Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

‘Bu can bu bedenden çıkmadan…’

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 19 Kasım 2021

 

Artık bir “Türkiye Klasiği” haline getirdiler olayı.

Birinci perde: Bir yabancı din adamı, bir gazeteci, bir turist. Mesleği hiç fark etmiyor. Casusluk yaptığı gerekçesi ile gözaltına alınıp oradan da tutuklanır ve cezaevine yollanır. Hakkında, en yetkili ağızlardan, “terörist”ten başlayıp “casusluğa” kadar devam eden en ağır ve zehir zemberek iddialar kamuoyu ile paylaşılır.

İkinci perde: Hüküm giymeden, hakkında oluşturulan algı ile adeta “idamlık mahkûm” gibi kaderini merak eden bu kişinin vatandaşı olduğu ülke yönetimi “derhal serbest bırakılmasını” ister. Sert bir karşılık görür. Türkiye’nin en tepelerinden “Bu can bu bedende olduğu müddetçe o şahıs asla bırakılmayacak” mealinde bir “meydan okuma demeci” yayımlanır. Bu cümleyle 180 derece zıt bir içerikle, “bu memlekette yargının bağımsız olduğu ve kimsenin karışamayacağı” yalanı da buna eklenir.

Üçüncü ve son perde: Akabinde, havaalanlarımızdan birinden kalkan bir özel uçakta, VIP bir yolcu, sessiz sedasız ülkesine dönmektedir. Aynı dakikalarda, yabancı ülke yöneticilerinden manidar bir “Teşekkür mesajı” yayımlanmaktadır.

Bu oyunun kim bilir kaçıncı kez “yeniden sahnelenişini”, İsrailli “casus” karıkoca olayında yaşadık. Yaklaşık bir hafta sürdü komedi. Komedi diyorum, çünkü İsrail hükümeti ya da dünyanın en sofistike gizli servisinin, hem de bu devirde, ellerinde cep telefonu ile Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın evini tespit etmek üzere Çamlıca Kulesi’nin tepesine adam yollayacağını (o “ajanların” da kule restoranın garsonlarına enseleneceğini) düşünen kafanın kendisi “ucuz bir komedidir”. Aslında güldüremeyen, kendisini acınır duruma düşüren bir komedidir.

Öylesine acıklı bir tablo ki bu, içeride “üç beş tane anti-gâvur, anti-İsrail, zenofobik” oy devşireceğim ve “dik duran liderlik” rolü oynayacağım diye, dışarıya rezil olmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bıkmadılar, aynı tiyatroyu tekrar tekrar oynamaktan.

Bıkmadılar, önüne geleni “casus” ya da “terörist casus” ilan etmekten.

Bıkmadılar, ülkemizin itibarını beş paralık edip ayaklar altına almaktan.

Bir bitin artık.

‘Açık yaralar’ ve Kılıçdaroğlu

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli 

Eski bir tabir vardır:

“Kırılan kemikler, neticede kaynar. Ama sözle açılan yaraların tedavisi bir ömür sürebilir.”

Sözle ve eylemlerle açılan tarihi toplumsal yaraların iyileşmesi ise “birkaç neslin ömrüne” yayılabilir.

Hafta sonunda, evinin çalışma odasından yayımladığı video mesajında “helalleşme”den söz ederek sadece siyasi karşıtlarını değil, aralarında kendi partisinin tabanı da olmak üzere tüm ülkeyi meraka boğan CHP Genel Başkanı, dün (beklendiği gibi) TBMM grup toplantısında bu beyanını ayrıntılandırarak ete kemiğe büründürdü.

Kılıçdaroğlu, “Yaralar hâlâ açık. Bu yaraları sarmamız lazım” diyerek konunun başlığını çok kapsamlı bir içerikle atmış oldu.

En başta da bu inisiyatifinin “İktidara gelebilmek ya da seçim kazanabilmek” değil, “İktidara geldikten sonra, bu ülkenin makûs talihini kırmak ve çocuklarımıza bembeyaz sayfa gibi bir Türkiye bırakmak” amaçlı olduğu vurgusunu yaptı. Bu vurgu, “seçim stratejisi” yorumu yapanları bir ölçüde yalanlamış oldu. Burası önemli. Çünkü Kılıçdaroğlu, partisi adına “Yönetime geleceğimiz Türkiye’de devletin eski yaraları iyileştirmek, helalleşmek ve barışmak” diye bir amaç güttüğünü vurguladı.

“İz bırakan bir iktidar, gelecek 100 iktidarın da üzerine bir şeyler ekleyerek yürüyeceği bir iktidar” vurgusu da önemliydi. Bir önemli vurgusu daha vardı Kılıçdaroğlu’nun “mektup” diye nitelediği metinde:

“Helalleşme ile hukuku karıştırmayalım. Suç işleyenin karşılığı hukuktur. Hukuk zaten hesap sorar. Helalleşme farklı bir şey” dedi. Bu ayrımı vurgulayarak zihinleri daha da açmış oldu.

Ve bugünden itibaren yoğun biçimde tartışılacak “helalleşilecekler listesi”ni de (özet liste diyelim) açıkladı. (Parantez içi ilave açıklamalar bana ait – Z.A.)

– 28 Şubatçıların açtığı yaralar,
– İkna odalarına sokulan başı örtülü kızlar,
– Roboski (terörist sanılan vatandaşlara F-16 bombardımanı) katliamı,
– Sivas, Kahramanmaraş (ırkçı – mezhepsel terör) mağdurları,
– Diyarbakır Hapishanesi mahkûmları,
– Varlık Vergisi ve 6-7 Eylül (1955 olaylarının gayrimüslim azınlık) mağdurları,
– Mahkemelerde (kumpas davaları) süründürülen askerlerimiz ve aileleri,
– Yurtdışına göç etmek zorunda kalan genç beyinler,
– Ali İsmail Korkmaz’ın ailesi,
– Soma (2014 maden katliamı kurbanları),
– Darbecilerin (12 Eylül’de) “bir sağdan bir soldan” astıkları,
– (Çorlu tren katliamı kurbanı) Oğuz Arda Sel’in annesi Mısra Hanım,
– Ahmet Kaya.

