Etiket arşivi: soğuk savaş

Soykırım Girişimi: Ermenilere Karşı mı, Türklere Karşı mı?


Prof. Dr. Özer OZANKAYA

ozer ozankaya

Soykırım Girişimi: Ermenilere Karşı mı, Türklere Karşı mı?

Yaklaşık 40 yıldan beri, birçok Batılı hükümet, Osmanlı Devletinin son döneminde Doğu ve Güney Anadolu’da özellikle Rusya, İngiltere, Fransa ve Amerika’nın kışkırttığı Ermeni – Türk kanlı kavgalarından Türk ulusunu ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni sorumlu tutmak, üstelik bunu “Ermenilere karşı soykırım„ gibi sunmak haksızlığını,
Türk diplomatlarına yöneltilen ASALA terör cinayetlerini bile görmezlikten gelme ahlaksızlığını sergileyegelmektedirler. Nesnellik ve tutarlılık gereğini gözardı eden
bu ülke yönetimleri,

– “Türkler Ermenilere soykırım uygulamışlardır” diyen Parlamento kararları almakta,
– Bu savın doğru olmadığını söylemeyi suç sayan ve cezalandıran yasalar bile çıkarmaktadılar!

Ermenistan hükümeti gibi bu Batılı devletler de, Türkiye’nin konuyu bilimsel ortamlarda, nesnel ölçülerle incelemek önerisine kulaklarını tıkamaktadırlar! Demokrasi ve barış ilkelerine taban tabana zıt olan bu tutumlarını, Türkiye’nin yüklü tutarda örneğin Fransız helikopteri, Alman tankı ya da Amerikan uçağı, Airbuslar … satınalması vb. ödünler
söz konusu olduğunda, kimi kez geçici olarak unutmuş görünmekte, kimi kez parlamentolarına dek getirmekle birlikte çoğunluk oyuna ulaşmamasına çalışacakları sözlerini vermekte, karşılığında Türk hükümetlerinden ödün üzerine ödün koparmaya çalışmaktadırlar.

Bunlara ek olarak ülkemiz içinden kimi “üniversite“ adını taşıyan kuruluşlarda, “bilim adamı” sıfatı taşıyan kişiler bile yalnızca “Ermenilere soykırım uygulanmıştır“ yalanının söylenebildiği, karşıt görüşe, yani bunun yalan olduğunu savunanlara söz hakkı tanımayan sözde “bilimsel“ toplantılar yapabilmektedirler!!!

Nesnellik; bilimin de, demokrasinin de, uluslararası barışın da başta gelen gereğidir.

Bu ilke, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temelleri arasında yer alır ve Atatürk’ün

  • “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar önemlidir. Yazan yapana doğrulukla bağlı (sadık) kalmazsa, değişmeyen gerçek insanlığı şaşırtıcı bir nitelik alır.”

uyarısında anlatımını bulmuştur. Bir süre önce Fransa’da önemli sayıda bilim adamının, doğrudan doğruya “Ermeni soykırımı” savları ile ilgili olarak, “Fransız parlamentosunun tarihsel konularda siyasal görüşlerini yasalara, meclis kararlarına dönüştürmesinin yanışlığını” vurgulayıp, “tarih yazımını bilim dünyasına bırakmanın gereğini” belirtmeleri bu bakımdan sevindirici olmuştu. Ne yazık ki Fransa hükümeti ve siyasetçileri, utanç duymadan sömürgeci tutumlarını sürdürüyorlar. Aynı bilim çevrelerinin daha gür sesle, Fransız ulusunun ve devletinin alnına bu lekenin sürülmesini önlemeğe çalışmaları zorunludur.

Ben de bir Türk toplumbilimci niteliğimle, bu konuya ilişkin gözlem ve değerlendirmelerimi, eğer eksik ya da yanlışı varsa her isteyenin düzeltmesine çağrıda bulunarak, yani artık meydan okuyarak, sunmak gereğini yerine getirmek istiyorum.

I. SOYKIRIM GİRİŞİMİ, AMA TÜRK’E KARŞI!

Osmanlı Devleti’nin yıkılış süreci, doğal kaynaklar ve pazar arayışında olan sanayileşmiş Batılı devletlerin kendi aralarındaki çıkar çekişmeleri yüzünden, Osmanlı uyruğu halkların büyük acılar yaşaması eşliğinde gerçekleşti. Bu acıların en büyüğünü, Osmanlı Devletinin asıl yükünü çektiği halde her türlü gelişmenin dışında tutulan,
son ikiyüzelli yıl boyunca, Batının ardı arkası gelmeyen karşı-saldırısı nedeniyle savaşlarda tüketilen Türk kesimi yaşadı. Amerikalı Göç Tarihçisi Prof. Justine McCarthy’nin araştırmalarıyla otaya koyduğu üzere, Osmanlı’nın Türk uyrukları, devletin batı eyaletlerindeki 500 yıllık Türk yurdu Rumeli’den (ABD’nin tüm tarihinin
225 yıldan ibaret olduğu düşünülsün!) sökülüp sökülüp atıldıkları gibi, doğusunda da yapay olarak bir Ermenistan yaratabilmek uğruna Türk nüfustan arındırılmış bir bölge oluşturulmak istenmiş ve İngiliz, Rus, Fransız kışkırtma ve silahlı desteği ile kurulan Ermeni çeteleri, “yalnızca Türk olduğu için” ve kadın, yaşlı, çocuk demeden Türkleri kıyımdan geçirmeğe ve bölgeden kaçırmağa kalkışmışlardır. Ermeni nüfus çoğunluğu da binlerce yıllık Türk vatandaşlarına karşı işlenen bu cinayetlere baş kaldırmamış
ya da kaldıramamıştır. Ancak Türklere karşı uygulanan kıyım Osmanlı’nın Batı eyaletlerinde başarılı olduğu halde Doğu’da başarılı olamamış,

  • Osmanlı Devleti buradaki çoğunluk Türk nüfusu korumak ve Rusya ile savaşırken arkadan hançerlenmeyi önlemek için Ermeni uyruklarını ülkenin güneyindeki bölgelere zorunlu göçe tabi tutmuştur.

Bu, sık sık söylendiği gibi, yalnız Çarlık Rusyasıyla savaşmakta olan Osmanlı Ordusunun iki ateş arasında kalmaması için başvurulmuş bir önlem değildir. Türklere karşı girişilen soykırım cinayetlerine karşı koymayan ya da koyamayan ve saldırılara ortak olan Ermeni nüfusun, bir daha Türk komşularıyla barış içinde birlikte yaşama şansı da kalmamıştı. Bunun için de o bölgeden başka yere göçürülmeleri zorunluluk olmuştu. Türk Bağımsızlık Savaşı sırasında da Adana, Maraş, Gaziantep .. yöresinde Fransız üniforması altında Türklere saldırtılmaları, Dünya Savaşı sırasında zorunlu olarak
göç ettirilen Ermenilerin Cumhuriyetin kurulması üzerine yurtlarına dönmelerini daha da olanaksız duruma getirmiştir.

  • Görüldüğü gibi Doğu Anadolu’daki Ermeni halk, Batılı devletlerin
    çıkar hesaplarına araç olmaya hayır demedikleri, diyemedikleri için,
    bu bölgedeki binlerce yıllık varlıklarına kendi elleriyle son vermişlerdir!

Ama Ermeni siyasetçileri ve onları kışkırtan Siyaset Batısı, 1970’lerden başlayarak olayları ters-yüz etmeğe koyulmuştur: Öldürülen, yurdundan ve ocağından sürülen ve meşru savunma durumunda bırakılan Türkler insan değil de hamam böceği imiş gibi, onlara karşı girişilen bu soykırım saldırısından hiç söz etmeden, ‘Osmanlı Devleti ve Türk halkının da, Almanların, Rusların, İspanyolların Yahudilere yaptığı gibi, Ermenilere karşı soykırımı uyguladığı’ propagandasını yapmağa başlamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti, dürüstlükle izlediği barışçı politika gereği geçmişin bugünümüzü zehirlememesine özen gösterir ve Ermeni çetelerin ve onlara uyan Ermeni halkın Türklere karşı yaptıkları kıyımları ve onları destekleyen Siyaset Batısı’nın sorumluluğunu gündemden düşürürken, bu soylu politikası zayıflık belirtisi sayılmış ve Türkiye’ye karşı silah olarak kullanılmaya başlanmıştır.

