Millet için tünelin ucu, muktedirler için çıkış kapısının dışı görünmeye başladığından beri, 20 yıllık destekçileri, yancıları, yardakçıları, şakşakçıları, beslemeleri aldı bir telaş.
Bir yandan, muhalefet partilerinin geçmişten çok farklı bir tavırla, çözülemeyen sorunlar üzerine peş peşe yaptıkları “çözüm formülü açıklamaları”, bir yandan giderek hıncahınç dolu meydanlara hitaben konuşmalar yapan muhalif liderlerin görüntüleri, bir yandan da kamuoyu yoklamalarında hızla tersine dönen rüzgârın grafik anlatımları, “muktedir için gidiş marşının” notaları anlamına geliyor.
İşte tam da bu yüzden, sadece “mührün sahipleri” ve onların “mühürdarları” değil, sistemden yararlanan, nemalanan, muktedir sayesinde rahata eren, istediklerini yaptıran ve çoğunluğun ıstırabı pahasına refah ve güven içinde yaşayanları, büyük bir telaş almış görünüyor.
Geçmiş iktidar değişikliklerinde, genelde böyle durumlarda, sadece sessiz ama belirgin bir panik içinde “Gemiden nasıl atlarım?” ya da “En yakın filika nerede?” derdine düşen muktedir yancıları, bu kez ilginç bir şey daha yapmaya başladılar. O da “Kazanımlarımız ne olacak? Bizden sonra gelenler, ya onları elimizden almaya kalkışırlarsa?” söylemini dillendiriyorlar.
Neden? Çünkü, geçmiş iktidarlarda sadece bir tür basit anlamda “kadro” değişiminden söz edilirken, bu kez bir “ihtilal”in kazanımlarıdır kastettikleri. Daha 2002 yılının 3 Kasımı’nda seçimi kazandıkları an başlayan ve aradan geçen 19 yıllık sürede her gün kendisine bir başka mevzi ve kazanım elde eden ihtilalci bir rejimden söz ediyoruz çünkü.
O yüzden, geçen günlerde besleme medyada bazı kalemlerin giriştikleri “Evdeki bulgur, kurtlu bulgur, pirinç” muhabbetini ilgiyle izlemekteyiz. Tabii ki bunların “kazanımdan” kastettikleri şey, başlıca iki konu başlığı altında incelenebilir.
Birincisi, “gerici ve anti-laik düzenlemeler”. Yani, dinin ve hurafelerin, çağdaş uygarlık ve bilimsel düşünceden uzaklaşarak, ülkeyi neredeyse çağlar boyu gerilere taşımış olmaları. Hayatın her alanında sarıklı, cüppeli, takkeli birilerinin katıldıkları törenler, vaazlar ve fetvalarla düzenlenmeye çalışılan günlük yaşam. Bir yandan eğitim sistemini neredeyse anaokulu düzeyinden üniversite düzeyine kadar, fiilen ve zihniyet olarak “imam hatipleştirmeye” tabi tutmaları, bir yandan “Velev ki siyasi simge” diye itiraf ettikleri bir şekilde, başörtüsünü “kişisel bir tercih olmaktan çıkarıp sosyal ve siyasal bir bayrak olarak” ülkenin tüm burçlarına dikme uygulaması ile, bu dediğim “geriye doğru değişimin doruklarına” çıktılar.
İkincisi de geldiklerinde zaten var olan bütün rant kapılarına konup, çöküp, yenilerini yaratıp, bunların üzerinden (iç ve dış) yandaşlarına döşedikleri hortumlarla devasa yeni rant havuzları yaratmak da en önemli kazanımlarından biriydi. Yabancı sermayeyi, yatırım amaçlı değil ülke para piyasalarının yağmalanması amacı ile bütün kaynaklarımızın üzerine atmaca gibi davet etmek, ortaklaşa yürütülen bir soygun düzeni ile “iliğimizin kemiğimizin sömürülmesine” aracılık etmek de başlıca “kazanım”dı onlar için.
İyi de…
Kazananların yanı sıra bir de kaybeden olmalı, bu “gerici ihtilal” sürecinde, değil mi?
Kaybeden taraftaki muazzam insan kitlesi açısından bakınca da o kesimin de “Ya bizim kayıplarımız?” deme hakkı doğmuyor mu?
Cumhuriyet tarihi boyunca, (yani 2002’yi dönüm noktası alınca 79 yılda) elde edilmiş görece demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmaktan kaynaklanan kazanımların elimizden uçup gitmesine ne diyeceğiz?
Kurucu önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarının, ömürlerini hasrettikleri devrimlerle elde ettiklerimizin hesabını kimden soracağız? Şapka devriminden Harf devrimine, medeni hukuktan laikliğin en temel kazanımlarına “en hakiki mürşit” ilimin rehberliğinden dış politikadaki yurtta sulh cihanda sulh ilkesi ile görece “kazasız belasız” yaşanan bir hayatın “berhava” edilmiş olmasını nasıl telafi edeceğiz?
20 yıl öncesi ile kıyaslanamayacak düzeyde yoksullaşmanın, paramızın pul olmasının (dün öğleden sonra 9 TL’yi geçmiş ABD Doları kurunun) enerjiden başlayarak her türlü temel sektörde dışa bağımlılığının bilmem kaç kat artmış olmasının faturasını kim ödeyecek?
Sen başörtüsü, imam hatipler, gerici düzinelerle rektör ve dekana emanet edilmiş pırıl pırıl eğitim kurumlarının, Orduya, polise FETÖ’cü hainler başta olmak üzere bin türlü cemaat, tarikat zehrinin bulaştırılmış olmasının getirdiği avantajları yitirmenin hesabını yaparken, öteki tarafta, üstelik de (yukarıda saydıklarımın) bir tanesi bile kişisel kayıplar sayılmayacağı gerçeği ortada iken, bu muazzam “kayıplar yığını” ne olacak?
O yüzden…
Ülkeyi değil kendi “kazanımlarınızı” düşünerek ele geçirdiğiniz “mührü” usulca masanın üzerine bırakıp gideceğiniz o günü, yani seçim gününün gecesini büyük bir iştahla bekliyoruz. “İştah” derken yanlış anlaşılmasın. Obur ve bir türlü doymak bilmeyen muktedirlerden farklı bir iştah bu. Bugünün “kaybedenleri” olarak, bir şeyleri “yemek” değil, demokratik kazanımlarımızı geri almak gibi bir kaygıdan söz ediyoruz.
Kayıp – kazanç derken, hesap tam da budur.