradaydı. Bu insanlar Türkiye’nin dört ikliminden dört bucağından bu alana gelmeden önce de buradaydı. Ama İnsan Hakları Anıtı’nın önünü mesken eden bu göstericileri en çok o sevdi. Belki bu caddede el ayak çekildikten sonra bile bu insanlarla birlikte olmak ona iyi gelmişti.

Sonra bir şeyler değişti Güleç’in hayatında. Aniden Nuriye ve Semih süresiz açlık grevi eylemi kararını açıkladılar. Güleç her gün öğlen ve akşam gerçekleşen protesto eylemlerinin sıklaşmasına alıştı önceleri. Ama sonra garip bir şekilde ayaklarını Nuriye ve Semih’in yönüne doğru uzatıp, gözlerini dikip onları izlemeye başladı. Eski coşkusu ve neşesi kalmamıştı. Gözlerindeki hüzün evlerinde evcil köpek bulunduranların anlayacağı türdendi. Caddedeki en yakın arkadaşlarının kararlarını ve eylemlerinin anlamını anlamış gibiydi. 120 gün boyunca gösterilerinden sonuç alamayan Nuriye ve Semih yaşamlarını ve bedenlerini sürmüşlerdi meydana. Giderek zayıfladıklarını gördü Güleç, sonra Nuriye’nin tekerlekli sandalyeyle anıtın önüne getirilişini izledi. Nuriye ayakta zor duruyordu. Semih durgunlaşmıştı. Onları en iyi anlayan ve onlar için en çok endişelenen Güleç oldu. Bakanların bile anlayamadığını anlamıştı insan Güleç, o adeta insansılaşıyordu.

Sonra birden bir gece yarısı Nuriye ve Semih yok oldu. Güleç tutuklandıklarını ne bilsindi. 23 Mayıs tarihinde tutuklanarak Sincan Cezaevine konuldular. İçişleri Bakanı onların bir terör örgütü üyesi olduklarını uzunca bir demecinde anlattı. Sonra avukatları Nuriye ve Semih’in adli sicil kayıtlarını yayımladılar gazetelerde. ‘’Sabıka kaydı bulunmamaktadır’’ yazıyordu o belgelerde. Biz terör örgütü üyesiysek nasıl devlet memuru olduk diye sordular avukatları aracılığıyla… Ancak bir yanıt gelmedi devlet yetkililerinden. Belli ki algı yönetimi için gerekli olan yapılmıştı, savunmaların sesi cılız bir şekilde sosyal medya sayfalarında kaybolup gidecekti.

Güleç’in bugünlerde bir arkadaşı daha oldu, sanırım Beşiktaşlı ve de Çarşılı. Siyah beyaz rengiyle birden bire belirdi, Güleç’in bölgesinde, Yüksel Caddesi’nde. Güleç’in gölgesinde kaldı, kimse ona bir isim bile vermedi. O caddenin isimsiz köpeği. Ona da ben bir isim buldum, adın Benav olsun dedim. Belki Güleç’i teselli eder. İki haftadır, İnsan Hakları Anıtı’nın etrafı barikatlarla kapatılmış, heykeli tutsak eyleyen ilk toplum biz olmalıyız. Bugünlerde mübarek ramazan ayında kimi heykelin ayağı, kimisinin başı koparılıyor. İnsan Hakları Anıtı’nın payına da mahkumiyet düştü. Köşe başında TOMA ve yüzlerce polis alanda… Biber gazı, plastik mermiler artık Yüksel Caddesi’nin yeni kirliliğini oluşturuyor. Anarşist Perihan Abla gezindiği meydanda mutsuz, Sosyal Murat artık şiirleri kaldırımlara haykıramıyor.

Güleç ve Benav anlamsızlıkla olan bitenleri izliyor.
(http://www.hekimpostasi.org.tr/2017/06/15/gulec-ve-benav/,15 Haziran 2017)
=========================================
Dostlar,

Sevgili arkadaşımız, meslektaşımız, ATO (Ankara Tabip Odası) Başkanı Prof. Dr. Vedat Bulut, edebiyatı – kalemi – anlatımı – hayal gücü yüksek ve duygu dünyası çok varsıl bir insan..
Yukarıdaki yazısını biraz gecikerek de olsa paylaşmak istiyoruz.. Çünkü yakıcı sorun hala sürüyor..

