Etiket arşivi: Zafer Arapkirli

Ağır haksızlık!..

Ağır haksızlık!..

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
05 Şubat 2021, Cumhuriyet

Terörün tanımı eğer, “Sözle, tartışmayla, müzakere ve münazara ile yani barışcıl, insan gibi yöntemlerle karşısındakine bir şeyi kabul ettiremeyeceği için şiddete başvurmak” diye yapılabilirse, bu çocukların terörle ya da teröristlikle alakası yok.

Sapkınlığın tanımı, eğer “Din, millet, ırk, mezhep, sosyal geri plan gözetmeksizin” tüm insanlığı bağlayıcı temel insani ve ahlaki değerleri ayaklar altına alıp “utanılası düşünce ve eylemlerin peşinde koşmak” diye yapılabilirse, bu çocuklara kim “sapkın” diyebilir?

Yasadışı örgüt mensubu olmanın tanımı, başta bu ülkenin anayasası olmak üzere, tüm yasa ve kuralları çiğneyici tavırlar içinde olmak, uluslararası insan hakları beyannamelerinin, sözleşmelerinin ve bağlayıcı tüm kural ve sözleşmelerin üzerinde tepinmek, onları ihlal etmek ve çöpe atmak olarak yapılabilirse o öğrenci kardeşlerimizin yaptıkları, bunun yakınından bile geçmedi.

İnsafsızlık etmeyin.

Bu ülkenin ve hatta dünyanın geleceğini emanet edeceğimiz, belki de bundan 5-10 yıl sonrasının Nobel’lerine layık bilim insanlarının, yöneticilerinin, düşünürlerinin, her meslekten başarılı bireylerin ve karar alıcılarının yetişeceği pırıl pırıl güzide bir eğitim kurumunun öğreticilerine ve öğrencilerine hakaret etmeyin. Onları, “provokatörlerin ve yabancı gizli servislerin maşası ve aleti olmakla” suçlamayın. Bu toplumun yüz akı, en yüksek puanları alarak medarı iftiharımız bir eğitim kurumunun sıralarına oturmaya hak kazanmış o yüksek zekâlı ve aydınlık ufuklu gençleri, yakışıksız hakaretlerle şeytanlaştırmaya çalışmayın.

O çocuklardan bazılarının, tüm çağdaş demokrasilerde kimsenin konu bile etmeyeceği şekilde, (hatta konu etmeye utanacağı bir şekilde) “Farklı cinsel tercihleri olabileceği ya da olanlara saygılı davranmaları” gerçeği üzerinden “Zaten bunlar LGBTİ filan” diye aklınızca “aşağılamaya” çalışmayın.

Velev ki L, ya da G veya B,T, İ… Sana ne?

Daha henüz aydınlatılmaya muhtaç bir “Kâbe-i Muazzama resmi olayı” üzerinden dine ve dinin kutsallarına sahip çıkma adı altında, hiçbir dinde yeri olmayan “zulüm, şiddet ve işkenceye” başvurarak o gençlerin en temel haklarından biri olan (Anayasa madde 34 ve 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası) barışçıl protesto hakkını nasıl engellemeye kalkarsınız? Onları nasıl yerlere yatırıp üzerlerinde tepinirsiniz? Nasıl kafasını gözünü patlatırsınız?

Onlara nasıl “Aşağı bak, yukarı bakma; şuraya bak, buraya bakma” gibi aşağılık emirler vermeye kalkan kamu hizmetkârları üzerinden bu ülkeyi ve devleti rezil edersiniz?

Bütün bunları, liyakatsizliği apaçık ortada olan, tüm meziyeti(!) sizin partinin üyesi ve geçmişte belli kademelerde “dava arkadaşı” olmaktan ibaret, üstelik sicili “intihal nedeniyle” bozuk olduğu tescilli bir öğretmenin ille de o okulda rektör olarak kalması uğruna nasıl yapabiliyorsunuz?

Ayıp değil mi bu konudaki yüz kızartıcı ısrarınız?

Ayıp değil mi bu çocuklara, onların her Allah’ın günü okul bahçesinde yiğitçe direnen hocalarının tertemiz onurlu duruşlarına?

Ayıp değil mi o okulun emekçisinden mezununa, velisine kadar neredeyse 1.5 asırdır “Boğaziçili – Robert Academy’li olma onurunu” göğüslerinde taşıyan tüm camiaya?

Bu ne ezikliktir?

Ayıp değil mi ele güne, cümle âleme? Bak Amerika’dan BM’ye, Avrupa’ya kadar yedi düvel kınadı sizi.

Yapmayın etmeyin.

Akıllı olun biraz.

Buradan bir “Gezi yaratma” suçlamasını herkese yakıştırıyorsunuz da…

Yoksa, asıl siz böyle bir rüya, böyle sorumsuzca ve tehlikeli bir macera peşinde olmayasınız?

Gerilimden, şiddetten, sokaklara yine hâkim olabilecek gözyaşartıcı zehirli gaz bulutlarından medet ummak, bu ülkeye yapılacak en büyük ihanet değil mi?

Hani, her ağzınızı açtığınızda ona buna “hain” diyorsunuz da..

Ağır bir haksızlık değil mi bu? Ne alakası var bu çocukların “ihanet” ile?

Yapmayın. Oturun bir düşünün.

Değer mi, bir garip “Melih’i o koltukta tutmak için” bunca kaosu yaratmaya?

Aklınızı başınıza toplayın.

Bu ülkenin, hayat pahalılığından hukuka, eğitimden sağlığa, her gün 100 – 150 can alan pandemiden uluslararası krizlere kadar bin türlü sorunu var. Onlara çare bulun.

Bırakın o iftihar edilecek pırıl pırıl beyinler, o çocuklar hem kendilerini hem de ülkemizi müreffeh bir geleceğe taşıyacak “En Hakiki Mürşit” yolunda derslerine dönsünler ve bu kriz geride kalsın.

Bir koltuk, bir iktidar, bir Melih için değmez ülkenin zaten cayır cayır yanmakta olan ateşlerinin üzerine bir bidon daha benzin dökmeye.

Kendinize gelin!.

Ne darbeler gördüm zaten yoktular

Ne darbeler gördüm zaten yoktular

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
08 Ocak 2021 Cumhuriyet

 

Büyük şair Attilâ İlhan’a şapka çıkararak bir saygı duruşu ile başlayalım söze.

Ne yararlı bir kavram, ne yararlı ve kullanışlı bir klişe bıraktı bize.

