Etiket arşivi: soğuk savaş

1 Eylül Dünya Barış Günü!

Barış’ı, özgürlüğü ve eşitliği bu topraklarda kökleşmiş bir ağaç haline getireceğimize söz veriyoruz!

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türk Tabipleri Birliği (TTB), Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) ve Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), 1 Eylül Dünya Barış Günü dolayısıyla ortak açıklama yaptı. (31.08.2018)

Açıklamanın tam metni aşağıdadır:

1 Eylül Dünya Barış Günü!

  • Barış’ı, özgürlüğü ve eşitliği bu topraklarda kökleşmiş bir ağaç haline getireceğimize
    söz veriyoruz!

Barışı yaşadığımız ülkede ön koşulsuz olarak herkes için talep etmek, komşu ülke halkları başta olmak üzere tüm halklarla barış içinde yaşanmasını istemek ve kendi ülkemizde eşit, demokratik, özgür ve barış içinde yaşamak için mücadele etmek insan olmanın şartıdır. Emperyalist kapitalist düzenin insan emeğini ve doğayı talan etmek üzere insanlığa karşı yürüttüğü savaşa karşı emeğin talepleri için yürütülecek mücadele ve bu uğurda atılacak her adım bizleri barışa doğru biraz daha götürür. Bilinmelidir ki barış, 2.Dünya Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilmiş bir “gün” olmakla sınırlı, iyi niyetli bir talep, yetkililerin adet yerini bulsun diye yaptıkları rutin bir açıklama başlığı ya da ütopik bir hedef olamaz. Barış, uğruna mücadele edilmesi gereken, kazanılması gereken politik bir mücadele başlığıdır.

İktidar partisi AKP için “barış”; muhaliflerin ses çıkaramadığı, 6 milyon oy almış bir parti eş başkanının, muhalefet milletvekillerinin hapse atılabildiği, Cumartesi annelerinin 700 haftadır sürdürdükleri çocuklarını arama eylemine polis saldırısının doğal karşılandığı; bir oy daha fazla alabilmek için dinci gericiliğin sosyal yaşamın her yanını kapladığı; halklar arasında gerilim ve  düşmanlık tohumlarının ekilmeye çalışıldığı; ekonomik kriz karşısında yandaş şirketlerin borçları yapılandırma adı altında kamunun sırtına yıkılırken, işini isteyenlerin sokağa atıldığı, yasal hak olan grevlerinin ertelendiği, yasaklandığı; geçinemiyoruz diyenlerin terörist, vatan haini olarak ilan edildiği bir ortamın hakim kılınmasıdır. AKP iktidarı için “barış”; milyonlarca emekçi ve muhalifin kendileri için yaratılan yeryüzü cehennemine ses çıkarmadan boyun eğmesi, iktidarla bu koşullarda uyum içinde yaşamasıdır.

Emperyalistlerin baş temsilcisi ABD ve bugünkü sözcüleri Trump için “barış”; başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın her bölgesinde sömürü ilişkilerini sürdürebildikleri, yatırımlarını garanti altına aldıkları, savaş ve çatışmalarla halkları birbirine kırdırdıkları, enerji başta olmak üzere bütün yer üstü ve yer altı zenginliklerine el koyabildikleri ve buna kimsenin ses çıkarmadığı bir düzende at koşturabilmektir. ABD  ve emperyalizm için “barış”; yüz milyonlarca yoksulun kaderine razı edildiği, emperyalizm işbirlikçisi yerel iktidarlar aracılığıyla sömürü düzeninin devam ettirilmesidir.

Oysa, emekçiler için, kadınlar için, ezilen halklar için barış; emeğinin karşılığını alabilmektir. Halkların eşit ve özgür birlikteliğinin sağlandığı, demokratik taleplerinin karşılandığı bir toplumsal mutabakattır. Halkların kardeşliğidir. Sadece bugünü değil geleceği de savunan ekolojik bir yaşamı hakim kılmaktır. Ötekileştirmenin ortadan kalkmasıdır. Derelerin özgür akmasıdır. Kadın erkek eşitliğidir. Çocuğun da hakları var diyebilmektir. Türcülüğü reddetmektir. (AS: Türkçülük??) Göçmenleri düşman görmemek, dayanışmayı büyütmektir.

2018 dünyasında, Ortadoğu coğrafyasında Türkiye’de her şeye rağmen barışı savunmaya kararlı emek ve meslek örgütleri olarak;

Savaşlarda, çatışmalarda yitirilen milyonlarca insanın anısı önünde saygıyla eğiliyor, emekçilerin ve ezilen halkların kendi hakları için yürüttükleri mücadelenin en temel başlığının barış olduğunun altını bir kez daha çiziyoruz. Örgütlü ve kararlı bir mücadele ile barışı bu topraklarda kökleşmiş bir ağaç haline getireceğimize söz veriyoruz.

Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK)
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK)
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB)
Türk Tabipleri Birliği (TTB)
====================================

Dostlar,

Açıklamaya çoğunluğu bakımından katılıyoruz..
Metinde sondan 3. paragrafta ‘Türcülüğü reddetmektir.’ söylemi var.
Eğer bu sözcük, rastlantı ile ‘k’ harfinin düşmesiyle ‘Türkcülük’ idi ise,
elbette etnik ırkçılık anlamında tüm milliyetçilikleri yanlış hatta kabul edilemez buluyoruz.
Hiçbir millet – etnisite bir başkasından geri ya da üstün değildir; tersini söylemek ırkçı faşizmdir.
Türkiye’de ‘Türk’ sözcüğü etnik temelde ve etnisite ayrımcılığı amaçlı kullanılmıyor. Büyük ATATÜRK‘ün kendi el yazısıyla 3 yerde tanımladığı üzere;

  • ‘Türkiye Cumhuriyetni kuran Anadolu halkına / Anadolu ahalisine Türk milleti denir.’ kabulü geçerlidir. Anayasanın ilgili maddesi aşağıda, tanım çok net :

Madde 66 – Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.

Dünyanın tüm uygar anayasalarında, vatandaşlık bağı odaklı benzer tanımlar vardır. İsrail siyonizmi (Yahudi ırkçılığı) ve Musevi dinciliği bir yana, uluslaşabilmiş tüm uygar halklar için geçerli bir şablondur bu tanım.

Öte yandan, Türkiye’de, bu bağlamda ‘halklar’ değil, Anadolu halkı – Anadolu ahalisi yaşamaktadır ve bu halk, Anayasal – sosyolojik – tarihsel – etnolojik.. temelde, asla ırkçı olmamak üzere kaynaşarak (entegre olarak) uluslaşmıştır. Irkçı olmayan bir Türk ulusu – milleti kimliği edinmiştir.. Örnekler çok, uzatmak yersiz; ABD’yi kuran neredeyse 50 farklı millet (devlet kurmuş etnisiteler), kendisini ‘Amerikan’, ‘Amerikan yurttaşı’ olarak tanımlamaktadır. İngiltere, Fransa, Almanya….. bu ülkelerin farklı etnisiteleri ve faklı dinlerden inanç sahipleri… hep ama hep; Arap, Hindu, Pakistanlı, Malili…. o ülkenin Anayasal vatandaşlarıdır; İngiliz, Fransız, Alman’dırlar. Bundan yakınma yoktur ve başkaca çözüm de bulunamamıştır. Almanya’da vatandaşlık alan T.C. yurttaşları, o ülkede, aynı zamanda ‘Türk kökenli Alman’dırlar. Türkiye’de ‘Kürt kardeşlerimiz’in ‘Kürt asıllı Türk yurttaşı’ oldukları gibi..

1 Eylül 1945, 2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı’nın, Japonya’nın da teslim olması ile bittiği kabul edilen gündür. Kapitalizmin çıkardığı bu büyük savaş elli milyona yakın insanın ölümüne ve tanımı olanaksız başkaca acı ve yıkımlara yol açmıştır. Ardından da dünya Doğu – Batı olmak üzere 2 bloka (NATO – Varşova Paktı) ayrılmış, yarım yüzyıla varan Soğuk Savaş dönemi yaşanmıştır.

Ne var ki, yerel – bölgesel savaşlar tohumlanarak yeryüzünde sürekli kılınmıştır. Bunda emperyalizmin temel ve başat bir sorumluluğu söz konusudur.

Anahtar, assimilasyon (etnisiteleri eritme) değil entegrasyona (kaynaşmaya) dayalı uluslaşmadır.
Yugoslavya, Irak, Suriye, Kosova, Kore, Vietnam, Sudan, Keşmir sorunu.. çok acı örneklerdir.

Yurtta ve dünyada kalıcı barışın en temel koşullarından biri, dünya olanaklarının hakkaniyetli paylaşımı, sömürgecilik – kapitalizm – emperyalizmin yok edilmesidir.

Mustafa Kemal Paşa bu dilek ve öngörüsünü dile getirmiş;

  • Kapitalizm ve emperyalizmin yeryüzünden yok olacağı ve bütün dünya halklarının bir arada ve kardeşçe yaşayacağı tatlı zamanların geleceğini öngörmüştür.

Çok iyi bilindiği üzere, YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ sözleri de O’nun.

Sevgi ve saygı ile. 02 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

‘Manifesto’

‘Manifesto’

Yakup Kepenek

Dini, toplumun bilinçlenmesini engelleyen uyuşturucu sayanların yazdığı Manifesto, kapitalizmin emperyalizme geçiş aşamasını çok gerçekçi bir biçimde çözümlüyor ve çok iddialı ve kararlı bir yaklaşımla işçi sınıfının iktidar yolunu aydınlatıyordu. 
İlginçtir, Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin büyük desteğiyle komünizm düşmanlığı yaparak beslenip büyüyen ve 2002’den bu yana bu ülkeyi yöneten Siyasal İslamcılar, son günlerde, bu topuma umut dağıtmak amacıyla manifesto sözcüğüne sarılıyor. 
 
AKP kaynaklı kafa karışıklığı! 
AKP’nin, kuruluşunda savunur göründüğü demokrasi ve özgürlük gibi değerlere yeniden bir dönüş yapacağı uzun bir süredir dillerdedir. Daha somut olarak dün yapılan İstanbul il kongresinde bir manifesto açıklanacağı günler öncesinden kamuoyuna yansımıştı. (Abdülkadir Selviİşte Erdoğan’ın açıklayacağı manifesto, Hürriyet, 1 Mayıs). 
AKP’nin fiziğini ve ruhunu çok iyi izlediği bilinen Selvi’nin Yeni sistemin ruhu ve söylemi olacak dediği manifestonun içeriğiyle ilgili yazdıkları şöyleydi: 
(İçinde) “Daha çok demokrasi, daha çok özgürlük, daha çok refah olacak. Türkiye’ye daha çok demokrasiyi, daha çok özgürlüğü, refahı ve huzuru AK Parti getirecek. AK Parti’den başka bunları sağlayacak bir güç yoktur. Muhalefetin Türkiye’ye daha çok demokrasi, daha çok özgürlük ve daha çok huzur, refah getirmek gibi bir projesi var mı? Muhalefetin bu haliyle bunları sağlaması mümkün mü?” 
Aslında bu sözlerin ipuçları çok önceden 28 Nisan’da yapılan İzmir mitinginde verilmiş, seçim propagandasının daha çok demokrasi ve tam bağımsız adalet alanlarında yoğunlaştırılacağı vurgulanmıştı. Bir taraftan da Genelkurmay Başkanı bir eski Cumhurbaşkanı’nı adaylıktan vazgeçmesi için görevlendirilmişti
 
Yerseniz! 
Muhalefetin demokrasi ve özgürlük konusundaki görüşlerini bir başka yazıya bırakarak manifestocu AKP’ye, demokrasi, özgürlük ve refah üçlüsüyle bakalım. 
Çağdaş parlamenter demokrasinin doğumunda, vergileri ve harcamalarıyla bütçe hakkının özel bir yeri ve önemi vardır. AKP’nin oluşturduğu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) denilen rejimde, bütçe hakkı Meclis’in elinden alınmış; yasama, yürütme ve yargı, devletin işleyişinin karşılıklı denetim ve dengesini sağlayan birer erk olmaktan çıkarılmış ve tek kişide toplanmıştır. Böyle bir yapıya demokrasi denemez. 
AKP, özgürlükçü olamayacağını yaptıklarıyla kanıtlamıştır. Özgürlüklerin temelinde düşün-ce ve ifade özgürlüğü vardır; basın yayının %90’ını yandaş basına dönüştüren; bilimsel araştırma özgürlüğü tanımayarak üniversiteyi yolunmuş kuşa çeviren ve günümüzde özgürlük alanlarının başında gelen iletişimi koyduğu yasaklarla sınırlayan bir anlayış mı daha çok özgürlük sözü veriyor?! 
Hangi refah? Emeği iyice sendikasızlaştıran; OHAL ile grevleri de engellediğini övünerek açıklayan; işsizliği dayanılmaz boyutlara taşıyan ve bütçeden seçim rüşvetleri dağıtan AKP ile bu topluma refah gelmez. 
Dahası, barışı, kaçak yapılara yasallık kazandırmak olarak anlayan AKP’nin gündeminde gerçek barışın yeri yoktur. Barışın olmadığı yerde özgürlükler de çok sınırlı kalır; hukuk buharlaşır; ekmek değil silahlanma öne çıkar; doğruluk, dürüstlük erdem gibi toplumsal yaşamın ahlaka dayalı bağları da kopar. 

