Aydın Aymazlığı ve Sol
Etiket arşivi: Sovyetler Birliği
ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??
Dostlar,
Değerli dostumuz 9 Eylül Üniversitesi’nden Tarih uzmanı Sn. Prof. Dr. Kemal Arı‘nın müthiş bir irdelemesini paylaşalım..
Çok ilginç ve çekici bir anlatım ile yakın insanlık tarihinin özetlemesi ve içine
Atatürk devriminin somut edimleri ile ustalıkla yerleştirilerek ilişkilendirilmesi..
Mustafa Kemal Paşa‘yı ve görlemli tarihsel eylemini anlamamış, anlayamamış olanların da okuduklarında aydınlanacakları ağırbaşlı ve kapsamlı bir makale..
Sn. Prof. Arı’yı emeği için kutluyor, paylaşımı için de teşekkür ediyoruz..
(Metne Atatürk fotoğrafını biz ekledik..)
Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
===========================================
ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??
Prof. Dr. Kemal ARI
“Ulusunun Yönünü Aydınlığa Çeviren Türk”
Hemen bir çelişkili durumu ortaya koyalım:
1930’lar dünyasındayız.
Avrupa’da, eski yüzyılla karşılaştırıldığında büyük kırılmalar yaşanıyor. 1. Dünya Savaşı, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanmış, ancak pek çok sorunu çözememiş. Kimi imparatorluklar yıkılıp gitmiş; bunların yerine ulusal / milli ya da etnik kimliği öne çıkan devletler kurulmaya başlamış. Rusya da ancak bir rejim değişikliği ile varlığını başka bir boyuta evirmiş… Sözüm ona proleterya denilen işçi sınıfı kendi devrimini yapmış; ancak, içerde büyük sorunlar yetmiyormuş gibi dünkü bağlaşıklarına karşı
çetin bir savaşın içine girmiş.
Bu yaşlı kıta, sanki 18. Yüzyıl’ın Aydınlanma değerlerini yaşamamış, örneğin bir Thomass More’u, Jean Jaques Rousseau’yu, Volter’i, Montesquieu’yu kendi bağrından çıkarmamış gibi; kökleri çok daha eskiye uzanan, ancak 19. Yüzyıl’daki Sanayi Devrimi ile daha da palazlanan ırkçı, faşist ve antidemokratik yönetimlerin pençesine düşüvermiş. Seçimle iktidara gelen ünlü diktatörler; coşkulu söylevleriyle uluslarına büyük düşlere ulaşma sözü veriyorlar. Gobineau ve O’nun gibi ırkçı/şoven ideologların düşünceleri merkezi Avrupa’yı; özellikle de Almanya ve İtalya’yı, hatta İngiltere, Fransa gibi ülkeleri bile etkisi altına almış… Pek çok ülke, kendi ırkının peşine düşmüş… Her yanda kemik ve kan ölçümleri yapılıyor; ırklar, dört ayrı renge ayrılmış; her birinin, bir ötekine üstünlüğü üzerine hamaset dolu söylevler veriliyor, kitaplar yazılıyor. Bir yüz yıl önce, insanın yaşama hakkının kutsal bir hak olduğunu savunan düşünürlerin, onca aydınlanmacı değerin yerini insanın içini ürperten yeni değerler dizgesi almaya başlamış. Geçmişteki bütün bu birikim buharlaşıp uçmuş gibi; kendi toplumlarına ırklarının en üstün ırk olduğunu ve başka ırkları egemenlikleri altına almanın bir doğal hak olduğunu savunan sapık ve hastalıklı görüşler ortaya para pul eder olmuş… Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini; İspanya’da Franko eş zamanlı olarak iş başına gelmişler. Artık “Aydınlanma” dünyasının değerleri yerle bir olmuş durumda. Ve örneğin Almanya’da, gerçekte bir Fransız olan Gobineau’nun düşünceleri, değişik Alman ırkçı yazarlar tarafından coşkulu söylemlere dönüştürülüyor ve Nazi gençlik kolları tarafından Nazizim” kutsanıyor…
Sovyetler Birliği’ne gelince :
Rusya’nın 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra yıkılmasıyla birlikte; Sovyetler Birliği adı altında toplanan komünist ideolojinin temsilcisi olan yeni güç; parayı ve kapitali kutsayan kapitalizmin karşısına dikilmiş, emeği kutsuyor. Ancak bunu yaparken eşitlik üzerinden giderek özgürlüklere ulaşma derdinde. Bu nedenle bireysel mülkiyet kavramına koyu bir düşmanlık besliyor. Üretim araçlarını devletin tekeline alarak yeni bir ideolojiyi insanlığın kurtuluşu olarak gösteriyor. Ancak bunu yaparken, kendi sınırları içinde azıcık direnç gösteren kitlelere karşı, özellikle Stalin döneminde korkunç yüzünü göstermekten geri kalmıyor.