Tabii ki bu listedekiler üzerinden “muadili” tüm mağdurları kastederek hazırlanmış bir metindi Kılıçdaroğlu’nun hazırladığı. İktidar olduklarında bu helalleşmeyi başararak, kendilerine “Neler, olmuş ama önümüze bakmayı bilmişiz helal olsun onlara” dedirtmeyi amaçladıklarını da söyledi.

Bu toplumun, bu ülke topraklarının “açık yaralarından” bir demet sundu CHP Genel Başkanı.

Tek tek maddeleri tartışılabilir tabii ki. Özellikle de en başta zikrettiği 28 Şubat olayına dönük olarak tipik bir “kumpas hukuku” üzerinden üstelik FETÖ’cü savcıların marifetiyle mahkûm edilen mağdur askerler haksız yere atıldıkları cezaevinde sağlık sorunları ile boğuşurken, üstelik de 28 Şubat’ın “darbe sayılmadığı” bizzat sahte bir şekilde “mağdur ilan edilen” zamanın iktidarınca beyan edilmişken, laikliğin elden gitmesine karşı TSK ile zamanın (sivil) hükümetinin birlikte aldığı bir inisiyatiften söz ediliyorken.

Ama mektubun ruhu ve “Gelecek yeni iktidarın, geçmişin yaraları (ve yaralıları) ile helalleşmekten” söz etmesi tarihi önem taşıyan bir çağrıdır.

Bu çağrının yapılması kadar, sözü edilen “yaralı” muhatapların vereceği tepkiler ve geri dönüşler de önemlidir tabii. Elbette, CHP ve Kılıçdaroğlu’na (bu kez daha çok ve belirgin biçimde birinci çoğul şahısla konuşması da dikkatten kaçmadı) “Seçim kokulu bir çıkış” suçlaması da gelecektir. Bu kaçınılmaz.

Bundan sonrası, CHP Genel Başkanı’nın ve “İktidara birlikte yürüyoruz” dediği ortaklarının, “yol arkadaşlarının” bu inisiyatifi nasıl yöneteceklerine kalmıştır.

Bu tür bir “helalleşmenin gerekliliğinden kaynaklanan” tarihi önemini vurgulayıp başka yazılarda detaylı irdelemesine ve eleştirisine girmek dileğiyle.

Hayırlı uğurlu olsun.

Bugs Bunny’nin ölümü

Zafer ArapkirliZafer ARAPKİRLİ
Cumhuriyet, 12 Kasım 2021

 

Bu memleketin başına, son 20 – 30 yıldır gelen ne kadar bela varsa, bunları sadece ve sadece siyasetçilere ve bugünün siyasi iktidarına fatura etmenin haksızlık olduğuna inanıyorum. Elbette ki bu ülkede yaşayan (kendilerine oy vermiş insanlar da dahil) herkesin yaşamlarını kâbusa çeviren politikalarını, A’dan Z’ye her şeyi neredeyse 100 yıl geriye götürmelerini, ağır bir yıkıma imza attıklarını inkâr etmek değil amacım.

Bu devasa “günah yükü”nü sırtlanması ve tabii ki “hesabını vermesi” gereken bir kesim var ki o da sözünü ettiğim bu dönemin medya patronlarıdır. Daha bu iktidar, bu ülkenin başına çöreklenmediği yıllardan başlayarak sistemli olarak medya sahipliğinin, “gazeteciliği öldürmeye adeta yeminli” insanların eline geçmesi, hem sektörün kalitesinin hem de sektörde çalışanların kalitesinin yerlerde sürünmesine giden bir yolun açılması bunların yüzündendir.
Bu “kapkara sicil” ile anılacak dönemin simge isimlerinden biri de Hürriyet gazetesinin yani bir dönemin “Amiral Gemisi” olarak anılan efsane gazetenin (yani geminin) batırılması operasyonuna imza atmış olan Ertuğrul Özkök’tür. Yaklaşık 20 yılı genel yayın yönetmeni olmak üzere 35 yıl Hürriyet’in başına çöken, daha doğrusu çöktürülen, adeta planlı şekilde bela edilen ve gazetecilik dışında, “TÜSİAD üyeliği, şovmenlik, iş – reklam takipçiliği vb.” her türlü faaliyetin içinde yer almış Özkök, “Cumhuriyeti yıkım projesinin bir ayağı da sayılabilecek özgür medyayı yıkım projesinin, önemli kalfalarından biri” olarak tarihe geçecektir.

Önce Simavi ailesi, ardından Doğan ailesi, şimdi de Demirören ailesinin destekleri ile olağanüstü konforlu koşullarda Hürriyet’in başında “gazeteciliğin katledilmesi anlamına gelecek” bir yığın işe imza atmış bulunan bu kişi, sadece Hürriyet’in “güvenilir, haber veren özgürce yorum yapılabilen” kimliğini mezara gömmekle kalmamış, “işe aldıkları, liyakatsiz biçimde köşe teslim ettikleri ve haksız yere işten kovdukları” ile adeta bir yıkım – kıyım makinesi olarak da tarihe geçmiştir.

Hafta başında “kullanım/raf ömrünü” tamamlayarak gönderilen “Bugs Bunny” lakaplı bu şahıs, kendisinin ve patronlarının “rahat ve huzurlu yaşam sürmesi uğruna” çok can yakmış ve çok ah almış, haliyle çok da düşman kazanmıştır.

Bu niteliğine vurgu yaparak, 2001 yılında bir köşe yazısında kendi kullandığı ünlü bir sözü ile bağlayalım:

  • “Uzun süre bir derenin başında oturursanız, düşmanlarınızın cesetlerinin önünüzden geçtiğini görürsünüz.”

Önlerinden geçerken, seyredenlerin zerre kadar yüreklerinin sızlamayacağı – titremeyeceği bir cesetten, bir “zavallı mevtadan”, arkasından kimsenin ağlamayacağı bir yaşayan ölüden söz ediyoruz.

Hürriyet’ler, işbirlikçi medya patronları, Ertuğrul’lar ve bunların yolundan giden, bunlara heveslenen, bunları kopyalamak, taklit etmek veya klonlamak hevesi içinde olan, geçmiş ve gelecekteki benzerleri; Hepinize ders olsun.