  • AKP’nin demokrasi, özgürlük ve barıştan o kadar uzaktır ki, açıklamalarına giydirdiği sahte Manifesto kılıfı bile onu kurtaramaz. 

Cumhuriyet gazetesi olarak 94. yaşımız kutlu olsun.
=============================================

Sayın Yakup hocamız ve site okurlarımız hoşgörsün, bu yazı biraz gecikmiş oldu.. (AS)

Sputnik Haber Ajansına Verdiğim Mülakat

Sputnik Haber Ajansına Verdiğim Mülakat

Onur Öymen

Sputnik Haber Ajansının Türkiye Rusya ilişkilerinin NATO’ya etkisine ilişkin sorularına verdiğim cevaplar aşağıdadır:

TÜRKİYE BAZI NATO ÜLKELERİNDEN BEKLEDİĞİ DESTEĞİ GÖREMEDİ’

Türkiye’nin eski NATO Daimi Temsilcilerinden emekli büyükelçi Onur Öymen Sputnik’e yaptığı açıklamada NATO’da görev yaptığı dönemde NATO-Rusya ilişkilerinde yakınlaşma olduğunu, ilişkilerin son dönemde gerildiğini ifade ederek “NATO-Rusya ilişkileri son dönemdeki konjonktürde zayıfladı ama Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra ilişkilerde büyük bir yakınlaşma vardı, NATO-Rusya ortaklık konseyi kurulmuştu. Benim NATO büyükelçiliğim sırasında hatırlıyorum, Rusya üst düzeyde ziyaretler yaptı NATO’ya, Ortaklık Konseyinde beraber çalıştık. O bakımdan Rusya ve NATO Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ilişkileri eskisi gibi sürdürdü diyemeyiz, NATO’nun kendisi bir yakınlaşma politikası güttü, Rusya da aynı politikayı güttü. Bu ilişkiler niye bozuldu; Ukrayna’daki gelişmeler, Kırım, daha sonra Suriye, bunları biliyoruz. Ama özü itibariyle NATO ile Rusya bir yakınlaşma sürecine girmişti” dedi.

‘TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİNİN SÜRDÜRÜLMESİ NATO’YU OLUMSUZ ETKİLEMEZ’

Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkilerinin, NATO’yu olumsuz yönde etkileme amacının olmadığını ifade eden Öymen, “Türkiye-Rusya ilişkilerinin en azından Türkiye açısından NATO’yu olumsuz yönde etkileme gibi bir amacı olamaz çünkü Türkiye NATO üyesi olarak, NATO’nun ortak menfaatlerini, çıkarlarını koruma bilinci içinde hareket etmiştir ancak NATO ülkeleri aynı şekilde hareket etmedi. Açık söylemek gerekirse maalesef bazı NATO ülkelerinden beklediğimiz desteği göremedik. Özellikle terörle mücadelede NATO ülkeleri, Türkiye’ye beklediğimiz desteği göstermedi. Tam tersine PYD gibi bazı terör örgütleriyle işbirliği yaparak Türkiye’nin güvenlik çıkarlarına zarar verdiler. O bakımdan kimsenin Türkiye’yi suçlayacak hali yok, biraz özeleştiri yapmalarında fayda var.” diye konuştu.

Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin NATO üyeliğine karşı bir durum olmadığını da ifade eden Öymen, “Türkiye-Rusya ilişkilerinin sürdürülmesi NATO’yu olumsuz yönde etkilemez. ‘Türkiye NATO üyesi olduğu için başka hiçbir ülkeyle ilişki kuramaz’ anlayışı da olamaz. Tabii ki NATO üyeliğimizin gereğini her zaman yaptık, yapacağız. Ama aynı zamanda başka ülkelerle de kendi güvenlik, siyasi ve ekonomik çıkarlarımızın gerektirdiği ilişkileri kurmamız NATO üyeliğimize karşı bir durum değildir.” ifadelerini kullandı.

Saygılar, Sevgiler, 08.03.2018
====================================================
Dostlar,

Sayın Öymen, görüldüğü üzere Türkiye’nin NATO üyeliği, Türkiye – NATO 0ilişkilerinin “üstüne titremekte.” !..

Sevgi ve saygı ile. 09 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Nükleer bombalara 10 milyar dolar takviye

Nükleer bombalara 10 milyar dolar takviye

Nükleer bombalara 10 milyar dolar takviyehttps://www.aydinlik.com.tr/nukleer-bombalara-10-milyar-dolar-takviye-turkiye-subat-2018-118.02.2018

(AS: Bizim çok kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

NTI’ın son raporunda ABD’nin Avrupa ve Türkiye’de konuşlanan nükleer bombalarının modernizasyonu için çok büyük bir harcama yapmayı planladığı belirtildi. Nükleer tehditleri araştıran uluslararası kuruluş Nuclear Threat Initiative (NTI) uzmanlarının hazırladığı raporda, serbest düşümlü nükleer bomba B-61’in modernizasyon planlarının ABD’ye 10 milyar dolardan fazlaya mal olabileceği belirtildi. Belgede, ABD Kongresi bütçe idaresinin değerlendirmesine göre ABD’nin 30 yıl içinde taktik nükleer kuvvetleri için yaklaşık 25 milyar dolar, yani ortalama olarak her yıl 1 milyar dolar harcayacağı kaydedildi.

3’TE 1’İ İNCİRLİK’TE

NTI uzmanları, Soğuk Savaş döneminden sonra NATO’nun nükleer potansiyelini oluşturan 150 adet B-61 bombasının Belçika, Almanya, İtalya, Hollanda ve Türkiye’de bulunduğuna, bombaların yaklaşık 3’te 1’inin İncirlik Üssü’nde muhafaza edildiğine dikkat çekti. Amerikan nükleer bombalarının bakım ve modernizasyonu için yapılan büyük harcamaların haklı gerekçelere dayanmadığını ifade eden uzmanlar, “ABD Başkanı’nın Amerikalı olmayan bir pilot ve bir Amerikan B-61 bombasıyla birlikte çift amaçlı bir NATO uçağı kullanarak, 70 yıldan bu yana ilk kez bir nükleer saldırıya karar vereceği koşulları hayal etmek zor” ifadelerini kullandı.

NÜKLEER ÜSLER TEHDİT ALTINDA

ABD’nin nükleer silahlarının bulunduğu askeri üslerin güvenliğinin son zamanlarda tehdit altında olduğuna dikkat çekilen raporda, Brüksel’deki terör eylemlerinin yol açtığı sonuçların Belçika’nın nükleer işletmelerinin gerçek bir tehditle karşı karşıya kaldıklarını gösterdiği ifade edildi. ABD Savunma Bakanlığı’nın (Pentagon) 2016’da, IŞİD’den gelebilecek olası bir tehlike nedeniyle İncirlik Üssü’ndeki Amerikan askerlerinin ailelerini tahliye ettiği belirtilen raporda, 15 Temmuz 2016’daysa üssün komutanı olan Tuğgeneral Bekir Ercan Van’ın darbe girişiminde yer aldığı gerekçesiyle tutuklandığı vurgulandı.

50 NÜKLEER BOMBA TÜRKİYE’DE

İncirlik’teki nükleer tehlikeyi Aydınlık’a değerlendiren Emekli Hava Tümgeneral Beyazıt Karataş ise şunları söyledi:

  • “2009 yılında NATO’da yapılan görüşmeler sonrası nükleer caydırıcılık bahane edilerek NATO’nun bazı ülkelerinde bulunan ve eski nesil olduğu ifade edilen uçaklardan atılabilen ‘B61-3/4’ nükleer bombaların, yeni nesil olduğu belirtilen ‘B61-12’ tahrip gücü çok yüksek olan termonükleer bombalarla değiştirilmesi, Avrupa ve Türkiye’de konuşlandırılması kabul edilmişti. Bu plan doğrultusunda 180 adet B61-12 termonükleer bomba 70 adet İtalya, 50 adet Türkiye, 20 adet Almanya, 20 adet Belçika ve 20 adet Hollanda olmak üzere 5 NATO üyesine yerleştirildi.”

ÇALIŞMALAR TAMAMLANDI

E. Tümg. Karataş şöyle devam etti:

  • “Raporu hazırlayan isimlerden nükleer fizikçi Hans Kristensen, 2015 yılında da İncirlik Üssü’nde nükleer modernizasyon kapsamında yeni nesil nükleer bombaların yerleştirileceği ‘21 sığınağın’ bulunduğu ‘NATO sahasının’ güçlendirildiğini açıklamıştı. Nükleer bombaların yerleştirilmesi düşünülen hava üslerine ilişkin gerekli güvenlik tedbirlerinin alınması için altyapı inşaatlarına 2015’te başlandı ve uçuş test atışları biten bombalar 2017 yılı başından itibaren (AS: bu yana) Türkiye’de İncirlik Üssü’ne yerleştirilmeye başlandı. Ayrıca Kristensen, Avrupa ve Türkiye’de konumlandırılacak nükleer bombaların modernize edilen bombalar olmadığını, çok işlevli yeni bir nükleer silah olduğuna vurgu yapmıştı. Kristensen, B61-12 nükleer bombaların “Hiroşima’ya atılan atom bombasının asgari dört katı gücünde ortalama 50 kiloton” yıkıcı bir güce sahip olduğunu ve yer altı ve üssündeki hedefleri yok etme gücüne sahip olduğunu da vurgulamıştı.

TERÖR YUVASI ABD’YE KAPATILMALIDIR

Sonuç olarak;

1. Nükleer silahlarını baskıyla Türkiye’ye yerleştirerek ‘Türkiye’yi nükleer hedef’ haline getiren, terör örgütlerine destek veren ve bunlar için İncirlik Üssü’nü kullanan ABD’ye İncirlik Üssü kapatılmalıdır.

2. 2011 yılı sonu 2012 yılı başından itibaren NATO maskesiyle Malatya/Kürecik’e konuşlandırılan füze savunma radarı kapatılmalıdır.

3. 01 Ekim 2015 tarihinden itibaren sözde Arama-Kurtarma maksadıyla Diyarbakır Hava Üssü’nde bulunan 3 Silahlı Helikopter, 2 Silahlı Ulaştırma Uçağı ile 500-1000 ABD askerinin kaçak olarak adlandırdığımız Diyarbakır Hava Üssü’nü kullanmasına son verilmelidir.”
==========================================
Dostlar,

ABD, NATO, Türkiye ve AKP = Erdoğan :
Lanetli İttifak Artık Dağılmalı!

İlk gençlik yıllarımızdan bu yana NATO’ya karşıt olduk. Türkiye’nin bu saldırı – savaş örgütünden ayrılmasını savunduk. Hele hele İncirlik başta olmak üzere 90 dolayında nükleer başlığın ülkemizde konumlandırılması bizi çok üzüyordu. Çünkü komşumuz SSCB’ye dönüktü bu nükleer tehdit.. Gerekçesi ise “Sovyet saldırganlığı” nı caydırmak idi. Oysa Türkiye, Doğu – Batı blokları arasında bir sıcak çatışmada Rusya’nın muazzam askeri gücü karşısında NATO’nun güneydoğu kanadında deyim yerinde ise “yem” idi.

