Etiket arşivi: Zeki Sarıhan

AMAN, İŞ BANKASINI KAPTIRMAYALIM!

AMAN, İŞ BANKASINI KAPTIRMAYALIM!

Konuk yazar : Zeki Sarıhan

Ülkemizdeki bütün devlet bankaları, cumhurbaşkanının elindedir. O AKP Genel başkanı da olduğundan, devlet bankaları aynı zamanda bu partinin tasarrufu altındadır. Hangi iş adamlarına bol keseden kredi verilecek, hangi televizyon ve gazete satın alınacak, nerenin zararı kapatılacaksa bu bankalar hizmete amade tutulur. Böylece yasada “Partiler banka sahibi olamaz” hükmünün gerçekte geçerliliği yoktur.

Şimdiye kadar, milletin varlıklarını özelleştiren, elindeki varlıkları har vurup harman savuran Hükümet, mali krizle baş edebilmek için emri altına alacağı kaynaklar ararken İş Bankasını keşfetmiş ve bu bankada Atatürk’ün hisselerine el koyma hazırlığına başlamıştır. Bu hisseleri, Atatürk’ün vasiyeti üzerine CHP yönetmekte, kâr Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu arasında paylaşılmaktadır.

1980 faşist yönetimin başı hızlı Atatürkçü Kenan Evren de devlet adına bu paraya el koymak istemiş, konu mahkemeye intikal etmiş, dava sonuçlanıncaya kadar iki kurumun bankadan yapılacak ödemeleri bloke edilmişti. Sonunda mahkeme bu vasiyetin geçersiz sayılamayacağına hükmederek paranın birikmiş faizleriyle birlikte bu iki kuruma ödenmesini kararlaştırılmıştı. Gerçi Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu, adlarını korumakla birlikte eski kimliklerinden uzaklaştırılarak özerklikleri yok edilmiş ve birer devlet kurumu haline getirilmişti. Bununla ilgili açılan davalar ise olumlu sonuçlanmadı.

BİR DÖNEMİN SİMGESİ

İş Bankası özel bir ticari kuruluştur. Devlet eliyle zengin yaratma döneminin simgesidir. Kurtuluş Savaşı’na yardım için Hindistan Müslümanları (Bugünkü Pakistanlılar) tarafından birkaç defada gönderilen nakit yardımlar, Atatürk’ün hesabında tutulmuş, savaştan sonra 1925’te İş Bankasının kuruluşuna sermaye yapılmıştır. İlk genel müdürü de tek parti kadroları içinde liberalizmi temsil eden Celal Bayar’dı. Aynı yıl ilan edilen Takriri Sükûn Kanununu nedeniyle kimse buna karşı çıkamamıştır. Şimdiki Takriri Sükûn (OHAL) döneminde partisinden kimsenin Erdoğan’a karşı çıkamaması, buna cesaret edebilen muhaliflerin de kırk katırla kırk satırdan birini beğenmek zorunda kalması gibi…

Kuşkusuz ki bu banka ve Orman Çiftliği Atatürk’ün üzerinde büyük bir yüktü. 1937’de gayrimenkullerini devlete devrederken o gün en mutlu gününü yaşamış, üzerinden Uludağ gibi bir yükün kalktığını söylemiştir. Konu ile ilgili olarak dört yıl önce yayımladığım ve büyük ilgi gören yazı için linki tıklayınız :
https://odatv.com/ataturkun-en-sevindigi-an-neydi-1701141200.html

Erdoğan ise üzerindeki yükü atmaya niyetli görünmüyor… Atatürk’ün 1938’de ölmeden önce yaptığı ve nakit servetini kimlere bıraktığını belirten vasiyetini yazarken de aynı duyguları yaşadığını düşünebiliriz. Falih Rıfkı, Çankaya kitabında İş Bankası’nın Hindistan Müslümanlarından gelen para ile kurulduğunu anlatırken Atatürk için “Bu paraya el sürmemeli idi” diye yazmıştır.

Sonuçta, yakınlarına bıraktığı bazı nakit dışında bu para, Çiftlik gibi millete intikal ettirilmiş bulunuyordu. Şimdi buna AKP’nin el koyma kararı, Bankanın kuruluşunda göze batan hareket kadar usulsüzlük ve mantıksızlıktır. Ekonominin yönetiminde devlet bankalarının da önüne geçmiş olan İş Bankası, 93 yıldır verdiği kredilerle kimlerin zenginleşmesine hizmet etmiştir veya ekonominin gelişmesine ne gibi hizmetlerde bulunmuştur? Bu bilgiler “İş Bankası Tarihi” adlı kitapta bulunabilir. Ancak bunlar geçmişte kalmıştır.

  • Bugünün sorunu ise ekonomi yönetiminin tek bir adamın elinde bulunması ve bunun için özel varlıklara el koyma çabasıdır.

BANKANIN KÜLTÜR HİZMETLERİ

Ülkenin iktisadi yaşamı kuşkusuz herkesi ilgilendirir fakat sanat ve kültür hayatıyla ilgilenenler için İş Bankası’nın başka bir anlamı daha vardır ki o da bankanın yayımlamakta olduğu kitaplardır. Bunların kültür hayatımızda büyük bir yeri olduğu kuşku götürmez. İş Bankası’na el koyacak bir AKP yönetiminin bütün bu yayınları elinin tersiyle iteceği ve yerlerine Mızraklı İlmihal türü kitapları koyacağını kestirmek zor değildir.

Bu nedenle, kuruluş biçimi hakkında itirazlarımıza karşın derim ki,

  • Aman İş Bankasını AKP’ye kaptırmayalım. Onun elinde zaten Karun Hazineleri var.

Ülkenin bankacılık sistemine nasıl bir biçim vereceğimizi de bir halk iktidarı kurduğumuz zaman karar veririz.  (17 Ekim 2018)

Öbür yazılar için: www.zekisarihan.com

HESABI SORULACAK ASIL SUÇ

HESABI SORULACAK ASIL SUÇ

Zeki Sarıhan

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Adnan Oktar ve arkadaşlarının suçları hakkında çeşitli haberler çıkıyor. Yıllarca hükümet tarafından el üstünde tutulan Fetullah Gülen Cemaatinin uğradığı akıbete şimdi de Adnan Oktar ve müritleri uğruyor.

“Düşenin dostu olmaz” demişler. Bu atalar sözü her zaman değilse de işimdi tam da iktidar ve yandaşları açısından doğrudur. Gazete haberlerinden anladığımıza göre, Oktar hakkında geniş bir iddianame yazıldığı ve pek çok eylemle suçlanacağı anlaşılıyor. Doğrusu bu konularda bir şey yazacak değilim. Birçok erkeğin ağzının suyunu akıtan güzel kedicikleriyle geçirdiği hoş zamanların görüntülerini yadırgasam da, bunun suç olup olmadığı konusunda bir bilgim yok. Öteki suçlamaların doğru olup olmadığını da adil bir yargılama ortaya çıkarabilir.

Benim yazacağım konunun şu dönemde Adnan Oktar’a bir zararı yok. Benim tanıklığımı kabul etmeleri de ihtimal dışı. Çünkü yazacağım konuda hükümet çevreleri tarafından suçlandığını duymadık. Aksine O’nun görüşleri bu çevreler tarafından yıllardır ve hararetle savunuluyor.

BEŞ KİLOLUK LÜKS KİTAP

21 Temmuz 2009 günü memlekete gitmişken bir vesile ile köyümüze yakın Kumru ilçesine de uğradım. 1953’te ilkokula burada başlamıştım.  Bir yıl okuduğum ilkokulu ziyaret etmek istedim.  Okul yıkılmış, yerine iki katlı bir bina yapılmıştı. Şimdi Belediye olarak kullanılıyordu. Üst katta Öğretmenevi için birkaç oda ayrılmıştı. Salonun bir köşesinde küçük bit kitaplık dikkatimi çekti.

Camlı dolapta her öğretmenevinde bulunabilecek 20-30 kitaptan başka, dolabın ölçülerine sığmadığı için en üste konulmuş kocaman bir kitap duruyordu. Birinci hamur kaliteli kâğıda basılmış bu resimli kitabın ağırlığı 5 kilodan hafif değildi. Üzerinde “Yaratılış Atlası” yazıyordu. Yazarı ise Harun Yahya. Daha önce basına yansımış bu kitabı Kumru gibi ücra ve yoksul bir ilçenin öğretmenevinde görmek varmış!

Bilindiği gibi kitap, Evrim gerçeğini sözde çürütmek için yazılmıştı. Canlılar evrime uğramamıştı! Onların her biri, milyarlarca tür, şimdi nasılsa o biçimde yaratılmıştı! Bazı balık ve omurgalı hayvanların fosilleriyle bugünküleri karşılaştırıyor ve bunların aynı olduğunu, yani bir evrime uğramadığını anlatıyordu!

Bu kitabı Kumru gibi Karadeniz’in iç kesimlerinde yoksul köylü kitlelerinin yoğun olduğu bir ilçede görmem beni fena halde üzdü. Bu üzüntümü orada öğretmenevi yetkililerine söylemek istedim fakat ortada bunları söyleyeceğim kimse yoktu!

KARANLIĞA MAHKÛM ETMEK

Ankara’ya dönünce internetten öğretmenevinin posta adresini buldum ve duygularımı bir mektupla öğretmenevi yöneticilerine yazdım. Evrim gibi gibi yalnız canlılar bilimini değil, evrenin oluşumunu da reddeden bir görüşle Türkiye nasıl aydınlanacak, nasıl kalkınacaktı? Kumru’da çalışan öğretmenler, çocuklara o kitaptaki görüşleri mi anlatacaklardı? Bu durum, köylü çocuklarının sonsuz bir karanlığa mahkûm etmek değil miydi?

Bu kitabı kütüphaneye koymuş olabilirlerdi ama yanına Evrim Teorisini anlatan bir kitap da koysalar daha iyi değil miydi?

Aradan 5 yıl geçti. 6 Haziran 2014 günü, bir grup arkadaşla Batı Karadeniz’den geçerken İnebolu Öğretmenevinde geceledik. Hayret! Aynı kitap buranın kütüphanesinin de demirbaşlarındandı. TIR’lar dolusu kitap milletvekillerine de dağıtılmıştı, muhtemelen bütün öğretmenevlerine gönderilmişti.  Kaygılarımı Öğretmenevinin bayan müdürüne söyledim. Kitap O’nun dikkatini çekmemiş. Derhal kaldıracağına söz verdi.