  • Oysa bir ulusa iftira etmek, soykırım girişiminin tâ kendisidir!

II. “ERMENİLERE KARŞI SOYKIRIMI” SAVI NEDEN BİR KARAÇALMADAN İBARETTİR?

Ermeni propagandalarının doğru olmadığı nerdeyse matematiksel bir kesinlikle birçok kez kanıtlanmıştır, dedim. Bunun yalnızca birkaç örneğini sunmak isterim. Bu örnekler, kanımca, doğruya saygılı olan herkesi inandırmaya yetecek açıklıktadır. Buna karşın sözkonusu propaganda makinesinin neden işletildiği ve Türkiye’nin bunu neden önleyemediği, konunun başka bir yönüdür ve ona ilişkin kestirimlerimi daha sonra belirteceğim.

Ermeni savlarının bir karaçalma olduğunu göstermeğe yetecek nitelikteki kanıtların bir bölümü şunlardır :

1) Osmanlı Devleti, 1. Dünya Savaşına Almanya’nın güdümündeki Enver Paşa ve benzeri devlet yöneticilerinin çabalarıyla sürüklenmişti. Bütünüyle Osmanlı Ordusu savaş boyunca “Alman Askeri Eğitim Kurulu”nu oluşturan Alman generallerinin doğrudan doğruya komutası altına sokulmuştu. Liman von Sanders’ler, Falkenhein’lar bunun canlı kanıtlarıdır.

Eğer Osmanlı Devleti Ermeni uyruklarına karşı bir soykırım uygulamış olsaydı, Alman hükümeti bunu belgeleyecek olanaklara en çok sahip olacak konumda bulunuyordu. Oysa bugüne değin Alman arşivlerinde böyle bir belge bulunup ortaya çıkarılamamıştır!

2) Savaş sonrasında Mondros silah bırakışmasını imzalayan Osmanlı devleti
bütün yönetimiyle İngiliz, Fransız ve İtayan işgalcilerine teslim oldu. Savaş suçluları mahkemelere verildi, Malta’ya sürüldü. Ama Osmanlı Devletinin bütün arşivlerine
el koymuş olan savaş galibi bu devletler, Ermenilere karşı soykırım uygulandığına ilişkin hiçbir kanıt bulamamış, böyle herhangi bir yargıda da bulunamamışlardır.
İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyan arşivlerinde bugüne değin böyle herhangi bir kanıt bulunsaydı bin kez dünyaya duyurulmuş olurdu.

3) Mondros Silah Bırakışması ve Türk Bağımsızlık Savaşı yıllarında Amerikan hükümetinin Ermeni savlarını araştırmak üzere görevli gönderdiği General Mosley ve General Harbord, bir soykırımından değil, “Karşılıklı birbirini öldürme” olayından söz edilebileceğini, bu çatışmalarda Türklerin daha büyük kayıplara uğradığını belirtmişlerdir. Öldürmeği kimlerin başlattığı konusunda ise, beklenebileceği gibi, sessiz kalmışlardır. Eğer Türkler başlatmış olsaydı sessiz kalmayacakları açıktır.

4) Daha 1877 Osmanlı – Rus Savaşı öncesinde İngiltere, Rusya’nın Ermenileri baskıdan koruma bahanesiyle Osmanlı Devletine saldırmasına, kendi sömürgeci çıkarları nedeniyle karşı çıkarken, durumu yerinde gözlemlemesi için bir Kırallık Yüzbaşısını görevlendirmişti. Bütün Anadolu’yu at sırtında gezen Captain Peebody, Five Hundred Miles On Horseback in Asia Minor adlı raporunda Ermenilerin baskıya uğramak şöyle dursun, toplumun en varlıklı ve gönençli kesimi olduğunu, olsa olsa Ermenilerin Osmanlı Devletine karşı sadakatlarında bir kusur bulunduğunun söylenebileceğini gözlemleyip yazmıştır.

5) Adana-Maraş bölgesinde Fransız üniforması altında Ermenileri Türk komşularına saldırtan Fransa’nın Başbakanı Clémenceau, Fransız çıkarları açısından gerek gördüğünde “Ermeniler, başlarına gelenlerden, kendileri dışında hiç kimseyi suçlayamazlar.” demekten çekinmemiştir!

6) Ermenilere karşı soykırımı savının Atatürk döneminde neden hiç ağza alınmadığı, tam tersine neden Atatürk Türkiyesi’nin, böyle bir savdan tek sözcükle bile
söz edilmeksizin, özel bir çağrıyla Milletler Cemiyeti üyeliğine davet edildiği,
sorulmaya değer bir durumdur.

6) Türkiye’de Ermenilere karşı soykırımı yapılmış olsaydı Almanların Yahudilere uyguladığı soykırımından kaçan yüzlerce Yahudi ve Nazilere başkaldıran birçok Alman bilim, sanat ve düşün adamı kuşku yok ki ABD, İsviçre, Kanada vb. yerine
Atatürk Türkiyesine gelmek istemezlerdi; Türkiye’de tam bir özgürlük ortamında yaşayabileceklerini düşünemezlerdi.

7) Ermenileri yüzyıllarca “devlete en bağlı uyruk” anlamına gelen “Teb’a-i sadıka” diye niteleyen, devletin en yüksek makamlarında görevlendiren, saray mimarlarını kuşaklar boyunca hep Ermenilerden (örneğin Balyan ailesinden) seçen Osmanlı Devletinin, kültürün her alanında Türklerle en çok kaynaşmış olan, Ermeni alfabesiyle Türk dilinde kitaplar basan, evlerinde bile yoğun biçimde Türkçe konuşan uyruklarına soykırım uygulamasına olanak yoktur.

8) Bugün bile dünyanın birçok ülkesinde yaşamakta olan Ermeniler, evlerinde ve kendi aralarında sık sık Türkçe konuşmaktadırlar. Binlerce yıllık yurtları olan Anadolu’dan bir soykırım sonucunda göçmek zorunda kalmış olsalardı, herhalde Türkçe konuşmayı sürdürmeyi akıllarından bile geçirmezlerdi.

III. SİYASET BATISI BU GÖZÜPEKLİĞİ NASIL GÖSTEREBİLİYOR?

Bir ulus için izlenecek en doğru strateji, çağdaş bir kültür sahibi olmaktır.
Başka deyişle yönetiminin demokratik, felsefe, bilim ve sanatının özgür, ekonomisinin ileri sanayiye ve ileri teknolojiye dayalı, dilinin gelişkin bir yazı dili olması, bir ulusu
en yüksek güvenlik düzeyinde yaşatır.

II. Dünya Savaşı’nı izleyen Soğuk Savaş döneminde Türk politikacıları, Türk ulusuna böyle bir çağdaş kültür düzeyine yükselme yollarını açan ve Türk hükümetini güçlü ve saygın kılan Atatürk önderliğindeki aydınlanma devrimlerini sürdürecek yerde,
ucuz yoldan iktidarda kalıp bencil çıkarların hizmetinde olmayı yeğlemeleri, bunun için de nüfusun % 80’ini oluşturan eğitimsiz köylü yığınlarını çağın meslek ve sanatlarıyla donanma, böylece insan olarak da ulusal toplum olarak da gelişip güçlenme yolundan alıkoyup yeniden ortaçağ artığı şeyhlik, ağalık, tarikaçılık, üfürükçülük vb. kurumların pençesine düşürmeleri olmuştur.

Sömürgeciliği hâlâ ayıp saymayan Siyaset Batısı da, hem bu gericiliği destekleyerek, hem de bu güçsüz durumdan yüreklenerek, biryandan Atatürk modelinin İslam dünyasına ve sömürülen uluslara örnek olmasını engellemek, bir yandan da Türkiye gibi geniş bir ülkeyi yeniden sömürge durumuna indirgemek üzere, Türkiye Cumhuriyeti ile Türk ulusuna saldırılarını yavaş yavaş yenilemeğe ve bu saldırıların bir bölümünü, sağcısı ve solcusu ile bağnaz kafalı
ve/ya da çıkarcı yerli-yabancı yazar-çizerler, sözde-profesörler … aracılığıyla
Türkiye’ye “yardım” kılıfı altında sunmaya koyulmuşlardır.
Ermeni soykırımı savları da bu saldırılardan başlıca bir tanesidir.