1963 Küba Domuzlar Körfezi krizinde ABD Kongresinde yapılan gizli görüşmeler 25 yıl sonra kamuoyuna açıklanmıştı. Sovyetlerin Küba’ya nükleer başlıklar yerleştirmek istemesi sorunun kaynağı olarak ileri sürülmekteydi. Bu gizli görüşmelerde Türkiye’den beklenenin, vargücüyle, dolayısıyla kendisini tüketip harap olarak Sovyetleri 24 saate yakın oyalamasıydı Akdeniz’e inene dek.. Bu arada ABD’nin Akdeniz’den sorumlu 6. Filosu dahil gerekli tahkimat sağlanacaktı. Türkiye kamuoyu, bu dehşet verici gerçeği 1988’de Türk basınından öğrendi. Ama uslanmadık ne yazık ki!

NATO Anlaşmasının tam tersine bir misyondu bu. Çünkü Sovyetlerin olası bir saldırısında NATO, Türkiye’yi sözde savunacaktı! Böylesi bir çatışmada Türkiye’deki üslerden bizim denetimimiz dışında Sovyetlere nükleer saldırı yapılması durumunda, Türkiye açık olarak Rus nükleer bombardımanına hedef olacaktı.

NATO bunlarla da kalmadı. Ülkemizde yaygın ve sürekli kontrgerilla çalışmaları yürüttü, Maraş, Çorum ve Sivas’taki Alevi katliamı, aydın – sol öncülerimizin sözde işleyeni bilinmeyen (faili meçhul!?) cinayetlere kurban edilmesi.. Ulusal birliğin zedelenmesine dönük türlü ekonomik – sosyal – kültürel – dinsel – dilsel – politik – yönetsel – mali… operasyonlara girişti. Darbeler yaptı (12 Mart, 12 Eylül…), iktidarları değiştirdi. Dahası, TSK içinden parlak subaylarımız NATO okullarında “eğitilerek” en hafif deyimiyle NATO hayranı – bağımlısı… kılındılar. Haydi beyinleri yıkandı, assimile edildiler demeyelim.. ADD’deki yönetim görevlerimiz döneminde (1996-2006) verdiğimiz konferanslarda, gittiğimiz yerlerde askeri garnizonun en üst düzey komutanlarını ziyaret eder, etkinliğimize çağırır, ülke sorunlarını konuşurduk. Çok sayıda generalin NATO aleyhinde bize söz söyletmek istemediğini, NATO’ya toz kondurmadığını acı acı anımsıyoruz. Biz bir çırpıda “malum solcu” oluyor, hatta “işin derin içyüzünü kavrayamayan” olarak “alaycı” karşılanıyorduk.

Yaşanan acı olaylar TSK’ya da gerçekleri sanırız biz Aydınlardan sonra öğretti. Örn. İtalya NATO Kolejinde Türkiye’yi de parçalamayı öngören BOP haritasının Türk subaylara açılması önemli bir kırılma noktası oldu. 1974’te ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İ. İnönü’ye mektubu da.. Kıbrıs’ta NATO silahlarını kullanamazsınız ültimatomu.. Ekleyelim; Almanların Leopard tanklarını PKK’ya karşı kullanmamızı istememesi, onarım – bakım – modernleştirmeye ambargo koyması..

1984’ten bu yana süregelen PKK ile Türkiye’yi de-stabilize etme, giderek bölme çabası artık bardağı aşıran dev damlalar olmalı. Kandil’e kara operasyonumuza ABD’nin sürekli engel olmasına ne demeli??

Sonuç olarak                                 :
ATATÜRKÇÜ DIŞ POLİTİKA ilkelerine dönülmelidir.
– Aktif tarafsızlık – bağlantısızlık ile hiçbir ittifaka girmeden herkesle dostluk kurmak;
YURTTA BARIŞ – DÜNYADA BARIŞ
– Kimsenin toprağında gözümüz yok, 1 karış toprağımızı da vermeyiz.
– BM’nin “sınırların değişmezliği” ilkesine saygılı ve bağlıyız.
– Kimsenin içişlerine karışmayız, karşılığını da bekleriz.
– Savaş, milletin yaşamı tehlikeye düşmedikçe bir cinayettir.. (ATATÜRK)
– Büyük güçler arasında denge politikası güdülmelidir.

ABD ile Türkiye’nin hiçbir stratejik ortak hedefi yoktur, kalmamıştır..
Tersine, ABD’nin özellikle Ortadoğu politikaları ülkemizi de bölmeyi hedeflemektedir.
Varşova Paktı dağılmış, soğuk savaş neredeyse çeyrek yüzyıldır bitmiştir..
NATO’nun hiçbir anlam ve işlevi kalmamıştır.
ABD ile stratejik ortaklık ne yazık ki stratejik karşıtlığa (haydi düşmanlık demeyelim..) dönüşmüştür.

  • Tüm kağıtlar yeniden karılmalı ve yepyeni bir küresel denge rejimi kurulmalı;
  • Türkiye de orada tam bağımsız – onurlu – barıştan yana – egemen/eşit – dünya uluslar ailesinin saygın bir üyesi – demokratik hukuk devleti olarak, uluslararası hukuka bağlı,
  • ülkesiyle ve ulusuyla bölünmez bir bütün olarak varlığını sonsuza dek sürdürmelidir.

AKP politikaları bu ilkelerden henüz ve hala çok uzaktır ne yazık ki.. ABD Dışişleri Bakanı Tillerson ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 3 saati aşkın görüşmesinin ne gereği ve anlamı vardır? Üstelik görüşmede resmi tercüman olmadığı ve resmi tutanak tutulmadığı basında yazılmaktadır. Bu dehşet verici bir durumdur ve halktan – basından – tarihten birşeyler mi kaçırılmak istenmektedir?? Yeni ve tehlikeli serüvenler mi kotarılmaktadır?? Bu sorular rahatsız ediyor ve sorulması istenmiyorsa, diplomasinin kurallarına uyulmalıdır. Sorunlar ciddi ve ağırdır. En azından TBMM’de gizli oturumda görüşülmeli ve tutanaklar devlet arşivine girmelidir.

  • AKP = Erdoğan, ABD tarafından defalarca kandırıldığını belirtmektedir!

Bu çok hazin bir itiraftır, ayıptır, utandırıcıdır ve Erdoğan’ı kurtarmaya yetmez, yetmemelidir. Böylesine acı ve kahreden bir tablodan sakınmak ve ülke – ulus çıkarlarını en yetkin biçimde savunabilmenin yolu, Devletin kurumsal düzeneklerini kullanmaktır; burnunun dikine tek başına ve çok bilmiş tavırlarla kostaklanmak asla değil..

Artık yeter!

Bu bağışlan(a)maz hatalar yüzünden ülkemiz sıcak çatışmaların / savaşın içine bile sürüklendi. Çok ağır maddi – manevi  bedeller ödemeye mahkum olduk, ödüyoruz.. Her gün şehitler veriyoruz. Hiç kimsenin böylesine ağır bir faturayı Türkiye’ye ödetme hakkı olamaz! Hele hele hem bu durumlara ülkeyi sürüklemek, ardından da “beka” savaşı veriyoruz tafrası atmak! Halkın beynini yıkamaya dönük mesajlar dışında ağzını açanı da tehdit etmek, hapislere atmak, işine son vermek.. Olacak şey değil.. AKP hızla hatta derhal bir şokla normalleşmek zorundadır.

Sevgi ve saygı ile. 18 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Suay Karaman : DÜNDEN BUGÜNE

Konuk yazar : Suay Karaman..

DÜNDEN BUGÜNE

Birinci Dünya Savaşı, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’yı ziyaret eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Franz Ferdinand ve eşinin, Gavrilo Prinsip adlı bir Sırp genci tarafından öldürülmesi sonucunda başlamıştı. Bu olaya Avusturya-Macaristan Hükümeti’nin tepkisi çok sert oldu ve Sırbistan’a ağır bir nota verdi. Sırbistan bu notayı kabul etmeyince, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan’a savaş açtı. Daha önceden Rusya’nın seferberlik ilan etmesini savaş nedeni olarak kabul edeceğini açıklayan Almanya, 31 Temmuz 1914’te genel seferberlik ilan eden Rusya’ya, ertesi gün 1 Ağustos’ta savaş ilan etti. 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilan eden Almanya, 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya saldırdı. Bu gelişmeler üzerine İngiltere de, Almanya’ya savaş açtı.

Birinci Dünya Savaşı, dört yıl sürdü ve 9 milyon kişinin yaşamına mal oldu. Ayrıca 22 milyon kişi yaralandı ve 8 milyon kişi kayıp olarak bildirildi. Bu savaş sonucunda Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığı gibi dört büyük imparatorluk yıkılmıştır. Rusya’da 7 Kasım (25 Ekim) 1917’de  Ekim Devrimi gerçekleştirilerek, rejim değişmiş ve 30 Aralık 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adında ilk kez komünist bir devlet kurulmuştur. Kurulan bu devlet kısa sürede büyük güce ulaşmış ancak komünizmin yanlış uygulamaları ve devlet bürokrasisinin hantallığı gibi nedenler sonucunda 25 Aralık 1991’de SSCB dağılarak, kapitalist devletlerle komünist devletler arasındaki mücadele(AS: 1945-90 arası 45 yıllık Soğuk savaş) son bulmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda yenilen Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamış ve bu antlaşma sonucunda işgal edilmiştir. Ancak bu antlaşmanın imzalanması, Anadolu’da eşi benzeri görülmeyen bir kurtuluş mücadelesinin fitilini de ateşlemiştir. Mustafa Kemal Paşa, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak amacıyla 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmış, kararlı ve azimli yurtsever mücadelelerin ardından, 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

1923’te kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, halkın büyük çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek ölçüde az ve sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülkeydi. Yapılan Kemalist devrimlerin amacı, ülkenin aydınlanması, kalkınması, gelişmesi ve çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılmasını sağlamaktı. 1923-38 arasında 15 yılda gerçekleştirilenler, Kemalist Devrim’in büyük başarılarla oluşturduğu yapılanmanın ürünüdür. 1929-39 arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, Türkiye’de %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 iken, Türkiye’de %10 olmuştur (AS: 1923-38 arası 15 yılın ortalaması %6,6!). Bu süreçte yurt dışına uçak satan bir devlet olma özelliğine sahip Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk parasının yabancı paralar karşısında değer kazandığı, fiyatlarda artış oranının %1 düzeyinde olduğu, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçenin gerçekleştiği, dış satımın hep dış alımdan fazla olduğu bir dönem yaşanmıştır.

Eşsiz liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede yaratılan gurur verici tablonun ardında “6 Ok”;

1. Cumhuriyetçilik,
2. Ulusalcılık,
3. Devletçilik,
4. Halkçılık,
5. Laiklik,
6. Devrimcilik

ilkeleri bulunmaktaydı. Atatürk’ün

– tam bağımsızlık,
– emperyalizm karşıtlığı ve
– “yurtta barış, dünyada barış”

ilkeleriyle bütünleşen kararlı yönetimi sayesinde gelişen Türkiye Cumhuriyeti, bugün 100. yılına yaklaşırken, kuruluş ilkelerinden, cumhuriyet değerlerinden, Atatürk Devrimlerinden uzaklaştırılmış ve çağdaş ülkeler düzeyine ulaşamamıştır.

Büyük önderimiz Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile Bursa Söylevi’ni okumayan, okuyup da anlayamayan ya da özümseyemeyen bir toplum, bugün

  • şeriatın karanlığında ve terör ile bölünmenin eşiğindedir.

    Ulusal değerlerimiz satılmış, yer altı ve yer üstü zenginliklerimiz talan edilmiş, tarım ve hayvancılık bitirilmiş, ulusal sanayi yok edilmiş, laik eğitime son verilmiş, yoksulluk ve yolsuzluk ile hukuk dışı tutum ve davranışlar alıp başını gitmişken bu geldiğimiz durumun asıl nedeni bizleriz ve bu ayıp hepimize aittir. Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği gençler olarak, başarısız bir sınav verdiğimiz ortadadır. Ancak gelinen nokta ne denli olumsuz olursa olsun, Atatürk’ün gençleri için umutsuzluğa yer yoktur. Yurtseverler, vatanseverler, ülkesini sevenler bilinçli ve kararlı örgütlenme ile yapacakları haklı ve demokratik bir mücadele sonucunda,
    yaşanan bu karanlığı, aydınlığa çevirebilme potansiyeline sahiptirler. Yolumuz uzun ve çok zor ama başaracağız, başarmak zorundayız. (3 Temmuz 2017)

AMERİKA TÜRKİYE’Yİ BÖLMEK Mİ İSTİYOR?