Ortadoğu ise sanki geçmişin parlak uygarlıklarının izlerini belleğinden silip atmış gibi… Önce Mutezile Hareketi ile başlayan akılcılığın önü kısa bir süre sonra tıkanmış;
kimi önemli bilim insanları yetiştirmekle birlikte; aklı ve bilimi temel alan bütüncül bir kültür zeminini oluşturamamış. Kimi uyanış, parlayış dönemlerinin ardından, özellikle de İbn’i Rüşt gibi bir dehadan sonra; felsefeyi, doğal olarak da düşünceyi kapı dışarı eden katı yorumların pençesinde, aklı ve bilimsel düşünceyi katı duvarlar arkasına süpürüvermiş. Ve zaten bir daha da dikiş tutmamış. Kendi ulusal benliğine
hiç kavuşamamış; ulusal bilinç oluşumuna o coğrafyada egemen olan kabileler, boylar, aşiret düzeni bir türlü izin vermemiş…
Sanayi Devrimi gibi dev bir dönüşüme imza atmış, bir yüzyıl önce insanlık…
Şimdi sanayisini kuran güçlü ülkeler, enerji kaynaklarına ulaşmak için, kendi güçlerine ve sinsi politik girişimlerine dayanarak, almışlar ellerine cetvelleri; kendileriyle o bölgelerde işbirliği içine girmiş olan güçlü kabilele önderlerine “Orası senin, burası senin” diye paylaştırmışlar. Ancak şakşakçılığın, ihanetin, çıkar dürtülerinin sonu olmadığı için; “Senin ya da onun; sonuçta hiç fark etmez, size ait olanlar zaten bizim” dercesine,
dev bir ahtapot gibi kollarını bölgeye uzatmış, kanını – iliğini emiyor… Bu nedenle de ulusal uyanışlara, bilinçlenmelere, birey haklarının gelişmesine ve bireyin;
“Ben de insan olarak değerliyim; kulluğu yalnızca Tanrı’ya yaparım; bana ne şeyhten, emirden” demesine, bu bilince ulaşmasına dayanamıyor… Nerede bir kıpırdanış varsa, kirli elleriyle Arap bedenlerine kırbaçları acımasızca indiriyor…
Kara Afrika ise ayrı dert. Durumu öyle ya da böyle, Arap dünyasından çok daha kötü… Ataları, Avrupa’nın ve Amerika’nın zenginleşmesine bedenleriyle oluk oluk katkılar sunan bu kara talihli ve kara derili insanların; Gobineau’cu zihniyetin bir yansıması olarak, insan bile sayılamayacağı savları dillerde dolaşıyor.
Böyle bir tiyatro sahnesinde, gelelim Türkiye’nin görüntüsüne:
Türkiye denilen ve sanki dünyanın merkezi gibi alımlı bir görüntüye sahip olan üç kıtanın, değişik kültürlerin, dinlerin ve büyük tarihsel göçlerin tam kesişme noktası üzerinde bulunan Türkiye’de Türkler önce bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı vermişler. Bu savaş, Türk ulusal varlığını ortadan kaldırmak isteyen batı emperyalizmine karşı; neredeyse kendi ulusal benliğini yitirmiş olan Türkler’in ulusal kimlikte öbek öbek toplanmaları sonucu ortaya çıkan ulusal istenç, egemenlik; birlik ve bütünlük duygusuna bağlı olarak verilmiş ve kazanılmış… Böylece emperyalizmin karizması fena halde çizilmiş… Ezilen uluslar, Türkler’in bağımsızlık hareketlerinden oldukça umutlanıp,
bu savaşımı kendilerinin de verip veremeyeceklerini tartmaya başlamışlar.