SUÇ ORTAĞI

Bence Harun Yahya takma adını kullanan Adnan Oktar’ın hesabını vermesi gereken asıl suçu budur. Karşısında yarı çıplak kedicikleri oynatması, bu suçunun yanında hiç kalır.

Çünkü Adnan Oktar, 16. yüzyılda Takiyüddin Efendi’nin gözlem evini topa tutarak yerle bir etmiş olanlar, matbayı 300 yıl ülkeye sokmayanlar, Osmanlı dönemi gericileri ve bugünkü iktidar gibi bilimin Evrim gibi en temel konularından biriyle savaşmış, bu hareketiyle Türkiye’ye en büyük kötülüklerden birini yapmıştır.

  • Eğitim programlarında Evrimi anlatılmayan bir millet sittin sene iflah olmaz. 
  • Bu eğitim sisteminin içinden bilim adamı yetişmez. Ancak şarlatanlar çıkar.

Bu hükümet ve emrindeki yargı, bunun hesabını Adnan Oktar’a sormuyor! Nasıl sorsun ki, bu konuda O’nun gibi ve O’nun ilham (AS: esin) aldığı Evanjelistlerle aynı görüşleri savunuyor.

  • Krizimiz yalnız ekonomide olsaydı bunu atlatabilirdik ama eğitimdeki bu gitgide derinleşen kriz Türkiye’nin geleceğini tutsak almıştır. Kötü etkileri kuşaklar boyu sürecektir.

Yeni öğretim yılı “hayırlı ve uğurlu” olsun!

(Bloğumdaki diğer yazılar için: zekisarihan.com)
===========================================
Dostlar,

Değerli dostumuz Sn. Zeki Sarıhan‘a bu uyarı dolu bu yazısı için teşekkür ediyoruz.
Keşke tüm yazılarına sitemizde yer verebilsek.. Ancak buna gerek kalmadı, çünkü kendi kişisel sitesinde bütün yazılarına erişilebilir. Sağolsunlar, gene de bize e-ileti ekinde gönderiyorlar..

Biz bu vesile ile bilerek ve isteyerek, kasıtlı olarak ileri sürülen bir yalana dikkat çekeceğiz yalnızca..

  • EVRİM KURAMI insanın maymundan geldiğini ya da insanın atasının maymun olduğunu ileri sürmüyor..

EVRİM KURAMI, insanın ve maymunun ortak atadan evrimleştiğini ileri sürüyor ve sayısız bilimsel kanıtla ortaya koyuyor. En başta, Evrim’in hemen hemen tüm basamaklarını kanıtlayan fosil serileri.. Öyle “kusursuz tasarım” diye birşey de yok ortada.

Yaradışışçılar (Kreatoristler) ise tüm bilimsel kanıtları yok sayıyor ya da çarpıtıyor.

Bir de EVRİM KURAMINI kabul etmeyi din dışına düşmek olarak kasıtlı sunuyorlar.
İkisi de yanlış, ikisi de kötü niyetli..

Kaldı ki, Harun Yahya takma adıyla yazan Adnan Oktar o denli çok değişik konuda öylesine çok kitap yazdı ki, bir insanın  bunca uzmanlığı ve üretimi olması olanak dışı.

Ankamakta çooooooooooook zorlandığımız bir nokta da bu kalın kitapların çok kaliteli – renkli baskılar yapması, görece oldukça ucuz olması ve ücretsiz olarak binlerce dağıtılması idi.. Özellikle eğitim kurumlarına..  Değirmenin suyu ile Devletimiz ilgilenmedi, göz yumdu.

Ne yazık ki geçmiş sağ iktidarlar onlarca yıl bu dezenformasyon ihanetine kayıtsız kaldı hatta desteklediler.. Çok yazık.. Özellikle çocuk yaşta bilim dışı koşullansın diye Türk çocukları..

NOBEL ödüllü tıp doktoru, ulusal övüncümüz Prof. Aziz Sancar‘ın sözleri ibret verici :

  • “Ben Allah’a inanıyorum, Evrim ise  bir inanç konusu değil bir gerçek.
  • Güneşi balçıkla sıvayamazsınız. Kreatoristlerle (AS: Yaradılışçılarla) de bir ilgim yok.”

Sevgi ve saygı ile. 23 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİLER

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİLER

Konuk yazar :
Zeki Sarıhan

Geçen gün Altınova’da bir ziyaretten Ayvalık’a dönerken minibüste müthiş bir ağız kavgasına tanık olduk. Önce elindeki bileti çocuklar için de okutup okutmayacağı konusunda şoförle Suriyeli kadın atışmaya başladı. Yolculardan biri sözü alarak Suriyeli kadını az daha dövüyordu. Kendisinin bu memleketin sahibi olduğunu söyleyerek Suriyelinin def olup memleketine gitmesini istedi. Ona dolmuştakilerden bir haylisi de arka çıktı. Suriyeli kadın da az çaçaron değildi hani!

Suriye’de iç savaşta yüz binlerce insan öldü.  Suriye Ordusu, rejim düşmanlarına karşı savaşını sürdürüyor.  İdlib bölgesine sıkışmış olmakla birlikte muhaliflerin bir kısmı hâlâ teslim olmuş değil.  Bir de ülkenin kuzeyinde Suriye’den koparılmış bazı kısımların geleceği meçhul.

Suriye’de can güvenlikleri kalmayan ve bu savaşa katılmak istemeyen milyonlarca insan, çoluk çocuğunu da alarak Türkiye’ye sığındı.  Bunlar ülkemizin her tarafına dağıldılar ve çoğunluğu elverişsiz koşullarda hayatta kalmaya çalışıyorlar.

Onların çektikleri, insanlık tarihinin yaşadığı en büyük trajedilerden biridir. Bunun başlıca sorumlusu, herkesin bildiği gibi, Suriye rejimini yıkarak yerine Batı’nın işbirlikçisi bir iktidar getirmek isteyen ABD ve müttefikleridir. Bunlar ülkedeki muhalefeti kışkırtmışlar, ona yardım vaat etmişler, hatta pek çok yardım da yapmışlardır. Türkiye de bu uğursuz ittifakın bir parçasıydı. Dolayısıyla Suriye halkının düşürüldüğü durumdan Türk Hükümeti de sorumludur.

Bu nedenle, hükümet çevreleri bu büyük göç dalgası karşısında rahatsızlık hissetmekle birlikte, kendi payları da bulunduğundan göçmenlere tahammül ettikleri duygusunu yaymakta, onlara ellerinden gelen yardımı yapmakla övünmekte, Batılıları da bu konuda kesenin ağzını biraz daha açmaya davet etmektedir.

Türkiye muhalefetine gelince, aklı başında bazıları bu olayda haklı olarak eleştiri okunun ucunu hükümete yöneltmekte, “Amerika’nın yelkenine binerek başımıza bu işi açtın”  diye yazıp söylemektedir. Çözüm olarak Hükümetin Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı duyması, savaşçı cihatçılara yardımı kesmesi, göçmenlerin barışa kavuşacak ülkelerine dönmesini önermektedir.

MİLLİYETÇİLİK İKİYE KATLANDI

Gelin görün ki, bu göçmenlik, bir Arap düşmanlığını da tetiklemiştir. Kürt düşmanlığının yanına bir de Suriyeli Arap düşmanlığı eklenmiş, yani milliyetçilik katmerli hale gelmiştir. Söylenen ve yazılanlara göre, Suriyeli göçmenler uygarlıktan nasibini almamıştır. Pistirler. Görgüsüzdürler. Her türlü yasa dışı işi yapmaya eğilimlidirler. Türklerin işlerine göz dikmekte, işsizliğin artmasına sebep olmakta, bir kısmı aldığı yardımlarla Türklerden de daha iyi yaşamaktadır…

Öncelikle şu gerçeği kabul etmek gerekir ki, Suriyeli bu göçmenler, savaşçı değillerdir. Öyle olsalardı, çoluk çocuklarını alarak ülkeden çıkmaz, Esat’a karşı savaşan cihatçı örgütler içinde çarpışırlardı. Büyük çoğunluğunun evleri, köyleri, kasabaları harap olmuş, ailelerinden bir kısmını kaybetmişlerdir. Hele IŞİD’in eline düşme bahtsızlığına uğrayanların yaşadıkları insanlık dışı vahşeti bütün dünya biliyor. Bu durumda onların canlarını en yakın komşu bir ülkeye atmalarından daha doğal ne olabilirdi? Türkiye’de hangi hükümet bulunursa bulunsun böyle bir göç dalgası karşısında kapılarını kapatamazdı.

Suriyelilerin niteliklerine gelince: Bunların Türkiye nüfusuna göre daha yoksul, daha az öğrenimli, daha çok çocuklu oldukları bir gerçektir. Ama onlar birer insandırlar. Bizim kadınlarımız gibi kadın, çocuklarımız gibi çocukturlar.

KARA GÜNDÜR GELİR GEÇER

Suriye halkının ve Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin bu kara günleri de geçecektir. Bu kara günlerinde, büyüklenmeden ve burunlarından getirmeden onlara karşı anlayışlı olunmalıdır.

Bütün insanların temel ihtiyaçları açısından eşit olduğu gibi bir düşünceye erişememiş, kötü durumda olan milletlere yardım etmenin bir enternasyonal dayanışma ve insanlık görevi olduğunu anlamamış kör bir kabilecilik, göçmen Suriyelilerden iğrenmekte, bunu da sözleri ve yazılarıyla açığa vurmaktadır.

Aynı hava, Avrupa’da da ırkçılığa eğilimli olanlar arasında yabancı düşmanlığı olarak hüküm sürüyor. Seni Avrupa’da yadırgıyorlar, sen Türkiye’de Suriyelileri yadırgıyorsun! Kim bilir Suriyelilerin yadırgadıkları topluluklar da vardır…

İşin aslı şu: Bölüşmeyi bilmiyoruz. Geçici olarak yurdumuzda kalmak zorunda kalan Suriyelilerle bu ülkeye sığamayacağımızı sanıyoruz.