Şair’in dediği gibi:

“Hayır, sanmayın ki beni unuttular
Hâlâ, ara sıra mektupları gelir
Gerçek değildiler, birer umuttular
Eski bir şarkı, belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular…”

Ülkeyi yönetemeyen ama yönetememesine sürekli bir mazeret, bir özür arayanların hep sarıldıkları bahaneye, artık bayatlamış can simidine, “darbe umacısı”na getireceğim sözü.

Ne zaman sıkışsalar (-ki antidemokratik rejimlerin alametifarikası bu sıkışıklık hali, 19 senedir hiç bitmiyor-) hemen bu sözde darbe tehlikesine dair bir balon uçurmak için fırsat kolluyorlar.

En son da Sayın İlker Başbuğ’un kitabı üzerine Cumhuriyet’te yayımlanan söyleşiden cımbızladıkları bir sözü “Bakın. Bunlar, bugünle 1960 darbesi arasında paralellik kurarak Erdoğan’a parmak sallıyorlar” şeklinde akıl fukaralığı içeren bir paranoya gösterisine başvurmaktalar.

Aynı günlerde, gazeteci Can Ataklı’nın “Bugün artık darbenin koşulları yoktur. Kimse yapamaz” mealindeki sözlerini de “Hah.. Bak.. Gönüllerinden geçiyor ama yapamayacakları için hayıflanıyorlar” mealinde yorumlayarak, yine bu “Darbe de darbe, darbe de darbe” terennümüne, nakaratına başvuruyorlar.

Oysa sanki bu toplum, asıl darbecilerin hem de “damardan Cumhuriyet düşmanı FETÖ’cü darbenin yollarına birinci sınıf kaymak asfalt döşeyenlerin” bizzat kendileri olduğunu unuttu sanıyorlar. ATATÜRK Cumhuriyeti’ni yıkmaya yönelik dinci faşist, özgürlük düşmanı akımların, Cumhuriyeti “100 yıllık bir parantez” olarak gören kapkara kafalı gericiliğin gerçekleştirdiği “gerçek darbe”nin müelliflerini, mühendislerini, müteahhitlerini, bilmiyormuşuz gibi yapıyorlar.

Neredeyse, domatesi ortadan ikiye böldüklerinde içinden “D” harfine benzer bir şekil çıkması, havada uçan kuşların veya gökteki bulutların “D” harfi çizmesi için dua edecekler yakında. “Bakın.. Demiştik biz. Darbe geliyor” diye hoplayıp zıplayabilmek için.

BİZDE BEKLENİRKEN ABD’DE

Tam da bizimkilerin “Darb-o-Fobi” hastalıkları depreştiği günlere denk geldi, ABD’deki faşist kalkışma. Dünyanın başına gelmiş (Hitler, Mussolini, Franko dahil) en büyük belalardan biri olan “Sarışın Ruh Hastası” Trump’ın, “Seçim sonuçlarını tanımam. Gitmem. Koltuğu bırakmam” krizlerinin artık “suyunu” çıkararak taraftarlarını sokağa dökmesi sonucu, çarşamba gecesi Washington D.C.’den dünyaya yansıyan utanılacak görüntüleri kastediyorum.

Bizdeki “Kuruluş, Diriliş, Silkiniş, Uyanış, Çırpınış vb.” dizileri anımsatan kostümlerle Capitol Hill’e (Kongre Binası) hücum eden faşist çetelerin ortalığı kırıp döktüğü anlarda buralarda da hükümet yandaşı bazı çapsız beslemeler “Trump’a haksızlık edildi. Zaten Twitter’da sesini kısmaya çalışıyorlar. Zaten yarın bizde de olursa böyle şeyler ona hazırlık mı yapılıyor?” mealinde kendi açılarından bir altyapı hazırlığına giriştiler bile.

Allah’tan, daha önce bunun provasını 2019 Mart ve haziran ayında iki kez yapıp hüsrana uğramışlardı da belki ders çıkarmışlardır diye umuyorum.

Zaten ortalıkta yaygın biçimde dolaşan (aslında kendileri tarafından kasten dolaştırılan) “Bir daha seçim yapmaz bunlar. Yaparlarsa da yenilgiyi kabul edip hır çıkarmadan gitmezler” yollu endişeleri körüklemekten başka bir şeye yaramaz bunlar.

Halkın, demokratik iradesi ve kitlelerin tertemiz oylarının arkasında durarak geçmişte sergiledikleri kararlı duruşunun, her tür faşist ayak diremenin karşısında dikileceğini anlamıyorlar hâlâ.

Zaten tam da bu yüzden, Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılmak istenen Kayyım Darbesi’ne, yani Prof. Melih Bulu’nun haksız ve hoyratça tayinine sahip çıkarak, bu karara direnen öğrenci ve akademisyenlerin tavırlarını “Şeytanlaştırma” çabasına girişiyorlar. “Sokağa dökülmenin ve barışçıl protestonun” adeta “terör eylemi” sayılması, gösterilmesi için ellerinden gelen çakallıkları artlarına koymuyorlar.

Slogan atmanın, pankart açmanın, saf tutup yürüyüş yapmanın “yasadışı bir eylem” olduğu “çirkin algısını” yaratmaya çalışıyorlar.

Anayasanın 34’üncü maddesi ile 2911 sayılı yasanın verdiği, dahası İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tanıdığı hakları ayaklar altına almaya çalışıyorlar. “Polisimin arkasındayım” gibi bir etiketle, polisi vatandaşın karşısında bir güç gibi konumlandırıyorlar.

Oysaki polisin, aslında vatandaşın gösteri ve protesto hakkını (ya da herhangi bir anayasal / yasal hakkını) kullanırken “Ona yardımcı olmak” gibi bir görevi bulunduğunu da unutturmak istiyorlar…

Nafile çabalar bunlar.

Darbe heveslileri ve darbe kışkırtıcılarına, darbe-fobisi ile beslenenlere inat bu halk, faşizmi de yitirdiği halde koltuğa yapışmak isteyenleri ve istemeye yeltenecekleri de geçmişte olduğu gibi gelecekte de hüsrana uğratacaktır.

Şaşmaz bir kaidedir çünkü:

Demokrasi, faşizme er geç galebe çalar.