Ancak Türkler durmamış: Bağımsızlık hareketlerini giderek büyük bir devrime dönüştürmeyi başarmışlar. Bu devrimin önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk
ancak ve ancak ulusunun köklü tarihinden, uygarlık özelliklerinden ve özgürlüğe olan tutkusundan güç alarak; bu büyük devrimin ve dönüşümün mimarı olarak,
ulusunu yeni bir ereğe yöneltmiş:
“Tam bağımsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlı; kendi öz benliğini araştırıp bulan ve bulduğu bu değerleri kendi kimliğinin güçlenmesi için kullanan;
ulusal,
laik,
halkçı,
devletçi ve
devrimci bir Türkiye olarak, Çağdaş Uygarlık Düzeyi’nin üzerine çıkmak…”
Yineleyelim:
- Tam bağımsız, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmış bir Türkiye…
Örneğin Cumhuriyet’in 10. Yıl Kutlamalarında yaptığı ünlü konuşmasında;
- “Türklüğün unutulmuş medeni vasfı, atinin (geleceğin) nurlu ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”
derken, sanki yüreği göğüs kafesini parçalayıp fırlayacak kadar coşkulu ve inançlı…
Şimdi bu aşamada, sanki tiyatro sahnesindeki roller, iyice belli olmuş gibi…
Bir kez batı dünyası Aydınlanma Dönemi’ni yaşamış… Ancak o aydınlık, ırkçı, şoven; vahşi kapitalist ve yayılmacı duygular, eğilimler ve yönelişlerle yavaş yavaş kararıyor.
Tıpkı bir tiyatro sahnesinde, ışıklı bir ortamın üzerine koyu bir gölgenin yavaş yavaş gelmesi gibi…
Aynı zaman diliminde Türkiye’ye bakıldığı zaman görülen ne?
Aydınlanma’yı yaşayamamış bir toplumda Gazi Mustafa Kemal Atatürk
önce bir cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmiş… Bunun için ulusça emperyalizme karşı verilen tam bağımsızlık savaşından sonra, “Asıl savaş şimdi başlıyor!” diyerek toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve pek çok alanda büyük devrimci sıçrayışlar gerçekleştirilmiş… Derken, bir tarım imparatorluğu düzeyinin üzerine çıkamamış
Türk toplumsal yapısını, Aydınlanma kültürü ve değerleriyle kucaklaştırmak için
yoğun bir çaba içine girmiş…
- Bireye kul, topluma teb’a olmadığı anımsatılıyor;
verilen çağdaş eğitimle, birey olmanın onuru, kişiliğin erdemi ve ulus olmanın bilinci aşılanıyor… Yani Aydınlanmayı yaşayamamış, bu yönden bir birikimi olmayan bir coğrafyada Atatürk, o coğrafyanın yüzyıllardır karanlıklar içinde uzayıp giden yolunu, Aydınlanma değerlerine doğru yöneltmiş…
İlki için bakınca ne denli “hazin”, ancak Türkiye için bakıldığında ne denli “coşkun” bir durum değil mi?
Duruma bak:
Aydınlanmayı yaşayan toplumlar karanlığa teslim oluyor; karanlıklar içinden gelen Türkiye, ışık dolu bir Aydınlığa doğru yüzünü dönmüş; atılan devrimci adımlarla
çağdaş dünyanın gerektirdiği kazanımları elde etme çabası içinde…
Hangi adımları sayalım ki?