IV. ÇÖZÜM

Ermeni iftiralarına kesin bir son vermek ve bunların helikopter, airbus … alımları sırasında açıkça yapıldığı gibi bir tür şantaj aracı olarak kullanılmasını önlemek için, Türkiye Cumhuriyeti, hükümeti ve bütün siyasal partileriyle, üniversiteleri ve meslek odalarıyla, basını ve sendikalarıyla… yukardaki gerçekleri gür sesle bir kez ve son kez olmak üzere dile getirmeli, bunları görmezlikten gelerek parlamentolarına ve uluslararası ortamlara Ermeni kara-çalmalarını taşıyan, bu savların yanlış olduğunu söylenmesini bile düşünce özgürlüğünü çiğneyerek ceza yaptırımıyla yasaklayıcı yasalar çıkaran hükümetlere bu davranışın “düşmanca eylem” sayılacağı ve
ona göre karşılık göreceği açık ve kesin bir biçimde bildirmelidirler.

Ama bunu yapabilmeleri için önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve onun kurduğu hükümetlerin gerçekten demokratik, yani her eyleminin hesabını Türk ulusuna vermek yükümlülüğünün bilincinde, yani demokratik yapıdaki siyasal partilere dayalı güçlü melis ve hükümetler olması, içerde ve dışardaki görevlilerin de partizan ölçülerle değil, gerçekten Türk ulusunun meşru çıkarlarını koruyup kollayacak yeterlikte olanlar arasından seçilmeleri, sivil toplum kuruluşlarının da hem iç yapı ve işleyişyleriyle demokratik olması, hem de yabancı kaynaklardan beslenmeyen, yalnız ulusal kaynaklara dayalı sivil toplum kuruluşları olmaları zorunludur. Bilim ve yayın dünyamız da bilimsel ve demokratik sorumluluk bilinciyle bu yolda etkin destek verecek nitelikte olmalıdır.

Özetle Atatürk’ün Ulusal Kurtuluş Savaşını başlatırken izlediği yol, her bakımdan onurlu, yani özgür, bağımsız, barış, güvenlik ve gönenç içinde yaşayabilmemizin tek yoludur:

  • “Ulusal güçler etken ve ulusal istenç egemen kılınmalıdır.”

Ortaçağ artığı, çıkarcı, işbirlikçi ögelerin ulusal güçleri ve ulusal istenci bastırıp saptırmasına olanak verilmemelidir.

Bunu gerçekleştiremedikçe Ermeni soykırımı iftiralarına Pontus, Süryani, Kürt, Rum,… soykırımları iftiralarının ekleneceğini, Kıbrıs’ın Yunan adasına, Ege’nin Yunan gölüne çevrilmesi, bir Kürt özerk bölgesi kurdurularak Türkü ve Kürdüyle bütün Türkiye’nin mahvedilmesi gibi hain tasarıların uygulanması, kıyılarımızın ve onbin yıllık uygarlık kalıtlarının bulunduğu topraklarımızın yabancı denetimine girmesi … yolundaki baskıların artarak süreceğini, kısacası 93 yıl önce yırtıp parçaladığımız yıkıcı
Sevr tasarımını yeniden Türk ulusunun karşısına dikme heveslerinin hortlayacağını iyi bilmeliyiz.
Aklımızı başımıza toplayalım, Atatürk’ün şu ibret dolu uyarıyı boş yere yapmadığını anlama olgunluk ve sorumluluğunu gösterelim:

  • “Uygarlık öyle bir ışıktır ki, ona ilgisiz kalanları yakar, yok eder.”

Mustafa Balbay: 21. Yüzyılda Türkler…

 

Cumhuriyet 31.03.2013

GÜNDEM
Mustafa Balbay

21. Yüzyılda Türkler…

Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde İsa heykelinin bulunduğu tepeye gitmek için bindiğim takside sohbet derinleşip Türkiye’den geldiğimi söyleyince, şoför gözünü yoldan ayırdı, bana döndü, seslendi:

Bizde sizden çok var…

Türkiye’den dünyanın her yerine göç olduğunu anlattım, yolu buraya da düşenler olabileceğini söyledim. Öyle değil” dedi,Brezilyada, çevre ülkelerde yüz binlerce el Türko var”.

Osmanlı’nın son döneminde Latin Amerika’ya göçen herkese “el Türko diye
kimlik verildiğini biliyordum ama, rakamın bu kadar yüksek olduğunu bölgeyi gezerken kavradım.

Şili’de rastgele tanıştığım ilk üç kişiden birinin adı, kendi söyleyişiyle Davvut” idi. Kendisini el Türko diye tanımlarken, bir çırpıda ailesinin Suriye’den Şili’ye uzanan öyküsünü anlattı.

Davvut, Türkiye’yi de şöyle tarif etti:

Farklı yerlerden getirilen toprakları etrafı sulu bir bahçeye koymuşlar;
Türkiye olmuş. Atatürk
ü tanıyorum. Çok reformcu bir lider.
Burada O’ndan zaman zaman söz edilir…

Güney Amerika gezim sırasında Arjantin’in devlet başkanı da yine el Türko diye anılan Carlos Menem’di.

Meksika’da da yıllar önce Kırım’dan göçmüş bir aile ile tanıştım. Evlerdeki en değerli şeyi tablo gibi duvara asmışlardı. O, bütün yer adlarının Tatarca olduğu
Kırım haritasıydı.

***

Özgürlükte 80 ülke dolaştım. Gezi izlenimlerimi 8 kitapta topladım.

  • Dünyanın hangi köşesine gittimse mutlaka Atatürk’le karşılaştım.

Dünyayı dolaştıkça Atatürk’ün küresel ölçekte büyüklüğüne de tanık oldum.

Gezilerimin Orta Asya ve Balkanlar’ı kapsayan bölümlerinde doğal olarak
bu coğrafyalarda yaşayan Türkler ana konumdu. Ancak öteki coğrafyalarda da girişte aktardığım gibi çok geniş bir yelpazede Türklerle karşılaştım.

Soğuk Savaşın sona ermesi, iki kutuplu dünyanın bitmesi ile birlikte Türklerin yaşadığı bölgelerde de yeni devletler ortaya çıktı. Orta Asya’daki Türkler 300 yıllık aradan sonra kalıcı, bağımsız devletler kurarak tarih sahnesindeki yerini aldılar.

Balkanlar’daki Türkler, 20. yüzyıl boyunca yitirmedikleri kimliklerini 21. yüzyıla taşıdılar. Geçen iki yüzyılda etrafımızdaki coğrafyadan Anadolu’ya taşınanlar vatan” kavramını Türkiye ile bütünleştirdiler.

Orta Asya’dan Balkanlar’a Türk dilli alan” adını ilk İtalyanlar ve Almanlar taktılar. Sonra bilim insanlarının da benimsediği bir tanım oldu.

Nâzım Hikmet ne güzel tarif ediyor:

Dört nala gelip Uzak Asyadan
Akdenize bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim.

***

Dünyanın önde gelen Türkologlarının %80’i Alman ve Rus. Genel olarak üzerinde birleşilen rakama göre, bugün 11 milyon kilometrekarelik bir alanda 300 milyon insan,
6 ana grupta Türkçe konuşuyor.

Ülkeden ülkeye Türkçeler arasında çok fark var gibi görünse de ortak paydalar
çok daha fazla. Kırgızistan’da 10 yaşlarındaki bir çocukla tanışırken adının Kunduz” olduğunu söyleyince, değişik bir hayvan” diye söze girdim. Sözümü kesti,
güneşi gösterdi. Harfleri biraz yumuşatınca anladım ki, adı Gündüz” demekti.

  • 21. yüzyılda Türkler dünya sahnesinde nasıl yer alacak?