Ekmek Bulamıyorsanız… 

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 05 Kasım 2021
İnsan gerçekten merak ediyor.

Ekonomik felaketin, buhran seviyesindeki krizin derinleştiği şu günlerde, ülkeyi yönetenlerin ve onların yandaşı-yardakçısı-beslemesi konumundakilerin ağızlarından çıkan her şey, artık bu kategoriye girmeye başladı.

Peygamber’in hadislerine atıfta bulunarak “Efendimiz, zaten midemizin üçte birinin boş kalmasını buyurmuşlardı” diye insanlarla alay eden mi istersin?

“Kurumuş bayat ekmekleri ziyan etmeyin, değerlendirin” diye sözüm ona “füzyonik” yemek tarifleri veren mi istersin?

Enerji faturalarının giderek daha acımasız ve “can acıtıcı” hale gelmesi karşısında insanların karşısına geçip “Kombinin ayarını biraz kısın. Bir ampul az yakın. Yemeği kısık ateşte pişirin” diye akıl veren mi ararsın?

Kamikaze bombardımanı gibi peşpeşe yağan zamları “Minicik minicik yapıyoruz. Çok acıtmıyordur yahu… Abartmayın” mealinde konuşup insanları iyice salak yerine koyanlar mı istersin?

Bir de bütün bunlar yetmiyormuş gibi, “Cumhurbaşkanı’nın sağlığı ile ilgili söylentiler dolaşıyor. Acaba ne olmuş?..” diye haklı olarak merak edenleri, adeta “vatan haini – terörist – anarşist” ilan ettiler.

Sanki bu ülkeyi yöneten ve 84 milyon vatandaşın her biri ile ilgili çok önemli – hayati kararlar alma konumunda bulunan en güçlü kişinin sağ mı, salim mi, hayatta mı, akıl ve fiziki sağlığının yerinde mi olduğunu merak etmek suçmuş gibi.

Bir tek buyruğu ya da bir tek imzası ile her birimizin hayatını doğrudan etkileme gücüne sahip bir kişinin, sağlıklı düşünüp sağlıklı karar verebilmesini dert edinmek, niye suç oluyormuş, hanımlar beyler?

Sanki bunun cevabı, hamasi gövde gösterileri ve sloganlar eşliğinde alelacele TV ekranlarına koşturulan, gazete manşetlerine taşınan “Dimdik ayakta. Çatlayın patlayın” mesajlarıymış gibi.

Yapacağınız şey, ya canlı yayında kendilerinin “bizzat zuhur ederek” söylentileri yalanlaması ya da güvenilir bir raporla, “neyi varsa ya da yoksa” açıklanması ve vatandaşın ikna edilmesidir.

Siz ne yaptığınızın ve aslında zaten omuzlarına hep birlikte insafsızca ağır bir yük yüklediğiniz “Şahsım”ın kendisine zarar verdiğinizin farkında mısınız?

‘İçişleri’ yalanı…

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet
, 27.10.21

Doğuyu batı, gündüzü gece, ateşi buz, pamuğu demir, acıyı tatlı, ıslağı kuru gösterir bunlar. Gözlerini bile kırpmadan. En son krizde de yani 10 ülke büyükelçilerinin “İnsan hakları ve hukuk hatırlatması” ile başlayan olayda da tutturdular bir terane:

“Yabancı ülke büyükelçilerinin ülkemizin içişlerine müdahale etmeleri kabul edilemez!..”

Haklısınız muhteremler. Haklısınız da. Olay bu mu?

Bu kadar kuyruklu bir yalana (-sizin körü körüne biatçı ve bir avuç kaldığı anlaşılan kitlenizden başka-) kim inanır?

Yabancı misyonların (-en azından bu olayda-) “içişlerimize müdahalesi” diye bir durum söz konusu değil. İnsan hakları ve evrensel hukuk ilkeleri çağdaş dünyada “içiş” sayılmaz ki.

“Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden biri, Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusu bulunan, Ortaklık Anlaşması ile bağlı müzakereci bir ülke sıfatı ile, üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymayı taahhüt etmiş, daha da ötesinde anayasasında değişiklik yaparak, AİHM kararlarını iç hukukun üzerinde saymayı kabul etmiş bir ülke olarak” birileri size kalkıp da “AİHM kararına uyunuz” deyince, bunun adı nasıl “içişlerine müdahale” sayılır?

Bak, Ok atan oğlana anlatır gibi” bir daha söyleyeyim. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi diyorum. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi diyorum. AİHM diyorum. Mesele, “Kavala Mavala” değil diyorum.

Anladın mı?

Bütün bunların ötesinde, 10 ülkenin büyükelçileri “içişlerine müdahale” konusunda bağlayıcı hükümler taşıyan 1961 tarihli Viyana Konvansiyonu (Diplomatik ilişkileri düzenleyen) ile bu son krizin hiçbir bağı yok. Zaten söz konusu 10 büyükelçilik de “Biz ilgili Konvansiyonun, bu konudaki 41. maddesine sadığız” diye açıklama yaptılar.

Sonuç olarak, adamlar (mealen) “Biz içişlerine karışmıyoruz. Sözleşmeye sadığız. Açıklama yaptığımız konu içişleri değildir. İstenmeyen adam ilanı kararı alamazsınız. Aldıysanız da bunu uygulamaya koymayın. İşler daha kötüye gider” diye uyarmıştır ve maalesef hırsla şahsımın ağzından bu girişimi açıklayan Türkiye Cumhuriyeti’ne geri adım attırmışlardır.

Bunu bile bir “zafer”, yabancı ülkelere bir “diz çöktürme, geri adım attırma” örneği olarak sunmaya çalışan, bu olaydan adeta ikinci bir “şanlı one minute çıkışı” yaratmaya yeltenen kafaya diyecek bir şey bulamıyorum.

TARİHTEN BİR YAPRAK

Ama gelin, size kıyıda köşede kalmış bir başka öyküyü hatırlatayım: Geçmiş zaman. Türkiye’nin müzakere tarihi almasından sonraki yıllara rastlayan bir AB zirvesi izliyoruz Türk gazeteciler olarak. O tür zirvelerde âdet olduğu ve her ülkenin de yaptığı üzere, bizim dışişleri bakanımız da bizleri zirvenin yapıldığı komplekste bir odaya topladı ve “off the record” (burası önemli) bir brifing veriyor. Yazılmamak kaydıyla. Geri plan bilgiler ve müzakerelere ilişkin kulis bilgileri aktaracak. Bizim (zirvenin yapıldığı ülkedeki) büyükelçimiz de orada.