Sorunun çözümü, Suriye üzerindeki emperyalist ve hegemonyacı politikalarla mücadele etmekten geçiyor. Suriye Arabıyla, Kürdüyle, Türkmeniyle, Sünnisi, Alevisi ve Nusayrisiyle Suriyelilerindir. Bu ülkede bulunan bütün yabancı askerler Suriye’yi terk etmeli ve Suriye’de iç barışın kurulmasına engel olacak hareketlerden kaçınmalıdır. Türkiye’deki Suriyeli göçmenlere yapılacak en büyük yardım da budur. (Ayvalık, 27 Ağustos 2018)

Diğer yazılar için: zekisarihan.com

​ZİYA SELÇUK BAKAN OLUNCA… EVDE BİR BAYRAM HAVASI! 

ZİYA SELÇUK BAKAN OLUNCA…
EVDE BİR BAYRAM HAVASI!
 

Konuk yazar : Nazım Mutlu
Ulusal Eğitim Derneği – Öğretmen Dünyası Dergisi adına
Ankara, 12.07.2018

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

8 Temmuz günü “yeni” dönemin “yeni” bakanları açıklanıp Prof. Dr. Ziya Selçuk’un Milli Eğitim Bakanı yapıldığı öğrenilince nedenini biraz anlayabileceğimiz ılık rüzgârlar esmeye başladı ortalıkta, eğitimin dincileştirilmesinden, sistemin keşmekeşe dönmesinden canı yananlar için. 16 yıldır adım adım ders programlarının din odaklı bir çizgiye gelişi, yandaş kadrolaşma, özellikle 2012’deki 4+4+4 darbesiyle şahlanan imamhatipçilik furyasıyla gelen “dindar-kindar” amaçlı insan yetiştirme programı, eğitim iklimine epeyce kara bulutlar indirdi. İktidar kadrolarının pervasız söz ve eylemleriyle canı burnuna gelen laik ve bilimsel eğitim yanlısı Cumhuriyetçi-Atatürkçü-ilerici-liberal-sağ çizgideki yurttaşların içlerine bir ferahlık gelmesini belki bir an için anlamak gerekir. Çünkü cidden çok bunaltıcı bir ortam yaratıldı.

Ama böyle bir atamayla rehavete kapılmak için vakit çok erken. Çünkü…

Gemi azıya almış bir dinci-Osmanlıcı rüzgârın dört bir yanı kuşattığı ortamda, Hüseyin Çelik, Ömer Dinçer gibi AKP ideolojisinin prototipi sayılabilecek kişiliklerle, öyle olmasalar da “otomatiğe bağlanan” “dindar-kindar” fırtınası içinde fazla ses çıkarmadan suyun akışına uyan, bir sürü velvele koparken evrak imzacısı olma işlevlerini layıkıyla tamamlayan Nimet Çubukçu, Nabi Avcı, İsmet Yılmaz gibi “evet efendimci” figürlerin üstüne “din”le ilgili bakışında ılımlı tutumlarından örnekler verilen Ziya Selçuk’un Milli Eğitim Bakanı yapılması, ev sahibinin baskısı ya da hatırına yenmek zorunda kalınan tatsız tuzsuz yemeklerin üstüne nasıl olduysa en lezzetlisi sunulan kaymaklı kadayıf etkisi yarattı, beri tarafta.  Selçuk’un, göz önünde değilken çok az kimsenin dikkatini çeken, ama bakan olunca şimdi piyasaya sürülen Cumhuriyet-Atatürk çizgisine olumlu bakışı, Gezi sürecine ilişkin yaklaşımı, siyasal İslam’a karşı demokrasi vurgusu gibi öne çıkarılan kimi tutumları üstünden adeta bir bahar havası esmeye başladı.

Böyle olunca 24 Haziran seçimleri sonrası doğan “Külliye” odaklı “yeni”liğin içinde adeta bir kurtarıcı beklentisiyle karşılanan Prof. Selçuk’un kim olduğundan biraz söz etme gereği doğdu ister istemez. Çünkü bizdeki “balık hafızalı”lık da arada bir ve pek yüksünmeden başvurduğumuz biricik özeleştirimizdir.

Toplumu yakından ilgilendiren görevlerin başındaki kişileri, çoğu kez dünya görüşlerinden ayrı tutularak ille de mesleğin içinden gelip gelmediğine göre terazinin “iyi-kötü” kefelerine koyma, ona göre sonuca gitme davranışı çok olur, nedense. Örneğin eğitimin başındaki bir bakan öğretmen kökenliyse sorun yoktur, iyidir! Eğitimci değilse, yani en yakın örneklerden Nabi Avcı gibi iletişimci ya da İsmet Yılmaz gibi denizci, hukukçu filansa, yandık! Oysa bu inanışa uymayan sayısız örnek var eğitim tarihimizde. Cumhuriyetin öncü üç büyük eğitim bakanlarından biri, Öğretim Birliği (Tevhid-i Tedrisat) Yasasının çıkmasında büyük emekleri olan, Millet Mekteplerini yaşama geçiren Mustafa Necati, hukukçudur. Görevde bulunduğu kısa süre içinde açtığı okullar yanında 1933’teki Üniversite Reformunda imzası bulunan Reşit Galip, hekimdir. Millet Mekteplerinin, Eğitmen Kurslarının mimarı, kız ve erkek teknik öğretmen okullarının kurucusu Saffet Arıkan ise subaydır.

Meslekten geliyor olmak, ülke geleceğini aydınlatmaya yarayacak bir dünya görüşüyle kaynaşmamışsa, mesleğin içinden gelmiş olması neyi değiştirir!

Bugünlerde Prof. Dr. Ziya Selçuk’la estirilen bahar havasının gerekçelerinden biri olarak bu söyleniyor: Öğretim görevlisi, öğretmen yetiştiren bir üniversitede akademisyen olması.

Selçuk Kimdir?

Öğretmenliğiyle, akademisyenliğiyle ilgili bir araştırma ya da gözlemimiz yok. Alanının iyi hocalarından olabilir elbette. Konulara yaklaşımı, onları ele alışı, anlatım biçimi… çok iyi olabilir. Bunlar, eğitim sorunlarına/konularına bütüncül yaklaşım, çözümler geliştirmek için avantajdır elbette, iyi değerlendirilirse.

Ancak bizler Ziya Selçuk’u yeni tanıyor, onun eğitimle ilgili neleri yapıp neleri yapmadığını tümden bilmiyor değiliz ki… Bilenler bilir, Sayın Selçuk, mevcut iktidarın ilk Talim Terbiye Kurulu Başkanıdır. Mustafa Necati’nin Bakanlığı sırasında kurulan (1926) ve “eğitimin beyni” olarak bilinen bu birimde 2003-2006 arasında Başkanlık görevini yürüten Selçuk, anımsanacağı gibi o yıllarda “eğitimde devrim”(!) olarak sunulan “müfredat reformu”nun başındaki kişidir. 2005’te ilköğretim, 2006’da da ortaöğretim ders programlarını “ezbercilik bitiyor, yapılandırmacı eğitim geliyor, çoklu zekâ kuramına göre hazırlanıp uygulamaya konacak yeni ders programlarıyla artık araştıran, merak eden, sorgulayan, irdeleyen insan yetiştireceğiz” gibi bir dolu propagandayla piyasaya süren… Bunu da “küreselleşmenin ihtiyaçları” doğrultusunda yapmakla övünen, o süreçte Cumhuriyetin eğitim devrimleri için “Küreselleşmeye demode arabayla gidemeyiz” (Yeni Şafak, 26.09.2018) diyen kişidir.

Gerek Öğretmen Dünyası dergisinin 2005, 2006 ve 2007 yıllarına ait çeşitli sayılarında, gerekse Ulusal Eğitim Derneği yayını olarak çıkan Zeki Sarıhan imzalı Emperyalizm Ulusal Eğitime Meydan Okuyor (Mayıs 2005) ve Hüseyin Canerik imzalı Küreselleşmenin Eğitim Programı (Haziran 2005) adlı kitapçıklarda ayrıntılarıyla belgelendiği gibi, Selçuk, emperyalizmin “küreselleşme” ambalajlı, yeryüzünde Soros eliyle sürdürülen ulus-devlet yıkıcılığının Türkiye ayağını oluşturan türlü “sivil toplum kuruluşları”yla (ya da ünlü NGO’larıyla) el ele, kol kola, AB’den alınan hibeleri yabancı uzmanlara maaş olarak ödeyip “eğitimde devrim”(!) yapan bürokratımızdır!

Selçuk’un başını çektiği ve hatta onun eğitim ayağındaki büyük çabalarıyla 2007 sonbaharında “Avrupa Birliğine girişimizi” Ankara-Kızılay’da 101 pare havai fişek atışıyla kutladığımız günleri de anarak bir küçük ayrıntıya daha değinelim:

2006’da hazırlanan ortaöğretim ders programlarından biri olan; ne amaçla bölündüğü hâlâ bilinmeyen, geçen yıl ve bu kez yeniden neden birleştirildiği de bilinmeyen Türk Dili ve Edebiyatı derslerinin Türk Edebiyatı ve Türk Dili programlarını hazırlayan ekibin, gündüzleri programlar için, geceleri de aynı derslerin kitaplarını yeni döneme yetiştirmek için nasıl yoğun mesai harcadıklarını, okullar açıldığında da yasal gereklilikleri tamamlanmadan, ayrıca başka yayınevlerinin hazırlamasına fırsat verilmeden piyasaya sürülen bu kitaplarla kaldırılan hasadın hesabı o günden bugüne verilmeden, en azından bir özeleştiri bile yapılmadan, Selçuk’la ilgili olumlu değerlendirmeler gerçekçi olmaz.

Verilmek İstenen Mesaj Ne Olabilir?

Elbette o yıllardan bu yana köprünün altından çok sular aktı. Okullardan Atatürk köşelerinin kaldırılmasını, “sınıfların duvarlarından o resimlerin indirilmesini” üyelik koşullarına ekleyen Avrupa Birliği fırtınası dindi. Küreselleşmenin uygarlaşmak için tek seçenek olduğunu ekranlardan, gazete köşelerinden toplumun beynine boca eden iç’li – dış’lı koronun sesi kesildi; o dalganın kuramcılarıyla avukatları bile yalanlarını itirafa durdular bir süredir. Yani takke düştü, kel göründü ve halkımızın AB ile ABD’ye bakışında ibrenin yönü değişti.