Bugünlerde Prof. Niyazi Berkesleyim. Yani son 300 yıllık tarihimizdeki herkesleyim. Prof. Berkes Türkiyede Çağdaşlaşma” kitabında 1699 Karlofça Antlaşması’ ndan başlıyor, o gün Osmanlı’nın yenilgisiyle birlikte, Neden gerilemekteyiz” sorusuna yanıt aramaya girişiyor. Bütün çabaları, git-gelleri bilim insanı titizliğiyle anlatan Prof. Berkes, kafasına koyduğunu başaran tek liderin Atatürk olduğunu vurguluyor, şöyle diyor:

  • Ben, Türk çağdaşlaşmasının geçmişinin iniş-çıkışlarına dayanarak
    yine ileri sürüyorum ki; ne denli geri dönme çabaları olursa olsun
    hiçbiri tarihsel oluşumu durduramayacaktır.
    Tersine daha da ileriye itecektir…

Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu gerilim ne olursa olsun,
Prof. Berkes’in altını çizdiği gerçek değişmeyecek.

Türklük kavramı, anayasa maddeleri arasında pazarlık konusu yapılacak kadar
dar değildir.

Türklük kavramı Turanla Kuran arasında sıkıştırılacak bir değer de değildir.

Dünya devletleri orta-uzun vadeli stratejiler çizerken,
21. yüzyılda Türkler ne yapacak sorusunu da hesaba katıyorlar.

Ne diyor atasözü:

  • Bir planın yoksa başkalarının planının parçası olursun.

RİFAT SERDAROĞLU : HESAPLAŞMA

RİFAT SERDAROĞLU

portresi3

HESAPLAŞMA

Dışişleri Bakanı Davut oğlu, AKP iktidarının beyni gibidir. O’nun bildiklerinin
kırkta birini Tayyip Bey bilmez. Davut oğlu, öylesine zekice planlar yapar ve uygulatır ki, Tayyip Bey “yeterli bilgi derinliği” olmadığı için bunlara inanır ve kendi planını uyguladığını zanneder.

Hâlbuki Dünya ve Türk tarihini inceleyenler ve devletlerarası ilişkileri bilenler
görüyorlar ki, Davut oğlu, gerçekleşmeyen senaryolar yazan bir “Hayal Taciridir.”

T.C. Dışişleri Bakanı, “Kurtlar Vadisi” dizisinin senaryosuna benzeyen konuşmasında üçayaklı bir restorasyona ihtiyaç olduğunu söylüyor.

Diyarbakır’da söylediklerine tek-tek bakalım;

*İnsanoğlunun ve kendi insanlarımızın restorasyonu,
*Ekonomik restorasyon,
*Demokrasinin restorasyonu.

Davut oğlu, önce Türkiye Cumhuriyeti Tarihdaşlarını(Vatandaş yerine bunu kullanıyor!) restore edecek, sonra da tüm insanlığı restore edecek!
Bu balonu patlatacak kelime şudur; Nasıl?
Senin, Kadim Kültürün (Kadim Arapça bir kelimedir, başlangıcı olmayan, ezeli anlamındadır) nasıl olacak da, tüm insanlığı bir restorasyona razı edecek?
Herkes senin Kadim kültürün gibi düşünmek zorunda mı?
Restorasyon aracı olarak, dinlerarası diyalog safsatasında iddia edilen ve
Cemaatin de istediği “Tek Dünya Dini” ve “Tek Dünya Devleti” mi kullanılacak?

Davut oğlu, Ekonomik restorasyon olarak, Başbakan’ın kendilerine koyduğu hedefi söyledi.
Bugün, iktidar yalakası olmayan gerçek ekonomistler çok iyi biliyorlar ki,
Türkiye Ekonomisi, uluslararası tefecilerin elinde ve onların pompaladığı
“Sıcak Para” sayesinde ayakta duruyor görünmektedir. 11 yıl tek başına iktidarda olacaksın ve hala sıkılmadan Ekonomik restorasyondan bahsedeceksin!

Demokratik restorasyona gelince    ;

11 yılda demokrasimize restorasyon değil, operasyon yaptılar. Tıpkı organ nakli yapar gibi. Çağdaşlığı ve Özgür Düşünceyi söküp, Cemaatleri-Tarikatları demokrasiye eklemeye kalktılar. Her türlü Milliyetçiliği ayaklar altına aldılar.
Kuvvetler Ayrılığını-Yargıyı-TBMM’yi ayak bağı gördüler.

  • Kendilerinin ve ailelerinin çılgınca artan servetlerinin hesabını vermediler.

Hesap vermekten hep kaçtılar. Sadaka dolandırıcılarını adaletin elinden kaçırdılar.
Bunlar senin Kadim Kültüründe var mı idi?

Davut oğlu; “Edirne niye çıkmaz sokak olsun, ta Saraybosna’ya kadar niye açılmasın?” diyor!

Ne kadar dar bir görüş! Korkma yürü, al Mehteran’ı önüne, Viyana’dan gir Paris’ten çık. Paris ne ki, Londra’dan denize gir New York’tan çık.
Bin Kadim Kültürüne, New York’tan başla tüm dünyayı dolaş!…

Şimdi, Davut oğlu bunları niçin yapıyor, onu kısaca özetleyelim;

MS 70 yılında Roma Egemenliğine geçen Yahuda Devletinden arda kalan bir bölüm İsrail oğlu, İspanya’ya yerleşmişlerdi. Burada Yahudi Bilge Hahamlardan oluşan “Yetmişler Meclisi”nin yönetiminde 1492 yılına kadar bu ülkedeki her şeyi ile elde ettiler. Aynen bugünkü Amerika’da olduğu gibi, İspanya Sarayına ve Devlet Yönetimine
hâkim oldular.

İşte bu dönemde Yahova’nın krallığında Kudüs merkezli, Süleyman Tapınağının inşası ile Tevrat eksenli Nil’den Fırat’a kadar olan bölgede Yahudi Dünya Egemenliğini gerçekleştirme projesini hazırladılar ve adına Mesih Planı dediler.
Bu plan 3 bölümden oluşuyordu;

1)1492-1897 Avrupa Baharı Dönemi;

Yaklaşık 400 yıl süren bu dönemde Avrupa’da din asıl, medeniyet türev iken
durum tümüyle tersine çevrilmiş; medeniyet asıl, din türev haline getirilmiştir.

Katolik hâkimiyetini yıkmak üzere başlatılan Protestanlık ve Calvinizm hareketi,
Avrupa ve İngiltere’yi Püritenleştirdi.

İngiltere’den Amerika’ya kuruluşundan başlayarak geçen Püritenlik,
günümüzde Evanjelizm olarak Beyaz Saray’ın egemen dini oldu.

Reform ve Rönesans hareketleri olarak yürütülen dönüşüm nedeniyle başlayan
din savaşları sonunda “Avrupa Baharı”nda yalnızca Fransa’da 18 milyon insan öldü. 400 yıl süren bu sürecin sonunda, başta planlandığı gibi Yahudilik ve Hıristiyanlık, Müslümanlığa karşı tek yumruk halinde birleştirildi.

2) 1897-1948 İsrail Devletinin Kurulması;

Bu dönem, 1897 yılında İsviçre’nin Basel Kentinde, 1. Siyasal Siyonizm Kongresi‘nde “50 Yıl sonra İsrail Devletinin” kurulması kararının alındığı toplantıyla başlar ve 14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail Devletinin kurulmasıyla sonuçlanır. (Planlanandan birkaç aylık bir sapma ile kuruldu)

Bu dönemde Türklük ve Müslümanlık bitirilmek üzere hedefe oturtuldu.
İlk olarak Osmanlı İmparatorluğu sona erdirildi.

3) Yalta Konferansıyla Başlayan ve Arap Baharı ile Devam Eden, Büyük İsrail Projesi;

Yalta’da Roosevelt-Churchill-Stalin’i bir masa etrafında toplayanlar,
İngiltere’nin sömürgelerinden çekilirken yerine ABD’nin geçmesini kararlaştırdılar.
1990’a kadar sürecek “Soğuk Savaş” dönemi başlatıldı. Daha sonra süreç
Yeni Dünya Düzeni , Büyük Ortadoğu Projesi” ve “Arap Baharı adlarıyla sürdürülmektedir.