Nuriye Gülmen – Semih Özakça için açlık grevine başlamaları ile birlikte sitemizde yayın yapıyoruz. Halen manşette güncel bilgiler var :

  • NURİYE GÜLMEN VE SEMİH ÖZAKÇA’YI YİTİRİYORUZ!!!

Bu gün ölüm orucunun 125. günündeler (10.07.2017) sağlık durumları kritik eşiği aşan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça ölümün soğuk kıyısında! 10 Temmuz 2017, 4 ay 5 gün bitti ölüm orucunda!

  • Hemen işe iade edin. Yargılama tutuksuz sürsün. Ölmesin, engelli kalmasın, yaşasınlar.
    Gülmen ve Özakça’nın eşi, avukatları da açlık grevine başladı.. Çığlığı duyun!

Açlık grevi yapan tutuklu eğitimciler Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın tahliye istemi, Anayasa Mahkemesi’nce (AYM) oybirliğiyle reddedildi (28.06.2017).. Çok yazık çooook.

Ayrıntıları okumak için lütfen tıklayınız : Anayasa Mahkemesi fişini çekti!



2 masum insan ölmeden, kalıcı engelli olmadan ACİL BARIŞÇI GİRİŞİM istiyoruz iktidardan. Aksi halde kaçınılmaz sondan kesin sorumlu olacaktır. (16.6.2017)

AKP iktidarını, Erdoğan’ı zerre kadar olsun insancıl empatiye çağıryoruz.. Hem de çooook acil olarak!
Bu 2 masum genç insan ölmesin, engelli kalmasın..
Lütfen, lütfen…

Sevgi ve saygı ile. 10 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

ŞEHİR HASTANELERİ : “Torunlarımıza kadar borçlanacağımız bir sistemle karşı karşıyayız”

ŞEHİR HASTANELERİ :
“Torunlarımıza kadar borçlanacağımız
bir sistemle karşı karşıyayız”

Hekim Postasıhttp://www.hekimpostasi.org.tr/2017/04/11/torunlarimiza-kadar-borclanacagimiz-bir-sistemle-karsi-karsiyayiz/, 11 Nisan 2017

bilkent

Yozgat, Mersin ve Isparta Şehir Hastanelerinin açılışıyla birlikte emek-meslek örgütlerinin yıllardan beri dile getirdikleri problemler gün yüzüne çıkmaya başladı. Ankara Bilkent Şehir Hastanesinin açılışına kısa bir süre kala,  şehir hastanelerinin finansman modeli, ulaşım, mimari-kent planlanması ve sağlık hizmeti sunumu yönünden yaratacağı sorunları tartışmak için Ankara Tabip Odası ve Mimarlar Odası “Etlik ve Bilkent Şehir Hastaneleri Vesilesiyle” başlıklı bir sempozyum düzenledi. Gündeme geldiği günden bu yana şehir hastaneleri konusu ile yakından ilgilenen TTB Merkez Konsey Eski Başkanı Dr. Bayazıt İlhan, şehir hastaneleri konusunda akla gelen soruları Hekim Postası için yanıtladı.

Sibel Durak : Yaklaşık 10 yıldır  hekimleri de yakından ilgilendiren bu süreçte TTB ve tabip odaları Şehir Hastaneleri konusunda ne gibi çalışmalar yürütüldü?

B.İLHAN

Dr. B.İ: 10 yıl süresince değişik ölçeklerde çalışmalar yürüttük. Türkiye’nin dört bir yanında sağlık emekçileri ve yurttaşlarla bu konuda toplantılar düzenledik, şehir hastanelerinin yapılış modeli olan kamu özel ortaklığının iç yüzünü anlatmaya çalıştık. Yurtdışı örneklerini inceledik. Bunun yanında hukuki mücadele yürüttük.

TTB’nin şehir hastaneleri ihalelerine karşı açtığı davalar sonucunda Danıştay Ankara Etlik, Bilkent ve Elazığ Şehir Hastaneleri ihaleleri için yürütmeyi durdurma kararı vermişti. Bu karara rağmen hastaneler nasıl hayata geçirildi?