İyi diyelim, iyi olsun

İyi diyelim, iyi olsun

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 01 Ocak 2021

 

Sanal âlemde ve yüz yüze sohbetlerde son bir iki aydır neredeyse hepimiz aynı cümleyi tekrarlayıp duruyoruz:

“Yılbaşı gelse de kurtulsak şu Allah’ın cezası 2020 yılından…”

Hani şu, iki testi şarabın birinden bir yudum aldıktan sonra, daha ötekini tatmadan “Bence kesin öteki iyidir. Bundan kötü olamaz” diyen Bektaşi’nin mantığı ile 2021’i adeta kutsar olduk.

Aslında, insanoğlunun başı dertten hiç kurtulmadı ki. Kimi zaman salgın kimi zaman savaş kimi zaman açlık ve yoksulluk ve sömürü, kimi zaman doğal afetler ama her daim emperyalist işgaller ve baskıcı-sömürgen rejimler, çağlar boyunca hiç nefes aldırmadı bu gezegenin, “insan” denen çilekeş canlı türüne.

Bence bu yılın Covid-19 pandemisi, belki de 1918’deki küresel İspanyol Gribi pandemisinden bu yana (aradaki bölgesel salgınları saymazsak) insanoğlunu en çok etkileyen tarihi bir olaydır. Biraz da “Ulaştığımız bu teknolojik ve sınai gelişmişlik düzeyine rağmen, neredeyse parmaklarımızı bir şıklatınca her şeyi yapabilmeye kadir olmamıza rağmen, olağanüstü bir sermaye ve servet birikimine rağmen, bir maskeye yani 15’e 25 cm boyutunda bir bez parçasına muhtaç olmanın ezikliği”dir bu dayanılmaz ruh hali.

Canımızdan bezdik dünyanın 6 kıtasında. Yaşam biçimimiz radikal değişimlere uğradı. Diğer bütün sorunlarımızın üzerine çıkıverdi geçen şubat ayından beri, tüm gezegende. Normal üretim döngülerimizi, normal rutin yaşam döngülerimizi terk etmek, sevdiklerimize bile sarılamamaktan dolayı derin bir depresyon içindeyiz.

Mesela bu satırların yazarı (severim bu hiç eskimeyen yazar klişesini) tam 386 (üç yüz seksen altı) gündür, gözünün bebeğinden değerli biricik evladını görememenin dayanılmaz ağırlığı altında ezim ezim ezilmekte.

Ama yine de umutlarımızı yitirmemek gerektiğinin bilincinde olarak, bu sabahtan itibaren yeni bir döneme yelken açıyor olmanın ruh haline bürünmek istiyorum.

Bu gelen yılın, en başta insanların en temel hakları olan adil bir dünya özlemini gerçekleştirebileceği bir dönemin başlangıcı olmasını diliyorum. Ezilenlerin, sömürülenlerin, buna layık olmadıkları ve her türlü kan emici sömürgenin, her türlü zalim diktatörün boyunduruğundan kurtulabileceğinin bilincine bir an önce varabildiği bir sürecin başlangıcı olduğunu kavramasını arzuluyorum.

Sağlık, eğitim, adalet, temiz ve yaşanabilir bir çevre gibi temel gereksinimlerin, insanların hayatında bir “ayrıntı” değil hava gibi, su gibi, ekmek gibi vazgeçilmez birer gereksinim olduğunu anlayıp bunların “satılmadığı, başkalarının iradesi ile gıdım gıdım, adaletsiz ve keyfe göre dağıtılmadığı bir dünya” hakkı için mücadeleye artık başlamalarını temenni ediyorum.

Geçen bir yılda “fena halde farkına vardığımız üzere”, sağlıklı bir yaşam hakkının, tüm vatandaşlara kayıtsız koşulsuz, tercihsiz, mutlaka parasız sağlamanın devletlerin vazifesi olduğunun da artık tartışılmaması gerektiğini anlamaya başlayalım diyorum.

Ülkeleri yönetmek üzere seçtiğimiz kadroların, örneğin Sağlık Bakanı’nın hastane patronu olmadığı, Eğitim Bakanı’nın özel okul sahibi olmadığı, Turizm ve Kültür Bakanı’nın turizm tesisi patronu olmadığı, üst düzey siyasetçi ve bürokratlar hakkında milyarlarca, trilyonlarca, zitrilyonlarca ticari ve finansal “pislik iddiaları”nın bulunmadığı bir rejim diliyorum.

İnsanların birbirlerine düşman edilmediği, etnik, dini, mezhepsel, milli, cinsel tercihleri nedeni ile husumet beslemediği bir dünyanın yaratılmasını temenni ediyorum.

Son olarak, 2021’e bu temenni ve beklentilerle merhaba derken, başta “korona maskesi” olmak üzere “her türlü maskeleri fırlatıp attığımız” ve samimi bir kardeşlik havasının egemen olduğu bir dünya ile tüm Cumhuriyet okurlarına “1923 Cumhuriyeti idealinin ve meşalesinin yeniden ışıl ışıl parlayacağı” apaydınlık günler diliyorum.

En iyi savunma ‘hörelenmek’ midir?

En iyi savunma ‘hörelenmek’ midir?

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli 
Cumhuriyet, 25 Aralık 2020

 

“Takmıyorum.”
“Tanımıyorum.”
“Irgalamaz.”
“Yok hükmünde.”
“Boşlukta.”

Bir nevi “Saymeyoz…” tavrıdır bu.
Yaptığı vahim hatayı bile bile “Biz böyleyiz. Yerseniz. Canınız cehenneme” demektir, evrensel-çağdaş hukuk normlarının suratına tükürükler saçarak.

Devletin en tepelerinden başlayarak koalisyon ortağına ve bakanına kadar, AİHM’nin son kararına gelen tepkiler yukarıdaki fillerle özetlenebilir. Zaten başka türlüsünü de beklemiyorduk, bu tükenmiş iktidardan. Çünkü, artık sadece “öfkeli reaksiyon” anlamında sarf ettikleri cümleler değil, “normal, sakin(!) günlük bildirim” anlamındaki sözleri de tamamen bir savrulmuşluk ve ne dediğini artık hiç umursamayan bir başıbozukluk ve çaresizlik duygusunun eseridir.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en övünülecek dış politika adımları arasında sayılması gereken, “Avrupa Medeni Milletler Ailesi’ne duhul” anlamına gelecek adımların ürünü “AİHM denetimi”ne tabi olma (güçlü bir ahittir bu) halini, buruşturup atmak anlamına gelen bu tepkiler, sadece kendi insanına “çağdaş hukuk ve insanlık normlarını layık görmemek” değil, aynı zamanda “biz, kendimizi artık o aileye mensup saymıyoruz” demektir.