  • Varılmak istenen nokta, “Mesih Planında” kararlaştırılan
    Nil’den-Fırat’a yerleşecek olan “Büyük İsrail” devletidir.

Hedefe adım-adım gidilmektedir. Irak’ın Kuzeyi ile Suriye’nin Kuzeyi temizlenmiş,
sıra Türkiye’nin yıllar içinde “Özerklik-Federasyon” yoluyla bölünmesine ve
diğerlerine eklemlenmesine gelmiştir. Önce “Büyük Kürdistan Devleti” kurdurulacak
ve bölgede 2. İsrail olarak görev yapacaktır. “Eşbaşkanlık” görevi budur.

Davut oğlu, Eşbaşkan’ının emri ve Hazar Yahudileri ile yakınlığından dolayı
bu şekilde konuşmaktadır.

Dünya yeni bir uygarlık ve barış ihtiyacında iken, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun
neden bu uygulamalara maruz bırakıldığı Mesih Planı ile çok net anlaşılmaktadır.

Şalom Davut oğlu!

Not; Katkıları için Sayın Sedat Şenermen’e çok teşekkür ederim.

Sağlık ve başarı dileklerimle.
20 Mart 2013

RİFAT SERDAROĞLU
rifatserdaroglu@gmail.com
twitter.com/rifatserdaroglu
0 532 211 00 11

ÇARLİ KONTROL NOKTASI

E. Amiral Türker ERTÜRK

portresi_gulumseyen

ÇARLİ KONTROL NOKTASI

Bugün size Atatürkçü Düşünce Derneklerinin düzenlediği panellere katılım için gittiğim Almanya’dan bir izlenimimi daha aktaracağım. 23 Şubat günü Berlin’de katıldığımız
Direnen Suriye, Patriotlar ve Türkiye
 paneli özellikle “soru ve yanıt “ bölümünün oldukça uzaması nedeniyle çok geç tamamlandı. Ertesi sabah
erkenden, başka bir panel için Almanya’nın diğer bir kentine gidecektik.

Halbuki Berlin’e gelmeden görmeyi planladığım iki yer vardı. Birincisi,
tarihi Berlin duvarının geçtiği Çarli Kontrol Noktası’nda açıldığını duyduğum
“Yıkılması gereken daha çok duvar var”
 adlı sergi ile daha önce geldiğimde
görme fırsatını yakalayamadığım Almanya Federal Meclis binası girişinde bulunan anıttı.

Gece ve çok soğuk olmasına karşın, Almanya TGB Başkanı Beyhan Yıldırım
isteğimizi kırmadı, bize eşlik ederek buraları gezdirdi.

Bildiğiniz gibi Berlin Duvarı, Soğuk Savaş döneminde Doğu Almanya vatandaşlarının Batı Almanya’ya kaçmalarını önlemek amacıyla Doğu Almanya Meclisi’nin kararı ile
13 Ağustos 1961’de yapımına başlanan 46 km uzunluğunda bir duvardır.

Utanç Duvarı

Batı’da yıllarca “Utanç Duvarı” (Schandmauer) olarak adlandırılan ve Batı Berlin’i Doğu Almanya içinde adeta ada gibi izole etmeye ve abluka altına almaya çalışan
Berlin Duvarı, Doğu Almanya’nın 9 Kasım 1989’da isteyen vatandaşların
Batı’ya gidebileceğini açıklamasıyla geçerliliğini yitirmiş ve resmi olarak yıkımına
13 Haziran 1990’ta başlanmıştır. Günümüzde ise duvarın kimi kesimleri ibret olması açısından anıtsal olarak gelecek kuşaklara aktarılmak üzere eski durumunda bırakılmıştır.

Çarli Kontrol Noktası (Checkpoint Charlie) ise bölünmüş Berlin’de Doğu-Batı geçiş kapıları olarak kurulan ve 1961-90 arasında kullanılan 3 kontrol noktasından biridir. Öbürleri Helmstedt’te Alfa Kontrol Noktası ve Dreilinden’de Bravo Kontrol Noktasıdır.

Soğuk Savaş’ın en zor günlerinde 27 Ekim 1961’de Sovyetler Birliği ve ABD tankları Çarli Kontrol Noktası’nda karşı karşıya gelmişler ve 16 saat boyunca eller tetikte
ama tek kurşun atmadan beklemişlerdir. O tarihte atılacak tek kurşunun 3. Dünya Savaşı’nın başlangıcı olacağı hala düşünülmektedir.

More Walls to Tear Down

Görmeye gittiğimiz sergi işte tam burada idi. Serginin adının “More Walls to
Tear Down“ (Yıkılması gereken daha çok duvar var)
 olması ilgimi çekmişti!
Merak ettiğim için gitmek istedim. Gerçekten yıkılması gereken daha başka duvarlar nelerdi?

Sergide sekiz ülkenin devlet başkanları diktatör olarak resmedilmişti. Bunlar Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat, Kuzey Kore Kim Jong-İl, Çad Devlet Başkanı İdris Deby, Sudan devlet Başkanı Ömer El Beşir, Zimbabve Devlet Başkanı Robert Mugabe, Burma (Myanmar) Devlet Başkanı Thein Sein, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi ve İran Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejat olarak gösterilmekteydi.

Sergide ilk dikkatimi çeken, diktatör olarak gösterilen liderlerin ırkçı bir yaklaşımla resmedildiğiydi. Afrikalı liderlerin yüzleri kara olarak Asyalı Kim Jong-İl’in yüzü sarı olarak boyanmıştı. Adeta “Beyaz ırkın üstünlüğüne siyah ve sarı ırkın geri ve aşağılık olduğunu“ iddia eden faşist ve ırkçı yaklaşımlara gönderme yapmaktaydı.

Ayrıca algı operasyonunun bir parçası olarak bu liderler ve özellikle İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejat çok çirkin olarak tasvir edilmişti. Ama diktatörlüğü ve halkına çektirdiği zulüm konusunda hiç kuşku duyulmayan Suudi Arabistan Kralını ve Katar Emiri’ni bunların arasında göremedik. Halkının üzerine tanklarla yürüyen ve
onların demokratik istemlerini görmemezlikten gelen ve katleden Bahreyn Emiri Hamad bin İsa El Halife’yi de göremedik bu diktatörler arasında.

Burada diktatör olarak resmedilen liderleri ilk sekize bile sokmayacak ne liderler var dünyada ama emperyalizmden yana tavır aldıkları ve işbirlikçilik yaptıkları için demokratik liderler kategorisine yükseltilmişler.

Hayal kırıklığına uğradım

Sergiyi gördükten sonra tam bir hayal kırıklığına uğradım. Sergi için özetle şunu söyleyebilirim:

Batı’da, Avrupa’nın lider ülkesi Almanya’da, başkenti Berlin’de, tarihin çok zorlu bir dönemine tanıklık etmiş bir yerinde kamusal alan, emperyalizmin çıkarları için hegemonyaya direnen liderlerin ve odakların yok edilmesi propagandasına
alet edilmiştir.

Berlin’e yılda 23 milyon turist geliyor. Berlin Duvarı ve tarihi Çarli Kontrol Noktası’nı
her gün 20 bin kişi geziyor. Toplum mühendisliği için çok iyi bir yer seçmişler değil mi?

Sergideki 8 liderden biri olan Ahmedinejat’ın çirkin resmedilmesinin yanında,
gerçekte olmadığı halde yüzüne Hitler’in meşhur bıyığı monte edilmiş.
Artık bu denli açık olan iletiyi anlamak size düşüyor.

Batı için ne olduğunuz değil, kimden yana olduğunuz önemlidir. Eğer kendi ülkenizin çıkarlarından yana tavır gösterirseniz sizi hizadan çıktı olarak değerlendirirler.
Eğer tarafınız Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik Kitabı’nda belirttiği şekilde
“Türkiye küresel yeni düzen çevresinde alt bölgesel düzenleyicisi olabilir.“
 şeklinde emperyalizmden yana ise sizi ödüllendirirler.

Almanya Federal Meclis girişinde bulunan anıtı başka bir yazımda anlatacağım.