Dr. B.İ: Başlangıçta TTB olarak bütün ihalelere dava açtık ve bazılarında olumlu sonuçlar elde ettik. 2012 yılında, Ankara Etlik, Bilkent ve Elazığ  Şehir Hastanelerinin ihalelerine yürütmeyi durdurma kararı verilmesiyle  şehir hastaneleri konusu Türkiye’nin gündemine daha çok gelmişti.

  • Dönemin Başbakanı, şimdiki Cumhurbaşkanı  ‘Bu benim 9 yıllık hayalim. Kuvvetler ayrılığı bana ayak bağı oluyor, yargı kararları nedeniyle hayallerimi gerçekleştiremiyorum.’ demişti. ‘Kuvvetler ayrılığı nedir?’, ‘Neden gereklidir?’ bu meseleden ötürü o günlerde  tartışılmıştı, şimdi yeniden tartışılıyor. O zaman Danıştay’ın kararlarını işlevsiz hale getirmek için 2013’ün Ocak ayında TBMM’de yeniden yasal düzenlemeye gidildi. Süreci yakından takip ettik, rapor ve görüş yazılarımızı TBMM’de grubu olan siyasi partilerin grup başkan vekillerine, plan bütçe komisyonundaki milletvekillerine  ilettik. Yasa görüşülürken sunumlar gerçekleştirdik. Bu hastanelerin yaratacağı finansal sorunlar, kent dokusunda yaratacağı tahribat, sağlık hizmetinde yaşanacak sorunlar ve  sağlık çalışanlarını bekleyen olası sorunları anlatmaya çalıştık. Ne yazık ki iktidar partisinin oylarıyla bu yasa geçti ve  yeni ihalelere çıkıldı.

Hastanelerin yapılış modeli de oldukça tartışmalı…

Dr. B.İ: Kamu özel işbirliği modeli aslında bir çeşit yap-kirala- devret ya da yap-işlet- devret modeli olarak tarif ediliyor. İstanbul’daki üçüncü havaalanı, üçüncü köprü, Avrasya tüneli, Çanakkale’de temeli atılan köprüde olduğu gibi ihaleyi alan şirketlere geçiş garantisi, inecek uçak garantisi türünden bir takım garantiler veriliyor. Bu hastaneler için de yatak doluluk garantisi verildi. Bu hastaneler konusunda kamuoyunun pek çok konudan haberdar edilmediğini görüyoruz.  Şehir hastaneleri ile şehirlere yeni yatak kapasitesi kazandırılmıyor,  bu hastanelere kaç yatak yapılacaksa o kadar yatağın mevcut hastanelerden kapatılacağı  anlatılmayan gerçeklerden ilki.  Ankara’da  yurttaşların yıllardır sağlık hizmeti aldıkları köklü hastaneler kapanacak. Hangileri bunlar? Örneğin Numune Hastanesi, Dışkapı Hastanesi, Onkoloji Hastanesi, Zekai Tahir Burak Kadın Hastalıkları ve Doğum Hastanesi, Sami Ulus Çocuk Hastanesi… Bunların kapanacağını Ankaralılar bilmiyor. Hangi hastanelerin kapanacağını hekimlere, sağlık çalışanlarına bile açıklamıyorlar.  Bunların yerine  iki kampüste toplanan hastanelerde sağlık hizmeti verilecek. Mevcut hastanelerin arazileri de ticari amaçlarla elden çıkarılacak. Yozgat ve Mersin’de  bu konuda yaşanan sıkıntıları görmeye başladık. Yurttaşlar bu hastaneler öncesinde, şehrin merkezinde daha kolay hizmet alabiliyorken şimdi hastaneye erişim sıkıntısı yaşıyorlar.