– Köhne bir düzenin yıkılmasından sonra; ulus ve birey kimliğinin güçlendirilişi…
Bunun için derebeyi düzenine karşı verilen ve giderek toprak reformunu
bile ufkuna oturtacak denli temellere inen zorlu bir uyanış…
– Derken kültür aydınlanmasını sağlamak için zorunlu, birleşik ve laik eğitim;
– Aklı ve bilimi rehber olarak gören bir anlayış;
– Giderek yeni yazının kabul edilişi; dil ve tarih alanlarında atılan dev adımlar;
Halkevleri, Halkevleri’nin çıkardığı Ülkü, Fikirler, Çorumlu, Ün, Gediz gibi dergiler… Çeviri bürolarının kuruluşu; eğitim alanında yapılan büyük devrime koşut olarak, dünyanın klasikleşmiş ünlü yapıtlarının Türkçe’ye çevrilişi ve hatta, eşeklere sarılmış tahta bavullar içine istiflenmiş kitapların; tarlasında, bağında, bahçesinde çalışan köylülere kadar ulaştırılışı… Bu insanların Sokrates’in diyaloglarıyla tanışması, Molier’i okuyuşu; derken her bir köye sonradan, karanlığı aydınlatan birer fener gibi, sanki kutsal bir elin serpiştirdiği Köy Enstitülü öğretmenlerin gittikleri köylerde, Aydınlanma Devrimini içselleştirmiş kültür savaşları…
Türkçe’nin sözlüğünü ve gramerini oluşturma çabaları; toplanan tarih ve dil kongreleri; canlandırılan folklor; kültüre verilen yeni ve derin anlam; üniversite reformu; derken
Nazi kıyımından dolayı Almanya’dan kaçan bilim adamlarının Türk üniversitelerinde görev alışları, yurt dışına her biri kendi toplumlarına aydınlığı taşıyacak Promethe’ler gibi ortaya çıkacak olan öğrenciler… Hepsi kendi alanlarında bir kor ateşi gibi,
ülkelerine dönüşleri ve toplumsal, sayısal ve doğa bilimlerinin temellerinin atılışı… Hukuk Devrimi, kadınlara verilen yüksek değer ve batıda pek çok ülkede bile başlamamış siyasal hakların verilişi…
Ne geliyor gözlerimizin önüne?
Sanki Türkiye’nin o canım coğrafyasına öğretmenler, halkevleri; yeni kurulan
bilim merkezleri ve devrim ocaklarıyla birlikte göz göz ateş böcekleri dağılmış;
karanlık her bir ışık dalgasıyla yırtılıyor, yerini yavaş yavaş aydınlığa ve ışığa bırakıyor;
kasvet dağılıyor; ümitsizliğin yerini ümit ve geleceğe inanç alıyor.
Gittikçe karanlığa boğulan; zifiri gecelerin ortasında, akıl almaz cinayetlere kendini hazırlayan Avrupaya karşı; karanlıkların içinden sıyrılan, üzerindeki karanlık gölgeleri dağıtan, devrimin ateşiyle yurdun en ıssız köşesine kadar, kendi varlığını ve etkilerini duyumsatan bir Türkiye…
Ne muhteşem bir görüntü, ne görkemli bir yürüyüş ve ne büyük bir yeniden diriliş!
- “Mustafa Kemal Atatürk niçin büyüktür?”
çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine götürmek için büyük ve dev adımlar atışıdır…
Bu büyük dönüşümün adına biz “Türk Aydınlanması” diyoruz.
İşte Atatürk, kendi geri kalmış ulusunu, Aydınlanma değerleriyle buluşturup; aklı ve bilimi ona rehber kıldığı ve onu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için
her alanda büyük devrimci atılımlar yaptığı için büyüklerin büyüğü bir Aydınlanmacıdır…
O, karanlıklar içinde bunalmış Türkler’i ışığa ve ateşe kavuşuran Promethesi’dir.
Bunlara bakarak, Atatürk’ün niçin “büyük” olduğunu hala kavrayamayanlar var mı bilemem!
sonra da bir empati (duygudaşlık) yapıp duyumsamaya çalışsınlar. Emin olun,
bunu yapmayı başardıklarında; bir adım sonra içselleştirecek ve günümüzde şu Ortadoğu’nun durumuna bakıp;
dualarını ondan esirgemeyeceklerdir.
Prof. Dr. Kemal Arı, 20.09.2013
Konuk yazar Rıza Güner : BİZİM İVAN DENİSOVİÇLERİMİZ..