AMERİKA TÜRKİYE’Yİ BÖLMEK Mİ İSTİYOR?

 Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan 

1950’li yıllarda ilkokul öğretmenimiz sınıfta bir gün şöyle demişti:

Her Rus’un evinin duvarında “Parçala kolay yutarsın” yazılı bir levha asılıymış.”

Çocukluk işte! Bir Rus’un evinin duvarında asılı bu levha gözlerimin önünde canlanır, Rus’un her gün bu levhaya bakarak Türkiye’yi parçalama görevini hatırladığını düşünürdüm.

Bu, bir NATO ve Amerikan yalanı olmalıydı. Öğretmenimin söylediklerinin sorgulanmaya muhtaç olduğunu düşünemezdik. Fakat kimi yalanlar
vardır ki, büyüklerin çoğu da bu konuda söylenenlerle yetinir ve
ona inanırlar. Çünkü buna ihtiyaçları vardır. 
 

Bir süreden beri, Amerikan emperyalizminin Türkiye’yi bölmeye çalıştığı gibi bir düşünce yediden yetmişe herkesin dilinde, pek çok gazete sütununda yer alıyor. Bu düşünce o kadar çok tekrar edilmektedir ki artık bunun doğru olmadığını söylemek bile güçleşmiştir. Herhalde Türkiye’de en uzun süre dolaşımda kalan komplo teorisi budur. 

Bu yaygın kanıya göre ABD bizi başka herhangi bir yerimizden değil, Kürtlerin yaşadığı Güneydoğu bölgesinden bölecektir. Birçok insana bu düşüncenin mantıklı görünmesi, baş emperyalist ABD’den her kötülüğün beklenebileceğinden,  Batılıların bizi daha önce de Sevr Antlaşmasıyla bölmeye çalışmasından kaynaklanıyor olsa gerektir. 

Ezberci eğitime karşı çıktığımıza, sorgulamaktan, tartışmaktan yana olduğumuza göre, konu üzerinde irdeleyici bazı sorular sormakta yarar vardır:

– ABD bizi niçin bölecektir?
– Bunda ne gibi çıkarları vardır?

ABD’nin, Türkiye’yi alt üst edecek, başta hangi hükümet olursa olsun onun düşmanlığını da üstüne çekecek böyle bir politika gütmesi için
çok esaslı nedenleri olmalıdır. NATO’dan çıkarak Amerika’ya savaş açmak, Saddam’ın Irak’ı, Esat’ın Suriye’si, Kuzey Kore, Vietnam, Küba ve İran gibi Amerikan karşıtı bir politika gütmek gibi. 

Mütareke döneminden değiliz 

1918 yılında değiliz. İtilaf devletleri Osmanlı devletini bölme planları yapmışlardı ama Osmanlı devleti kendisini koruyamayacak bir hasta adam durumuna gelmişti. Bu da yetmiyormuş gibi Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletlerine savaş açmış ve bu savaşta yenilmişti.
O’na şimdi bu yenilgisinin cezasını vereceklerdi. Millet, bu palanları Kurtuluş Savaşı’yla bozdu ve Türkiye dünya devletleri arasında onurlu yerini aldı. Milletler Cemiyeti’ne, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da Birleşmiş Milletlere girdi. Amerika’nın müttefiki, NATO’nun üyesi oldu. Türkiye, Sovyetler Birliği’ne karşı gerek toprak bütünlüğünü ve gerekse kapitalist rejimini Batının güvencesi altına verdi. Bu koşullarda Amerika ve NATO, değil Türkiye’yi bölmek, onu Sovyetler Birliği karşısında ve şimdi de Ortadoğu’da güçlendirmekten başka nasıl bir politika güdebilirlerdi? Amerika Türkiye’ye silahları süs olarak veriyor değildi? NATO, Türk ordusunu iş olsun diye eğitmiyordu. Durum bu kadar açıkken onların Türkiye’yi bölmek, parçalamak, Türkiye topraklarından yeni devletler çıkarmak istediğini söylemek doğru olabilir mi?
 

Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden beri tercihini Amerika’dan yana yapmış, onun ilgisini çekmek için Kore’ye asker göndermiş,
Türkiye’yi Amerikan üsleriyle donatmıştır. Amerikan sermayesi Türkiye’ye serbestçe dolaşmaktadır. Gelen geçen bunca hükümete karşın,
Türkiye egemen sınıfları bu statüyü bir amentü gibi korumuşlardır.
Bütün Türkiye topraklarını denetimi altında bulunduran ABD,
bu ülkeyi niçin bölsün? Bunun için mantıklı bir neden var mıdır?

Tartıştığım kişilere bu soruyu sorduğum zaman doyurucu yanıtlar alamıyorum.  Kimilerinin ileri sürdüğüne göre, Türk Hükümeti Amerikancı olmakla birlikte devlette ve halkta buna karşı direniş vardır. Halk ileride iktidar olabilir ve ABD’ye kapıyı gösterebilir. Bu ihtimali düşünen ABD, şimdiden Türkiye’yi bölerek kendilerine bağımlı bir Kürdistan yaratmaya çalışmaktadır! 

İçerdeki sorunu dışarıya atmak

Sorun, Türkiye’de Kürt sorununu tarihsel bir iç sorun olarak görmeye yanaşmamaktan kaynaklanıyor. Eğer Kürtler Türk devletinden birtakım kimlik istemlerinde bulunuyorlarsa, bu mutlaka bir dış kışkırtmanın eseridir! Gerçekte bir Kürt sorunu yoktur ve olamaz!
İç sorunlarını bir dış gücün üzerine atmak tarihte de günümüzde de çok rastlanan bir tutumdur. Stalin, yok etmek istediği karşıtların birer ajan olduklarını ileri sürermiş. Soğuk Savaş döneminde ne zaman emekçiler hak arama mücadelesine kalkışsalar,
bu komünist Rusya’nın kışkırtması olarak görülürdü. Bu komplo teorisini AKP hükümeti devralmış ve Gezi eylemlerini birçok dış odağa bağlamıştır. Çünkü halkın kendisini protesto etmesi için bir neden yoktu! Bu hareket olsa olsa… 

İşin gerçeği şudur         :

Gerek ABD, gerek AB, Türkiye’yi hem askeri bir müttefik, hem de sermayeleri için bir açık pazar olarak tutma politikasını gütmektedirler. Bunun için Türkiye’nin bütünlüğü kendileri için de önemlidir, bunu dile de getirmektedirler. Kaç ABD yetkilisi Türkiye’nin toprak bütünlüğünden yana olduğunu söylemedi? En son ABD eski Ulusal Güvenlik danışmanı Stephan Hadlley, Hürriyet’te Cansu Çamlıbel’e verdiği söyleşide
şöyle diyor: 

“Türkiye’de son 50 yılda en çok pirim yapan argümanlardan biri,
ABD’nin Ortadoğu’da büyük bir Kürdistan kurmaya çalıştığı iddiası oldu.
ABD bu konuda çok net. Türkiye, Suriye ve Irak’ın toprak bütünlüğünden yana.
Çok uzun yıllardır Amerikan politikası bu olmuştur ve bu tavırda bir değişiklik görmüyorum.” (
25 Kasım 2013)

Ortaya sürülen bir Orta Doğu haritasını da ABD yetkilileri
kendi politikalarını yansıtmadığını belirterek kaç kez reddettiler.

Komplo teorisinin ne zararı var? 

Gazeteci bir arkadaşa, gazetesinin ve TV kanalının Amerika’nın Türkiye’yi bölmeye çalıştığı yolundaki yayınının aslı olmadığını söylediğimde
bana verdiği yanıt şu olmuştu: 

  • “Amerika’nın o kadar suçu var ki, bunu da kaldırır!”

Fakat hiçbir komplo teorisi sonuna kadar ayakta kalamaz. Gerçeğe dayanmayan
hiçbir politika başarılı olamaz. İşin en önemli sonucu, bu tip aslı olmayan teorilerle Atatürkçülük, ulusalcılık, solculuk gibi sıfatlar takınan Türk milliyetçiliğinin geleceğin Türkiye’sini yönetme şansını giderek elinden kaçırmasıdır. Bir doktor, hastalığa
doğru tanı koyamazsa onu nasıl tedavi eder? Neyse ki, bilim, gerçeklik ve sağduyu var. Bu komplo teorisi hakkında yazı yazacağımı söylediğim bir arkadaş dedi ki;

“Buna inanmayanlar da var. Geçenlerde Tevfik Çavdar’ı anmak için yapılan bir panelde üç konuşmacının üçü de bu konuya senin gibi baktıklarını söyledi.”

Biraz olsun rahatladım. (28.11.2013)

TÜRKER ERTÜRK: OBAMA İLE GÖRÜŞMEYE GİDİYORUM


OBAMA İLE GÖRÜŞMEYE GİDİYORUM!

portresi_gulumseyen

TÜRKER ERTÜRK

Düşündüm, taşındım, biraz da kaşındıktan sonra içeriden ve dışarıdan gelen
ısrarlı tavsiyelere de uyarak sonunda karar verdim.
Erdoğan
 ve AKP’yi yıkarak iktidara gelmek için
Amerika
’nın desteğine mazhar olmalıydım.

Bu davranışım size ters gelmemeli! Türkiye neredeyse 1946’dan beri ufak tefek itirazlar olsa da gerek sandık demokrasisi, gerekse darbeleri ile Amerika’nın
tam denetiminde sayılır. Asker de iliklerine kadar ona bağlıydı! Kırk yılın başında
ve özellikle Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra doğru yerde durmaya başladı ama
“Generaller hizadan çıktı” değerlendirmesine tabi tutuldular ve başına gelmedik felaketler kalmadı. Ne yazık ki, halkımız bile “Bizim oğlanlar yaptı” olarak adlandırılan 1980 darbesine %92 destek verdi fakat emperyalizmin çıkarları hizasından çıkarak kendi menfaatleri hizasına gelen askerlerine yapılan operasyonlar için
biraz duyarsız kaldı.

Ayrıca Amerika tek kutuplu dünya düzeninin lideriydi. Her ne kadar dünyanın ekonomik, askeri ve siyasal ağırlık merkezi doğuya ve güneye doğru kayıyorsa da, dengeye gelmek ve çok kutuplu dünya düzenine geçmek için hala kat edilmesi gereken mesafe vardı.

Osmanlı hayali

İşte bu nedenle Obama ile görüşmeye karar verdim. Türkiye’yi yönetmek için
yetki almak ve bu yetkiyi ele geçirmeye yönelik operasyonun bir an önce başlatılması için O’nu ikna etmeliydim.

Mutlaka Erdoğan’dan daha iyisini yapacağıma, yarım kalan ve geciken projelerini başarı ile tamamlayacağıma ilişkin güvence vermeliydim. Çünkü Erdoğan aldığı taşeronluk yetkisini kötüye kullanıyordu. Suriye konusunda çarşafa dolanmıştı.
Öte yandan aldığı gücü Osmanlı düşünü gerçekleştirmek için kullanmaya çalıştığını
ve sözde aklı ile onları kandırıp aldattığını anlatmalıydım.

Türkiye’de rejim değişikliğine yönelik hukuksal operasyonlar olan Ergenekon, Balyoz ve Casusluk gibi davalar artık iyice su kaçırmıştı. Bunların hukukla ve adaletle ilgisi olmadığını anlamayan kalmadı. Artık durum tersine dönmeye başladı.

Erdoğan yetkiye doymuyor, her geçen gün daha fazla diktatörleşiyor ve ne zaman, nerede, ne yapacağı önceden kestirilemiyordu. Türkiye’yi hızla teokratik bir rejime doğru sürüklüyordu. 4+4+4 adındaki Ortaçağ karanlığının eğitim sistemi
bu amaca yönelik bir dümen açısıydı.

Nefreti artırmakta ve yaygınlaştırmakta!

Erdoğan liderliğinde AKP hükümetlerinin izlediği politikalar nedeniyle halk infial halindeydi ve isyan aşamasına gelmişti! Gezi olayları bunun belirtisiydi ve 11 yıllık birikimin sonucunda toplumsal kolektif bilincin patlamasının sonucu olarak
ortaya çıktı. Kısmen yatışmış gözükse her an başka bir yerden infilak edeceği kesin gibidir. Erdoğan ve AKP’ye destek vermek Amerika’ya karşı nefreti arttırmakta ve yaygınlaştırmaktadır.