Bilinmeyen başka bir nokta bu ihaleler kaça mal oldu, şirketlere ne taahhütler verildi, yıllık kiralar ne kadar…  Israrla sorduğumuz bu sorulara ticari sır olduğu gerekçesiyle cevap vermediler. Danıştay’a açtığımız davalar ile bir miktar fikir sahibi olabildik. Anladık ki bu hastane yapım modeli son derece pahalı bir model. Mersin Şehir Hastanesi’nin açılışında Sağlık Bakanı hastanenin 400 milyon euroya mal olduğunu söyledi. 25 yıl boyunca bu hastane için devletin ödeyeceği yıllık kira tutarı ne? Bu soruyu kimse sormadı. Isparta Şehir Hastanesi’nin açılışında Başbakan 600 milyon liraya mal olduğunu söylerken, şirket yetkilisi 1 milyar 150 milyon liraya mal olduğunu söyledi. Gerçekte bu hastane kaça mal oldu bilmiyoruz. Bir de hastane ihalelerinin yapıldığı dönem ile bu dönem arasındaki döviz kurunu düşününce halkın borcu daha hastaneler açılmadan 2 kat artmış oldu. Ödenecek paralar o kadar büyük ki genel bütçe ve hazineye önemli bir yük bineceği ortada. Bunun Varlık Fonu üzerinden karşılanma yoluna gidilmesi halinde Türkiye’nin önemli varlıklarının diğer köprü ve havaalanlarıyla birlikte şehir hastanelerine kurban gitme ihtimali gündeme gelebilir.

Avrupa örnekleri ile kıyaslayınca orada da mı garanti karşılığı bu hizmetler
yerine getiriliyor?

Dr. B.İ: Avrupa’da hiçbir ülkede bu projelere hazine garantisi verilmiyor. Bizim öğrenebildiğimiz kadarıyla Avrupa’da bu projelere hazine garantisi veren tek ülkeyiz. Bu da yetmez gibi Varlık Fonu kurulurken dev projelere kaynak sağlamak gibi bir hedef ortaya koyuldu.  Büyük köprü, havaalanı ihaleleriyle birlikte şehir hastanelerinin  de kamu gelir-gider dengesinde ciddi bir probleme yol açacağının anlaşıldığını görüyoruz. Burada ortaya çıkan kara deliği kapatmak üzere yurttaşlarımızın onlarca yıllık birikimiyle  ortaya  çıkan birikimlerinin Varlık Fonu’na devri ile bu deliğin kapatılmaya çalışılacağını anlıyoruz.  Diğer yandan Varlık Fonu düzenlemesi ile bu projelere aktarılacak kaynaklar Sayıştay denetiminin dışına taşınmış oldu. Devlet hastanesinde deterjandan,  hasta yatağına,  tüm ihale süreçleri  belli bir şeffaflıkta yürütürken bu hastanelerde bütün bu hizmetlerin kamu ihale kanunu dışında tamamen denetimsiz şekilde yürütüleceğini  görüyoruz ki  ciddi şekilde kamu zararı oluşturacak bir süreç  bu…

Şirketler açısından oldukça karlı bir yatırım olsa gerek…

Dr. B.İ: Kapitalizmin mantığına göre, bir şirket özel girişimde bulunuyorsa, bir yatırım yapıyorsa aynı zamanda risk de alıyor demektir. Oysa kamu özel ortaklığı modelinde risk almadıkları gibi kar garantisiyle iş yaptıkları, olası bütün risklerin de devlet  ve halka yıkıldığını görüyoruz. Yüzde 70 doluluk garantisi vererek yurttaşları hasta edeceğinizi,  bu hastanelere yurttaşların başvuracağını  garanti etmiş oluyorsunuz. Doluluk sağlanamazsa devlet, hastane doluymuş gibi yatak, yemek, otelcilik gibi tüm hizmet bedellerini ödeyeceğine garanti veriyor. Bu açıdan bakıldığında kapitalizmin temel mantığını zorlayan, bütün riskleri devlete ve halka yükleyen, torunlarımıza kadar borçlanacağımız bir sistem ile karşı karşıyayız. Uluslararası örnekler gösteriyor ki bu işten karlı çıkanlar yalnız inşaat firmaları ve onlara finansman sağlayan ulusötesi dev finans şirketleri.

Ankara Etlik ve Bilkent Şehir Hastaneleri kent dokusuna nasıl etki edecek?