BİZİM İVAN DENİSOVİÇLERİMİZ
Rıza GÜNER
Ekim Devrimi dünyanın en büyük devrimlerinden biriydi.. Bu devrime önderlik eden ve Sovyetler Birliği’ni kuran Lenin de çok büyük bir liderdi. Lenin bir suikast sonucu öldürülünce; Sovyetler Birliği, kaba ve despot Stalin’in eline geçmiş ve ona mahkum olmuştu.
Bu mahkumiyet; devrimin büyüklük ideallerine inanmayan, her şeyi kendi kişisel çıkarlarına uyduran kişilere Sovyetler Birliği’ni teslim etmişti. Bu kişiler; parti görevlerini kendileri yapmıyorlar, halka zorla yaptırıyorlardı!.. Askeri görevleri, kendileri yapmıyorlar, halka zorla yaptırıyorlardı… Halka zorla iş yaptırmayı da sosyalizmin ve komünizmin davası haline getiriyorlardı.
Ve bu senelerce sürdü. Hitler, Sovyetler Biriliği’ne saldırdıktan, Doğu Avrupa’yı işgal edip Moskova kapılarına dayandıktan sonra; Sovyet Yöneticilerinin akılları başlarına geldi ve halka iyi davranmaya başladılar… Buna rağmen, evlerinden köylerinden devlet zoruyla aldıkları halkı, yeterli olmayan araç ve gereçle, muazzam Hitler ordularının karşısına diktiler ve yalnızca kahramanlık beklediler. Kuzu kuzu ölüme giden insanların arkasından büyük törenler düzenlediler. Yaralılara; madalyalar, ödüller verdiler, büyük törenler düzenlediler. Korkaklık gösterenlere ise, acımadılar; kurşuna dizdiler ya da büyük cezalar verip Sibirya’ya sürdüler.
İvan Denisoviç, Aleksandr Solzenitsin’e konu olan, böyle askerlerden biriydi.
“Yanlışlıkla düşman bölgesine geçmiş,” birkaç gün sonra; “kendi ayaklarıyla” bölüğüne geri dönmüştü. Ama askerlikte, yanlışlıkla da olsa; düşman bölgesine geçmek ciddi bir suçtu. Dahası askerlikte, “yanlışlıkla” da yoktu. Düşman bölgesine geçmek de, düşman bölgesine, bir kere geçtikten sonra, kendi ayaklarıyla gelip teslim olmak da suçtu. Cezası da; o zamanın Sovyetler Birliği’nde öce on yıl, sonra yirmi beş yıl ağır hapisti.
Evet… Düşman bölgesine geçmek de, düşman bölgesinden kendi ayaklarıyla dönmek de suçtu. Ama bunu er bölük komutanından, bölük komutanı tabur komutanından, tabur komutanı alay komutanından, alay komutanı tugay komutanından öğrenmek zorundadır. Her komutan emrettiği askerleri, ceza kanunun standartlarında eğitmekle, yetiştirmekle; ne düzeyde olduklarını denetlemekle mükelleftir.
Özellikle de, dünyanın en büyük savaşı olan İkinci Dünya Savaşında!.. Bu savaşın en şiddetli olduğu, milyonlarca insanın öldüğü, milyonlarca insanın esir düştüğü Sovyet Cephesi’nde… Komutanlar; erlerden önce, kendilerini sorgulamak zorundaydılar.
İvan Denisoviç gibi askerlerin, suçları ne olursa olsun, yargılanmaları ve cezalandırmaları yanlıştı.
Gene de; esir düşen askerleri, “siz niye ölmediniz?” diye yargılamak, bugüne kadar kimsenin aklına gelmedi. Dünyanın hiçbir yerinde, bu gerekçeyle hiçbir asker yargılanmadı. Hiçbir asker, “Siz niye ölmediniz?” diye suçlanmadı. Ve bu soruyu sorabilecek hiç kimseye devlet ve hükümet yetkisi verilmedi.
Verilmedi, çünkü; büyük savaşlarda; bir “KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI,” bir de; “KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI” vardır. Esir düşmek, düşmana teslim olmak, bu sınırlar aşıldıktan sonra; kaçınılmaz da olabilir, normal de sayılabilir.