ADD’nin Kurucu Önderi Prof. Dr. Muammer Aksoy


Dostlar,
Sayın Prof. Dr. Anıl Çeçen, ADD’nin 19 Mayıs 1989’da, Kurtuluş için Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışının 70. yılında kuruluşunda, 50 kurucu içinde “Kurucu Genel Yazman” sıfatı ile yer aldı. ADD’nin tarihini hem yaşadı hem de kitaplaştırdı : ADD’nin Kitabı..
ADD'nin_kitabi
Muammer hocanın Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğrencisi, giderek mesai arkadaşı, aydınlanma kavgasında, ADD’de can yoldaşı olmuş bir bilim ve hukuk insanı..
Muammer hoca için yazı yazmaya belki de en yetkin insan..
İçinin çoook sızladığını biliyoruz aşağıdaki yazıyı yazarken..
Paylaşalım, gerçekleri öğrenelim ve akıllıca örgütlenerek bu kanlı gidişe halk olarak “Dur!”
diye haykıralım..
Halkın gücünün karşısında kim durabilir?
Tarihte örneği var mı?

Sevgi ve saygı ile.
31.1.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================================

ADD’nin Kurucu Önderi Prof. Dr. Muammer Aksoy

Atatürkçü Düşünce Derneği, 1989’da kurulurken Türkiye’nin tanınmış ve önde gelen
50 hukukçusunu ve bilim adamını kurucu listesinde biraraya getirerek kurulmuştur.O dönemin koşullarında 70 yıllık bir cumhuriyet birikimini ülkenin önde gelen bilim adamları ve hukukçularını örgütleyerek gelecek kuşaklara böylesine büyük birikimin aktarılmasının hedeflenmesinin ne kadar doğru bir adım olduğunu daha sonraki yıllarda karşılaşılan gelişmeler ortaya koymuştur.
Tam o aşamada gündeme gelen Küreselleşme döneminde, batılı emperyal güçlerin baskı ve yönlendirmeleriyle Türk Devleti hızla Atatürk’ten uzaklaştırılırken, Türkiye Cumhuriyeti devletini yaratan sosyal ve siyasal birikim, Türkiye’nin en büyük demokratik kitle kuruluşu olan Atatürkçü Düşünce Derneği aracılığı ile korunarak gelecek kuşaklar için en üst düzeyde kurumlaştırılmıştır.
ADD’nin tarihi çeyrek asırlık bir dönemi tamamlarken, Türkiye ile beraber çok önemli gelişmeler yaşanmış ve böylesine bir değişim ve dıştan zorlama döneminde, kafaların karışması ile Türk kamuoyunun Atatürk’ten uzaklaştırılması ADD aracığı ile önlenmiştir.
Atatürkçülük, kurucusu olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletinden dışlanırken,
Türkiye Cumhuriyetini yaratan bir büyük siyasal ve toplumsal birikime
Türkiye’nin en büyük milli demokratik kuruluşu olarak Atatürkçü Düşünce Derneği sahip çıkmıştır.
Daha önceleri Atatürkçü ya da Kemalist başlıkları ile çeşitli dernek ya da vakıf gibi sivil toplum kuruluşları kurulmasına rağmen, hiçbirisi Atatürkçü Düşünce Derneği’nin elde ettiği başarıyı yakalayamamıştır. Çünkü Prof.Dr. Muammer Aksoy gibi kurucu bir genel başkan ile gene O’nun öncülüğünde bir araya gelen cumhuriyetin hukuk ve bilim kadrosu, bu yeni Atatürkçü örgütlenmeye Türkiye’nin hem bilimsel hem de Atatürkçü birikimini getirmişlerdir. Türkiye’nin önde gelen bilim ve hukuk adamlarının kurucusu olduğu Atatürkçü Düşünce Derneği Türkiye’nin bütün Atatürkçü aydınlarını ve toplum kesimlerini bünyesinde toplayarak yurt içinde ve dışında beşyüzden çok şube açmıştır.
ADD kısa zamanda Türkiye’nin en büyük demokratik kuruluşu haline gelebildiyse bu başarı da kurucu başkan Prof.Dr. Muammer Aksoy’un çok büyük rolü bulunmaktadır. Önder kişiliği ile kuruculuk misyonunu üstlenen Prof.Dr. Aksoy hem üniversiteden hem de hukuk dünyasından Türkiye’nin önde gelen otoritelerini bir çatı altında toplayarak Atatürkçülüğün geleceğe dönük olarak toplumsal kurumlaşmasını gerçekleştirmiştir.2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, 40 yılı aşkın bir süre Türk Hukuk Kurumu genel başkanlığı yapmış olan Prof. Dr. Muammer Aksoy, kendisine Atatürkçü Düşünce Derneği kurucu başkanlığı Anıl Çeçen, Gürbüz Tüfekçi ve Hayri Balta’dan oluşan kurucu heyet tarafından önerildiği zaman, heyecanlanmış, ayağa kalkarak,ömrünün geri kalan kısmında bu uğurda bir nefer olarak çalışabileceğini söylemiştir.İlk görüşme anında, Atatürk’ün partisini Atatürk ilkelerinden uzaklaştıran siyasetin öncü kadrosunu eleştirmiş, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kamu kurumlarının giderek Atatürk karşıtı, işbirlikçi, mandacı, bölücü ve şeriatçı kadrolar tarafından doldurulduğunu ve bu yüzden;
  • Atatürk Cumhuriyetinin önümüzdeki dönemde yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya bulunduğunu dile getirmiştir.
Ayrıca, Atatürkçü Düşünce Derneğini hızla örgütlenebilmesi için gerekirse 40 yıllık Türk Hukuk Kurumu başkanlığını bile bırakabileceğini ifade etmiştir. bir anayasa hukuku hocası olan Muammer hoca, Türkiye’nin geleceği için çok ciddi bir hukuk mücadelesinin verilmesi gerektiğini ama Atatürkçülük mücadelesinin hukuk kavgasından daha önde geldiğini de vurgulamıştır.
Derneğin üç yıla yakın süren kuruluş hazırlıkları sırasında Prof. Aksoy, Türk Hukuk Kurumu salonlarını zaman zaman ADD’nin kuruluş toplantılarına tahsis etmiş, Türkiye’nin önde gelen bilim ve hukuk adamlarını, Türk Hukuk Kurumu’nun Kızılay’daki merkezinde bir araya getirerek çeşitli kurul toplantıları düzenlemiştir.
Derneğin kuruluş çalışmaları sırasında İstanbul’a giderek başta onursal ADD Başkanı Ord.Prof.Dr. Hıfzı Veldet Velideoğlu olmak üzere İstanbul’un büyük hukuk adamları ile görüşmüş ve onların da kurucu listede yer almalarını sağlayarak, Atatürk Düşünce Derneği hareketini yalnızca bir Ankara hareketi olmaktan çıkararak hedef alanını genişletmiştir.
1961 Anayasasını hazırlayan Anayasa Komisyonunun da başkanlığını yapmış olan Prof.Dr. Muammer Aksoy hem bir hukuk, hem bir bilim hem de bir toplum adamı gibi davranarak, sahip olduğu bütün birikimleri Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kuruluşu aşamasında devreye sokmuştur.Çok heyecanlı ve hareketli bir kişiliği olan, Prof.Dr.Muammer Aksoy her sabah erken saatlerde kalkarak kahvaltısında bütün gazeteleri okur ve Türk Hukuk Kurumu başkanı olarak, Türkiye Cumhuriyeti devletinin anayasa düzeninin gerektirdiği açıklamaları yapardı. O yüzden, Türk toplumunun her kesimi hocayı yakından tanır ve her gün basın yayın organlarında Muammer hocanın açıklamalarını okuyarak ya da izleyerek siyasal ve hukuksal gelişmelerden haberdar olurlardı.
Muammer hoca tek kişilik ordu gibi çalışarak Türk Hukuk Kurumu’nu
40 yıl ayakta tutmuş ve yeni dönemde geçmişten gelen bu gücünü ADD’nin kuruluşuna yönlendirmiştir. Hukuk Kurumu Başkanlığının getirdiği tanınmışlık, ADD’nin kuruluşu döneminde hocaya büyük kolaylıklar sağlamıştır.Muammer Aksoy, ADD’nin kuruluşundan (19 Mayıs 1989) 7 ay sonra (31 Ocak 1990) şehit edilmiştir.
Derneğim kuruluşu için çok büyük mücadeleler veren Aksoy, devlet katında ADD’nin kuruluş izni almasında epeyce çaba harcamıştır.
Her kademede hocanın öğrencileri görev yaptığı için, bunların anlayışından yararlanmış ve böylece ADD’nin kuruluşu ile ilgili formaliteler tamamlanmıştır. Hoca, Türk Hukuk Kurumu ile beraber Bahçelievler’deki bürosunu da kuruluş aşamasında dernek merkezi olarak kullanmış ve kurucu yönetim kurulunun toplantıları daha çok hocanın bürosunda yapılmıştır. Hoca’nın şehit edildiği gün de (31 Ocak 1990) gene bu bürodan çalışmalarını yürüttüğü görülmüştür. Bürosu ile evi aynı cadde üzerinde olduğu için, akşam yürüyerek evine dönerken, tam evine gireceği sırada saldırganların ateşine maruz kalmıştır.
Bu yüzden üç yıl kuruluşu için mücadele verdiği Atatürkçü Düşünce Derneği Derneği’nin kuruluş yılında bu kez hayatını vermek durumunda kalmıştır.
Soğuk savaşın tam bitme aşamasında kurulmuş olan ADD, aslında
12 Eylül NATO harekatına karşı Türk toplumunun bir Atatürkçü tepkisi olarak gündeme gelmiştir. Ne var ki; ADD’nin kurulduğu yıl Sovyetler Birliği’nin tasfiye olması yüzünden, 12 Eylül soğuk savaş dönemi geride kalmış,
küresel emperyalizm dönemi başladığı için;
  • ADD daha çok küresel emperyalizme Türk toplumunun ulusal tepkileri doğrultusunda çalışmalarını yürüterek örgütlenmişti.
Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok gibi kurucu üyeleri saldırılar ile
yok edilen Atatürkçü Düşünce Derneği, küreselleşme aşamasında
Amerikan emperyalizmi ve İsrail siyonizminin merkezi coğrafyaya saldırılarına karşı bir çizgide çalışmalarını sürdürmüştür.
ADD her kurucusunu yitirdikçe Türk basını İran’ı hedef olarak göstermiş ve bir
Türkiye- İran savaşı senaryolarına Atatürkçü Düşünce Derneği alet edilmek istenmiştir.
Ülkede dinci ve Atatürkçü çatışmaları körükleyerek Türkiye’yi İran ile savaştırmaya kalkışan emperyal ve siyonist merkezler ADD’yi ve kurucularını hedef almışlar, Atatürkçülere yapılan tüm saldırıları İran’a yönelik göstererek bir Türk- İran savaşı ile merkezi coğrafyaya
egemen olabilmenin yollarını aramışlardır.
Prof.Dr. Muammer Aksoy’dan geriye;
Atatürk ve Tam Bağımsızlık,
– Milli Petrol Davamız,
– Atatürk’ün Laik Hukuk Devleti,
– Hukuk ve Siyaset,
– Atatürk ve Sosyal Demokrasi
gibi kitaplar armağan olarak kalmıştır.
Türk Hukuk Kurumu ile beraber Atatürkçü Düşünce Derneği,
Türkiye’nin en büyük Atatürkçüsünün bu kitaplarını yeniden yayımlayarak,
geleceğin Cumhuriyet kuşaklarına, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin
kurucu önderinin eserlerini ulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Muammer hocanın en büyük eseri olan ADD,
öbür eserlerini de Türk toplumunun her kesimine ulaştırabilmelidir.
Böylece, Türk genci Atatürk’ün yolunda daha bilinçli olarak yürümek
ve mücadele etmek şansına sahip olabilecektir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
ADD Kurucu Genel Yazmanı
31 Ocak 2013