B.İ: Ankara’daki bu hastanelerin her birine günde yaklaşık yüz bin kişinin gideceğini hesaplıyor uzmanlar. Sabah ve akşam yoğun zamanlarda bir saatte yaklaşık 27’şer bin kişinin bu hastanelere giriş ve çıkış yapacağını belirtiyorlar. Bunun 7500’er araca karşılık geleceği söyleniyor. Şehir içi trafiğinde bir şeritten saatte yaklaşık 500 aracın gidebileceği göz önüne alındığında  bu yükü kaldırmak için Etlik ve Bilkent yönlerinde 13’er şeritlik yola ihtiyaç var.  Bilkent Şehir Hastanesinin kısa bir süre sonra açılacağı söyleniyor ama hala Bilkent’e nasıl ulaşılacağına dair ortaya konan sağlıklı bir proje yok. Aynı durum Etlik için de geçerli. Bu hastanelere ulaşımı sağlamak için ODTÜ ve Bilkent Üniversiteleri ile Atatürk Orman Çiftliği arazilerinden geçecek yollar planlanıyor. Tablo gösteriyor ki salt şehir hastanelerine erişim için Ankara’nın bütün ulaşım planlarında değişikliklere gidilmesi, yeni yolların yapılması ve yeni rant alanların ortaya çıkması  söz konusu. Bu hastaneler ile birlikte ciddi biçimde Ankara’nın dokusunun, ulaşım planlarının değişip bozulacağını görüyoruz.

Bu kadar büyük hastaneler, sağlık hizmeti vermek açısından uygun mudur?

Dr. B.İ: Yaklaşık 4000 yataklı dev iki kampüsten söz ediyoruz. Bilimsel araştırmalar bunun sağlık hizmeti vermek açısından verimli, doğru yöntemler olmadığını gösteriyor. 1300 yataklı Mersin Şehir Hastanesi açıldı. Hastane içinde ulaşım golf arabalarıyla sağlanmaya çalışılıyor. Hastanenin bir ucundan öbür ucuna ulaşmak soruna dönmüş durumda. Ankara’da kurulacak hastaneler bunun neredeyse 3 katı büyüklüğünde olacağı için sağlık hizmetine  kolay erişilecek bir proje olmadığı çok açık. Yasal düzenlemeler görüşülürken Meclis’te milletvekillerine “Çocuğunuz ateşlendiğinde onu, böyle bir kampüse götürüp mü sağlık hizmeti almak istersiniz yoksa işlerin daha pratik yürüdüğü 100-150 yataklı bir hastaneye mi gitmek istersiniz?” diye sordum. Sessizlikle geçiştirdiler, şimdi projeler kapımıza dayandı…

Konuya bir de sağlık emekçileri açısından bakarsak, hastanelerin açılmasıyla beraber sağlık çalışanlarını bekleyen olası sorunlar nedir?

Dr. B.İ: Bu hastaneler pahalı bir modelle yapıldığı için bir süre sonra ciddi finansman sorunları ortaya  çıkacak. Yurt dışı örneklerine bakarsak, İngitere’de bu modelle yapılan ve iflas etmiş hastaneler, bu yüzden işsiz kalmış hekim ve sağlık çalışanları var. Bunun ileride ortaya çıkabilecek bir tehlike olduğunu  tekrar belirterek açılmış hastanelerdeki duruma dikkat çekmek isterim. Yozgat Şehir Hastanesinde,  taşeron şirketlerde çalışan sağlık işçilerden yeni kurulan hastaneye götürülmeyen ve işten çıkarılanlar oldu.  Görüntüleme, temizlik, laboratuvar, bilgi işlem gibi pek çok hizmet ihaleyi alan şirketlere devredilmiş durumda ve bu şirketler de farklı alt yüklenicilere bu hizmetleri yaptırıyorlar. Bu hizmetler için kimi zaman yeni, kimi zaman mevcut hastanelerdeki personeli alıyorlar. Mevcut hastanelerin personelinin alınacağına dair bir garanti yok. Bu personelin alınmaması halinde özellikle taşeron çalışan sağlık emekçilerinin işsiz kalma riski ortaya çıkıyor.