Aniden kapı açılır ve içeri o ülkenin Ankara Büyükelçisi girer. Herkesin (Dışişleri Bakanı dahil, bizim büyükelçimiz dahil) şaşkın bakışları arasında en ön sıraya kurulur. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı’nın, Türk gazetecilere “off the record” brinfingini dinleyerek notlar alır.

Aynı yabancı büyükelçinin, o yıllarda “kritik” seçim gecelerinde, Ankara’da iktidar partisinin genel merkezinde sonuçları “bizzat yerinde” izlediği anlatılır, yıllardır. İsmi lazım değil o ülkenin büyükelçisine bu “fevkalade müsamahaya mazhar” statünün tanınması “içişlerimize müdahale” değil midir?

Açtırmayın kutuyu söyletmeyin kötüyü, muhteremler. Bugünün Cumhurbaşkanı, o günlerin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, Beyaz Saray’da ve Downing Street 10 numarada bir nevi “kırmızı halıda” karşılayan ülkelerin “içişlerimize – iç siyasetimize” müdahalesini öpüp başına mı koyacaksınız?

Sonra bugün gelip “İnsan hakları ve hukuk vurgusu”nu AİHM kararlarını hatırlatmayı “içişlerimize müdahale” diye millete yutturmaya çalışacaksınız.

Sahtekârlığın bu kadarına insan tahammül edemiyor. Pes be birader! Pes!..

Milletle alay etmenin dozu kaçtı

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 22 Ekim 2021
Türkiye’nin şu anda en büyük sorunu nedir diye sorsanız, çeşitli yanıtlar verilebilir.

Kimimiz ekonomik güçlükleri, hayat pahalılığını, işsizliği, yüksek enflasyonu, döviz kurunu, kimimiz iç ve dış terör tehdidini, yargı bağımsızlığının ve hukukun üstünlüğü ilkesinin ortadan kalktığını filan sayabiliriz. Hatta kimisi de “Bilimsel özgürlük ve üniversite özerkliğinden, ilkokul düzeyindeki eğitimin bile yetersizliğinden, kalitesizliğinden” yakınabilir.

Ama bana göre şu an en büyük sorunumuz, Türkiye’yi “Yönetiyor gibi yapanların” ve onların yandaşlarının, yalakalarının, yancılarının, çanak yalayıcılarının, beslemelerinin, milletle alay etmeleridir.

Milletin kendisi ile de zekâsı ile de alay eden ve giderek (hem sayıları azalma anlamında, hem de kendilerini küçük düşürmek anlamında) küçülen bir kitle var karşımızda.

Düşünsenize, ana muhalefet lideri, “Ülkeyi o kadar gerecekler ki siyasi cinayetler işlenmesi olasılığından kaygı duyuyorum” diyor. Bu endişelerine gerekçe teşkil eden örnekleri de sıralıyor. Bunun karşısında “İspat et haydi” diye savcılığa başvuruyorlar. Yahu, gerilimin ve gerginliğin kendisi orada öylece duruyor zaten. Kendinize aynada baksanız orada göreceksiniz. Adam, “somut bir olaydan” yani “işlenmiş cinayetten” söz etmiyor ki. Yani size getirip bir “Olay yeri görüntüsü ya da ceset” mi göstermesini istiyorsunuz. “Gerilim” diyor, “endişe” diyor. Yok mu bunlar? Linç girişiminde bulunmadılar mı kendisine. Köy meydanında yüzlerce kişinin katıldığı linç, öldürme amaçlı bir eylem değil midir? Daha nasıl ispat edecek?

Yine aynı Kılıçdaroğlu, kalkıp “Ey benim memurum. Devleti parti devlet haline getirmiş siyasi iktidarın yasadışı emirlerine ve talimatlarına uyma. Yasaların çerçevesinde hareket et. Bak, yapmazsan sorumlu duruma düşersin” diyor. Yine, hakkında soruşturma başlatılıyor.

Ne demesini bekliyordunuz, muhteremler?

Ya da şöyle soralım: Siz tersini mi savunuyorsunuz?

“Benim emrimden çıkmayın. Her türlü yasadışı ve hukuksuz uygulamaya devam” mı demek istiyorsunuz?

Yurtdışından gelen, üstelik de “Hukuk ve insan hakları konusunda ilke ve ruhuna uymayı taahhüt ettiğimiz Avrupa ve evrensel metinlere uymamız gerektiğini” hatırlatan yabancı ülke uyarılarına karşı “Küstahlık ve hadsizlik” suçlaması getirerek savunma yapıyorlar.

Yahu, daha dün siz Washington’dan, Berlin’den filan gelen telefonlarla mahkemelere emir verip adam bıraktırmadınız mı?

Kimi kandırıyorsunuz?

Bu millet ve hatta bu dünya bu kadar salak mı görünüyor, sizin durduğunuz yerden?

Biraz ciddiyet yahu.

Biraz ciddiyet!..

Hayır Sayın Cumhurbaşkanı!..

 

Sosyal medya, (bu akşam yayınladığınız mesajda olduğu gibi) “Toplumsal barışı tehdit eder bir hale” gelmedi. Sosyal medya, (yine bu akşam buyurduğunuz gibi) “devletin milli güvenliğini de tehdit eder bir hale” de gelmedi.

Siz her iki kavramı, yani “Toplumsal barış ve devletin milli güvenliğini” kendi şahsi ve siyasi bekanızla özdeşleştirdiğiniz için böyle düşünüyorsunuz. Tipik bir otoriter yönetim tarzının haletiruhiyesi ile bu değerlendirmeyi yapıyorsunuz. Aslında, sosyal medyanın bugünkü haliyle kullanımı, yani insanların fikir ve ifade özgürlüğünün sınırlarını zorlayarak bu mecralarda görüşlerini açıkça duyuruyor ve sizin hoşunuza gitmese de eleştirel paylaşımlar yapmaları, yanlışları görmeleri ve göstermeleri, övüneceğiniz – övüneceğimiz bir şey olmalıdır.