Biliyorsunuz şantaja bile kalktı! Yüzünü doğuya dönebileceğini göstermeye çalışıyor. Uzun menzilli hava savunma füzeleri ihalesi bu amaçla Çin’e verildi ama açık kapı da bırakıldı!

Bence Erdoğan’ın ipini çekmelisiniz! Emin olun, Amerika’ya gidişlerden ve gelişlerden gerçekten çok korkuyor! Çünkü kendisinin de nasıl iktidara getirildiğini, bu seyahatlerin ve görüşmelerin ne anlama geldiğini en iyi o biliyor.

Eğer beni desteklerseniz projelerinize kaldığı yerden devam ederim. Devamlı işbirliği içinde olurum ve sözünüzden dışarı çıkmam. Sağa sola bağırmam, mülayim ve demokrat bir görüntü de veririm. Halkta ondan kurtulduğuna sevinirken bizde işi götürürüz.

Hep onlar çalıyor!

Gelmekte acele ettim ki, başkası benden önce gelip görevi kapmasın diye! Çünkü gelmek için sırada olanlar var! Arkadaşlar sabırsızlanıyor, “ Hep onlar çalıyor biz niye çalamıyoruz, sıramız ne zaman gelecek? “ diyorlar.

Sevgili okurları,m yukarıda özetlemeye çalıştığım kabus şeklindeki bu rüyayı
bir dizi panel ve konferans için Amerika’ya giderken ilk uçuş bacağı olan İstanbul’dan Londra’ya gelirken havada gördüm ve ter içinde uyandım.
Bu satırları size Londra-Heathrow hava meydanında San Francisco uçağını beklerken yazdım.

Amerika’ya gitmek zor! Zorluğu yolun uzunluğundan değil, niçin Amerika’ya gittiğinizden kuşku duymasından. Epeyce dostum, arkadaşım ve okurum Amerika’ya gitmemi istemediklerini açıkça söylediler.

Onlara temin ederim ki, Amerika’ya burada yaşan Türkleri bilgilendirmek için gidiyorum. Başka bir gizli niyetim ve planım yoktur.
Bizim ülkemize bağlılığımız pazara kadar değil mezara kadardır.

Saygılar sunarım.
02.11.13

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir


Dostlar,

Aşağıda, 3 yıl kadar önce okuduğumuz, genç ve yetenekli, ufuklu akademisyen
Dr. Barış Doster‘in son derece önemli bir makalesini sunuyoruz. Aradan geçen 3 yıl, sevgil, Doster’in bu önemli irdelemesini eskit(e)medi, tersine daha da öneml kıldı.

Barış Doster ve benzeri bir yığın öngörülü aydın, yenilmesi olanaklı olmayan, yenilmeyecek biçimde kurgulanmış olan Cumuriyet‘in birikimidir ve bu “altın kuşaklar” Türkiye’yi içine düştüğü / düşürüldüğü dönemsellikle engelli sarmaldan kurtarmaya yetecektir.

Sevgi ve saygı ile.
18.9.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Atatürk’ü Bilmek Stratejiyi Bilmektir

PORTRESİ


Dr. Barış Doster

Devletler sıradan kurumlar değildir. Özgün tarihleri, örgütlenme modelleri, yapılanmaları, hedefleri ve buna uygun stratejileri vardır. Uluslararası politikanın temel aktörü olan ulus devletler, hedeflerine ulaşmak için stratejik ve taktik planlar yapar, gerekli siyasi, iktisadi, askeri, toplumsal, kültürel modelleri üretir ve buna uygun araçlarla kendilerini donatırlar. Bu konuda en küçük bir yanlış hesap, genellikle telafisi imkânsız sonuçlar doğurur ki, askerlik biliminde bu hesap hatası şöyle öğretilir:

  • “Yığınakta yapılan hata telafi edilmez”.

Bu nedenle askerlik özünde; günlük değil, fakat yüksek siyasetle, siyasi parti odaklı değil ama ulusal güvenlik odaklı siyasetle iç içedir. Devletlerin stratejisi elbette ki sadece silaha dayanmaz ama silahlı güç sahibi olmadan da stratejik güç olunmaz. Nitekim savaş, siyasetin güç yoluyla hedefe varma arzusunun bir aracıdır.

Söz konusu Türkiye Cumhuriyeti olduğunda, gerek kurtuluş yöntemi, gerek kuruluş süreci, gerekse kurucu kadroları itibarıyla savaş daha fazla öne çıkar. Çünkü Cumhuriyet, emperyalizme ve onun ülkedeki işbirlikçilerine karşı verilen bir
Ulusal Kurtuluş Savaşı ile kurulmuş, savaşla birlikte devrim aynı anda, eş zamanlı olarak gerçekleştirilmiştir. Kısacası Milli Mücadele’yi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini anlamak için gereken iki anahtar kelime, “savaş” ve “devimdir”.

Antiemperyalist savaş ve egemenliğin kökünü, kaynağını, tanımını değiştiren bir aydınlanma devrimi bu işin özüdür, öznesidir. Devrim tarihin akışına iradeyle, savaş ise silahla müdahale etmektir. Kurtuluş Savaşı’nda ikisi de vardır ve Cumhuriyet bu ikisi sayesinde kurulmuştur. Bu savaşı yapan ve devrimi gerçekleştirenler de, devletleşirken milletleşen, milletleşirken devletleşen Türk Halkıdır. Ulus egemenliğine dayanan, laik, çağdaş ve bağımsız bir devlet kurmak ulusal hedeftir. Milli Demokratik Devrim onun stratejisi, Meclis’in emrindeki ordu ise onun silahlı gücüdür.

Türk Milli Mücadelesi, işgalci düşmana karşı yapılan, hele de antiemperyalist karakter taşıyan her savaşın, ulusal düzlemde de iç savaş boyutu olduğunu gösteren önemli bir örnektir. Halkın yokluğunu, yoksulluğunu, yorgunluğunu ve yılgınlığını göstererek,
onun gücüne inanmayanların, ona güvenmeyenlerin, “ulusal mücadele verirsek, tam bağımsızlık istersek ülke daha da kötü olur, parçalanır” diye düşünenlerin ve daha da kötüsü işgalci düşmanla işbirliği içinde olanların mağlup edilmesi, düşmanın yenilmesi kadar, belki de daha zor olmuştur. Devrimci ve halkçı milliyetçilik ile emperyalizm güdümlü teslimiyetçilik savaşmıştır. Sadece siyasi düzlemde değil, askeri düzlemde de savaşmıştır. Emperyalizm destekli, etnik ve dinsel temelli yıkıcı, bölücü iç isyanlara karşı verilen kavganın boyutu bunun kanıtıdır. Doğan Avcıoğlu’nun “Emperyalizmin kanatları altına girmeyi reddeden lider” olarak nitelediği Atatürk bu yalın gerçeği mücadelenin başında görmüştür. Bu nedenle,

Kuvayı milliyeyi âmil ve iradei milliyeyi hâkim kılmak esası kat’idir.” demiştir.

Gazi’nin ilerleyen süreçte orduyla siyaseti ayırmak istemesinin nedeni, kuramsal ve stratejik düzlemde günlük değil yüksek siyasetle, siyasi partiyle değil ulusal güvenlikle askerlik arasındaki sarsılmaz bağı çok iyi bilmesinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim Atatürk şöyle demektedir:

  • “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı,
    belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarf ediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün Şark’ın davasıdır ve bunu nihayete getirinceye kadar Türkiye,
    kendisiyle beraber olan Doğu milletlerinin beraber yürüyeceğinden emindir”.

Ülkemizde “Bolşevik Devrimi” adlı çalışmasıyla da bilinen ünlü tarihçi E. H. Carr da
Milli Mücadele’nin ilerici yönüne değinirken, Kemalist hareketin sadece askeri bir hareket olmadığını, ideolojik istiklali hedeflediğini vurgulamıştır. Türkiye, dev ve devrimci önderi Gazi Mustafa Kemal’in sağlığında bu iddiayı ve iradeyi ortaya koymuş, İsmet İnönü ile başlayan dönemde, iç ve dış politikadaki gelişmelerin de etkisiyle bu yönelimde kırılmalar olmuş, 1950 ile başlayan süreçte ise sözde bu iddia korunurken, özde ciddi sapmalar başlamıştır.

Karşı devrim süreci olarak da nitelenen bu süreçle birlikte Türkiye’nin yörüngesi,
yön duygusu değişmeye, kimliği, devlet aygıtı ve anlayışı başkalaşmaya başlamıştır. Antiemperyalist belleği ve Kemalist geleneği silinme sürecine girmiştir. Türkiye için
yeni bir “milli kimlik” tanımı yapılmaya başlanmış, bu da kaçınılmaz olarak yeni bir devlet ve yeni bir millet tanımını hayata geçirmeyi zorunlu kılmıştır. Bir kez daha gündeme getirilen “yeni anayasa” tartışmalarına bu açıdan bakmak gerekir. Çünkü yeni bir anayasa, yeni bir devlet tanımı, düzeni ve örgütlenmesi demektir. Bu kapsamda yeni bir güvenlik, yeni bir savunma, yeni bir tehdit algısı kaçınılmaz olduğundan, yeni bir ulusal güvenlik örgütü tanımı ve yeni bir ulusal hedef de kaçınılmaz olacaktır.

Türkiye 1990’a dek, yani 40 yıl boyunca, NATO şemsiyesi altında, ciddi iniş çıkışlarla, ağır bedeller ödeyerek ve büyük düş kırıklıkları yaşayarak Soğuk Savaş sürecini tamamlamıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Doğu Bloku’nun çökmesi, Varşova Paktı’nın tarihe karışması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, kısacası Soğuk Savaş’ın bitmesi Türkiye’yi de hayatın gerçekleriyle karşı karşıya getirmiştir. “Tarihin sonu”, “Yeni Dünya Düzeni”, “küreselleşmenin nimetleri” ve “ABD’nin tek odaklı egemenliği” söylemleri altında başlayan 90’lı yıllarda Türkiye, yeni durumu algılamakta, kavramakta, buna uygun politika üretmekte tutuk kalmış, gecikmiştir. 1991 yılının
hemen başında Birinci Körfez Savaşı ile Irak’a saldıran ABD, ülkenin kuzeyinde bir
Kürt devletinin temellerini atarken, Türkiye gelişmeleri doğru tahlil edememiştir.
“İkinci İsrail” ya da “Büyük İsrail” projesi olarak nitelenen kukla devletin temelleri, ABD’nin güdümünde ve TBMM’nin onayıyla konuşlanan Çekiç Güç tarafından atılırken, Irak ordusunun 36. paralelin kuzeyine çıkması yasaklanırken Türkiye yıllarca Çekiç Güç için her türlü kolaylığı göstermiştir.

BOP ve İsrail’in “Büyütülmesi”

Türkiye’nin güneydoğusu, Suriye’nin doğusu, İran’ın batısı ve Irak’ın kuzeyinin anavatanlarından koparılmasıyla oluşacak bir Kürt devleti, sadece ikinci İsrail ya da BOP kapsamında Büyük İsrail Projesi’nin gereği değildir. Aynı zamanda tüm Ortadoğu ve Avrasya’yı istikrarsızlaştırmanın ve parçalamanın da gereğidir. Bu noktada İsrail’in konumu özellikle önemlidir çünkü bu ülke ABD’nin Ortadoğu politikalarının merkezindedir ve arkasında sınırsız bir ABD gücü vardır. İsrail, uzun yıllar
SSCB’nin Ortadoğu’daki etkisinin azaltılması için ABD için stratejik önemde olmuştur. Soğuk Savaş’ın bitmesi, SSCB’nin dağılmasıyla da İsrail’in ABD açısından önemi değişmemiştir. İsrail’in ABD için yük olduğunu, fayda- maliyet analizi yapılırsa ABD açısından sıkıntı yarattığını öne süren görüşler (“İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası”nın yazarları Walt ve Mearsheimer gibi) devlet katında fazla itibar görmemiştir. İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki terör eylemlerini gerekçe göstererek uyguladığı devlet terörü de ABD tarafından desteklenmektedir. Nükleer güç olan İsrail, bölgedeki diğer ülkelerin nükleer güç sahibi olmasına ise şiddetle karşı çıkmaktadır.