Durum böyleyken, var olan toplumsal iklimde, liberal eğilimleri ağır basan yeni Bakan üzerinden içeriye-dışarıya verilmek istenen mesaj ne olabilir?

Bir daha vurgulayalım      Kabul, Selçuk, iktidarın yarattığı İslâmcı imajla birebir örtüşen bir kişilik değildir. Ama en az bir o kadar göz ardı edilmemesi gereken bir olgu daha var ki, o da iktidarın özelleştirmeci yanıdır. 2002’lerde genel eğitim içindeki payı %2-3 dolaylarında olan özel okulların payı bugün %15’leri bulmuştur. Özellikle 4+4+4 yasasıyla “kolej” ambalajlı özel okullar hızlı bir artışa geçti ve bu artış, hızını kesmiş değil. Sayın Selçuk’un, sıkı kadrolaşmayla konumlanışını tamamlamış din odaklı içerik yapılanmasına yeni ayarlar vermek için değil, neredeyse başıboş yürüyen ve bir anda şişen özelleştirmeye daha planlı programlı bir düzen vermek için tercih edildiği kanısındayız. Buna, 16 yıldır liyakat yoksunu kadrolar elinde yerlerde sürünen eğitimi, bundan böyle, dünyadaki gelişmeleri yakından izleyen, öncekiler gibi İslamcı kimlik taşımayan, üstelik mesleğin içinden gelen bir bakan eliyle yürütüleceği izlenimi yaratma amacını ekleyebiliriz. Çünkü seçmenleri de içinde olmak üzere iktidara yönelen eleştirilerin başında eğitimdeki çöküş vardır.

Dileriz yanılırız, ama unutulmasın ki uzun süredir zaten evrak imzalamaktan öte yetkileri olmayan, bir gün sonra bile yukarıdan gelen hangi kararla karşı karşıya kalacaklarını kendileri de bilmeyen bakan örneklerini gördükten sonra, üstelik bütün yetkilerin tek kişide toplandığı bir sistem kurgusu içinde, bütün alanlarda olduğu gibi, eğitimde de bugüne kadar izlenen politikalardan farklı bir uygulama beklemek, boş bir avunma olur.

Bu metinle Sayın Selçuk’un geçmişteki uygulamalarından örnekler vererek bellekleri tazeleme gereği duyduk. Daha fazla bilgi için yazının başında sözü edilen kaynakların da içinde bulunduğu yayınlara bakılabilir. Sayın Selçuk, her şeye karşın, yine de bizleri şaşırtacak işler yapar mı?…  Bekleyip göreceğiz.
===================================
Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Ulusal Eğitim Derneğinin genel başkanı ama bu sanını (unvanını) Derneği adına yazdığı makalesinde bile kullanmayan alçakgönüllü bir insan Sayın Nazım Mutlu’dan bu önemli yazıyı paylaşıyoruz… Sayın Mutlu, bizim de sürdürümcüsü (abonesi) olduğumuz 36 yıllık dergi (kurucusu Sn. Zeki Sarıhan dostumuz..) Öğretmen Dünyasının da yükünü omuzluyor son yıllarda..

Eğitim politikalarında gericileştirme – dincileştirme ve sonunda baklayı ağzından çıkaran Erdoğan’ın itirafıyla “DİNDAR ve KİNDAR”, “dinini ve kinini eksik etmeyen” kuşaklar yetiştirmek, AKP’nin en temel stratejilerinden bir olagelmiştir 16 yıldır.

  • Denebilir ki, ekonomi ile atbaşı giden, belki daha da ağır yıkım ulusal eğitimde yaşanmaktadır.

Zorla imamhatipleştirme, “4+4+4” denen dünyada örneği olmayan ucube sistemin dayatılması, tüm üniversite öncesi okullarda yetişek (müfredat) ile oynanarak ağır dinci içerik yükleme..
Liselere ve üniversiteye geçişte sınavlarda yaygın hileler ve sistemi alt üst etme;
Eğitimi dincileştirip – gericileştirerek yandaşları pekiştirme (tahkim, konsolidasyon) sürdürülürken, bu kuşatmadan kurtulmak isteyen laik – çağdaş kesimin salt özel okullar seçeneğine mahkum edilmesi ve bu yolla eğitimde ciddi oranda dolaylı özelleş(tir)me..

Ve Uluslararası PISA yarışmalarında dibe vurma, üniversitelerin de gerile(til)mesi..

16 yılda bilerek ve isteyerek özellikle yükseköğrenimde olmak üzere ve öncesinde öğrenci yurdu gereksinimini karşılamayarak çocukları – gençleri tarikat / cemaat yurtlarına ve medreselerine.. teslim etmek..

Ama TOKİ ve beton sektörüyle 15 yılda 500 milyar Dolar serveti betona gömerek 2,2 milyon dolayında giderek lüksleşen konut fazlası yaratmak!

Bu yapılanların 1/1000’i vatana ihanet suçunun içini doldurabilir..

Sitemizde bu gün (17.7.18) Sayın Ayşe Kulin’in partili CB Erdoğan’a eğitim temalı açık mektubunu da yayınladık..

Bizlerin karşıtlığı (muhalefeti), tüm bilimsel dayanaklarına karşın, AKP = Erdoğan açısından bir değer taşımayabilir; görüyoruz ki taşımıyor da.. “4+4+4” ucubesi TBMM’de anamuhalefet CHP milletvekilleri dövülerek – tartaklanarak.. sopa zoruyla geçirildi.. Utanç belgeleri bunlar..

Ne var ki; bir de yaşananların öğrettiği acı gerçekler olmalı. AKP = Erdoğan‘ın hiç olmazsa onlardan ders çıkarmalarını diliyor ve hala umuyoruz..  Tersi durumda, genç kuşakları Küreselleşme cangılında rekabet edemeyecek bir Türkiye’de Erdoğan Sultan / İmparator  / Başkan ve de Halife… olsa ne yazar, olmasa ne yazar.. Elde kalan kağıttan kaplan ise.. Ülke içten işgal edilmiş ve tam sömürgeleştirilmiş ise, Osmanlı’nın son onyıllarında olduğu gibi..

Sevgi ve saygı ile. 17 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

 

CHP’nin İYİ Parti Hamlesi : AVA GİDEN AVLANIYOR…

CHP’nin İYİ Parti Hamlesi :
AVA GİDEN AVLANIYOR…

Zeki Sarıhan

İnsanın sinir sistemi diğer canlılar gibi, doğal tehlikelere karşı saniyeler içinde tepki veremeseydi, kim bilir dünyada şimdi böyle bir cins olmazdı.

Siyaset de gerekli tepkiyi gerekli zamanda verme sanatıdır.

AKP-MHP İttifakı, önümüzdeki seçimlerde, Tayyip Erdoğan’ın başkan olması için bütün tedbirleri aldıklarını düşündükleri bir anda CHP, beklenmedik bir manevra yaptı. Meclis’te beş milletvekili bulunan İYİ Partiye ödünç 15 milletvekili vererek onun Meclis’te grup kurmasını, böylece seçimlere katılmasını güvence altına aldı.

“Cumhur İttifakı” denilen cephede bir telaş, bir korku! Kaba etlerine çuvaldız batırılmış gibi koro halinde bağırmaya başladılar. CHP’ye, İYİ Parti’ye ve sözü edilen milletvekillerine demediklerini bırakmadılar. Korkunun dağları sardığını buradan anlamak mümkün.

Bu seçimler gerçekten de hem AKP, hem MHP için kendilerinin de sık sık dile getirdikleri gibi bir “beka” yani varlık – yokluk sorunudur. Bu nedenle seçimler için kesenin ağzını nasıl açmışlarsa, ağızlarını da açıp sözlüklerinde ne kadar hakaret kavramı varsa ortaya dökmekten başka çareleri yoktur.  Böyle durumlar için “Dinime dahleden bari Müselman olsa”  denir.

Aldığın olağanüstü önlemlerle, olağanüstü hal koşulları altında, demokrasi isteyenler için toplantı ve gösterileri yasaklarken, muhalefet milletvekillerinin ve belediye başkanlarının, gazetecilerin bir kısmı hapisteyken, üstelik karşında bölük pörçük bir muhalefet varken, beş yüz metrelik seçim koşusuna yüz adım önde başlıyordun. Esas umudunu muhalefetin birleşemeyecek olmasına bağlamıştın.

Daha üç gün önce (20 Nisan) “Erdoğan’dan Kurtulmanın Yolu” başlıklı yazımda, muhalefetin ne yapıp yapıp tek aday üzerinde birleşmesi gerektiğini yazmıştım. Hem de hiç gecikmeden. Akıl için yol birdir derler.

Muhalefetin merkezlerinden ikisi CHP ile İYİ Parti, şimdi anlamlı bir ilk adım attı ve demokrasi yanlılarında umudu çoğalttı, diktatörlük peşinde koşanların ise yüreğini ağzına getirdi. Bunun devamı gelmelidir.

  • İrili ufaklı bütün muhalefet, Türk Kürt Arap, Sünni Alevi, laik mütedeyyin, sağcı solcu liberal demeden diktatörlüğün karşına tek bir adayla dikilmelidir.
  • “Şuna değmiş buna değmemiş” diyecek ve geçmiş işleri kurcalayacak bir zamanda değiliz.
  • Herkes için özveri zamanıdır.
  • Günümüzde yalnız demokrasiyi geri getirmenin değil vatanseverliğin de temel şartı budur.

UĞUR MUMCU YAŞASAYDI

UĞUR MUMCU YAŞASAYDI…

Zeki Sarıhan

Gazeteci Uğur Mumcu’nun arabasına konulan bir düzenekle öldürülmesinin üzerinden çeyrek asır geçti. Onu fırtınalı bir havada görülmemiş bir kalabalıkla uğurladık. 25 yıldır, birçok toplantıda anılıyor. Bu yılki anma toplantıları Afrin Savaşı’nın gölgesinde kalacak gibiyse de birçok konuşmacı ve yazarın “Uğur Mumcu yaşasaydı bu savaş hakkında nasıl bir tutum alırdı” sorusunu dile getireceğini, hiç değilse bu soruya zihninde bir yanıt arayacağını sanırım.