Strasburg’daki mahkemenin Büyük Dairesi’nin (Grand Chamber) iradesini tanıdığımız ve anayasamızın 90’ıncı maddesi ile de “hukuki üstünlüğünü” kabullendiğimizi kayda geçirdiğimiz bir sürecin, buruşturulup çöp kutusuna atılmasıdır.

AİHM’nin Selahattin Demirtaş kararını “ama o bir terörist” diye elinin tersi ile itivermek, ya kararı hiç okumamış (okumaya tenezzül bile etmemiş) olduklarını ya da bile bile ülkeyi zaten içine sürükledikleri kesif karanlığı daha da vahim hale getirmenin bir yeni adımıdır.

Zaten yaptıkları açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki kararı hiç okumamış veya anlamışlar.

Mesela, “kendisini bizim mahkemelerimizin yerine koyarak hüküm vermeye çalışmakla” suçlamalarından belli. AİHM öyle bir şey demiyor. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ilgili maddelerine atıfta bulunarak “Tutuklu yargılamamanız gerekiyor. Tahliye edin” diyor. Bir “hüküm” vermeye kalkışmıyor. Zaten hiçbir AİHM kararının, yerel mahkemenin hükmünü geçersiz kılmaya yönelik bir alternatif “mahkeme hükmü” olmadığını, herhangi bir hukuk fakültesinin birinci sınıf öğrencisine (eğer sahte-çakma-araklama bir lise diploması ile ve soruları çalmış FETÖ’cülerin el altından verdiği cevap anahtarı ile girmemişse) sorsanız size anlatıverir.

AİHM, özetle diyor ki:

“Hani şu altına imza attığınız ve uymayı taahhüt ettiğiniz sözleşmeler var ya. Hani şu ilave protokoller var ya. Hani kendinizi de bağladığınız anayasa hükümleri var ya.. Hah!.. İşte bunlara uygun hukuk sisteminiz olsun. Bunlarla uyumlu ve tutarlı adli kararlarınız olsun…” diyor. O kadar.

Tutuksuz yargılamanın esas olması da bunlardan sadece biri ve belki de en temel, en basit olanı. Ama sen, ille de OHAL zihniyeti, OHAL hukuku, sıkıyönetim mantığına göre çalışan yargı, “yukarılara bakmadan, emir almadan, sinyal beklemeden adım atamayan” bir adliye aygıtında ısrarcı olursan, AİHM bunu (o sistem içinde kaldığın müddetçe) sana hatırlatacak.

Bundan da öte “Ama o terörist, ama o PKK’li, ama onlar FETÖ’cüler, ama onlar bizden değil. O pis, öteki kötü, beriki kaka” ağızlarına tevessül ettiğinizde de işin seviyesi ve siyasi “özgür ağırlığı” iyice yerlerde sürünmeye başlıyor. Bu “terörist” muhabbetinin zaten çoktan bayatlamış olmasını ve yok hükmüne inmiş olduğunu vurgulamak için “Habur’u, Oslo masası vıcıklıklarını, cıvık Megri Megri şovlarını, İmralı’da 5 çaylarını, seçim öncesi Öcalan mektuplarını, Osman’lı TRT röportajlarını” (kaçıncı kez) filan anımsatayım da bir daha başvurmayın bu ucuzluklara.

Bakın, size aynı sizin AİHM’ye seslendiğiniz ağızla sesleneyim buradan:

Ey, çağdaş evrensel hukuka düşman kafalar!

AİHM kararlarını tanımamak, sadece Avrupa normlarına, Kopenhag kriterlerine, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1950’lerin sonlarından beri dahil olmak için kan ve ter döktüğü “Medeni Milletler Ailesi”nden uzaklaşmak değil, aynı zamanda kendini Ortadoğu’da bir karanlık odaya kilitleyip, anahtarını da “bir daha bulunup açılamasın diye” imha etmektir.

Dahası, içeride baş edemediğin binlerce maddeden oluşan listeyi gözlerden kaçırmaya yönelik bir sis bombası atmaktır, ki bu sisin bedelini geçmişte kaç kez hep birlikte ödedik, ödüyoruz, ödeyeceğiz.

Buna hakkınız yok.

AİHM’nin uyarısına atar yap, tutukluluk cezası konusunda uyarana gider yap, çıplak arama ayıbını ve utancını hatırlatana “terörist, FETÖ’cü” diye hakaret et, ona namussuz, buna şerefsiz, ötekine cibiliyetsiz diye hakaret et…

Belki biraz “rahatlatır” sizi.

Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin saygınlığı ve esenliği, sizin rahatlamanızdan daha önemli.

Hatırlatırız.

Kendinize gelin.

Daha ‘R’ demeden bitti

Daha ‘R’ demeden bitti

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli

Geçen hafta sonu yaşanan ve her ikisi de iktidar propagandası niteliğindeki iki törenden görüntüler, bunlara tipik birer örnektir.

Biri “yerli üretim” diye millete yutturulmak istenen bir helikopter motorunun tanıtım töreniydi. Hani şu, ünlü “Benzinsiz Devrim Otomobili” rezaletine benzeyen olay. Motor çalıştırılamayınca, panik içinde “Sabote ediyorlar. Başaramayacaklar…” diye bağırış çağırışların yaşandığı töreni kastediyorum.

Bir diğeri de insana durup dururken “İstanbul’dan Kalktı Tren / Maltepe’de Yaptı Fren” diye beste bile yaptıracak kadar trajikomik “Çin’e tren katarı yollayacaktık ama…” hadisesi.

Hükümetin, bir aydır kamuoyuna pompalamaya çalıştığı, belli ki “Seçime kadar bununla oyalar, eriyip gitmekte olan oylarımızın hiç olmazsa bir kısmını kurtarırız” amacına yönelik sahte reform söylemlerini ve bu söylem balonunun “pıt” diye patlayıvermesinin bir metaforudur yukarıda aktardıklarım.

Neymiş efendim? Ekonomide, demokraside ve hukukta reformlar yapacaklarmış. Kim söylüyor bunu? 18 yıl önce devraldıkları Türkiye’yi on yıllarca geri götüren ve dünya sıralamasında ülkeye-millete her alanda “nal toplatan” bir beceriksiz siyasi iktidar ve yandaşları.

Derken, daha “R” harfinde kendi kendini imha eden bir sözde “Reform” süreci başladı.

Ekonomide, yine milletten gizlenen ve fabrikasyon TÜİK verileri ile yutturulmaya çalışılan” enflasyon, büyüme ve işsizlik üzerinden, zaten sıfırlanmış güven ve itibarı sıfırlama çabaları mı istersin? Sağlık Bakanlığı’nın ısrarla gizlediği korona ölümleri mi?