Oysaki siz, Cuma akşamı “Türk Konseyi Medya Forumu” adlı etkinliğin kalıtımcılarına hitaben yolladığınız video mesajda şunları buyurmuşsunuz:

“Günümüzde sosyal medyanın da yaygınlaşmasıyla birlikte tüm insanlıkla beraber biz de sık sık dezenformasyon kampanyalarına maruz kalıyoruz. Yalan ve çarpıtılmış haberler sebebiyle dünyada milyonlarca savunmasız insanın hayatı kararmakta, ciddi travmalar ve dramlar yaşanmaktadır. Hiçbir denetimin veya otokontrolün olmadığı sosyal medya mecraları, bugün hem demokrasiyi hem toplumsal barışı hem de devletlerin milli güvenliğini tehdit eder konuma gelmiştir.”

Bu cümlelerinizde “savunmasız insanların hayatlarının karartılmasından, ciddi travmalar yaratılmasından” filan söz ederek, haliyle kimsenin savunamayacağı mağduriyetlerin arkasına gizlenerek, meselenin asıl muhtevasını gözlerden kaçırmaya da çalışıyorsunuz. Kimse, savunmasız insanlara yönelik saldırıları mazur göremez. Ayrıca kimse, “hiçbir denetim ve otokontrolün olmadığı” bir sosyal medya talebinde de bulunmuyor.

Farklı düşündüğümüz nokta şu:

Siz, “Kendi yandaşlarınızdan ve kendi güç aygıtınızdan gelen saldırıların mağduru olan ve travmalar yaşayan insanları düşünerek” etmiyorsunuz bu lafları. Tam tersine “sizin cenahtan” bunların yapılmasına bir itirazınız yok. Hiç olmadı. Çünkü kendiniz, pekala sözlü ya da (sizi savunanların marifeti ile fiili) saldırıları savunan bir zihniyetle hareket edebilme hakkını kendinizde görebiliyorsunuz. Bunu, iktidarınız süresince yaptığınız hemen her konuşmada görmek mümkün. Benzer otoriter yönetimler hep başvurdukları “Ben her ağzıma geleni, her istediğim insana söyleyeyim. Ama kimse bana, ima yoluyla da olsa, en ufak bir eleştiriye yeltenmesin” anlayışı içinde davranıyorsunuz. Zaten avukatlarınız tarafından, başkaları aleyhinde rekor düzeyde hakaret davaları açılmasının arkasında da bu yok mu?

Yine, bu akşamki demecinizde “Digital Faşizm”den ve onun yıkıcı etkisinden söz ediyorsunuz. Buna örnek olarak da (mealen) “Azerbaycan – Ermenistan çatışmasında uluslararası medyanın, Türkiye – Azerbaycan tezlerinin karşısında bilgi ve tezlerle uluslararası kamuoyunu yanıltmasını” gösteriyorsunuz.

Ama verdiğiniz örnek her ne kadar doğru olsa da, kendiniz iç siyasette “Hakim medya üzerinden, sadece resmi bilgi ve söylemin tartışmasız olarak empoze edilmesini arzulayan” bir medya politikası ile, aynı bu sözünü ettiğiniz “Digital Faşizmin” örnekerini sergilemiyor musunuz?

Sayı olarak (izlenirlik ya da tiraj tartışmalı ama) da olsa önemli bir çoğunluğunu kontrolünüzde tuttuğunuz yandaş medya organlarının, en başta da resmen denetiminizde olan TRT ve Anadolu Ajansı üzerinden kayıtsız koşulsuz bir tek taraflı yayıncılığının başka bir izahı olabilir mi?

Muhalefetin sesini duyurabilecek (muhalif demiyorum) medya organlarının gazetesi ile ajansı ile TV’si, radyosu ve internet siteleri ile, sürekli baskılara maruz kaldıkları, reklam ve ilan ambargosu, RTÜK cezaları ile sürekli kapatma ve susturulma tehdidi altında yayın yaptığı  bir medya ortamının, “Digital Faşizm”den daha başka ve daha yerinde bir tanımı yapılabilir mi?

Sosyal medyada talep ettiğiniz ve yasal bazı düzenleme hazırlıkları içinde olduğunuzu bildiğimiz hazırlıkların da temel muhtevasını bu anlayış oluşturmuyor mu?

Twitter, Facebook, Instagram ve pek çok benzeri ortamlarda, istiyorsunuz ki, aynen TRT ve AA örneğindeki gibi, ya da kontrolünüzdeki yandaş gazete ve TV-Radyo alemindeki gibi, ille de “Devlet propaganda aygıtının” kayıtsız şartsız hakimiyeti olsun. Hoşunuza gitmeyen yani  “Saray”ın onaylamadığı hiçbir şey hiçbir ses duyulmasın. Ya da cezalandırılsın. Kısılsın. Kesilsin.

Bu da bir taleptir. Bu da bir istektir. Ve tabii ki bu da bir tercihtir.

Ama bu tercih, Kuzey Kore, eski Arnavutluk, Saddam’ın Irak’ı, Kaddafi’nin Libya’sı ve hatta Kenan Evren’in 1981-82 Türkiye’si benzeri  rejimlerin de tercihi değil miydi? Yani bu ülkeyi, “Demokrasi Skalası’nda ya da Ligi”nde alt sıralara itecek bir tercihten söz ediyoruz burada.

O yüzden sosyal medya, özgürlükler, düşüncenin ifade edilmesi ve benzeri konulara bu tercihlerin ve bu tercihlerin bir ülkeyi nerelere götürebileceği gibi konuları iyice gözden geçirmeniz ve bu “Digital Faşizm” konusunda farklı görüşleri de dinleyip kulak vermenizi diliyorum.

Bu yazı o tür (saray dışı) bir “alternatif bakış açısının örneği” olarak görüşlerinize sunum örneği olsun.

Size ulaşır mı bilmiyorum…

Ama avukatlarınızın – hukukçularınızın ziyadesi ile ilgisini çekeceğinden ve yukarıda saydığım ve eleştirdiğim bir anlayışla “üzerine atlanacağından” eminim. Siz de emin olun.