Sahi, Mumcu yaşasaydı, beş gündür Suriye topraklarında girişilen yeni savaşı destekler miydi yoksa bunun karşısında bir duruş mu alırdı? Bunu bilmeye imkân yoktur. Ancak Mumcu’yu seven ve onu ananların tutumuna bakarak tahminde bulunmak mümkündür. Yalnız savaşın bu beş gününde değil, hazırlık dönemi de hesaba katılırsa aylardır süren bu harekâta taraftar olanlar arasında da, karşı çıkanlar arasında da Mumcu’nun sevenleri, hayranları var. Basın ve televizyonlardan bir toplam alınsa muhtemelen savaşı alkışlayanların daha çok olduğu görülür. Âdettendir, böyle zamanlarda sağduyunun yerini Sayın Cumhurbaşkanının ve hükümet sözcülerinin özenle ve ısrarla vurguladığı gibi “Biz ve onlar” söylemi alır. Devlet başkanından gazetecisine, televizyon programcısına, hükümetin açıklamalarından başka haber kaynakları sınırlı olan ev kadınına ve kahvehanelerdeki okey taşı döşeyenlere kadar, herkes “Biz” dir. Milletin çok az bir bölümü, özellikler aydınların bir kısmı Bu “biz” içinde yer almaz.  Sesleri fazla çıkmasa da onlar ilkeli düşünürler. Haklılıkları zamanla anlaşılır.

NİÇİN ÖLDÜRÜLMÜŞTÜ?

Uğur Mumcu’nun kimler tarafından öldürüldüğü konusu da uzunca bir süre yüzeysel değerlendirmelerin konusu oldu. Bunu geçen yıl bu tarihte paylaştığım “Uğur Mumcu Niçin Öldürüldü?” başlıklı yazımda anlattım. Komplo teorilerine sığınanlar bunu yapsa yapsa Amerika’nın yaptırmış olacağını yazıp durdular. Başka bir fail aramak boşunaydı! İran üzerinde kuşkular varsa da böyle bir bühtanda bulunmak yersizdi çünkü İran bölgede bir numaralı Amerika düşmanıydı. Türkiye’nin tam bağımsızlığını savunan Mumcu’yu (ve diğer laik aydınları) niçin öldürtsündü? Oysa bu cinayet daha önceki cinayet serilerinden farklıydı. Sonradan cinayetin Kudüs Selam Tevhid örgütünün bir üyesi tarafından işlendiği anlaşıldı ve bu katil ele geçirilemedi.

Amerika karşıtı olmak, dünyadaki ve bölgemizdeki diğer gerçeklere gözlerimizi kapamak anlamına gelmemeli. Mumcu’yu Amerika’nın öldürttüğü gibi düz mantık Hrant Dink cinayetinde de işletildi. Hatta Ermeni Patriğinin bile bu cinayetten haberdar olduğu ileri sürüldü. IŞİD’li katillerin işlediği Suruç katliamının bile Amerikan yapımı olduğunu ileri süren gazete oldu? Nasıl olsa halkımız komplo teorilerine bayılıyordu. Salla gitsin!

Ne siyasetçiler ne gerçek aydın olma özelliğini hak edememiş olan bazı okumuşlar neyin ne olduğunu, kimi nereye koymak gerektiğini tayin edemediklerinden ya da bilerek bilgi kirliliği yaratmak istediklerinden Türkiye’nin beli doğrulmuyor, böyle giderse daha uzun süre de doğrulmayacağı görülüyor.

Uğur Mumcu’nun katilleri İran kaynaklıydı.  İran hükümetinin doğrudan katkısı olsun olmasın İran’ın fanatik örgütleri, İslam devrimi dedikleri şeriatçı düzeni yaymak istiyorlar, laikliği savunan sivrilmiş aydınları katlederek millete gözdağı vermek istiyorlardı.

Hrant Dink’i kadim Ermeni düşmanlığından kuvvetle etkilenen ve devlet içinde koruyucuları da bulunan fanatik Ermeni düşmanları öldürmüştü. Suruç katliamını da ABD yapmamıştı. ABD’ye de düşman olan IŞİD yapmıştı. Ankara’daki Gar katliamı da hükümetin olayı sulandırmak için iddia ettiği gibi “kokteyl” bir saldırı değil IŞİD’in eseriydi. Bunlar, 1955’te Selanik’te Atatürk’ün evine bombayı Yunanların değil MİT görevlisinin attığı, bu olay üzerine İstanbul’da yaratılan 6-7 Eylül 1955 yağma ve katliamının komünistlerin değil hükümetin işi olduğu kadar açık bir gerçektir.

SURİYE’DE GERÇEKTE NELER OLUYOR?

Bugün Suriye’de ne olup bittiğini ve kimin orada ne istediğini anlamak için de komplo teorilerine pirim vermeyen gerçeklere bağlı bir mantık yürütmek gerekir.  Sıra ile ve kısaca anlatalım:

Suriye hükümeti: Doğal olarak Suriye topraklarının bütünlüğünü savunuyor ve bunun için çalışıyor.

ABD: Suriye devletini yıkmak, yerine ABD işbirlikçisi ve radikal İslamcı olmayan bir yönetim getirmek istiyor. Bu mümkün olmazsa, Kuzey Suriye’de bölgeyi kontrol edebileceği kalıcı bir bölge yaratmak niyetinde. İsrail ile aynı hedefi paylaşıyor. Başlangıçta Türkiye ile birlikte hareket ediyordu. Suudi Arabistan gibi bazı Arap ülkelerinin ve Avrupa Birliği ülkelerinin desteğini alıyor.

Rusya: Esat rejimini ayakta tutmak ve Suriye’nin yeniden bütünleşmesini sağlamak, bu yolla bölgede söz sahibi olmak, ABD’nin ülkeyi terk etmesini istiyor.  En büyük müttefiki İran

Kürtler: Suriye parçalanırken kendi yaşadıkları topraklarda bağımsız bir devlet, bu mümkün değilse özerk, laik ve demokratik bir bölge oluşturmak ve kurdukları kantonları birleştirmek istiyorlar.

Türkiye  : Başlangıç’ta Amerika ile birlikte Esat Rejini yıkmak için hareket ediyordu. Bunun mümkün olmadığını anlamış gibi. Şimdi Kürtlerin bağımsız veya özerk bir yapı kurmasına askeri müdahale ile engel olmak, burada Ankara’dan güdümlü ve Suriye hükümetine düşman Sünni bir bölge oluşturmak istiyor.

Cihatçılar: IŞİD’in büyük ölçüde kuvvet kaybetmiş olmasına rağmen Suriye’de hâlâ varlığını sürdüren ve çeşitli ülkelerin cihatçılarından destek ve eleman sağlayan hilafetçi kuvvetler, Suriye ve Irak topraklarında koyu dinci bir devlet kurmak istiyorlar.

Bu karmaşanın içinden çıkmak için;

ulusların kendi kaderlerini tayin etme,
iç işlerine karışmama,
her türlü emperyalizme ve toprak talebine karşı olma,
demokrasi ve laiklik

gibi değerlere sahip olmak gerekir. Bu ise feraset ister. Çoklarının yolunu şaşırdığı böyle sisli bir atmosferde bilmem Uğur Mumcu bunu başarabilir miydi? Anısına saygıyla… (24 Ocak 2018)
*****
Son sekiz aylık yazılarım için: zekisarihan.com

OKULLARIMIZ KİMLERİN ELİNDE?

OKULLARIMIZ KİMLERİN ELİNDE?

Zeki Sarıhan

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Günümüzde öğretmenlerin ne kadarının hangi siyasi eğilimde olduğu belki sendikaların üye sayılarına bakılarak az çok tahmin edilebilir. Doğru bilgilere ulaşabilmek için gene de bu konuyu araştırmak gerekir. Eğitim yöneticilerinin büyük çoğunluğunun dinci kesimden olduğu tahmin ediliyorsa da bu konuda tevatürler yerine araştırmaya dayanan bulgular bize ışık tutabilir.

Eğitim yöneticileri konusunda siyasi kadrolaşma hemen her dönemde yakınma konusu olmuştur. 1989 yılında öğretmenlerin müdürlerinden şikâyeti artmıştı. Öğretmenlerin okullarda rahat çalışamadıkları, eğitimde verimin düştüğü, bunda okul müdürlerinin payı olduğu ileri sürülüyordu. Bu iddiayı, ataması Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yapılan Ankara Ortadereceli okul müdürleri üzerinden ölçmek istedim. 183 okulun müdürünü okulun adı, müdürün adı, doğum yeri, doğum tarihi, mezun olduğu tarih ve okul, branşı, müdürlüğe atandığı yıl, siyasi kökenini tablo halinde hazırladıktan sonra onlara okulda eğitim öğretim hayatıyla ilgili dört soru yönelttim.  Bir kısmıyla yüz yüze bir kısmıyla telefonla görüştüm. Bu müdürlerle ilgili yaklaşık bin kadar öğretmenin görüşünü aldım. 2,5 ay süren bu araştırma sağcı kadrolaşmayı ortaya çıkardı. Müdürlerin okulundaki bütün öğretmenlerce ve diğer birçok müdür tarafından bilinen atandıkları tarihteki siyasi kökenlerini sosyal demokrat, merkez, sağ, hareketçi ve dinci olarak belirledim. Eskiden var olan “devrimci, sosyalist” sıfatını artık hiçbiri kullanmıyordu. Onlar esas olarak çoktan tasfiye edilmişti…

OKULLARDA SAĞCILARIN İKTİDARI

Ankara doğumlu olan müdür sayısı 33 (% 18) gibi yüksek bir sayıdaydı. Ankara’yı Erzurum, Yozgat, Kars, Çorum ve Çankırı izliyordu. Yüzde 71’i Ankara-Konya-Mersin çizgisinin doğusundaki doğu illerden gelmişlerdi. Müdürlerin yaş ortalaması 41’di. Gerek il kökenleri, gerekse müdürlerin çoğunun genç olması, laik kuşaklar yerine atamada Türk-İslam sentezcilerinin tercih edildiğini gösteriyordu. Müdürlerin % 64’ü son beş yıllık zaman diliminde ANAP iktidarı tarafından atanmıştı. 1984 yılından önce atananların %60’ı öğretmenlerin de genel eğilimi olan sosyal demokrat iken 1984 ve sonrasında atananlarda bu oran %8’e düşmüş (gerçekte ise kimisi görevinden alındığı halde mahkeme kararıyla geri dönmüş), buna karşılık dinci, hareketçi ve diğer sağ görüşteki müdürlerin oranı 1984 öncesi atamalarda %29 iken 1984 ve sonrasında bu oran %79’a çıkmıştı. Yeni mezunlar (1977-1981) %35’le çoğunluktaydı. Branşı (AS: Dalı) “din kültürü ve ahlak” olanlar 25 sayı ile ilk sıradadır. Ortaokullardaki ders ağırlıkları hesaba katıldığında din bilgisi öğretmenlerinin müdür yapılmasında 2,5 kat, Liselerde ise 4,5 kat kayırıldığı anlaşılmaktaydı. Müdür yardımcılıklardaki kayırma çok daha fazla olduğu bilinen bir gerçekti. Bu yardımcılar çok geçmeden müdür olacaklardı..