Dünyanın en büyük savaşlarında, “KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI,” % 30 askerin kaybı anlamına; “KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI DA % 50’den FAZLA” askerin kaybı anlamına gelir.
Buna göre; kırk kişilik bir takımda, 14 asker kaybedilmişse (ölmüş ya da görev yapamayacak biçimde yaralanmışsa); KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI aşılmış sayılır. Bu durumda; takım komutanı, geri çekilme emri verebilir…
Kırk kişilik bir takımda, 21 asker kaybedilmişse; KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI aşılmış sayılır. Bu durumda, askerlik ve ordudan söz edilemeyeceği için, Takım Komutanı; geri çekilme emri verebilir ya da herkesin başının çaresine bakmasını isteyebilir.
Eğer Komutan; Çanakkale Hattı gibi, Stalingrat Savunması gibi, Büyük Taarruz gibi tarihin bir dönüm noktasında değilse; askerlerinin son neferine kadar ölmesini isteyemez… Kendisi de, canını boş yere tehlikeye atamaz ve atmamalıdır.
Askerlik; “Mecburi Askerlik Kanunu ile askere alınan gençleri, araç-gereçle donatarak, insan ve araçtan oluşan bir savaş makinesi yaratma sanatıdır.” Makine gerektiği gibi çalışmıyorsa; bundan mecburen askere alınan gençler sorumlu tutulamaz, suçlanıp yargılanamaz!..
Kaldı ki; 2. Dünya Savaşı tecrübesini yaşayan Emperyalist Ülkeler, “KÖTÜ ASKER YOKTUR, KÖTÜ KOMUTAN VARDIR!” anlayışını benimsediler ve mecburen askere alınan gençleri suçlamaktan neredeyse bütünüyle vazgeçtiler. Ordunun kusuru, hatası, yanlışı, kabahati, etkisizliği, başarısızlığı ve yenilgisinden erleri-erbaşları değil, emir komuta zincirini sorumlu tuttular. Canlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen askerlere fatura çıkarmadılar; herhangi bir fatura ödetmediler.
Ama Sovyet Generalleri, her suçu gariban askerlerin üstüne atmaya, kendileri dışındaki herkesi “ihanetle, sabotajla, iç düşman olmakla, düşman ajanı olmakla ve akıllarına gelen her şeyle” suçladılar. En ağır cezalara çarptırmakta tereddüt etmediler. Sovyetler Birliği yıkıldığında da; bunu yalnızca seyrettiler.
“Kötü asker yoktur, kötü komutan vardır!..” diyen Batılı Emperyalist Ülkeler ise; zafer üstüne zafer kazandılar. Kazandıkları zaferlerle varlıklarını sürdürdüler. Terörist faaliyetleri, isyanları üç-beş günde bastırdılar… Ne bölünmekten korktular, ne ideolojilerden…
Çünkü; askerlikte nasıl, “kötü asker yoktur, kötü komutan yoktur!..” diyorlarsa; sivil hayatta da, “kötü vatandaş yoktur, kötü lider vardır…” diyorlardı. Kötü liderlerin eline, kötü komutanlar gibi hiçbir yetki verilmiyor; onlar da, kötü komutanlar gibi anında tasfiye ediliyorlardı. Yetkiyi kendi ellerine alan, sorumluluğu halka yükleyen kişilerin eline hiçbir şekilde yetki verilmiyordu. Böyle kişileri seçme anlayışı 1870 Paris Komünü, ABD’deki iç savaştan sonra Amerika’da tümüyle terk edilmişti. Devletin yüksek makamlarına, hep layık olanlar seçiliyor; başarısızlığın başladığı yerde görev ve yetki de sona eriyordu.
Türkiye’de ise; İyi’nin Kötü’ye üstünlük sağlaması adet bile olmamış; İyi, Kötü’yle, hatta en kötüyle yarışma mecburiyetinde bırakılmıştı. Bu nedenle, her kavgayı her mücadeleyi kuvvetli olanlar kazanıyor,”hak kuvvetlinin söz kötünün” oluyordu.