Bir gün muhalefete düşerseniz (aslında iyi bir tecrübe olabilir) bu dediklerimi daha iyi anlayacağınızdan da emin olarak, en derin ve en kalbî saygılarımın kabulünü rica ederim.

Giderayak güldürüyorlar

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 15 Ekim 2021

 

Bir insan için de, bir kurum için de, bir siyasi parti için de, hele hele iktidardaki bir siyasi parti için de en arzu edilmeyen durum, gelişmelerin girdabına kapılarak “iradesi hilafına savrulma” halidir. Bunun bir başka biçimi de olup biteni yani gündemi belirleme yeteneğini yitirmek, “proaktif” yani ilk ve önce davranıp tavır almaktan ziyade, başkalarının aldıkları tavra söyledikleri her lafa yanıt vermek yani “reaktif” duruma düşmektir. Bugünün iktidar koalisyonunun manzarasını tam da bu şekilde tarif etmek mümkündür.

Kılıçdaroğlu’nun “Siyasi cinayetler işlenmesinden endişe ediyorum” uyarısına karşı, İçişleri Bakanı’nın “MİT’e sordum, Emniyet’e sordum. Yok öyle bir şey” demesi, buna mukabil geçen 20 yılda yaşanan ve kimilerinde 50-100 canın bir anda yitirildiği siyasi cinayet ve katliamları unutturmaya çalışması da güçlü bir örnek sayılmaz mı? Çok sayıda toplu katliam (Suruç, Ankara, Merasim Sokak, Dolmabahçe, Reina baskını, Atatürk Havalimanı baskını) ve bireysel (Hrant Dink, Tahir Elçi, Gezi Şehitleri, Kumpas süreci şehitleri, Yasin Börü, HDP’li Deniz Poyraz) cinayet sanki bu iktidar döneminde işlenmemiş gibi pişkin pişkin “Recep Tayyip Erdoğan 70’lerin 80’lerin 90’ların siyasi cinayetler devrini kapatmıştır” diyebilmek ve yazabilmek, (olayın muhtevası, yitirilen yüzlerce insan canı olmasını saymazsak) bir kara mizah örneği değil midir?

Bu ülkede 800 bin futbol sahası büyüklüğünde orman alanının cayır cayır yanmasını muhalefetle didişerek izleyen bir Orman Bakanı’nın, kalkıp da “Türkiye, yangınlarına müdahalede dünyanın en iyisi” mealinde konuşması, bir “başyapıt” sayılmaz mı?

Sağlık Bakanı’nın, her gün giderek daha da vahim bir hal aldığı anlaşılan, görülen bir Covid-19 pandemisi tablosuna baka baka hâlâ (aklınca) mizah ürünü tweet’ler atabilmesine ne demeli?

TÜGVA rezaleti ile ilgili belgeleri ilk gün “montaj – düzmece” diye inkâr edip ardından “Kim sızdırmış bunları?” diye atarlanmak, adeta “Kendilerine güldürmek için özel bir çaba”nın ürünü değilse, nedir?

Hepsini alt alta dizip toplamasını aldığınızda, “Eyvah.. Gidiyoruz galiba” diye özetlenebilecek bir ruh halinden söz ediyoruz. Giderayak daha çok katıla katıla (aslında acı acı) güleceğimiz iyice belli oldu.

Kazanımlar, kayıplar…

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Son Yazısı / 
Tüm Yazıları 
Cumhuriyeet, 13 Ekim 2021

 

Millet için tünelin ucu, muktedirler için çıkış kapısının dışı görünmeye başladığından beri, 20 yıllık destekçileri, yancıları, yardakçıları, şakşakçıları, beslemeleri aldı bir telaş.

Bir yandan, muhalefet partilerinin geçmişten çok farklı bir tavırla, çözülemeyen sorunlar üzerine peş peşe yaptıkları “çözüm formülü açıklamaları”, bir yandan giderek hıncahınç dolu meydanlara hitaben konuşmalar yapan muhalif liderlerin görüntüleri, bir yandan da kamuoyu yoklamalarında hızla tersine dönen rüzgârın grafik anlatımları, “muktedir için gidiş marşının” notaları anlamına geliyor.

İşte tam da bu yüzden, sadece “mührün sahipleri” ve onların “mühürdarları” değil, sistemden yararlanan, nemalanan, muktedir sayesinde rahata eren, istediklerini yaptıran ve çoğunluğun ıstırabı pahasına refah ve güven içinde yaşayanları, büyük bir telaş almış görünüyor.

Geçmiş iktidar değişikliklerinde, genelde böyle durumlarda, sadece sessiz ama belirgin bir panik içinde “Gemiden nasıl atlarım?” ya da “En yakın filika nerede?” derdine düşen muktedir yancıları, bu kez ilginç bir şey daha yapmaya başladılar. O da “Kazanımlarımız ne olacak? Bizden sonra gelenler, ya onları elimizden almaya kalkışırlarsa?” söylemini dillendiriyorlar.

Neden? Çünkü, geçmiş iktidarlarda sadece bir tür basit anlamda “kadro” değişiminden söz edilirken, bu kez bir “ihtilal”in kazanımlarıdır kastettikleri. Daha 2002 yılının 3 Kasımı’nda seçimi kazandıkları an başlayan ve aradan geçen 19 yıllık sürede her gün kendisine bir başka mevzi ve kazanım elde eden ihtilalci bir rejimden söz ediyoruz çünkü.

O yüzden, geçen günlerde besleme medyada bazı kalemlerin giriştikleri “Evdeki bulgur, kurtlu bulgur, pirinç” muhabbetini ilgiyle izlemekteyiz. Tabii ki bunların “kazanımdan” kastettikleri şey, başlıca iki konu başlığı altında incelenebilir.

Birincisi, “gerici ve anti-laik düzenlemeler”. Yani, dinin ve hurafelerin, çağdaş uygarlık ve bilimsel düşünceden uzaklaşarak, ülkeyi neredeyse çağlar boyu gerilere taşımış olmaları. Hayatın her alanında sarıklı, cüppeli, takkeli birilerinin katıldıkları törenler, vaazlar ve fetvalarla düzenlenmeye çalışılan günlük yaşam. Bir yandan eğitim sistemini neredeyse anaokulu düzeyinden üniversite düzeyine kadar, fiilen ve zihniyet olarak “imam hatipleştirmeye” tabi tutmaları, bir yandan “Velev ki siyasi simge” diye itiraf ettikleri bir şekilde, başörtüsünü “kişisel bir tercih olmaktan çıkarıp sosyal ve siyasal bir bayrak olarak” ülkenin tüm burçlarına dikme uygulaması ile, bu dediğim “geriye doğru değişimin doruklarına” çıktılar.