ABD’de Başkanlık Seçimi: Bir Değerlendirme / Prof. Dr. Suna Kili


Dostlar
,

Prof. Suna Kili hocamız gerçek bir Atatürk aydınlanmacısıdır.
Boğaziçi Üniv. Uluslararası İlişkiler bölümünden emeklidir.
Dünyanın pek çok ülkesinde çok sayıda konferans vermiş uluslararası bir kişiliktir.
ABD’yi de orada eğitim almış, vermiş bir aademisyen olarak yakından tanımaktadır.
O bakımdan, aşağıda sunduğumuz yazısı sağlam gözlemlere dayalıdır.

Kili hocanın pek çok kitabı içinde İş Bankası yayınları içinde basılan

ATATÜRK Devrimi; Bir Çağdaşlaşma Modeli

adlı kitabı özellikle salık vermekteyiz. İngilizce olarak da basılmış ve yurt dışında ATATÜRK Devrimi‘nin “Bir Çağdaşlaşma Modeli” olarak tanıtımına ciddi katkı sağlamıştır. Kitabın yayım amacı şöyle belirtiliyor :

  • Atatürk Devrim Modeli’nin bir çağdaşlaşma ve kalkınma modeli olarak özellikle 2. Dünya Paylaşım Savaşı sonrası dönemde hem kendine; ülkenin, Türk toplumunun yapısına ve koşullarına özgü ulusal, hem de kendisinden sonra ulusal kurtuluş mücadelesi verecek olan 3. dünya ülkelerine yol gösterecek bir seçenek, bir örnek olarak ortaya çıkması, modelin toplum ve devlet yaşamına uygulanışını öbür kalkınma maddeleri ile karşılaştırmalı olarak incelenmektir.

Kitaptan bir alıntı :

ATATÜRK DEVRİM MODELİ                              :

  • Siyasal çağdaşlaşmanın temel bir koşulu, dinsel, geleneksel, ailesel ve geleneksel otoritelerin yerine laik, ulusal ve tek bir otoritenin olmasıdır.
    Atatürk devrimi bunu gerçekleştirmiştir. Atatürk devrimi çağdaşlaşmayı bir bütün olarak gören, o doğrultuda devleti, toplumu eyleme sokan
    ilk Türk çağdaşlaşma hareketidir. Atatürk devrimi ulusal, dinamik bir çağdaşlaşma eylemidir. Atatürk ilkeleri, bu devrimi yönlendiren, devrimle beraber büyüyen ve devrim eyleminin düşünsel yönünü oluşturan ilkelerdir.

Suna hocayı, ADD Edirne Şubesi Başkanı olduğumuz dönemlerde (1996-2000) Edirne’ye konferansa davet emiştik. ETV’de (Edirne TV) de kendisiyle aşağıdaki konuda bir söyleş yapmıştık :

“Bir Çağdaşlaşma Projesi Olarak Atatürk Devrimleri ve Bunalımdan Çıkış : Açılımlar” (Prof. Dr. Suna KİLİ ile söyleşi. Edirne ETV, 26.12.98)

Sanırız bu program çok düzeyli bulunmuş ve epey beğeni almıştı. Keşke kamera kayıtlarımız olsaydı, zamanede (şimdilerde) youtube’da yaıymlardık.. ne güzel olurdu..

Sevgi ve saygı ile.
9.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================================

ABD’de Başkanlık Seçimi: Bir Değerlendirme

  • Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman hemen hemen tüm yazılarında
    gerek ABD’de ve gerekse AB üyelerindeki ekonomik krizin “kemer sıkma” politikalarıyla daha kötüye gideceğini ve işsizliğin artacağına değinirken, Roosevelt’in kamuda iş yaratma politikalarının ülkeyi Büyük Buhran’dan kurtardığına işaret etmektedir.

Prof. Dr. Suna KİLİ
Boğaziçi Üniv. Em. Öğr. Üyesi 

Barack Hussein Obama başkanlık seçimini 2. kez kazandı. Amerikan başkanlarının güttüğü siyasalar dünya ve Türkiye’yi yakından ilgilendirdiğinden, tarihte ve bugün onların, gerek iç ve gerekse dış siyasada oynadıkları rolün bir değerlendirmesini yapmak yerinde olacaktır.

ABD’de başkanlık seçimleri her zaman renkli ve biraz gürültülü geçer. Bu son seçimde iki temel konunun ağırlığı nedeniyle sanki seçim tartışmalarına biraz da hüzün eklenmişti. İki temel konu ise şu: ABD ve Batı dünyasındaki ekonomik kriz ve
dış politikada henüz çözümlenmemiş ağır konuların bulunması.