ÖĞRENCİLER ELEŞTİRİRSE…

“Öğrenciler sizi yüzünüze karşı eleştirseler bunu nasıl karşılarsınız?” sorusuna sosyal demokrat müdürlerin % 100’ü bunu koşulsuz olarak olumlu bulacakları yanıtını verirken, bu oran “Hareketçiler”de %73’te “dinci”lerde %78’de kalmıştır.  (Bu yanıtların içtenliği kuşku götürse de, “eleştiriye kapalı olmak” izlenimi vermemek için “açığım” yanıtı verildiği düşünülmektedir.)

OKULA GAZETE GİRMELİ Mİ?

 Müdürlere 2. sorumuz “Öğretmenlerin kendi bütçeleriyle öğretmenler odasına toplu olarak gazete almalarını, hatta bunu ertesi gün okul kitaplığına devretmesini nasıl karşılarsınız?” idi.  Bu soruya yanıt verenler içinde “Hareketçi” müdürlerin %49’u, dincilerin %26’sı, sağcıların %50’si, merkezdekilerin yüzde 60’ı,  sosyal demokratların ise % 75’i olumlu yanıt vermiştir. Sosyal demokratlar okulda gazeteye en açık, dinciler ise en kapalı kesimdi.

MÜDÜRLERİ ÖĞRETMENLER SEÇSE…

“Müdürleri Öğretmenlerin seçmesi görüşünü nasıl karşılarsınız?” sorusuna yanıt veren 132 müdürün %38’i “olumlu bulurum”, 10’u “şartlı olarak olumlu bulurum” 29’u “olumsuz bulurum” yanıtını vermiş,  8’i kararsızlık bildirmiş, 15’i de “söylemem” demiştir. Olumlu bulanların yüzdeleri politik eğilimlere göre sıra ile şöyledir : Sosyal Demokratlar 64, merkezciler 60, sağcılar 46, hareketçiler 33, dinciler 26. Öğretmenlerin yönetime katılmasına en sıcak bakanlar sosyal demokratlar, en uzak duranlar ise dincilerdir.

ZORUNU DİN DERSİ

“Zorunlu din dersinin laikliğe ve vicdan özgürlüğüne aykırı olduğu” görüşüne ne dedikleri sorumuza ise “zorunlu olmalı” diyenlerin oranları % olarak şöyledir: Dinci 64, merkez 57, hareketçi 54, sağcı 46, sosyal demokrat 11. Din derslerinin zorunlu olmasını en çok isteyenler dinciler, en az isteyenler ise sosyal demokratlardır.

SEVİLEN MÜDÜRLER SOSYAL DEMOKRAT

Öğretmenlerin verdiği yanıtlara göre müdürlerin okullarında sevilip sevilmediği de “Seviliyor, normal, olumsuz” yargılarından biri ile listelenmiş, sevilip sevilmedikleri konusunda net bir kanıya varılamayanların bu konudaki hanesi boş bırakılmıştır. 28 müdürün öğretmenler tarafından sevildiği, 29’unun durumunun “normal” olduğu, 41 müdürün karşısına ise “olumsuz” (yani sevilmediği) yazılmıştır. Sevilen 28 müdür içinde 20 sayı ile (Yüzde 71) sosyal demokratlar başta gelmektedir. Müdürler içinde en yüksek sayıda bulunan hareketçilerden yalnız 4’ü dincilerden 2’si, sağ ve merkezcilerden 1’er müdür sevilenler listesine girebilmiştir.

Araştırmanın sonuç bölümünde şunları yazdım:  “Ankara ortadereceli okulları, genel profil olarak genç, muhafazakâr, deneyimsiz ve kıdemsiz öğretmenler tarafımdan yönetilmektedir. Milli Eğitim’de Hasan Cemal Güzel’in inkâr etmesine rağmen (AS: yadsımasına karşın) büyük bir sağ kadrolaşma yaşanmıştır. Bazı müdürler, atanabilmek ve yerlerini korumak için renk değiştirmeyi tercih etmektedir. Bu durum çoğunluğu demokrat ve solcu olan öğretmenleri huzursuz etmekte ve onların okul içindeki verimini düşürmektedir. Bu yönetici kadroların eliyle 21. Yüzyıl’ın “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklarını yetiştirmek (AS: Atatürk‘ün ilkesi!) olanaklı değildir. Çözüm yöneticilerini öğretmenlerin seçmesidir. (“Okullarımız Kimlerin Elinde?”, Öğretmen Dünyası, Yıl 10, Sayı 115, Temmuz 1989, s. 3-30)

Çizim, Öğretmen Dünyası’nın işaret edilen sayısının konu ile ilgili kapağından alınmıştır.

Diğer yazılar için: zekisarihan.com
===================================

Dostlar,

Sayın Zeki Sarıhan dostumuz gerçek anlamda nitelikli bir aydındır.
Bir eylem adamıdır..Örn. Ulusal Eğitim Derneğini kurmuş, 35 yılı aşan süredir yayında olan Öğretmen Dünyası dergisini yayın yaşamına koymuştur. Çok sayıda kitabın ve makalenin yazarıdır. 

Bu yazısı neredeyse 30 yıl önceki bir araştırmaya dayanmaktadır. Sayın Sarıhan neden 30 yıl önceki bir yazısını yenilemeden yinelemek gereksinimi duymuştur?

Açıktır ki günümüzde durum çok daha karanlıktır.. Dilerseniz koyu İslami yeşildir diyelim.. Daha doğrusu İktidar partisi AKPnin yorumu ile İslami yeşil.. Özüne ne denli yakın, kocaman bir soru işaretidir.

Günümüzde kara çarşaflı öğretmeleri okullarda görüyoruz, ilkokul çocuklarının topluca camilere namaza götürüldüklerini, okullarda ANDIMIZ’ın kaldırıldığını ve yerine “selamın aleyküm” karşılamaları ve ANDIMIZ yerine dinci içerikli bir söylemin aldığını, PİSA sınavlarında sürekli gerilediğimizi… acı acı izliyoruz. AKP iktidarı stratejik bit hata yapıyor. Eğitim sistemini dincileştirerek ülkemizi 21. yy’da geçelim 1. ligde, ayakta tutmak bile olanak dışıdır. Hele hele müfredatı ağır dinci içerik ve neredeyse tüm okulları imamhatipleştirici biçimde değiştirmek ve tektipleştirici hedefler ile “dindar – kindar” nesiller yetiştirme söylem ve eylemi olağanüstü tehlikelidir.

  • Erdoğan, “dininizi ve kininizi eksik etmeyin..” buyurmaktadır!

Bu söylem olağanüstü sakıncalı ve ülkede inanç temelli iç savaş tohumlamaktır.
Ayrıca İslam dini ile bağdaşması olanaksızdır. Çünkü İslam dahil hiçbir din kin ve nefrete yer vermez. Tersine iletileri vardır ve nefis terbiyesi önerirler kin – nefreti dışlamak da içinde.. Dolayısıyla Erdoğan’ın söz konusu söylemleri açıkça din dışıdır, İslam dinine aykırıdır.

Siyaset ve hırsı aklı ve sağduyuyu kör etmemelidir.. Bunun topluma zararı ölçülemeyecek ve hayal bile edilemeyecek denli ağırdır. Türkiye, EĞİTİMDE DİNCİLEŞTİRME başta olmak üzere yaşamı bütünüyle laik – seküler yapıdan kopartma – uzaklaştırma politikalarını hızla ve köktenci biçimde terk etmek zorundadır.. Daha fazla gecikmeden ve iş işten geçmeden..

Sevgi ve saygı ile. 25 Aralık 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

SARIKIZ ANNE OLDU

SARIKIZ ANNE OLDU!..

Zeki Sarıhan

İki oğlan sahibi olduğumuz halde, çok uğraşmış bir kız sahibi olamamıştık! Geçen yıl ekim sonlarında Anamur’dan tatilden dönmekte olan Ayhan ve Rahime bize güzel bir dişi kedi yavrusu getirdi. Böylece bizim de bir kızımız oldu. Onun eve nasıl alıştığını, kısa zamanda serpilip geliştiğini, mahallede nasıl kendine arkadaşlar bulduğunu ve gece yarılarına kadar eve gelmediğini, hatta bazen geceyi bile dışarıda geçirdiğini “Kız Babası Olmak Ne Kadar Zormuş!” başlıklı bir yazımla paylaşmıştım.  Onun gelmesi gecikince bizi bir telaş alıyor, sokağa çıkarak “Sarıkız, Sarıkız!” diye onu çağırıyor, gelmediği zaman gözümüze uyku girmiyordu…

2 Ağustos günü sabahleyin bir aylık tatile çıkacakken onu da götüreceğimizden akşamdan eve kapattık. Sabahleyin de dışarı kaçmasın diye kapıları açmadık. Yalnız ben evin üçüncü katında bir yazı paylaşmak için bilgisayara çıktım. Ortalık fırın gibi sıcak olduğundan sol taraftaki pencereyi açtım. Buradan da kaçamazdı herhalde!