Siyasette, “mafya çeteleri ile kol kola (ne reform ama?) görüntülerden” bir demet mi verelim?

Hukuk ve adalet alanında, ayaküstü sorulan bir soruya “O adam terörist. Asla bıraktırmam” mealinde ayaküstü “mahkeme kararı yazım (yazdırma?) törenleri” mi?

Belediye meclislerinde, halkın büyük bir çoğunluğu ile seçilmiş “rakip partilerin” başkanlarına çelme takma egzersizleri mi?

Her Allah’ın günü yeni bir örneği sergilenen, bir yandan pembe gözlük dağıtırken bir yandan da alenen “Biz asla değişmeyeceğiz. Ne reformu ulan?.. Devlet yönetmek kolay mı sanıyorsunuz? Bir gün siz gelirseniz iktidara, reform meform o zaman düşünürsünüz” beyanları.

Gündemin üzerine asılmaya çalışılan altı harfli bir sözcükten oluşan neon ışıklı tabelanın, daha ilk harfinde, “R” harfinde elinizde patlayan ve dağılan bir yazısından söz ediyoruz.

Çünkü demokrasi ile uzaktan yakından bir ilginiz yok.
Çünkü bu ülkeyi sevmiyorsunuz.
Çünkü bu ülkenin insanını sevmiyorsunuz.
Çünkü bütün bildiğiniz şey, yandaşlarınızı pembe hayaller ile oyalayıp seçimden seçime oylarını alıp, vurgun düzeninizi sürdürmenin yeni yollarını ve yeni rant musluklarını icat ederek yola devam etmek.

Ne ekonomide ne demokraside ne de hukuk alanında reform yapma kapasitesi ve hatta niyeti olan siyasi kadrolardan söz ediyoruz. Kimse umutlanmasın.

Herkes ‘Anti Racist’, maşallah

Salı gecesi Paris’te Başakşehir takımının bir teknik adamına karşı, hakemlerden biri tarafından yöneltilen “negro” sözcüğü, spor âlemini de dünyayı da ayağa kaldırdı. Toplu bir ırkçılık karşıtı gösteri ile dünyaya mesaj verildi. Öteki ülkeleri bilmem ama bizim memleketten de bir hayli yüksek sesle kınamalar geldi.

Ama en ilginci, hayatlarını başka millet, ırk, din, mezhep, siyasetten insanların “katline” adamış azılı kafatasçı ırkçı faşistler bile bu koroya utanmadan katıldılar. Kendi etnik ya da dinsel, hatta mezhepsel aidiyetleri dışındakileri yok sayan, hatta bu uğurda kan dökmekten çekinmeyen faşistler de utanmadan tweet attılar. Daha yakın bir zamanda, ülkemizin “istenmeyen, sevilmeyen, yok edilmek istenen” halklarının futbol takımlarını bile tribünde ve sahada gırtlaklamaya kalkan, işine gelmediği her fırsatta “terörist” diye damgalayan, kendi ana dillerinde konuşmalarına bile tahammül edemeyen faşistler Pierre Webo ve Demba Ba gibi siyah oyuncularla kol kola veriyormuş rolü oynadılar.

Gerçek ırkçılık, ayrımcılık, kafatasçılık ve faşizm karşıtları ise bu sahtekârlıkları yemediler tabii.

Bir de ülkenin Cumhurbaşkanı’nın, anlaşılmaz biçimde Paris’te yaşanan olayı ayaküstü “Fransa’ya ve Fransızlara bağlaması” konusu var ki… Onu yorumlamaya bile kalkışmayacağım. “Tarihi bir talihsizlik…” deyip geçeyim de başıma durup dururken iş almayayım.

Böyle kısıtlama olmaz

Nedenini anlatayım: Bir kere şu bilimsel (fiziksel) gerçeği hatırlatmakta yarar var :

“Bir zincir, en zayıf halkası kadar güçlüdür”

Yani, isterseniz 1 milyon çelik halkalı bir zincir imal edin, halkalardan bir tanesi bile plastikten imal edilmişse, o zinciri üretmek ve monte etmek için harcadığınız çaba, emek ve paraya yazık. Hiçbir işe yaramaz. Oradan kırar geçerler.

Sözünü ettiğim “Zayıf halka”, sokağa çıkma kısıtlamalarındaki istisnalardır. Ve sayıları o kadar çok ki. Benim günlerdir sosyal medya hesaplarımdan sürekli olarak bunlara örnek olarak gösterdiğim “Kuru yemişçi” bunlardan sadece bir tanesi. Mesele kuruyemişçi meselesi değil. Bir garezim de yok kuru yemişçiye. Sembolik bir örnek bu verdiğim.

Yani kuru yemişçi, manav, bakkal, kasap, market vb. tüm işyerleri açık olacak. Fabrikalar, şantiyeler, atölyeler, ticarethaneler açık olacak ve on milyonlarca emekçi oralara gidip gelecek. Yakın mesafede çalışacaklar. Turistler sokaklarda dolaşabilecek. Düzinelerle kalemden oluşan meslek erbabı sokaklarda gezinebilecek. Cumartesi pazar vakit namazları, kilise sinagog vb. ibadet yerlerinde ibadet yasak ama, toplu cuma namazları serbest olacak. Açılış törenlerinde iktidar partisinin propagandasını yapabilmek amacıyla katılımcılardan işçisine, yayın ekiplerinden destek personeline kadar yüzlerce insan görev yapacak. Cumartesi ve pazar günleri sadece İstanbul’da yüzde bir istisna olsa bile ortalıkta dolaşan ve çalışan 160,000 kişiden söz ediyoruz. Bunların yarısı araçla dolaşsa, İstanbul caddelerinde en az 80,000 araçtan söz ediyoruz.

Şaka gibi değil mi?

Ve yukarıda sayamadığım bir yığın abukluk yaşanacak. Sonra siz millete dönüp, “Kısıtlama yaptık, virüsü önledik” diyeceksiniz. Tabii ki kendinizi kandıracaksınız. Yukarıda verdiğim “zincir” örneğine benzetmesine geri dönün şimdi. Haksız mıyım?

Kısıtlamalar arasındaki çelişkili ve abuk farklılıkları saymıyorum bile.

Mesela kuru yemişçinin açık olduğunu, ama eczanenin kapalı olmasını söylemiyorum bile. Gazoz alabilene serbest, alkollü içecek almak isteyene market reyonlarının kapalı olmasına değinmiyorum bile.