Sadece ekonomik açıdan bir örnek vermek gerekirse, 1976 yılından itibaren ABD
en büyük iktisadi ve askeri yardımı İsrail’e yapmaktadır ve bu yardımların toplamı
2003 yılında 140 milyar doları bulmuştur. İsrail’in her yıl almakta olduğu 3 milyar dolarlık doğrudan yardım ABD dış yardım bütçesinin beşte birini oluşturmaktadır. Diğer ülkelere ABD yardımı 4 eşit taksitte ödenirken, İsrail bu yardımı peşin ve mali yılın başında almaktadır. Dahası diğer ülkeler aldıkları yardımın tamamını ABD’de harcamak zorundayken, İsrail yardımın dörtte birini kendi savunma sanayisinde kullanmaktadır. İsrail, aldığı ABD yardımını nasıl kullanacağına ilişkin hesap vermeyen tek ülkedir. ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ndeki İsrail karşıtı kararları sürekli veto ettiğini, bu vetoların sayısının diğer 4 daimi üyenin kullandığı vetoların toplamından çok olduğunu anımsamak, iki ülke ilişkilerini anlamayı da kolaylaştırır.

Bölgemizde son dönemde yaşanan gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti’nin maruz kaldığı asıl tehdidin Batı’dan geldiğini göstermektedir. Vietnam Savaşı’ndan sonraki en büyük askeri harekâtı Irak’a yapan ABD’nin bu ülkede 14 tane üs kurması, sadece işgal sonrasındaki denetimi sağlamak için atılan bir adım değildir. Irak’tan çekilmeye ilişkin takvim açıklansa da, gerçekte bu çekilmenin koşullara göre her an durabileceği ve çekilmeyi takvime bağlayan anlaşmanın da oldukça esnek ve ucu açık hükümler içerdiği bilinmektedir. ABD Vietnam’da yaşadıklarını yaşamamak için, “küçük düşmeden”, moda deyimle “karizmayı çizdirmeden” çekilmeye çalışmaktadır ama Irak’taki varlığını bir şekilde korumanın altyapısını da hazırlamıştır. ABD her ne kadar 2011 yılı sonuna dek çekilme sözü verse de, ABD operasyonları üzerinde Irak’ın veto yetkisinin olduğu belirtilse de, Irak topraklarının başka ülkelere saldırı amaçlı kullanılamayacağı, Iraklıların evine izinsiz girilip, arama yapılamayacağı vurgulansa da, ABD’li paralı askerler yargı dokunulmazlığını yitirse de, geçekte uygulamalar farklı olacaktır. Amerikan askerleri “terörle savaşmak” ve “Irak ordusunu eğitmek” için bu ülkede kalmaya devam edecekler, Irak’ta artan İran etkisini de dikkate alarak, ülkenin kuzeyinde konuşlanacaklardır. ABD, İngiltere ve İsrail’in Kerkük’ün nüfus yapısını değiştirerek, kenti Kürtleştirmelerinin önemli bir nedeni de budur.

“Dışarıda Neo- Con, İçeride Ergenekon”

İsrail’in askeri gücü bölgedeki silahlanma yarışını tetiklerken, istikrarsız rejimler ve ABD güdümlü iktidarlar da Washington’un bölgeye yönelik açık ve örtülü operasyonlarının gerekçesini oluşturmakta, altyapısını hazırlamakta, bunları meşrulaştırmaktadır.
İsrail’in “çevresi düşmanlarla çevrili” ve “demokrasiyle yönetilen” ülke imajı, ABD desteği için ahlaki gerekçeleri oluşturmaktadır. İsrail’in 1947- 49 yıllarında kuruluş döneminde yaptığı savaş, 1956’da Mısır’la yaptığı savaş, 1967’de Mısır, Ürdün ve Suriye’ye karşı yaptığı savaşların galibi olması ve bölgedeki en büyük askeri güç konumuna gelmesi, ABD iç politikasındaki Yahudi etkisiyle birlikte ele alındığında muazzam bir hale gelmektedir. 1947- 48 yıllarında 700 bin Filistinliyi sürgüne yollayan İsrail, ABD’de en büyük desteği Evanjelist/ Neo Con ekipten almaktadır ve bu ekip iki ülke politikalarının her alanda örtüştüğüne, bütünleştiğine, tehdit algılarının bile aynı olduğuna inanmaktadır.

Türkiye’deki ulusal güçlerin direncinin kırılmasında ve ordunun hedef seçilmesinde de Neo Con ekibinin büyük etkisi olduğunu unutmamak gerekir. İlk kez sol çizgide bir aydın olan Michael Harrington’un, solcuların ve liberallerin sağa kayışına dikkat çekmek için kullandığı Neo Con terimi, günümüzde İsrail’e sınırsız destek veren, eskiden liberal ve solcuların da içinde bulunduğu, Bush’un 2000- 2008 arasındaki iktidarında etkinliği zirveye ulaşan ekibin adıdır. Bu ekibin silahlanmaya verdiği önem, büyük sermaye çevreleriyle olan yakın ilişkisi, ulusalcı ve solcu hareketlere olan karşıtlığı, ABD’ye mesafeli olan ülkelerde istikrarsızlaştırma operasyonlarından başlayarak, askeri seçenekler de dahil olmak üzere her türlü operasyona sıcak bakması bilinen özellikleridir. Nitekim “başarısız devletler”, “önleyici vuruş”, “denetlenebilir istikrarsızlık” ve “asimetrik savaş” dillerinden düşmeyen kavramlardır.

Türkiye’ye Karşı Psikolojik Harp

Türkiye’nin ABD- İsrail projesi olan kukla Kürt devletine olan katkısının simgesi dönemin cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ünlü “bir koyup üç almak” söylemiyle belirginleşmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu projenin sonuçlarını görmesi ve karşı tavır almasının, direnmesinin zirvesi ise Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay’ın istifa etmesidir. O yıllarda Çekiç Güç helikopterlerinin terör örgütü PKK’ya silah ve malzeme attığını gösteren fotoğrafların basında yer alması, Eşref Bitlis’in kaza süsü verilmiş bir suikastla şehit edilmesi, Türk Donanması’na ait Muavenet gemisinin bir tatbikatta ABD tarafından vurulması ve olayın yine “kaza” şeklinde açıklanması ise Türkiye’ye verilen mesajlardır. İlerleyen süreçte bu mesajlar daha açık seçik verilecek, Türkiye Cumhuriyeti “yapay devlet” olarak anılacak, psikolojik, ideolojik, tarihsel kökenlerine saldırılacak, Türk Ordusunun “denetimden çıktığı” yazılıp, çizilecektir.

Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun ABD’yi ziyaret etmemesi
o dönemde büyük tepki çekmiştir. ABD, anlamlı bir tarihte, 24 Temmuz 2002’de,
yani Türkiye’de Lozan Antlaşması’nın kutlandığı bir günde, Millenium Challange- 2002 (Binyılın Meydan Okuması) adlı tatbikatı yaparak (ABD tarihinin en büyük tatbikatlarından biridir) Türkiye’ye mesaj vermiştir. Bir yıl sonra ABD, 4 Temmuz 2003 tarihinde, milli bayram olarak kutladığı bağımsızlık gününde Süleymaniye’deki Türk askerlerinin başına çuval geçirerek en üst düzeyde ve anlaşılabilir biçimde bir mesaj daha vermiştir. 2002 yılında dönemin MGK Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılınç’ın
Harp Akademileri’nde düzenlenen bir toplantıda Türkiye’nin Avrasya güçleriyle daha yakın işbirliğine yönelmesini önermesi de ABD’de ve uzantılarında büyük kaygı yaratmış ve bir kenara not edilmiştir. Bu yaklaşım, Türk Ordusu’nun, Türkiye’deki politikacıların büyük bölümünün aksine, Soğuk Savaş’ın bittiğinin farkında olduğunu, Batı ittifakına nesnel ve gerektiğinde eleştirel bakabildiğini göstermesi açısından önemlidir.

Ancak Avrasya seçeneğini ciddi olarak düşünenler de, bu seçeneği stratejik düzeyde değil, taktik düzeyde bir yönelimle Batı’ya karşı pazarlık gücü olarak dillendirenler de medyada adeta infaz edilmiştir. Dinozor, üçüncü dünyacı, ırkçı, maceracı, Batı karşıtı olmakla suçlanmışlar, “AB üyeliğinin ulusal bütünlüğün ve laikliğin güvencesi olduğunu” anlamamakla eleştirilmişlerdir. 2002’de ABD’de gerçekleştirilen tatbikat ve özellikle de 2003’teki çuval rezaleti Türkiye’ye en üst düzeyde ve en yaralayıcı biçimde gözdağı verme amacını taşımaktadır. Bu süreçte dış cephe Türkiye’ye çullanırken, iç cephe de çökertilmeye çalışılmış, türlü çeşitli tertipler, terör eylemleri, intihar saldırıları hep Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için kullanılmıştır. 1 Mart tezkeresi geçmeyince, genelde ordunun siyaset üzerindeki etkisini eleştiren ABD bu kez, “Türk Ordusu’ndan beklediğimiz liderliği göremedik” diyerek, orduyu siyasete müdahale etmediği, tezkerenin geçmesini sağlamadığı için eleştirmiştir. Sırf bu durum bile Batı’nın çifte standart içeren tutumunu, kendi çıkarı söz konusu olduğunda demokrasi, özgürlük, hukuk devleti, insan hakları ilkelerinin lafta kaldığını göstermeye yeter. 12 Mart ve 12 Eylül’de en ağır darbeleri destekleyen de ABD’dir, tezkere geçmeyince Türk Ordusu’nu en ağır sözlerle eleştiren de. Nitekim 2003’te başlayan Irak’ın işgaliyle birlikte, bu ülkenin kuzeyinden Türkiye’ye yönelen tehdit artmış, Türkiye içindeki eylemler de ivme kazanmıştır.

Ama öncelikle şunu saptamak gerekir: Asıl ve daha büyük çuval Türkiye’nin başına siyasi ve iktisadi olarak geçirilmiştir ve bu yalın gerçek görülmeden çuvalın içinde çırpınmanın bir anlamı yoktur. Türk Ordusu’nun saygınlığını, itibarını, caydırıcılığını yok etmek isteyen dış odakların ve onların ülkemizdeki uzantılarının ulaştığı güç, ülkemizin ulusalcı ve Cumhuriyetçi güçlerine karşı yapılanlar, tam bir gri propaganda örneğidir. Kamu görevlisi olduğu dönemde yetkisini aşmış, çete/ mafya ilişkilerine bulaşmış, kirli işlere ve ilişkilere dalmış insanların yanına saygın, onurlu, dürüst, çalışkan, yurtsever insanların konulması, aynı operasyonla gözaltına alınmaları gerçekte tam bir psikolojik harp yöntemidir. Algı yönetimiyle amaçlanan, çürük ve sağlam kişilerin birlikte gösterilmesi ve saygın olanların itibarsızlaştırılması, gözden düşürülmesidir.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle başlayan tek odaklı düzenin sonu gelmiş ve yeniden
çok kutuplu bir düzene geçişin güçlü işaretleri belirmişken, Soğuk Savaş öncesinde yaşamanın ve Batı ittifakına sorgusuz, sualsiz, karşılıksız, dengesiz bir sadakat beslemenin, kraldan çok kralcı olmanın anlamı yoktur. Türkiye’nin AB ve ABD ile çıkarlarının da, çekincelerinin de her zaman, her yerde, her alanda örtüşmediği, dahası genellikle çeliştiği bir dünyada, Batı ile sağlam, sağlıklı bir ilişki kurmanın yolunun, öncelikle bağımsız, bağlantısız, önyargısız düşünmekten, davranmaktan geçtiği açıktır. Üstelik bir kopuş, terk ediş ya da savaş ilanı da değildir. Sadece kendi çıkarlarını önceleyen ve gereğini yapan onurlu bir Cumhuriyet’in yön duygusuna kavuşma, kendini bulma çabasının bir gereğidir.