İşim bitince o pencereyi de kapatıp salona indim. Yola çıkacağız. Sarıkız yok! Kaşla göz arasında nereye gitti bu yaramaz? Ara tara yok! Evin her köşe bucağını, dolap çekmecelerine varıncaya kadar didik ettik, yok! Demek tehlikeyi göze alıp bu yüksek balkon penceresinden atladı…

Yolculuğu ertelememiz mümkün değil. Yoksa üç kişilik uçak bileti yanacak! Çaresiz Sarıkız olmaksızın yola çıkmaya karar verdik. Fakat onun için aldığımız mama paketlerini komşuya bırakarak, Sarıkız’ı görürse bunları vermesini rica ettik. Bir de Sarıkız’ın istediği zaman eve girip çıkması için bodrumum kuş penceresini açık bıraktık. Buradan bodruma atlayabilir, oradan camlı balkona çıkabilir, hafif aralık bıraktığımız balkon kapsından da salona geçebilir ve evi istediği gibi kullanabilirdi. İçeriye de mama koyduk. O aç ve sefil kalırsa yediğimiz lokmalar boğazımıza takılırdı.

Tatil yerinden birkaç kez komşuya telefon ettik. Onu ara sıra görüyormuş ve mamasını veriyormuş. Fakat o da tatile gidince görevi sitenin kapıcısı devraldı.

20 gün sonra eşim, bir günlüğüne Ankara’ya geldi. Kapıyı açık gören Sarıkız, koşarak gelmiş. O geceyi eşimle birlikte geçirmiş, sabah olunca gene kendisini sokağa atmış. Bu arada eşim onun karnının şiş olduğunu fark etmiş! Sarıkız yoksa hamile mi idi? Bize torunlar mı verecekti? Biz dönmeden doğum yaparsa nerede doğuracaktı? Yavrularını besleyebilecek miydi?

3 Eylül öğleden sonra eve döndüğümüzde daha bavullarımızı açmadan ilk işimiz “Pisi pisi! Sarıkız, Sarıkız!” diyerek onu çağırmak oldu. Evde değildi! Bir süre sonra kapıdan hızla girdi. Doğru mutfağa geçti ve mama kutusuna yöneldi. Verilenlerin hepsini yedi ve daha fazlasını da istedi. Ürkek, şaşkın bir hali vardı. Tedirginliği gözlerinden bile okunuyordu! Kendisini kucağımıza almaya izin verdi. Karnı boşalmıştı! Doğum yaptığı, yakın zamana kadar belli bile olmayan, tüylerinin arasına gizlenmiş altı memeciğinin kıpkırmızı ortaya çıkmasından belliydi…

Sevgili torunlarımız neredeydi acaba? Yoksa onları köpekler mi paralamıştı? Yavrularının yanına gidebilmesi için kapıları açarak evin içinde huzursuzca koşturan bu yeni anneyi serbest bıraktık. Nereye gittiğini izlemeye çalıştıksa da başaramadık. Gece yarısı kapılara çıkıp çağırdıysak da bize yanıt vermedi.

TORUNLARIMIZI NASIL BULDUK?

Ertesi gün, onu mahallede sorup yerini bulmaya karar verdik. Sorduğumuz ilk komşu, “Bizim Bodruma girip çıkıyordu, bir bakalım” dedi. Bodrumun kapısı bozuk olduğundan kedinin girip çıkmasına elverişliydi.

Bir de ne görelim? Bodrumun kuytu bir köşesinde bizim Sarıkız kıvrılmış, yavrularını da koynuna almış, yarı bitkin bir halde yatıyor! Bebek odası olarak seçtiği yere el uzanamıyordu ve yer duvardan dökülmüş harçlarla doluydu!

Onunla konuştuk. Kendisini çok sevdiğimizi, eve gelmesini, orada daha rahat edeceğini söyledik. Bize anlamsız gözlerle baktı! Bütün dikkati kımıl kımıl karnındaki memeye ulaşmaya çalışan gözleri açılmamış bebeklerindeydi.

Onları orada öylece bıraktık. Nasılsa kendisi eve uğrayacaktı. Nitekim, iki saat sonra eve mama yemeğe geldi. Hemen kapı ve pencereleri kapatıp eve hapsettik. Onun yavru iken bize getirildiği sepeti ve bir faraş aldım. O bodruma indim. Bebekleri, kolumun uzanabileceği yere kadar süpürüp teker teker sepete koydum. Eve getirip salonun kuytu bir köşesine, sepetten elma boşaltır gibi boşalttım. Sonra Sarıkız’ı yanlarına götürüp bıraktım.

Onları, bir kadının bebeğini koklaması gibi kokladı, hemen memelerine ulaşabilecekleri bir biçimde yanlarına yattı. Beş sevimli bebek de kâh birbirlerinin üstüne çıkarak, kâh memeyi analarının başka yerlerinde arayarak süte ulaşmaya çalışıyorlardı. Evrimin bu mucizesinden uzun süre gözümü alamayarak bu yazıyı yazmaya çıktım.

Sarıkız’la yavrularının bağını gördükçe, bu bebeklerin babalarını merak ettim. Şimdi onlar kim bilir nerelerde sorumsuzca dolaşıyorlardı! Biz erkeklerin yaptığı gibi…

Ey insanoğlu, şu duruma bakın ve hiç değilse kadınlarınıza olan saygınız artsın(04 Eylül 2017)
====================================
Dostlar,

Dünyanın ve Türkiye’nin içine sürüklendiği hengamede insanlığımızı unuttuk neredeyse.. Oysa Evren, sanırız, SEVGİ temelli..
Mağaradan çıkan insan’‘ uzayın derinliklerinde dolaşıyor.. Voyager 1 ve 2, kırk yıl önce 1977’de uzaya fırlatılmışlardı ve inanılmaz, beklenmeyen bir başarımla (performansla), görsel değilse de hala veri yollamayı sürdürüyorlar..

Öte yandan ”Mağaradan çıkan insan”, Platon’un ”Mağara mitosu”nu da aşmış ve yaşadığı gezegenden dışarı uğrarken, büyük ölçüde ”sevgisiz kalmış”, sevgiyi unutmuştu!..
”Sevgi dolu insan” yeryüzünün hemen hemen tüm sorunlarını çözebilir oysa..
Sayın Zeki Sarıhan’ın sevgi dolu sıcacık dizeleri bize bunları çağrıştırdı..
Tabii son dizedeki öğüdü kaçırmadan..
Teşekkür ederiz bu insan sıcağı yazı için Sarıhan ailesine.
Sarıkız’ı ve ailesini sevgi ile selamlıyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 05 Eylül 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

KARINCALARIN SAVAŞI

KARINCALARIN SAVAŞI

Zeki Sarıhan

Hayvanların davranışlarını gözlemeye pek meraklıyımdır. Vahşi doğa belgeselleri seyretmeden duramam. Bu aslında biz insanların davranışlarındaki temel güdüleri anlamaya yarar.

Evimizin bahçesinde bir karınca yuvası gördüm. O minicik bedenleriyle kuru çalılar arasında sağa sola koşuşturan karıncalar yuvalarına bir şeyler taşıyorlardı. Onlar da bizim gibi boğazlarının derdinde olmalıydılar. Aynı zamanda kış hazırlığını ihmal etmeyecek kadar genlerine işlemiş bir içgüdüleri vardı.

Gözüm onların dur durak bilmeyen koşuşturmalarına dalmışken bir ara birkaç adım ötede başka bir karınca yuvası daha gördüm. Acaba bu iki topluluğun birbirlerine karşı davranışları nasıldı? İyi geçiniyorlar mıydı? Birbirlerine karışıyorlar mıydı? Herkes yuvasını kolaylıkla buluyor muydu?

Deneyip öğrenmekte yarar vardı: İkinci yuvanın çevresindeki karıncalardan birini incitmeden tuttum, birinci yuvanın ağzına bıraktım. Hatta onu yuvanın içine ittim.

Karıncaları birbirinden ayıracak bir nişane yok ki, benim deney için seçtiğim karıncanın hangisi olduğunu bileyim. Onların yalnız büyüklükleri farklı.

Merakla beklemeye başladım. Çok geçmeden yuvanın ağzında olağandışı bir hareketlilik başladı. Yuvanın sahipleri, bir karıncayı (benim içeri attığım karınca olmalıydı) hep birlikte yuvadan çıkardılar. Onu iki karıncaya emanet ederek kendileri işleriyle meşgul olmaya başladılar.

Benim karıncam, düşmanlarının elinden kurtulmaya, kendi yuvasına doğru otların arasından gitmeye çalışıyordu ama diğer ikisi onu bırakmıyordu. Alt alta, üst üste bir boğuşma başladı. Birbirlerini ısırmaya çalışıyorlar, incecik bellerinden ikiye katlanıyor, birbirleriyle bir yumak haline geliyorlardı. Bir hayli savaştıktan sonra benim deneysel karıncam iki düşmanının elinden kurtuldu ve kendi yuvasına doğru gitti. Herhalde kendi kabilesi üyelerine başına geleni kendi dilince anlatmıştır…

Tek bir deneyle bilimsel sonuçlara ulaşılamayacağını bildiğim için onu tekrarlamaya karar verdim. Bu kez, birinci yuvanın çevresinden bir karıncayı tam bir saman çöpünün üstündeyken çöple birlikte kaldırdım ve ikinci yuvanın ağzının içine ittim.

Burada da aynı olay yaşandı. Yuvanın sahipleri komşu yuvanın karıncasını yaka paça yuvadan çıkardı. O can havliyle kendi yuvasına doğru koşmaya çalışırken karıncalardan biri peşine düştü. Bu ikisi arasında korkunç bir boğuşma başladı. Sonunda, benim deneysel karıncam, peşine düşen ve onu öldürmeye çalışan karıncayı belinden ısırarak iki parçaya ayırdı ve onun cansız bedenini orada bırakarak kendi kabilesinin bulunduğu yuvaya doğru yol aldı.

İNSANLARIN KABİLE SAVAŞLARI GİBİ

Bu olay bana, insanlar arasındaki kabile savaşlarını hatırlattı. İlkel bir hayat yaşadığımız yüzbinlerce yıl öncesinde yaşanan ve günümüzde de devam eden bir savaşı. Her kabile, yaşamak için birbirlerine kenetlenmek ve yabancılarla savaşmak zorunda.

Sonra bu kabileler genişleyerek ve çoğalarak millet oldular. Modern bir kavram olan millet, artık tek bir kabileden oluşmuyor. Dilleri, dinleri, ırkları farklı topluluklar da tarihsel ve ekonomik ihtiyaçlarla bir araya gelip barış içinde yaşayabiliyorlar. Başka milletlerle de barışçı ilişkiler kurabiliyorlar. Birbirlerine gidip geliyorlar, ticaret yapıyorlar, hatta uluslararası ortak hukuk metinleri yaratıp bunlara uyuyorlar.