Kısacası… Böyle olmaz beyler. Kendimizi kandırıyoruz.

Virüs böyle durdurulmaz. Virüs, ancak ve ancak “Virüsü taşıyan-taşıması muhtemel insanların dolaşımı tam olarak engellenirse” durdurulabilir.

Bunca zahmet ve sıkıntıya değmesi gerekir. Aklı başında tüm bilim insanlarının vurguladığı üzere,

  • ez an 14 gün ve belki de daha fazla gün, “tam ve istisnasız” kapanma gerek.

İstisnalar, sadece hayatın idamesi için tartışmasız biçimde gerekli hizmetlerde çalışanları kapsamalı. Başta sağlık, su, elektrik, ısınma, iletişim, güvenlik ve temel gıda maddeleri temininde çalışanlardan söz ediyorum.

Kendimizi kandırmayalım.

İşin şakası yok. Virüs can almaya, hem de Sağlık Bakanlığı’nca pompalanan yalanların haricinde onbinlerce insanın canını aldı, almayı sürdürüyor. Oyun oynamanın vakti değil.

Esnafı patronları kollamak ya da yardım edemediğiniz için üretimlerine ticaretine imkan tanımak uğruna, virüsün yenilmesini engelliyorsunuz.

Farkında mısınız?

Nekstfilikstz dizisi gibi

*Nekstfilikstz dizisi gibi

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 04 Aralık 2020

Bizim memleket gündeminin her ne kadar tatsız, sevimsiz, vahim, ölümcül, iç karartıcı bir muhtevası ve münderecatı varsa da bir yandan da hem haber peşinde koşan gazeteciler hem de yorumcular ve hatta kitap yazarları için (ironik biçimde) “tadından yenmez” bir özelliği vardır.

Her şey o kadar iç içe ve sanki “kurnaz bir kurgu yazarı” ustalığında “bestelenmiş” gibi duruyor ki uğraşsan bu kadar mevzuyu üst üste yazıp bir senaryoya dönüştüremezsin.

İzah etmeye çalışayım…

Bir bakıyorsun, iktidarın başındaki “Şahsım” öyle bir laf ediyor ki normalde sokakta yürüyen herhangi bir başka “Şahıs” veya başka bir siyasetçi bu lafı etse, mahkemelerde sürüm sürüm süründürürler adamı.

Mesela ülkenin menkul, gayrimenkul her türlü varlığının satışını savunurken, “Para paradır kardeşim. Rengi, dini, imanı, kaynağı sorgulanmadan başımızın tacıdır” mealinde beyin devrelerimizi yakıyor. “Milli ve yerli ve ümmi” kavramlarını gece-gündüz gözümüze, beynimize sokan, attığımız adımı, aldığımız nefesi, uhrevi standartlarda düzenlemeye çalışan, yaşamımızı dapdaracık çerçevelere hapseden birinden, bu denli “ultra, hiper, süper, uber liberal” bir söz yüreklerimizi hoplatıyor.

Ama, onun tartışmasız – kayıtsız – koşulsuz dokunulmazlığı olduğu için, sadece o lafın üzerinde konuşulabiliyor veya yüreği yeten eleştirebiliyor.

O laf üzerinden başlayan tartışma sırasında muhalif birilerinin hatta ana muhalefetin başının ettiği herhangi bir laf ise anında “Vatana ihanet” etiketini yiyerek, mahkeme mevzuu yapılabiliyor. Bu kavga gürültü ve vaveyla esnasında ise “mesele” neydi ve “hadise” nereden çıktı, anında unutuluyor. Bir de üstüne üstlük, “Şahsım”ın ilk lafı hangi şapkası ile (devletin başı mı? AKAPE’nin başı mı?) söylediği de birbirine girdiğinden, adeta bir “psikolojik korku filmi – psychological thriller” film senaryosu tadında bütün sahneler birbirine karışıyor.

Bir Katar olayını, elin “Emir”ine memleketin varlıklarının “haraç mezat” kapı arkasında satışı konusunu düşünün. Satışı eleştiren, “Niye sattınız? Yani bu askeri üretim tesisinin satışı, silahlı kuvvetlerin satılması anlamına gelir” mealinde konuşan bir milletvekili, neredeyse “duvar dibine gözleri bağlı dikilip” kurşuna diziliyor.

Tam bu mesele konuşulurken, bu kez bir eski iktidar milletvekili “Katar bu memleketi besliyor” mealinde (ulusa ve ülkeye ağır bir hakaret ve aşağılama içeren) bir laf etmesine rağmen, gözlerden kaçıveriyor.

İktidar partisinin bir mensubuna toz konduramayan yandaş yalaka, yılışık yalancı ve besleme medya ve üç kuruşa kiralık “bilmem ne böceği” kılıklı troller de toplu linç için ellerinde adeta yağlı urganla dolaşırken, ana muhalefet liderine “kazığa oturtma” tehdidinde bulunan mafya çetesi liderine “çıt” çıkaramıyorlar. Yemiyor tabii. Güçleri sıradan ve tabii muhalif Twitter kullanıcısına yetiyor.

Tüm bunlar yaşanırken, ana muhalefet partisinin bir yerel örgütünde yaşandığı belirtilen bir taciz-tecavüz hadisesi, yine aynı partiden bir eski milletvekili tarafından seslendirilip eleştirilmesine rağmen, “Bak, bizim cenahta Kuran kurslarında, vakıflarda olunca kıyameti koparıyorsunuz. Sizin partide olunca ses etmiyorsunuz” gibilerden bir sahtekârlıkla ortalık velveleye veriliyor.

İstanbul Belediye Başkanı’na suikast girişimi ihbarı haberinin üzeri örtülmeye çalışılırken, üstelik de ihbar, üstü kapalı doğrulanmışken yalaka-besleme medya “Durun yahu. Sizin partideki taciz skandalını unutturmak için bunu uydurdunuz. Tam da ne güzel, ağız tadıyla CHP’yi dövüyorduk…” gibilerden feryada başlıyor.

Bir bakıyorsun, “Tank-Palet-Ordu-Satış” lafları ile kavga çıkaran CHP’li milletvekili yüzünden, tartışma programının yayımlandığı bir TV kanalına RTÜK’ten haksız bir ceza geliyor. Cezanın amacı sadece iktidara destek ve bu laflara tavır almak değil tabii. Aynı zamanda o kanala ve medyanın tümüne, “Hoşa gitmeyecek sözleri söyleyecek ve hatta en ufak bir muhalif söylemde bulunacak birilerini ekranlara çıkarmayın. Bizden (Şahsım Cumhuriyeti tepe noktalarından) işaret ve icazet almadan konuk seçmeyin” mesajı verilmek isteniyor. Açıkça “otosansür görünümlü sansür” (bu kavramın copyright’ını isterim) uygulaması devreye sokuluyor.