Mersin ve Yozgat’ta sağlık çalışanları mutsuzlar. Gelirlerinde önemli düşüşler meydana geldi.  “Bunun altında yatan mesele nedir?”  dendiğinde hastane idarecileri “Henüz yeterince fatura kesemedik, yeterince ödeme alamadık.  Daha sonra bunlar normale dönecek” gibi açıklamalar yapıyorlar ama bütün sağlık çalışanları hem gelirleri hem iş güvenceleri açısından  son derece kaygılılar.  Bu hastanelerin yıllık kira ve hizmet bedellerinin nereden ödeneceği  net değil. Bu ödemelerin bir kısmının döner sermayeden karşılanacak olması durumunda sağlık çalışanlarının gelirlerinde önemli bir düşüş olacağı çok açık. Bu hastaneler pahalı yatırımlar olduğu için sağlık çalışanları üzerinde ciddi bir performans baskısı ortaya çıkacağını ön görmek kehanet sayılmaz.

Peki Türkiye’de hekimler yeni hastaneler yapılmasını istemiyorlar mı?

Bu projeler  gündeme geldiğinde yasal düzenlemelere itiraz ederken Sağlık Bakanlığı ve iktidar partisinin karşı cevapları hep bu noktadaydı.  “Bunlar yeni hastane yapılmasını istemezler” gibi eleştiriler getirdiler.  Kuşkusuz o zaman da söyledik, şimdi de söylüyoruz : “Türkiye’de hekimler tabii ki yeni hastaneler yapılsın, daha modern kurumlarda sağlık hizmeti verilsin,  hastalarına daha  nitelikli sağlık hizmeti  ulaşsın isterler.” Ancak bunun yolu yordamı  bellidir. Bir kere mevcut hastanelerin,  korunması çok önemlidir, bunlar korunurken yeni hastaneler yapılmalıdır.  Bu yapılırsa mevcut hastanelerin yükü azalır, o hastanelerde de daha konforlu hizmet sunulabilir. Bilimsel gerçeklere uygun, kent dokusuna hürmet eden,  erişimi kolay,  finansman modeli olarak da torunlarımıza kadar borçlanmadığımız, doğru finansman modelleriyle  yapılan hastaneleri savunuyoruz. Anadolu’nun pek çok yerinde,  yeni hastaneler yapıldı bunu memnuniyetle karşıladık. Yine böyle yapılmasını istiyoruz, oysa bunun tercih edilmediğini ve pek çok yönüyle sorunlu bir modelle; mevcut hastanelerimiz kapatılarak, Türkiye sağlık hizmeti sunumunun daha da sıkıntılı bir yola sokulduğunu görüyoruz. Aslına bakarsanız yıllar içinde kamu sağlık hizmetlerinin daha da piyasalaşacağı bir sürecin içine girmiş durumdayız.
==================================
Dostlar,

“Şehir hastaneleri” ne yazık ki, AKP eliyle yürütülen büyük yıkımlardan biri..
Halkın alın terini yandaş yerli – yabancı sermayeye peş keş çekmenin, servet aktarmanın çok hince yöntemlerinden biri.. Bir yandan da kısa – orta erimde bu yıkıcı politikayı halkı kandırarak “oy”a dönüştürme.. Gerçekler ortaya çıktığında çoook geç oluyor ve ağır – yıkıcı bedelleri
halk ödemek zorunda kalıyor..

Bu konuda sitemizde epey yazılar yazdık, dosyalar paylaştık :
http://odatv.com/asil-olan-aclik-grevi-yapan-insanlarla-empati-kurmaktir-0907171200.html
Tam metin pdf için tıklayınız : Nurzen_Amuran’dan_ODATV_icin_sorular

"Yaşamda tutunabilmenin anahtarı bilimsel akılcılıktır..."

Şehir Hastanelerinin Yüksek Maliyeti Gizleniyor
ŞEHİR HASTANELERİ BİR SOYGUN – TALANDIR..

Okunmasını, paylaşılmasını dileriz..

Sevgi ve saygı ile. 10 Temmuz 2017, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı – AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com     Mülkiyeliler Birliği Üyesi

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için artık saatler önemli!

Nuriye Gülmen ve Semih Özakça
için artık saatler önemli!