Ama bunlar medeni milletlerin anlayışı. Hâlâ ilkel anlayışlardan kurtulamamış ve kabile yaşayışı ve anlayışını terk edememiş milletler, hem kendi içlerindeki farklı din, dil, ırk gibi özellikler taşıyanları kendilerine benzetmek için asimilasyon uyguluyor, ülke dışına sürüyor veya topluca öldürüyor  Şimdi ülkemizin çevresinde her gün tanık olduğumuz bu gibi olaylar Türkiye tarihinde de çok yaşandı. Şimdi “tek… tek… tek… tek…” diye tekerleme haline getirilen ideoloji de bunun bir devamı.

Farklı karınca kabilelerini birbirine karıştırmak ve aynı yuvayı paylaşmalarını sağlamak mümkün değil. İnsanoğlu denilen canlı türü ise milyonlarca yıllık bir sosyal evrimden geçerek karıncalardan çok farklılaştı. Tek’çiler ise hâlâ buna uyum sağlayamamış olanlar. Bu “tek… tek… tek… tek…’in asıl muradı tek parti ve onun da başındaki Tek Adam rejimi. Son zamanlarda muhalefeti tamamıyla silmeye yönelik tehditlere baksanıza… (Ayvalık, 17 Ağustos 2017)

 

 

 

ERDOĞAN’IN KURUCU OLDUĞU YENİ DEVLET

ERDOĞAN’IN KURUCU OLDUĞU
YENİ DEVLET

Zeki Sarıhan

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

AKP’nin yetkili isimlerinden biri, katıldığı bir televizyon programında söz düşürerek Yeni bir devlet kuruyoruz. Kurucusu da Recep Tayyip Erdoğan’dır demiş. “İster beğenin, ister beğenmeyin” diye de eklemiş. “İster beğenin ister beğenmeyin” sözünü, “Siz karşı çıksanız da zorla kuracağız” diye anlamak gerekir.

“Yeni bir devlet kurulacağı”, geniş bir tepki aldı. Ucu açık bu ifadeden birçok yurttaş ürküntüye kapılmış olmalı. Öyle ya, kurulmakta olan veya kurulacak bu yeni devlet nasıl bir şey olacak? “Yeni” olacağına göre bayrağı, başkenti, resmî dili, toprakları, yönetim biçimi ne olacak?

Bu ürküntüyü sakinleştirmek için hükümet yetkililerinden bazı açıklamalar geldi. Sonunda bu yeni devletin “kurucusu” olduğu söylenen Erdoğan da konuştu. Yoktu öyle bir şey! Bu konuda açıklama yetkisine sahip yalnız kendisiydi. Tek vatan, tek bayrak…” diye başlayan Rabiasını sıraladı.

Uzunca bir süredir tehlikeyi görenler ve uyarı görevlerini yapanlar için bu hiç de inandırıcı bir açıklama değil. “Yeni bir devlet kuruyoruz” diyen sözcünün kastı da vatanı, bayrağı vb.ni değiştirmek olamazdı. Çoktandır zaten adım adım değişmekte olan, bu devletin içeriğidir. Başkanlık sistemi boşuna getirilmiş değildir. Türkiye bu sistemle kuvvetler ayrılığına dayanan parlamenter bir sistemden çıkmış, hem parti başkanı hem de devletin başı olan, fiilen de her işte tek karar verici padişahlık benzeri bir sistemle yönetilmeye başlanmıştır. “Cumhuriyet” adını değiştirip yerine “Sultanlık” demenin bir anlamı var mıdır? Bu gibi işlere daha sonra sıra gelecektir.

Türiye’nin hukuk sistemi değişmemiş midir? Değişmemiş ise, bir devlet başkanı, kendisinin ve partisinin atadığı hukuk adamlarına nasıl olur da kimlerin suçlu olduğuna, bunların nasıl cezalandırılacağına, hatta hangi tutuklulara nasıl bir elbise giydirileceğine varıncaya kadar talimat verebilmektedir?

Türkiye’nin eğitim sisteminin laiklikle bir ilgisi kalmış mıdır? Anaokullarından başlayarak çocukların ve gençlerin bilimden uzak tutulduğu, bütün eğitim kurumlarının İmam Hatipleştirildiği,

  • Şeriatçı bir düzene geçmek için acele edildiğinden, iktidarın emir ve kumandasındaki
    dinci vakıfların yardıma çağrıldığı bir eğitim sistemi,
    yeni kurulmakta olan devletin kanıtı değil midir?

“Eski” dedikleri devletin “Yurtta sulh, dünyada sulh” ilkesi bir yana bırakılalı çok oldu. Yeni devlet hâkimiyet alanı olarak Türkiye topraklarıyla yetinmeyeceğini ilan etti. Stratejik Derinlik politikası gereği Saraybosna’dan Endonezya’ya kadar varına yoğuna selam gönderilen Müslüman ülkeler, şimdi Suriye ve Irak topraklarından başlayarak göz dikilen ülkeler oldu.

“Eski” devlet, çağdaşlaşmayı hedeflemişti ve bu nedenle Batı’daki demokratik kurumları ülkeye getirme çabasındaydı. İkinci Mahmut’tan, özellikle Tanzimat’tan beri böyleydi. Yeni devleti kurmaya niyetlenenlerin özellikle 2012’den beri böyle bir çabasına tanık olan oldu mu? Onlar aksine kumanda ettikleri bütün kurumlara “Geriye dön! Marş marş!” komutunu verdiler. Bazı safdiller, bunu emperyalizmle mücadele zannetseler ve bu yorum iktidarın işine gelse de,

  • hedef Ortadoğu ve Körfez’dekilere benzer gerici bir kabile yönetimi kurmaktır.

İktidar mensuplarının bu geriye gidişte dayandıkları kuvvet, Türkiye’nin kırsalıdır. Bu “kır” artık yalnız köylerde ve taşra kentlerinde değil, büyük kentlerin varoşlarına yığılmış ancak kırsal kültürü terk edememiş, az eğitimli ve maalesef az kazançlı yığınlar ve onların dilinden anlayan açıkgözlerdir.

Bir torba kömür ve birkaç kilo makarna ile durumu anlatmak pek basit olur. İktidar son 15 yıldır kendisi için pek verimli bir strateji ile bu kitlenin iplerini eline geçirmiştir. Seçmenlerin yaklaşık yarısının hâlâ desteğini elinde tutuyor. İşte bu kitle, kendisini iktidarda sanıyor ve rejim değişikliği konusundaki gelişmelere şimdilik duyarsız kalıyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nin AKP’nin eline geçinceye kadarki yaklaşık 90 yıllık öyküsü de derslerle dolu olmalıdır. Çağdaşlaşma ve laiklik iyidir, ancak bunların karın doyurucu da olması gerekirdi. Gelecek yazımda “Deveyi Yardan Uçuran…” yazımda bu konuyu irdelemeye çalışacağım.

Bir açıklama : “Osman Bolulu İçin” başlıklı yazımda şöyle bir cümle vardı: “Bolulu’nun Türkiye’nin geldiği bu beklenmedik durum karşısında kahır içinde öldüğü bir gerçektir. Sami Nabi Özerdim’in, Kenan Evren rejiminin yürürlükte olduğu bir dönemde “Artık yaşamanın bir anlamı yok!” dediğini hatırlıyorum. Nitekim Yalnızlık ve kahır içinde öldü. Bugünkü rejimin de birçok aydının ömrünü kısalttığını sanırım.”

Evlatları bu cümleden Bolulu’nun rahatsızlığı dönemde kendileri tarafından yalnız bırakıldığı anlamını çıkarmışlar.  Oysa paragraftan da anlaşılacağı gibi yalnızlık Sami Nabi Özerdim için kullanılmıştır. Bunda bile O’nun yalnızlığı ailesine değil, Kenan Evren rejimine bağlanmıştır. Kahır içinde ölmek ise bağımsızlığı, çağdaşlaşmayı ve toplumsal adaleti yaşamasının anlamı haline getiren her aydının, günümüzde gelinen yer açısından taşıdığı bir duygudur. Cümlede de anlatıldığı gibi “kahretmek” onların yüce umutlarıyla ilgilidir. Hangimiz kahretmiyoruz ki? Osman Bolulu da umutlarıyla yaşamış bir devrimciydi. Yazıdaki hiçbir ifade ailesiyle ilgili değildir. (Ayvalık, 8 Ağustos 2017)
===================================
Dostlar,

Sayın Zeki Sarıhan oldukça önemli bir irdeleme yapmakta bu yazısıyla.
Yazı içeriğine biz de bütünüyle katılıyoruz.
Ancak, 21. yy’ın şafağında AKP = RTE‘nin gönlünde yatan şeriat düzenini Türkiye’de “Anadolu Federe İslam Cumhuriyeti” adı altında değilse bile “niteliğinde” kurmak için tarihsel konjonktür elverişli değil. Bu bağlamda bir makalemiz web sitemizde yayınlanmıştı :

Ne var ki, Türkiye Aydınlanmacıları elbette bu tarihsel diyalektik saptama – beklentiye bel bağlayacak değillerdir!

Tersine, söz konusu tarihsel – konjonktürel -diyalektik gerçekliğin – beklentinin enerjisini ve rüzgarını da ardımıza alarak; asla umutsuzluk ve yılgınlığa düşmeden Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün görkemli yapıtı ve kutsal armağanı Cumhuriyetimizi savunacak ve bu kuşatmayı da savuşturacağız.. 94. yaşını sürdüren Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu yana kaçıncı saldırı bu AKP = RTE kuşatması; tarihsel bellek ve bilincimizde kazılıdır.

İç ve dış koşullar herkesi terbiye eder. Jeopolitik yasalar AKP = RTE’yi de gereken rotaya sokacaktır.

Stratejik diyalektik ya da diyalektiğin şaşmaz stratejisi kimseyi istisna tutmaz.

Ölümün, hastalanmanın ya da yılgınlığa kapılarak tasfiye olmanın zamanı değil!

Sevgi ve saygı ile. 068 Ağustos 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com