Nasıl?..

Çok mu karıştı kafanız?

Dizinin sonuna hatta sezon finaline filan kafayı yormaya bile mecali kalmıyor insanın değil mi?

Zaten yok ki sonu.

Emin olun. Ben yarım asrı bir hayli geçkin bir süredir izliyorum aynı *“Nekstfilikstz” (Copyright-Şahsım) dizisini. Her bir bölüm ayrı bir heyecan ve (dilim varmıyor ama) lezzette.

Hani şu (neredeyse) Sultan 1. Mahmud döneminden beri sürmekte olan “Arka Sokaklar” dizisi gibi.

“Rıza Baba”ya (Zafer Ergin) saygılar.

Bu ‘kırım’ın sorumlusu sistemdir

Bu ‘kırım’ın sorumlusu sistemdir

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 27 Kasım 2020
Koronavirüs pandemisinin ilk günlerinde (20 Mart Cuma) yine bu köşede yazdığım bir yazıya, “İlacı biliyorum” başlığını atmış ve şunları demiştim:

(…) Çare yani ilaç, dünyaya ve olaylara bakış açımızı değiştirmek.

İnsanoğlunun hep birlikte yarattığı tüm değerleri, hem ulusal hem de uluslararası boyutta öncelikle “insanoğlunun sağlık ve huzur içinde yaşayabilmesi” için kullanmayı esas alan bir sistem yaratmak. Çoğunluğun ürettiği değeri, azınlığın refahı için kullanmayı değil, yine çoğunluğun iyi yaşaması için kullanmayı hedefleyen bir sistem. Adil paylaşımı ve en önemlisi de önceliklerin doğru belirlendiği bir anlayışı hedefleyen bir sistem (…)

Yani, açıkçası hastalığın yol açtığı hasarı, ki bu hasar insan canı şeklinde bir bedel ödemektir, o günlerde belki tahmin bile edemezken, bugün gelinen noktada, Türkiye’de de on binlerce insanın hayatına da mal olan küresel bir “kırım” boyutuna ulaştığı görülmektedir.

Sözünü ettiğim yazımda pandemi dönemi de dahil olmak üzere, tek tek ülkelerde de dünya çapında da “sağlık hizmeti” denen şeyin nasıl anlaşılması gerektiğini, yani “ilacı” da şöyle izah etmişim:

(…) Sağlık, bu gezegende yaşayan istisnasız herkesin, maddi ve sosyal konumu ne olursa olsun vazgeçemeyeceği bir ihtiyaç olduğuna göre, “para ile satılamaz, satılması akıldan bile geçirilemez, hatta suç sayılması gereken” kesinlikle bedava ve mümkün olduğunca mükemmel bir hizmet olarak sunulmalıdır.

– Sağlık hizmetinin kalitesi, tek tek bütün insanlar için eşit ve en üst seviyede olmalıdır. Çünkü “insanı yaşatmak ve iyi durumda yaşatmak” devletlerin (tartışmasız) birinci ödevi olmalıdır. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” gibi abuk sabuk sloganlar da çöpe atılmalı, insan hayatının yanında devletin yaşayıp yaşamaması (hayatı) 888’inci sırada bile düşünülmemelidir (…)

Buna rağmen özelde Sağlık Bakanlığı’nın genelde de Türkiye’yi yöneten siyasi kadroların, bırakınız bu ilkelere uygun davranmayı, tamamen ekonomik kaygıları gözeten, özel hastane sahiplerini kollayan, gerçekleri kamuoyundan gizleyerek pandemiyi “hafif atlatıyormuşuz” izlenimi veren, gereken önlemleri almayarak da insanların rehavete kapılmasına yol açan, dolayısıyla da toplu ölümlere sebebiyet veren yani açıkça yalana dayalı bir siyaset izlediğini dehşete kapılarak izledik. Hâlâ da izlemekteyiz.

Özel sağlık kurumlarının ellerinde bulunan ve ülke kapasitesinin %40’ına denk düşen yoğun bakım yatak sayısına dokunmayarak, bu kurumların “ballı kazançlarına” devam etmelerini, yani korona ile mücadele kapsamına almaya bir türlü cesaret edememeleri, iktidarın kafasının nasıl çalıştığına çarpıcı bir örnektir. Kapitalist sistemin adeta “kimlik beyanı” niteliğindeki bu uygulamanın adı Göz Göre Göre Cinayettir.

Binlerce, on binlerce insanın hastane koridorlarında,
acil servislerinde, sedyelerde ve hatta evlerinde hastalıktan inim inim inlerken, kamu kurumlarındaki yoğun bakım yataklarında “kendisinden önce gelenin bir an önce iyileşmesi ya da ölmesi için dua ederek” beklemesinin vebalini
nasıl taşıyacaksınız?

Bilime değil siyasete, bilim insanlarına değil de sağlık sektörünün hastane patronlarına yani para babalarına öncelik veren olmanın suçunun ağırlığı altından nasıl kalkacaksınız?

Bu toplu “kırım”ın hesabını hangi mahkemede ve hangi platformda vereceksiniz?

Bir yandan da “aman ekonominin çarkları yavaşlamasın, durmasın” saiki ile, on milyonlarca emekçinin gelirlerini garanti edemediğiniz için sayıları-verileri halktan aylardır gizleyerek neden olduğunuz rehavet sonucu, fazladan kim bilir kaç kişinin hastalanmasına ve neticede ölümüne yol açmanın günahı ne ile ölçülebilir?

Şimdi de kalkmış, sanki aylardır bu tablonun faili kendiniz değilmiş gibi, bir gecede “hop” diye “Sayılar aslında şöyle değil de böyle” diye çark etmenin, neyi çözeceğine inanıyorsunuz?

Hep söylerim ya.. Vahşi kapitalizm diye bir şey yoktur. Kapitalizmin kendisi bizatihi “vahşi”dir. Vahşetin vücut bulmuş kanlı-canlı halidir. Ülkemizde deprem dahil, çevre sorunları dahil, her türlü ekonomik arızalar dahil, dış politikadaki başarısızlıklar dahil tüm sıkıntıların ve bu yüzden ödenen tüm ağır bedellerin sorumlusu da budur.