Tüm bu konuların ağırlığına karşın Cumhuriyetçi aday Mitt Romney ve yandaşlarının saldırgan söylemleri sürdü gitti. Romney ve yandaşları, özellikle son yıllarda yeniden büyük bir hezimete uğrayan kapitalist sistemin içinde bulunduğu zor durumu göz ardı ederek, küreselleşme gerekçelerini arkalarına alarak, ekonomik, toplumsal gerçekleri görmeyerek, 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki görüşleri vurgulayıp durdular.

Kuruluş yıllarında siyaset, Amerika’nın en yetenekli ve ileri görüşlü insanlarını politikaya çekmiştir. Ancak sanayileşme hızlanınca ve özellikle iç savaş sonrası gelişmeler sonucu o ülkedeki yetenekli kişiler siyaset dışına kaymış ve sanayileşme atılımları içinde yer almıştır. Kuruluş döneminde John Adams, James Madison, Alexander Hamilton, John Jay gibi “cumhuriyetçi” devlet adamlarının isimlerini bilmemize karşın, Abraham Lincoln’den sonra, Wilson dışında, Roosevelt’e kadar devlet başkanı olmuş kişilerin adlarını pek anımsamayız.

Amerika’da “sol” diye tanımlanan görüşler, genelde, var olan ekonomik sistemi sorgulamıyorlar. ABD’de “solculuk”, savaş karşıtı tutumlar ve; örneğin, Siyahlara, “Yerlilere” eşitlikçi muamelenin gerekliliği üzerinde odaklanıyor. Ancak 30’lu yılların başlarında Franklin Delano Roosevelt iktidara gelince ve ekonomik Buhran’ın etkisiyle var olan Ekonomik düzeni sorgulayan kişiler, düşünürler, üniversite öğrencileri, bürokratlar, hatta üst düzey yöneticiler ortaya çıkmaya başladı. Lillian Hellmann gibi bir yazar o dönemin bir ürünüdür.

  • Roosevelt Ekonomik Buhran nedeniyle çökmüş ekonomik düzeni düzlüğe çıkarabilmek için bir ölçüde “devlet müdahalesi”nin gerekliliği üzerinde durdu.

Ve bazı konularda bunu yerine getirdi. Örneğin, işsizliğe çözüm bulmak için geniş çapta karayolları yapımına girdi. Her yıl taşması sonucu çevresini harap eden,
yöreyi yoksulluğun alt sınırında tutmaya yargılı kılan Tennessee Nehri’ni kanallarla, setlerle kontrol altına almayı devlet katkısıyla yaptı.

ABD’deki sosyoekonomik düzen

ABD’deki sosyoekonomik düzeni bir ölçüde sorgulayan “New Deal” (Yeni Düzen) politikasının sonunu getiren Roosevelt’in ölümü değildi. Esas neden soğuk savaşın başlamasıydı.

Sovyet Rusya düşman ilan edilince o düzeni çağrıştıran ılımlı olan sosyal demokrat görüşler bile töhmet altında bırakılmaya başladı. Bazı öğrenciler, hatta yöneticiler komünist partisi üyesi olmuşlardı.“Kızıllar” olarak tanımlanan bu grup geniş değil,
ancak etkiliydi. Birkaçının da Dışişleri Bakanlığı’na sızmayı başardığı savlanıyordu. Soğuk savaşın başlattığı ortamda bırakınız komünist görüşleri, sosyal demokrat görüşler bile töhmet altındaydı. Bu durum Senatör McCarthy döneminde hızlandı.

Ancak tüm bu olumsuz gelişmelere karşın, bazı etkin düşünürlerin tutumları ve bazı sivil toplum kuruluşlarının çaba ve faaliyetleri sonucu toplumsal konulara ve insan haklarına duyarlı görüşler bir ölçüde korunuyordu. Bu kuruluşlardan biri 1920’de kurulmuş olan “American Civil Liberties Union”dur (Amerikan Sivil Özgürlükler Birliği). Denebilir ki McCarthyism büyük ölçüde bu birliğin çabaları sonucu sona ermiştir. Bir başka önemli kuruluş da 1947’de kurulan Americans for Democratic Action’dır (Demokratik Eylem İçinde Amerikalılar). Kurucuları arasında Eleanor Roosevelt, işçi önderi Walter Reuther, iktisatçı Kenneth Galbraith ve tarihçi Arthur Schlesinger Jr. vardır. Bu kuruluş,
hemen her alanda araştırma yapar ve pek çok konuda ilerici siyasalar üretir ve önerir. Kamu eğitiminin yaygınlığının demokrasinin gelişmesine büyük katkısı olacağı inancını taşır. Bu kuruluşlar hâlâ etkindir.

1929 Ekonomik Buhranı’na kadar 19. yüzyıl ekonomi politikasını benimsemiş Amerikan yönetimi, ancak Roosevelt döneminde 20. yüzyıl ekonomi politikasını
bir ölçüde uygulamıştır.

Kamuya önem veren halkçı siyasalardan yana olan görüşler Roosevelt döneminde soluk almış, Adlai Stevenson’ın başkanlık yarışında Eisenhower’a yenilmesi ile duraklamış, J.F. Kennedy’nin karizması ile tekrar gündeme gelmiştir.

R. Reagan ve her iki G. Bush yönetimlerinde de geriye itilmişlerdir.
B. Clinton, başkanlık döneminde daha insancıl politikalar gütmek istemesine karşın, ayakta kalabilmek için, “orta yolu” seçmiş ve istediği sağlık politikasını daraltmak durumunda kalmıştır. Reagan ve her iki Bush döneminin küreselleşmeden ve genelde zenginden yana politikaları en sonunda Amerikan ekonomisini olumsuz etkilemiştir.

Ekonomik krizin çözümü

Nobel ödüllü iktisatçı Paul Krugman hemen hemen tüm yazılarında gerek ABD’de ve gerekse AB üyelerindeki ekonomik krizin “kemer sıkma” politikalarıyla daha kötüye gideceğini ve işsizliğin artacağına değinirken; FD Roosevelt’in kamuda iş yaratma politikalarının ülkeyi Büyük Buhran’dan kurtardığına işaret etmektedir.
Ve ayrıca JM Keynes’in şu görüşüne de ısrarla yer vermektedir:

  • “Ekonomik Buhran döneminde ‘kemer sıkma’ politikaları, buhranı
    daha da çözülmez duruma getirir. ‘Kemer sıkma’ politikası ancak ekonominin gidişatının iyi olduğu dönemlerde uygulanmalıdır.”

Bu görüş Avrupa Birliği içinde de kendini göstermekte, Almanya’da Merkel yönetiminin kemer sıkma politikasına Fransa’nın yeni başkanı Holland tümüyle karşı çıkmakta ve ekonomik düzlüğe varmayı ancak kamunun iş olanakları yaratmasında görmektedir.

Ekonomi politika konusunda M. Romney için “kapitalist sistem” en büyük değerdir. Şirket yönetimindeki deneyim ve başarısı sürekli gündeme getirilmiş, sanki bir şirket-devlet anlayışının altı çizilmiştir. Daha insancıl ekonomik politika gütmeden yana olması nedeniyle Barack Obama’nın 2. kez başkanlığa getirilmesi, aynı zamanda toplumsal konuların, halkın haklı isteklerinin gündemde kalmasını sağlayacaktır.

Obama ilk başkanlık yıllarında ABD’deki ekonomik bunalımla başetmek zorunda kalmış, kamuyu aktive ederek iş yaratma yönünü seçmiştir. Dış politikada ise ABD açısından Irak Savaşı’nı sonlandırmış, Afganistan’dan Amerikan ordusunu çıkarma planını yapmış ve tüm dünya ülkeleriyle ön planda barışçıl ilişkilerde olmaya özen göstermiştir. Dış politika konusunda Obama, Romney’e göre daha bilgili, daha tecrübelidir. Küreselleşmeden yana olmasına karşın, deneyimleri itibarıyla Romney’in daha “yerel” bir kişiliği var.

Obama’nın ise daha evrensel düşünebilen bir kişiliğe sahip olduğunu düşünebiliriz.