Dr. Taner ÖZEK
Radyoloji Uzmanı
(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
120 gün olmuş (AS : 9.7.17’de 124. gün!), aşağıdaki tanık olduğum olayı anlatmamın üzerinden 15 gün geçmiş ve artık yürüyemiyorlarmış. Bence en tehlikelisi böbreklerinin ağrıması. Maalesef merkez medyada bu konu ile çok az yazı ve yayın var. Daha çok Amerika’da doğum yapan ünlülerle (?) ilgili yazılar manşette.
Lütfen çok geç olmadan daha duyarlı olalım…
Saygılar.
*****
Bir insan ve hekim olarak ölüm oruçlarına karşıyım.
Bu düşüncemin kesinleşmesine yaklaşık 20 yıl önce hastanede ultrasonografi nöbeti tutarken yaşadığım bir olay neden oldu. Ultrason odasına biri astsubay 3 asker geldi. Cezaevinden bir mahkumu acil servise getirdiklerini mahkuma ultrason istendiğini söyleyip bir süre sonra sedyede bir genci getirdiler. Gencin ölüm orucunda olduğunu, herhangi bir soru sormamı söylediler. Yalnızca Hukuk fakültesi son sınıftan terk olduğunu belirttiler. Daha önce basından ölüm orucundaki insanların resimlerini (AS: fotoğraflarını!?) görmüştüm, ama ilk kez bir insan ve hekim olarak bu kadar yakından tanık oldum. Bilinci yarı açık, çok zayıflamış ve rengi kirli sarı bir gençti. Elleri kelepçeli hareketleri kısıtlıydı. Ama asıl şoku gence ultrasonografi bakarken yaşadım..10 senedir ultrasonografi yapan bir hekim olarak böyle iç organ görüntülerini ne o zaman nede ondan sonra meslek hayatımda geçen 20 yılda; çok ağır hastalıklar geçiren hastalarda bile görmedim.
Tüm iç organları (karaciğer, pankreas, böbrekler, vasküler yapılar…) çürümüştü.
Sanki açlıktan iç organları kendi kendilerini yemişti.
Ultrason tetkiki bitince genç mahkuma geçmiş olsun diyerek kelepçeden neredeyse çıkacak kadar zayıflamış elini tuttum.O an gözlerini bana çevirdi ve gözlerime baktı..
Bana bakışını hala unutamadım. Ve bakışları ile bana ne demek istediğini yaşamım boyunca merak edeceğim. Bunu o gence sorma şansım artık yok.Basından öğrendiğim kadarı ile işten atılan ve tutuklanan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça‘nın hiç bir örgütle bağlantıları ve sabıkaları yok ve KHK ile FETÖ’den işten çıkarılmışlar.
Tek istemleri, işleri ekmekleri, onurları ve öğrencileri …
TTB’deki hekim arkadaşlarımdan öğrendiğim bu gençlerin yukarıdaki genç gibi
dönülmez noktaya gelme sınırında oldukları..
* Artık günlerin değil saatlerin önemli olduğu söyleniyor.

Dostlar,

124. günü ölüme yatışlarının Nuriye Gülmen ve Semih Özakça‘nın..
Dile kolay… tam 4 ay 4 gün bitti.. 
Bu arada eriyip bitti bu 2 genç insan yaşamlarının baharında..

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ‘ın TBMM’de Fetullah Gülen’e ve yaptıklarına övgüler düzen, yaptıkları şeffaf ve yasalara uygun diye savunan konuşma bantları ortalıkta, kimi TV’lerde..

Erdoğan’ın Fetullah Gülen’le yakın pozları, öpüşmesi…. görüntüleri de…

AKP kurucularından, eski TBMM Başkanı ve AKP’nin Başbakan yardımcılarından “özgül ağırlığı olan” ağır top Bülent Arınç‘ın çeyrek yüzyıldır Ankara Belediye Başkanı olan İ. Melih Gökçek için söylediği “Ankara’yı parsel parsel cemaata sattı” sözleri boşlukta.. Bir savcı da çağırır Arınç’a sorar değil mi? Uydurma e-postalarla imzasız ihbarlarla atılan iftiralar kimi garibanların yaşamlarını karartırken, İ. Melih Gökçek de nedense Bülent Arınç aleyhine tazminat – ceza davası aç(a)mıyor, O’na “müddei iddiasını ispatla mükelleftir!” diye gürleyemiyor Reisleri gibi.. Erdoğan da her ikisine bir şey sormuyor, soramıyor.. Gökçek Başkanlık saltanatını sürdürüyor. Arınç damadı üzerinden mi sıkıştırılıyor acaba susması için??