  • Sistem değişmedikçe, rejim değişmedikçe, halkın en başta sağlığını, güvenliğini, esenliğini ve tüm temel haklarını öncelikli düşünen insanlar yani “halkın gerçek temsilcileri” direksiyonda oturana kadar da maalesef böyle devam edecektir.

Halk bunu kavradığı ve örgütlenerek bu düzeni değiştirme gücünü elde ettiği gün, zaten korona da başka musibetler de kısa sürede yenilmeye mahkûmdur.

Bir sonraki seçimde bunları hatırlayıp en başta da artık neredeyse “her binadan bir cenaze çıkmaya başlayan” bugünleri hatırlayıp oy kullandığı takdirde, bu musibetleri geride bırakacağız. Emin olun.

Bana dava arkadaşını söyle…

Bana dava arkadaşını söyle…

Zafer ArapkirliZafer Arapkirli
Cumhuriyet, 20 Kasım 2020
Siyaset gündeminin dönüp dolaşıp geldiği seviye(!) bu mu olacaktı?

“Bakla kazığı”

Diyebilirsiniz ki “Ohoo.. Bu gözler bugüne kadar neler gördü. Bu kulaklar neler duydu.”

Haklısınız. Ama zaten kullanılan ifadelerden ve bu ifadelerin kimden geldiğinden daha vahim olanı, siyasetin yani meşru siyasetin temsilcileri arasında bulunan birilerinin, bu sözlere ve seviyeye(!) arka çıkması, onaylamasıdır.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, bu sözlerin sahibi mafya liderine kol kanat geren, mahut “Dava arkadaşımdır” sözleri, bütün bu olupbitenlerin “zirve” noktası ve başlıca dert edinmemiz gereken unsurdur. Uzun yıllardır siyasetin içinde bulunan birinin, üstelik de halen iktidarın bir “unsuru” yani koalisyon ortağı konumundaki bir orta yaşlı siyasetçinin, “şiddete prim verir” tarzdaki bu “dava arkadaşı” sahiplenişi, siyasetin geldiği (getirildiği) noktanın tam ve hazin bir fotoğrafıdır.

Olup biteni izlerken, geçen yıllarda Avrupa ülkelerinden birinde (sanırım Fransa’ydı) İslami cihatçı terör eylemleri konusunda yapılmış ilginç bir sosyal deneyi anımsadım.

Deneyi yapan kişi, elindeki (kapağı gizlenmiş) kutsal kitaptan metinler okuyarak, sokakta gelişigüzel seçilmiş insanlara soruyordu, “Sizce bu sözler hangi kitaptan?” diye. Kutsal kitaptan okuduğu bölümler, özellikle seçilmiş ve “Şiddeti kutsayan, mazur ve haklı gösteren, başka dinden olanların ya da inançsız insanların katledilmesini, kafalarının kesilmesini, ortadan kaldırılmasını vb.” savunan satırlardı.

Mikrofonun uzatıldığı istisnasız herkes, bu satırları “Kuranıkerim”den alıntılanmış zannetti. Yerleşik varsayımlar ve “cihatçı terör”ün, genellikle hep İslamcı-şeriatçı teşkilatlardan gelmiş olmasının yarattığı önyargıya dayanıyordu bu tepkiler. Oysaki alıntı yapılan kitap, Hıristiyan dininin kutsal kitabı İncil’di.

Düşündüm de… Alaattin Çakıcı adlı mafya liderinin el yazısı ile yayımladığı mektupta kullandığı hakaretamiz ifadeleri ve tehditleri, bir kâğıda daktilo ile yazsak, imzasını gizlesek, her kesimden siyasi görüş sahiplerine (bu arada MHP’lilere) sorsak, “Sizin sayın genel bakanınıza hitaben yazmışlar bunu. Ne diyorsunuz?” desek? Cevabı ve belki de o kâğıdı alıp (Allah muhafaza) “ne yapacaklarını”, düşünmek bile istemiyorum. En hafifinden, “Kim yazmış lan bunu? Adresini, adını, telefonunu ver bize” diyeceklerinden emin olabilirsiniz.

Bakla kazığının (pardon zurnanın) “hart” dediği yer de burası işte!.

Bu tür siyaset dışı, akıldışı, edep dışı ve şiddeti savunan, meşrulaştıran çıkışları bugün “sizinki” (dava arkadaşı) yaptı diye sahip çıkarsanız, yarın başkasından size yöneldiğinde itiraz etmek, kınamak, hakkında işlem yapılmasını istemek ve belki de somut tavır almak hakkını yitirirsiniz.

Üstelik, bir başka “hakkınızdan” da feragat etmiş olursunuz…

Hani hep, Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) mensup siyasetçilere karşı sarf ettiğiniz bir söz var ya: “Terör örgütü ile aranıza neden mesafe koymuyorsunuz?” İşte bu soruyu, bir daha ne HDP’ye ne de başkasına sorabilirsiniz. Herkes sorabilir. Ama siz soramazsınız.

Bir meşru siyasetçinin ettiği sözler üzerine, onu doğru dürüst eleştirmek yerine, adam gibi fikir beyan etmek yerine “Seni bilmem ne kazığına oturturum” mealinde tepki gösterene sahip çıkmanın böyle bir bedeli olur. Yarın öbür gün, bir başkası sizi “şiddet uygulamakla” tehdit ettiğinde, aynı hakaret sıfatlarını kullandığında, söyleyecek lafınız kalmaz.

Ha, tabii ki “sıkıysa denesinler bakalım” diye efelenmek, racon kesmek hakkınız. Buyrunuz. Sizi rahatlatacaksa..

“Araya mesafe koymak”… Anahtar deyim bu işte.

Hani meşhur “sağlık” sloganımız var ya:

Maske – Mesafe – Temizlik

Maskesiz siyaset.

Meşruiyet dışı unsurlarla mesafeyi koruyarak siyaset.

Temiz siyaset.

Var mısınız?

Kendinize yapılmasını istemediğinizi, başkasına yapıldığı zaman da hemen, anında, koşulsuz, dipnotsuz, rezervsiz kınayacaksınız.

Ve “hemen” kınayacaksınız.

Birilerinin (kendilerini bilirler onlar) yaptığı gibi “Lan dur bi bakalım. İlk çıkışı biz yapmayalım. Nemelazım abi. Başımıza bişi gelmesin de… Bunlar tekin adamlar diil abi.. Sakata gelmiyelim abi..” de demeyeceksiniz.