“Büyük Doğu”dan “Büyük Ortadoğu”nun Hizmetine

Türkiye’ye yeni bir yön verme, yeni bir kimlik aşılama, yeni bir tercih dayatma çabaları, aynen bir zamanların sosyetik ve medyatik ikinci cumhuriyet tartışmalarında olduğu gibi, aslında küresel projelerin ön adımı, zihin egzersizi, Truva Atı’dır. Örneğin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında öne çıkan ve aslında dini değil siyasi ve de İslam dışı, Evanjelist kaynaklı bir psikolojik harp projesi olan Ilımlı İslam böyle bir kavramdır. Bu anlayışa göre “ılımlı İslam” ABD güdümünde ve onun müttefikidir. Radikal İslam ise ABD’ye ve “demokratik değerlere” karşıdır. Ve Türkiye’de hep iddia edildiğinin tersine bir derin devlet olmayışı, yani kurucu iradeyi savunan bir ortak devlet aklının bulunmayışı Türkiye’nin bu projelere karşı direncini zayıflatmaktadır. Ortalıktaki derin devletin ABD’nin güdümünde, Soğuk Savaş ile birlikte kurulan Gladyo’nun uzantısı, taşeronu, tetikçisi olan bir derin devlet olduğu ve şimdi de yine aynı merkez tarafından piyasadan çekilerek, yerine yenisinin konulmakta olduğu açıktır. Kısacası olduğu öne sürülen derin devlet Türkiye’nin derin devleti değil, ABD’nin Türkiye içindeki derin devletidir. Türkiye’de derin devlet olmadığı tespitini eski, “mahir” ve “kaynak”ları bol bir istihbaratçı da sık sık yapmaktadır zaten.

ABD’nin ve Türkiye’deki yandaşlarının hedefinde ulusal, ulusal sol, Cumhuriyetçi güçlerin olması, kurucu ideolojinin ve ordunun bilinçli şekilde yıpratılmak, gözden düşürülmek, itibarsızlaştırılmak istenmesi, daha da ötesinde ulusalcılığın Emniyet Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı raporlarda iç güvenlik tehdidi olarak tanımlanması gidişatı göstermektedir. Devletin kurucu felsefesi ve kurucu kadrolarıyla özdeşleşmiş Türk Silahlı Kuvvetleri psikolojik savaşın hedefidir. Bu savaşta taşeronluk yapanlar arasında siyasi partilerden medyaya, numaracı cumhuriyetçi, dinci ve bölücü kesimlerden birer sivil tahrip örgütüne dönüşen kimi sivil toplum kuruluşlarına kadar geniş bir cephe vardır. Adnan Menderes’ten bu yana kimi sağ siyasetçilerin ordunun yerine koymak istedikleri emniyet mekanizmasının akademik unvan taşıyan kimi mensuplarının makaleleriyle orduyu hedef almaları, birkaç yıl önce ordu içinden en üst düzeyde uyarılara ve tepkilere neden olmuştur. TSK komuta kademesi, yürütmenin emrindeki emniyet güçlerinin bu tutumunu en üst düzeyde kınamıştır. Bürokrasideki kadrolaşmanın ve siyasallaşmanın liberal- demokrat, numaracı cumhuriyetçi aydınlarca hiç eleştirilmemesi kurulan ittifakın bileşenlerini ele vermektedir.

Aslında Demokrat Parti ile başlayan ve AKP ile doruğa çıkan “devleti küçültmek” söylemini, “devletin tasfiyesi” olarak okumak gerekir. “Devletin ekonomiden çekilmesi” söylemi, gerçekte devletin güvenlikten sağlığa, adalettin eğitime her alandan çekilmesi demektir ve Türkiye’de yaşanan ne yazık ki budur. Savaş ve devrimle kurulan ulus devlet yapısına karşı, ister kişisel çıkarları, ister sınıfsal konumları, isterse devleti demokrasinin, piyasa ekonomisinin, özgürlüklerin önünde engel olarak gören siyasal tercihleri nedeniyle, Batı’nın da desteğiyle kurulup, güçlenen ittifak tüm gücüyle iktidar koltuğuna oturmuştur. Cumhuriyet’i azaltarak demokrasiyi çoğaltmak, devleti küçülterek milleti büyütmek, kamuyu tasfiye ederek özelin önünü açmak şeklinde özetlenen
bu politika, popülist söylemi girişim hürriyetiyle, dinci gericiliği etnik bölücülükle harmanlayarak gücünü pekiştirmiştir. Adı ister Hürriyet ve İtilaf olsun ister Ahrar, ister Terakkiperver Fırka olsun ister Demokrat Parti, ister ANAP olsun ister AKP bu siyasi gelenek sadece merkezin sağındaki değil, merkezin solundaki, hatta sosyalist olma iddiasındaki pek çok partiyi de etkilemiştir.

Devlet karşıtlığı, özde millet karşıtlığıdır. Bu nedenle milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı, maneviyatçı söylemi dillerinden düşürmeyenler, iktidar olduklarında devleti ele geçirmekten, kamu mallarını yağmalayıp, talan etmekten ve milleti bölüp, soymaktan geri durmamışlardır. Devletsiz Cumhuriyet, devletsiz ulus, devletsiz burjuvazi ve elbette devletsiz demokrasi olamayacağından, “devlet küçültülürken”, devlette kadrolaşma hız kazanmış, partizanlık alıp yürümüş, devlet kuruluşları siyasi arpalık olarak kullanılmış, devlet bankaları yandaşlara kredi dağıtırken, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” anlayışı egemen olmuştur. Devlette devamlılığın ortadan kalkması yani kamu bürokrasisinin tasfiyesi toplumu da bölmüş, devletine karşı soğutmuş, güveninin kırılmasına neden olmuştur. Bürokrasi politize olurken, toplumun apolitize olmaya zorlanması ülkede ciddi bir güvenlik zaafı doğurmuştur. Bu aslında toplumsal refahtan, bir anlamıyla da devlet olma iddiasından vazgeçiştir. Yani terör için, toplumsal çözülme için, kültürel yozlaşma için, ahlaki çöküş için altyapı hazırlayıştır.

“Küçük Amerika” Sevdası, Ülkeyi Küçültür

Türkiye’nin yaşadığı ulusal ve uluslararası çelişkilerin artması ve derinleşmesi, hem onun uğradığı saldırının boyutunu, hem de tarihsel birikiminin gücünü göstermesi açısından önemlidir. Ekonomik, politik, diplomatik, askeri düzlemde, taktik ve stratejik boyutta derinleşen çelişkileri ne NATO’daki ittifak ilişkileri, ne AB aday üyeliği gizleyememektedir. Yugoslavya ve Irak’ın parçalanmasından, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin delinmesi girişimlerine, ABD’nin Karadeniz’de üs kurma niyetinden patrikhanenin statüsüne, “ılımlı İslam” projesinden Kıbrıs’a dek her alanda Türkiye ve sözde müttefikleri arasında derin uçurumlar vardır. NATO’ya üye yapılırken, ABD adına Ortadoğu petrollerine bekçilik yapması da öngörülen bir Türkiye, “küçük Amerika” sürecinden büyük Türkiye çıkmayacağını, ama Türkiye’nin bölünmesi, küçülmesi tehdidinin bu süreçte doruğa çıktığını görmek zorundadır. Çünkü bu temel gerçeği görmeyen Türkiye, 1973 yılında başlayan Asala terörünün bitmesiyle 1984 yılında PKK terörünün başlamasının aynı döneme denk geldiğini, onların arkasındaki emperyalist merkezlerin aynı olduğunu kavramayan bir Türkiye, gerçeklerle yüzleşmeyen bir Türkiye, doğru çözümleri de üretememektedir.

Yeni Dünya Düzeni de, küreselleşme süreci de, Büyük Ortadoğu Projesi de Türkiye’nin devlet ve toplum yapısını bölmektedir. Bu proje, kavram ve süreçler
milli devletle de, milli egemenlikle de, milli kimlikle de, milli güvenlik ve savunmayla da çelişmektedir. Küreselleşmenin emperyalist boyutunu göz ardı ederek, onu ekonomik ve teknolojik hamlelerin öncülük ettiği karşı konulmaz bir süreç olarak nitelemek, yani sorunun ideolojik yönünü görmemek bağışlanamaz bir hatadır. Meselenin bu yönüne dikkat çekenlere karşı psikolojik savaş yöntemleri uygulayıp, onları 3. dünyacı, dinozor, içe kapanmacı, Sevr paranoyasına kapılmış komplo teorisi yazarları olarak niteleyenler, küreselleşmenin yarattığı olumsuz sonuçları saklayamamaktadır. Neo liberal düşünce ve özelleştirmeye dayanan ekonomi, sonuçta toplumsal adaletten ulusal güvenliğe dek herşeyi zaafa uğratmıştır.

Türkiye, Avrupa’nın durakladığı, ABD’nin ise gerilediği bir süreçte Avrasya’nın yükselişe geçtiğini, 1949 yılında tek bir traktörü olmayan Çin’in, 2025 yılında dünyanın en güçlü ekonomisi olmaya doğru yürüdüğünü görmesi gerekir. Çin’in tek bir traktörünün olmadığı dönemde 2 bin 500 traktöre sahip olan ve bir zamanlar dünyada kendi kendini besleyebilen 7 ülkeden biri olarak öne çıkan Türkiye’nin ise günümüzde tarımda dışa bağımlı hale gelmesi izlenen stratejinin yanlışlığını göstermesi açısından önemlidir. Batı’nın liderliğine göre kendisini konumlandıran ve kurgulayan politikanın başarı durumunu ortaya koyan bu tablo, küçük Amerika’dan büyük Türkiye çıkmayacağını da kanıtlamıştır.

Çelişkiler Derinleşirken Muhasebe Yapmalı

Türkiye’de kimi siyasilerin dilinden düşmeyen “Büyük Türkiye” sevdası, “Küçük Amerika” sevdasına feda edilince, sadece Türkiye’nin saygınlığı yara almıştır. Bu süreç aynı zamanda küçük düşünen insanların önünü açtığından, önce küçük düşünülmüş, sonra küçük düşülmüş, nihayetinde de küçülme tehdidi öne çıkmıştır. Siyasi özgüven eksikliği ve stratejik öngörü noksanlığı birleşince, Türkiye tehdit algılamasında bile ithalatı tercih etmiş, ithal tehdit algısını, gerçek tehdit sanmıştır. İktisadi olarak yarı sömürge durumuna dönüşmenin kaçınılmaz sonucu siyasi, idari, hukuki, kültürel, toplumsal, dini yozlaşma olduğundan Türkiye, hemen yanı başında gerçekleşen Turuncu Devrimlerin neden ve sonuçlarını bile doğru tahlil edemez hale gelmiştir.
Yeni NATO yapılanmasında güvenlik adına siyasi ve askeri müdahalelerin öngörüldüğü dikkate alınacak olursa, ülkemizin bir renkli devrim yaşamasa bile, örtülü bir operasyona uğradığı görülür. Buna karşı dikilmenin yolu da Cumhuriyetçi bir yön duygusuna ve bütüncül bir kalkınma programına sahip olmaktan, buna uygun olarak kendi içinde tutarlı, bütünlüklü bir strateji izlemekten geçer. Cumhuriyetçi geleneğin birikimi, Cumhuriyetçi geleceğin inşası için en büyük dayanak ve biricik çıkış noktasıdır.

(http://www.ilk-kursun.com/haber/54449, 17.8.2010)

Polis Devleti Artık Bir Olgudur


Dostlar,

YURT Gazetesi‘nin kurucusu ve seçkin başyazarı Sayın Merdan Yanardağ,
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin “özel yetki” ile 5 Ağustos 2103 günü sonlandırdığı Ergenekon davasında 10 yılı aşkın hapis cezasına çarptırıldı.
Suçu ise, varlığı bir türlü kanıtlanamayan “Ergenekon Terör Örgütü” üyeliği!

Kendisine de, ağır cezalara arptırılan öbür mağdur – kurban yurtseverler gibi (250’yi aşkın!) sabır ve dayanç diliyor, dayanışma duygularımızı içtenlikle belirtiyoruz.

“Diren Merdan; bu da geçecek!..” diyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
Bozcaada, Çanakkale, 6.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Polis Devleti Artık Bir Olgudur

Merdan Yanardağ
http://www.yurtgazetesi.com.tr/polis-devleti-artik-bir-olgudur-makale,5343.html, 4.8.13

Ergenekon davasında sona gelinirken bu soruşturmanın başından itibaren yaşananların büyük bir hukuk skandalı olarak tarihe geçeceği kesindir.
Kararın açıklanmasına iki gün kala, İstanbul Valisi Avni Mutlu, Silivri’ye seyahat edilmesini, sanık yakınlarının ve yurttaşların duruşmayı izlemesinin yasaklandığını açıkladı. Vali Mutlu bu yasağın “mahkemenin talimatı” olduğunu da ileri sürdü.