Erdoğan’a da nedir bu fotoğraflar Fetullah Gülen ile bunca samimi diye soran yok!?
Erdoğan “Kandırıldık, milletim bizi affetsin..”  dedi ve hesabı kapatarak kendini akladı.

Partisinden halen milletvekili, Bakan FETÖ‘cü olmadığı açıklandı inanırsanız..

Ama 2 masum ve gariban Nuriye Gülmen ve Semih Özakça işleri – ekmekleri – onurları – öğrencileri için çırpınarak bunları geri isterken kimseler duymadı.. Ölüm orucuna yattılar, bu kez de ilgilenen yok. Üstüne üstülük siz misiniz açlık grevi yapan diye hapse atıldılar. Suçlama örgüt üyeliği ve sabıkalılar.. Bunu söyleyen İçişleri Bakanı Süleyman Soylu.. Hemen ardından avukatları savcılıktan sabıka kaydı alıyor tertemiz.. Eee, bu durumda AKP = RTE‘nin İçişleri Bakanı, hapiste açlık grevindeki 2 genç ve masum insana iftira mı atmış oluyor ?? Sonra da CHP ADALET YÜRÜYÜŞÜ başlatınca çamur üstüne çamur, gözdağı, tehdit… Adalet bunun neresinde??

* Nerede arayacak insanlar adaleti? Hapiste ve ölüm orucuna yatarak mı?

Haftalardır sitemizin manşetinde tutuyoruz.. Onbinlerce imza toplanıp yetkililere iletildi.
Birkaç gün değil belki birkaç saat sonra çooook geç olacak..Zerre kadar vicdan – insanlık – adalet duygusu kalmadı mı?
Bu 2 insanı işine iade edin, yargılama tutuksuz sürsün.. Zaten işe başlamaları olanaksız. Aylarca çok özenli sağaltım almaları zorunlu. Ne ölçüde sağlıklarına kavuşacakları belirsiz. Belki de engelli kalıp (malul) emekli edilecekler. Yargılamada suçlu çıkarlarsa cezalarını çekerler. Şu durumda adeta ölüm cezasına mahkum edilmişler gibi yavaş yavaş ve göz göre göre öldürülüyorlar.
Bu bir insanlık suçudur ve zaman aşımı yoktur!
Bu 2 masum genç insan öldüğünde gerçek katilleri kim olacak? Tarihin sahnesinde değil mi
Efendiler son günler hatta saatler.. Bu 2 insan henüz hükümlü değil sanıklar..
Kesin hükme dek masumlar. Her şeyden vazgeçtik, yasanın açık hükmünü uygulayın.. Vicdanınız, insafınız şöyle dursun.. Sizden merhamet dilenen yok, yasanın açık ve buyurucu (emredici) hükmüne uyun :
* Hapis cezası ve güvenlik önlemleri temel ilkelerini düzenleyen 13.12.2004 tarih 5275 sayılı CEZA ve GÜVENLİK TEDBİRLERİNİN İNFAZI HAKKINDA YASA md. 16/2’de,  sanığın hastalığı nedeniyle uygulanacak süreç şöyledir:

“… öbür hastalıklarda cezanın infazına resmi sağlık kuruluşlarının mahkûmlara ayrılan bölümlerinde devam olunur. Ancak bu durumda bile hapis cezasının infazı mahkûmun yaşamı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa, cezasının infazı iyileşinceye dek geri bırakılır.”

Kesin hükümlüye bile tanınan hakkı sanıktan esirgemeyin..

Lütfen ve hemen… Bu gece değilse bile sabah, öğlene kalmadan..

Dr. Taner Özek’in kapkara çizimine baksanıza; sonsuzluğa kanatlanma başlamış!

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD     Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Not : Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuruda hak ihlali nedeniyle tedbir kararı ile salıverilme isteği reddedildi. Bu kararı da herhalde içimizde yükselen – zaptedemediğimiz isyanı “HAK – HUKUK – ADALET” diye haykırarak bastırmaya mahkumuz. Türkiye’ni artık hatta epeydir bir Anayasa Mahkemesi de yok.. ve iktidar “Adalet sokakta yürüyerek aranmaz..” buyuruyor!? İlgili yazı için tıklayın : http://ahmetsaltik.net/2017/07/04/sefer-can-anayasa-mahkemesi-fisini-cekti/