İkincisi de geldiklerinde zaten var olan bütün rant kapılarına konup, çöküp, yenilerini yaratıp, bunların üzerinden (iç ve dış) yandaşlarına döşedikleri hortumlarla devasa yeni rant havuzları yaratmak da en önemli kazanımlarından biriydi. Yabancı sermayeyi, yatırım amaçlı değil ülke para piyasalarının yağmalanması amacı ile bütün kaynaklarımızın üzerine atmaca gibi davet etmek, ortaklaşa yürütülen bir soygun düzeni ile “iliğimizin kemiğimizin sömürülmesine” aracılık etmek de başlıca “kazanım”dı onlar için.

İyi de…

Kazananların yanı sıra bir de kaybeden olmalı, bu “gerici ihtilal” sürecinde, değil mi?

Kaybeden taraftaki muazzam insan kitlesi açısından bakınca da o kesimin de “Ya bizim kayıplarımız?” deme hakkı doğmuyor mu?

Cumhuriyet tarihi boyunca, (yani 2002’yi dönüm noktası alınca 79 yılda) elde edilmiş görece demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmaktan kaynaklanan kazanımların elimizden uçup gitmesine ne diyeceğiz?

Kurucu önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının, ömürlerini hasrettikleri devrimlerle elde ettiklerimizin hesabını kimden soracağız? Şapka devriminden Harf devrimine, medeni hukuktan laikliğin en temel kazanımlarına “en hakiki mürşit” ilimin rehberliğinden dış politikadaki yurtta sulh cihanda sulh ilkesi ile görece “kazasız belasız” yaşanan bir hayatın “berhava” edilmiş olmasını nasıl telafi edeceğiz?

20 yıl öncesi ile kıyaslanamayacak düzeyde yoksullaşmanın, paramızın pul olmasının (dün öğleden sonra 9 TL’yi geçmiş ABD Doları kurunun) enerjiden başlayarak her türlü temel sektörde dışa bağımlılığının bilmem kaç kat artmış olmasının faturasını kim ödeyecek?

Sen başörtüsü, imam hatipler, gerici düzinelerle rektör ve dekana emanet edilmiş pırıl pırıl eğitim kurumlarının, Orduya, polise FETÖ’cü hainler başta olmak üzere bin türlü cemaat, tarikat zehrinin bulaştırılmış olmasının getirdiği avantajları yitirmenin hesabını yaparken, öteki tarafta, üstelik de (yukarıda saydıklarımın) bir tanesi bile kişisel kayıplar sayılmayacağı gerçeği ortada iken, bu muazzam “kayıplar yığını” ne olacak?

O yüzden…

Ülkeyi değil kendi “kazanımlarınızı” düşünerek ele geçirdiğiniz “mührü” usulca masanın üzerine bırakıp gideceğiniz o günü, yani seçim gününün gecesini büyük bir iştahla bekliyoruz. “İştah” derken yanlış anlaşılmasın. Obur ve bir türlü doymak bilmeyen muktedirlerden farklı bir iştah bu. Bugünün “kaybedenleri” olarak, bir şeyleri “yemek” değil, demokratik kazanımlarımızı geri almak gibi bir kaygıdan söz ediyoruz.

Kayıp – kazanç derken, hesap tam da budur.

“SİYASİ CİNAYETLER…” Mİ?

Belki de, manşetlerde gerektiği büyüklükte yeralmadığı için, üzerinde biraz daha ayrıntılı durmayı hak eden bir demeç diye yazmak istedim bugün.

Bir grup gazetenin Ankara temsilcilerinden oluşan gazeteci heyetine verdiği ortak mülakatta, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, iktidarın siyasi ortamı gerginleştirme arzusu ve çabası içinde olduğunu anlatırken, bu konuda haklı bir kaygı duyduğunu ortaya koyuyor. Gazetecilerin, “Yani, biraz açar mısınız?” mealindeki sorusunu yanıtlarken de, “Siyasi cinayetler (cinayet değil cinayetler a.b.c.)” olasılığından söz ediyor.

Kılıçdaroğlu’nun bu endişeyi dile getirmesinin, başka bir deyişle siyasette son dönemde alışkın olmadığımız biçimde “kan dökülmesi” olasılığından söz etmesinin ciddiyetine binaen, önce o sözlerini tam olarak şuraya aktarmak istiyorum:

“Erdoğan gerilimi doruk noktasına çıkarıp seçime gitmek ister. Bu gerilimden olabildiğince uzak durmamız lazım. Milletvekili, il başkanlarına söylüyorum, sakin olacağız. İttifakı oluşturan diğer partiler de gerilim istemiyorlar. Eğer iş belli grupların ellerine silah alıp belli kişileri öldürme yoluna gitmezlerse bir gerilim olmaz. Umarım öyle bir tablo da Türkiye’de yaşanmaz. Siyasi cinayetler… Böyle kaygılarım var. Erdoğan  ‘Dur bakalım daha başınıza neler gelecek’ dedi. Devletin bütün güçleri elinde olan bir insan bunu söylüyorsa, çok tehlikeli bir cümle. Açıkça tehdit ediyor.”

Kılıçdaroğlu’nun hatırlattığı bu “Dur bakalım. Daha başınıza neler gelecek…” cümlesi, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in Rize’de maruz kaldığı bir provokasyon sonrasında bizzat Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkmıştı. Herhangi bir siyasi partinin genel başkanı sıfatı ile ya da “Rizeli Erdoğan” sıfatı ile söylenmiş olsa, belki “sıradan sorumsuz bir uyarı” veya “Benim memleketimde-mahallemde-tapulu arazimde dolaşma. Dolaşırsan sana tepki geliştirir hemşehrilerim” gibi bir söz olarak algılanabilir ve geçiştirilebilirdi.