“Yeni Bir Millet Yaratma Anlayışı,” her hatanın, her yanlışın, her suçun üstünü örtüyordu. “Türkiye Cumhuriyeti toprakları üstünde doğan herkes; birbirine eşit yurttaştır. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur; kimse kimsenin üstünde ya da altında değildir;” denilmemişti. Cumhuriyet, Laiklik, Demokrasi; eşit yurttaşlık ilkesi, kesin önyargılarla reddedildikten sonra kabul edilmişti.
Sistemin her hatası, her yanlışı, her suçu, “yeni bir millet yaratıyoruz…” diye savunmakla da kalınmamış; her türlü hata, yanlış ve suç, bu yolla yüceltilmişti. Sivil sistem de askerlik sistemi gibi sorgulanmıyor ve eleştirilmiyordu. Ortaya çıkan sorunlar, bu nedenle çözülemiyor, kördüğüm haline getirilerek ortada kalıyordu.
PKK ve PKK Terörü, bütün sorunlarımız gibi bir kez ortaya çıktıktan sonra çözülemeyen, kördüğüm haline gelen sorunlarımızdandır. Kuşkusuz da en büyüğüdür. Ama bundan kim sorumludur.
Cumhurbaşkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Makamında bulunanlar…
Başbakanlar ve Hükümetler…
Parlamento ve Türkiye’nin resmi politikasına bağlı Siyasal Partiler…
Genelkurmay Başkanları ve Kuvvet Komutanları…
Bölgede görev almış albaydan daha yüksek rütbeli komutanlar…
Aradan geçen yirmi dört yıldan dolayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarının hiçbir sorumluluğu kalmamıştır. Erden albaya askerlerin de sorumluluğu kalmamıştır. Sorumluluk, artık bütünüyle emredenlerde, bu meseleyi sözde kökten çözmeye kalkışanlarda, bu niyetle yola çıkanlardadır.
Ama İslam Ülkeleri’nin yöneticileri üstlerine sorumluluk almazlar. Emredenler, görev verenler; üstlerine hiçbir başarısızlığın, yetersizliğin ya da yenilginin sorumluluğunu almazlar; sorumluluğu yükleyecek günah keçileri ararlar. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, sorumluluk yüklenecek garibanlar aranır ve Dağlıca’da esir düşen askerlere yapıldığı gibi “canlarını kurtarmaktan başka suçu olmayan,” gariban askerlerin yakasına yapışılır..
Ve haklarında müebbete kadar ceza istenir..
Hayır…. Sorumluluk yetki derecesine göre, yukardan aşağıya doğru aranmalıdır. En altta, tabanda bulunanlarda, suç ve kabahat aranmamalı, en büyük yetkili ve emreden olmanın şerefi, her zaman, tabandakileri masum kabul etmek olmalıdır.
Kaldı ki; terörizmle yapılan ‘savaşlarda’ da bir tek asker ölürse; “siz zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin vatan toprakları üstündesiniz…. Ölseniz de, kalsanız da, bu topraklar vatan toprakları olarak kalacaktır… Boşuna, canınızı tehlikeye atmayın; nasıl kurtulmanız mümkünse öyle hareket edin,” denilmesi gerekmektedir. Yani terörizmle savaşta; “kabul edilebilir ya da kabul edilemez savaş zayiatı sınırı” yoktur. Askerlerin canı nasıl emniyete alınıyorsa öyle hareket edilir.
Dağlıca’da esir düşen askerlerin yargılanması, dünya hukuk tarihine adaletsizlik örneği olarak geçecek ve Türkiye için bir utanç olacaktır. Terör, her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti topraklarının vatan toprağı olduğunun idrak edilmesiyle çözülecektir. Enver Paşa gibi asker öldürterek çözülmeyecek, aksine böylece dökülen kandan beslenecektir. Vatan toprakları üstünde kardeşçe yaşamayı ve yaşatmayı öğreninceye kadar da sürecektir. İvan Denisoviçler’in yargılanması ve büyük cezalara çarptırılması Sovyetler Birliği’ni kurtaramadı. Romanlaştırılması ise sonu oldu. Sovyetler Birliği’nin, sözde hainlerle, bitmez tükenmez iç düşmanlarla yaptığı mücadele unutulmasın ve herkese örnek olsun… 2010-11-30
Rıza GÜNER, 17-01-2008-Malatya