Ama bunu “Yürütmenin Başı” hatta yürütmeyi temsil eden tek kişi söylediği zaman, hem Akşener’in, hem Kılıçdaroğlu’nun ya da başka muhalefet liderlerinin hem de sıradan vatandaşlar olarak herkesin kaygılanması için ciddi bir neden vardır. Öyle ya, Rize’de ya da başka bir yerde, sokaktan geçen biri, bir muhalif siyasetçiye ya da herhangi birine “Dur bakalım başına daha neler gelecek” diye bir tehdit savursa, insan karakola gidip şikayet etmek ister. “Tehdit” suçtur, çünkü. “Neymiş o başıma gelecek olan?” diye sorma hakkı doğar, karakolda da “Neymiş o başına getireceğin?” diye sorarlar adama.

Haydi daha da ileri götüreyim örneği.

Biri kalkıp, herhangi bir ortamda Cumhurbaşkanı’na hitaben “Dur bakalım. Daha başına neler gelecek?” dese ne olurdu? Anında (haklı olarak) “Darbeci” damgasını yer, anasından emdiği süt de fitil fitil “her tarafından” getirilirdi.

Demokratik siyasi ortamın sükunetini, nezahatini ve sulhünü korumak isteyen hiçbir siyasetçi bu sözleri etmez. Etmemelidir.

Şimdi gelelim, bu sözlerin ardından ve hatta öncesinde de neler yaşandığına.

Türkiye’nin dört bir yanında, en ufak bir hak arayışına kalkan, en ufak bir hoşnutsuzluk ifade etmeye kalkan insanlar, öğrencisi, işçisi, memuru, emeklisi, öğretmeni, doktoru, avukatı, devletin şiddetle mukabelesine maruz kalmıyor mu? Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakları sürekli, üstelik de şiddet kullanılarak ihlal edilmiyor mu? Buna rağmen eyleme kalkışanlar, bizzat iktidarın en üst düzey sözcüleri (misal: İçişleri Bakanı) tarafından açıkça “terörist, terör örgütü mensubu hatta açık açık örgüt ismi verilerek filanca örgüt üyesi” diye suçlanmıyor mu?

Türkiye’nin dört bir yanında, durup dururken, gazeteci, siyasetçi, aydın, yorumcu, öğretim üyesi vb. insanlar sırf iktidarı ya da iktidar mensubu partileri eleştirdikleri için azgın magandaların sopalı, yumruklu, muştalı saldırısına uğramıyor mu?

Bunu daha da ileri götürüp, bir siyasi partinin (HDP) İzmir İl Başkanlığı silahlı bir terörist tarafından basılıp da bir kadın öldürülmedi mi? Hatta, olaydan sonra “Canım zaten o parti terörist değil mi? Ölen de herhalde onlardan biriydi…” diye dehşet verici bir söylem geliştirilmedi mi?

Bu eylemlere kalkışanlar, (cinayet işleyen hariç) karakolların arka kapısında da değil, ön kapısından ellerini kollarını sallayarak çıkıp gitmediler mi? Tam tersine, mağdurlar adeta “hak etmişçesine” suçlanan bir dil kullanılmadı mı?

Bu ülkede bizzat Ana Muhalefet lideri (Çubuk’ta) yüzlerce azgın linççi terörist tarafından öldürülmeye çalışılmadı mı? Ve bu linç güruhu halen ellerini kollarını sallayarak dolaşmıyor mu? Ağır Ceza Mahkemesi yerine Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargı(lanır gibi) yapılmıyor mu?

Eski davalar ısıtılıp ısıtılıp yeniden açılıp, eski davaların (FETÖ’cü) kumpasa kurban gitmiş mağdurları tekrar hapse atılmıyor mu? Ya da yeniden (üstelik FETÖ’cü savcı ve hakimlerin artığı iddianame ve dosyalarla) açılan davalarda mahkum edilmek için çırpınış içinde görünmüyor mu iktidar?

Özetle, ağzını her açana devlet tüm gücü ile, yargısı ile, güvenlik kuvvetleri ile, ya da bindirilmiş ve iktidarın “sırt sıvazlamasına mazhar” maganda çeteleri aracılığı ile saldırı olmuyor mu?

Bütün bunları alt alta topladığınızda, üzerine bir de Büyükada’da yaşandığı üzere “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır hesabı” hukuksuzluğu gidermeye çalışanların üzerine polis gücünün gönderilmesi de eklenince, insanın kaygı duyması için yeterli neden yok mu?

Ama Kılıçdaroğlu’nun bugünkü pek çok gazeteye yansıyan (çok sayıda gazeteciye topluca söylediği için ilave bir teyit de gerektirmeyen) demeci, meselenin bizim sandığımızdan da vahim olduğunu gösteriyor.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu “siyasi cinayet” de değil, “Siyasi cinayetler” diyor. Endişesi o boyutta. Yani adeta 1970’lerde veya 90’lardaki gibi, peşpeşe “siyasi nitelikli cinayetler” işlenmesinden daha doğrusu “işletilmesinden” endişesini dillendiriyor.

Bu yolla da, belki de iktidarın “kanlı bir ortam oluşması”nı arzuladığını, o ortamı da, belki de seçimin ertelenmesi, ötelenmesi, ya da en azından halk iradesinin sandığa sağlıklı olarak yansımayacağı bir korku ikliminin hakim olmasını arzuladığını ima ediyor.

Çok vahim.

Göründüğünden de vahim bir endişe ve olasılık.

Bu endişe, eğer devlet protokolünde en tepelerde bulunan ve “Anayasal bir konum” sayılan Ana Muhalefet liderinden geliyorsa, ben durur uzun uzun düşünürüm. Çünkü Ana Muhalefet lideri, iyi kötü bizlerden çok daha fazla ve daha derin istihbari bilgilere erişimi olduğunu varsaydığımız bir siyasetçidir. En azından siyasi kulisleri ve havayı daha “yakından” koklayan birisidir.

Dikkate alınmalı.

Bir an önce de hem Kılıçdaroğlu’nun ve hepimizin endişelerini giderici, kesin olarak giderici söylem ve eylemler geliştirilmelidir. Bunu yapabilecekleri bir potansiyel var mıdır?

Ben karamsarım.