Öncelikle belirtelim ki, “Türk milleti adına” yargılama yaptığı belirtilen mahkemeler, aleni yargılama yaparlar. Yasalarla belirlenmiş çok özel durumlarda gizlilik kararı verilebilir. Usul hukukuna göre, kararlar sanıkların ve sanık vekillerinin yüzüne karşı okunmak zorundadır.

Belli ki, önceden verilmiş bir karar var ve bu karar Vali Mutlu’ya iletilerek önlem alınması talimatı verilmiş. Yasağı koyan AKP Hükümeti’dir. Gezi Direnişi’nden sonra kimyası bozulan AKP Hükümeti, her türlü toplumsal eylemden korkuyor. Silivri’ye yarın yüzbinlerce yurttaşın gitme olasılığı karşısında yeni bir “Gezi sendromu” yaşamak istemiyor. İktidar bu nedenle her geçen baskı ve devlet terörünün dozunu arttırıyor.

Dün Aydınlık Gazetesi ile Ulusal Kanal çalışanları ve yöneticilerinin evlerine baskın düzenlendi. Çok sayıda gazeteci arkadaşımız gözaltına alındı.

“Yeter artık!” diyoruz.

İktidardan ve güç odaklarından bağımsız birkaç gazete ve televizyon var.
Onlar da polis zoru ile susturulmak isteniyor. Buradan bütün yurttaşlarımıza
bu kurumlara, gazete ve televizyonlara sahip çıkmaya çağırıyorum.

Son on yılda oluşturulan liberal efsane çöküyor.
Hani şu AKP iktidarının askeri vesayete son verdiği, hatta “muhafazakar bir devrimin” gerçekleşmekte olduğu (ne demekse) ve dolayısıyla Türkiye’nin demokratikleştiği yolundaki yaygın efsane büyük bir yalana dönüşmüş durumda…

  • Türkiye’de rejim, hızla dinci-faşizan bir polis devletine dönüşüyor.

Öbür yandan, bugüne dek AKP iktidarına kayıtsız şartsız destek veren liberal cephede son günlerde bir çözülme gözlemleniyor. Demokratikleşme yolunda hukukun bile gerektiğinde çiğnenebileceği görüşünü savunacak kadar şirretleşen bu liberal güruhun kimi mensupları, “acaba” diye soruyorlar; “askeri vesayetten kurtulalım derken
dinci bir tek parti diktatörlüğüne mi gidiyoruz?”

Galiba öyle!

Ama bu çevreler daha yakın zamana kadar Türkiye’nin “sivil faşizme” ya da
“İslamo-faşist” bir dikta rejimine doğru gittiği şeklindeki görüşleri,
en hafif deyimle abartılı buluyorlardı.

Onlar için önemli olan askeri vesayet rejiminin yıkılmasıydı. Gerisi teferruattı…

Gidişattan utangaç şekilde şüphe etmeye başlayan kimi liberal yazarlar -ki bunlar
AKP iktidarı için toplumsal rıza üretiminde önemli bir rol oynamıştı- olan bitene
itiraz etmeye başlayınca diğerleri tarafından hemen Ergenekoncu ilan edildiler.
Küçük bir farkla… Onlar “soft Ergenekoncu” idi.

Ne var ki, Türkiye solunda bile, daha dün birlikte oldukları arkadaşlarını, politik ve felsefi sicillerini çok iyi bildikleri grupları ya da partileri sırf olan biteni farklı değerlendiriyorlar diye darbeci, Ergenekoncu, Genelkurmay’ın adamı/partisi diye insafsızca ve utanmazca suçlayanların olduğu bir ortamda, liberal mahallede “soft Ergenekoncu” olmak, açık bir kayırma diye de yorumlanabilir.

* * *

Gelelim şu “vesayet” kavramına… Vesayet hukuki bir kavram, “koruma” ve “himaye” gibi anlamları var. Politikanın diline aktarılan “vesayet” kavramının “askeri” nitelemesiyle birlikte Türkiye’de bir karşılığının olduğu açık. TSK’nın Cumhuriyet’in kurucu kuvveti ve modernleşme projesinin öncüsü olmaktan gelen sistem içindeki ağırlığı nedeniyle, koruması ve himayesine aldığı, millet adına milli çıkarları ve tehditleri belirlediği,
toplum adına düşündüğü, doğruyu belirlediği vb. biliniyor.

TSK’nın bu gücü Soğuk Savaş boyunca daha da arttı. Kurucu ideolojinin taşıyıcısı olarak kendisini rejimin ve sistemin koruyucu ve kollayıcı gücü olarak gören TSK’nın
bu konumuna pek itiraz eden yoktu. Çünkü, başlangıçta bu duruma (sermaye birikim sürecinde) sınıf mücadelesini ve toplumsal muhalefeti karşılama kapasitesi sınırlı bulunan burjuvazinin de esastan bir itirazı yoktu. Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı mücadele için geliştirilen ve kapitalist ülkelerin kendi vatandaşlarının bir bölümünü “düşman” olarak görmesine yol açan “dolaylı saldırı doktrini” TSK’nın dokusunu yeniden oluşturan etkenler arasındaydı.

Evet bu anlamda Türkiye’de bir askeri vesayetten söz edilebilirdi. Ancak bu durum abartılmamalıydı Çünkü silahlı da olsa TSK nihayetinde bürokratik bir kast olmanın ötesine geçemezdi. Toplumsal sınıflar karşısında görece özerk bir yapıya ve konuma sahip olsa da askere bir sınıf rolü yüklemek, dahası onu bir sınıf gibi değerlendirmek tarihsel ve sosyolojik bakımdan doğru değildi. Ama öyle yapıldı.

Öbür yandan TSK, Soğuk Savaş döneminde kendi ülkesini işgal eden anti-komünist
bir iç savaş örgütüne dönüştü. Bu dönemde Cumhuriyet’in başlangıç ilkelerinden
önemli ölçüde koptu ve tutuculaştı. 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleriyle kendi içindeki ilerici kanadı büyük ölçüde tasfiye ederek, kurumsal bakımdan milliyetçi-gerici bir karakter kazandı. 27 Mayıs 1960’ta son ilerici atılımını yapan TSK için bu, köklü bir dönüşümdü.

***

Ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte TSK da misyonsuz kalmış, bu dönemde reaksiyoner bir karakter kazandığı için tehdit algısında boşluğa düşmüştür.
Yeni dönemde TSK’nın sistem içindeki eski dominant konumuna ihtiyaç kalmamıştır.

Bunun üzerine TSK, 28 Şubat 1997‘de rotasını yeniden belirlemeye çalışarak Cumhuriyet’in kuruluş varsayımlarına bir dönüş denemesine girmiştir. Bu kapsamda
Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yeniden düzenlenerek komünizm baş tehdit olmaktan çıkartılmış ve irtica (ayrılıkçılıkla birlikte) birinci sırada ve öncelikli tehdit olarak değerlendirilmiştir. Ancak ulusal planda bir tür Soğuk Savaş’ı bitirmeye dönük
bu restorasyon girişimi kesintiye uğrayarak başarılı olmamıştır. Süreci kesintiye uğratan en önemli faktör AKP iktidarıdır.

NATO’nun ikinci büyük ordusu olan TSK‘ya eski gücü ve etkinliğiyle artık ihtiyaç duyulmaması, askerin bütün bir Soğuk Savaş boyunca arkasında olan ABD ve öbür Batılı emperyalist ülkelerin desteğini geri çekmesine yol açmış, bu durum Ordu’nun sistem içindeki konumunu temelinden sarsmıştır.

Türkiye’yi bir ılımlı İslam ülkesi olarak bölge için model haline getirmek isteyen
ABD ve Batı
ile AKP’nin hedefleri arasındaki örtüşme, TSK’nın gücünü kırma ve sermayenin ideolojik doksunu dönüştürme sürecini hızlandırmıştır.

Çatışmanın esasını bu durum oluşturmaktadır.

* * *

Geleneksel iktidar blokunun parçalanması, ülkenin yeni bir fetret dönemine girmesine yol açmıştır. Fetret’e düşen ülkedeki yeni şehzadeler savaşında, “küffar”ın desteğini alan “devşirme ordusu”nun karargâhında AKP bulunmakta, bu ordunun vurucu gücünü de polis oluşturmaktadır.

Bugün TSK geriye çekilirken iktidar blokunun bileşenleri yeniden belirleniyor.
Servetten ve iktidardan daha fazla pay isteyen muhafazakâr ve İslamcı taşra sermayesi yükselirken -ki AKP’nin dayandığı iç dinamik esas olarak bu sınıflardır- laik sermaynin ya alanı daraltılıyor ya da dönüştürülüyor.

AKP- Cemaat (Fethullah Gülen Örgütü) bloku Türkiye’nin dönüştürülme sürecinde siyasal zor, baskı ve operasyon aygıtı olarak polisi ve neredeyse tümünün ele geçirdiği bürokrasiyi kullanıyor.

  • Polis giderek silahlı bir politik partiye dönüşüyor.

Dolaysıyla Türkiye, askeri vesayet rejminden kurtuluyor denilirken bir polis devletine doğru götürülüyor. İdeolojik olarak İslamcılaşan polis, TSK’yı dengeleyecek ve etkisizleştirecek başka bir “silahlı kuvvet” olarak sistem içinde güç kazanıyor.

  • Esas olarak polise dayalı bir İslamo-faşist rejim kuruluyor.

Bu rejimin kuruluşunun büyük ölçüde tamamlandığını söylemek abartılı olmayacaktır. Çünkü artık bu tez, bir iddia ya da hipotez olmaktan çıkmış ve her gün sokakta hissettiğimiz somut bir olgu  haline gelmiştir.

27 Mayıs Devrimi’nin Nedenleri, Sonuçları


27 Mayıs Devrimi’nin Nedenleri, Sonuçları

Naci_Bestepe_portresi

 

E. Tümg. NACİ BEŞTEPE
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim – Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi
www.add.org.tr, 27.5.13

 

1946 yılında ilk kez seçime giren ve başarı gösteren Demokrat Parti (DP) 1950’de iktidar olmuştur..

Seçim çalışmalarında dinsel ögeleri ön palana çıkararak DİNİ SİYASETE ALET ETME YOLUNU AÇAN partidir.

DP iktidarı döneminde, “Halkın benimsediği devrimler uygulanır, öbürleri uygulanmaz.”
tezi ortaya atılarak “KARŞI DEVRİM” başlatılmıştır.

ABD’nin, Soğuk Savaş Dönemi siyaseti olarak pompaladığı ANTİ-KOMÜNİZİM’in etkisinde kalınmış, din hep ön plana çıkarılmıştır.

DP’nin iktidara gelir gelmez ilk eylemi, 18 yıldır (18 Temmuz 1932’den beri)
Türkçe okunmakta olan EZAN’ın Türkçe dışındaki dillerde okunmasını
serbest bırakan yasayı çıkararak (16 Haziran 1950) ARAPÇA OKUNMASI’nı sağlamak olmuştur.

Muhalefette iken CHP’ne yaptığı “DİNSİZ” baskısı ile içinin boşaltılmasını sağladıkları,

  • Aydınlanma Devrimi’nin temel taşı olan KÖY ENSTİTÜLERİ ile
    HALK EVLERİNİ KAPATMIŞTIR.

6-7 Eylül 1955 olayları ile Rum ve Ermeni vatandaşlarımızın büyük bölümün yurttan kaçışına neden olmuştur.

6-7 Eylül 1955 olayları’ya girmek için bir tugayımızı KORE Savaşı’na sokarak emperyalizmin hizmetine sunmuştur. 1.5 milyon Korelinin öldürüldüğü bu savaşta bizim kayıp toplamımız 3277’dir. (Savaşa giden askerlerimizin yaklaşık 1/5’ine karşılıktır.)

NATO’ya giriş ve ABD yardımlarının kabulü ile de siyasal ve ekonomik bağımlılığımızı artırmış, ulusal bağımsızlığımızı zedelemiştir.

Her geçen yıl hak ve özgürlüklere daha çok kısıtlamalar getirmiştir.
Basın ve muhalefete, gittikçe ağırlaşan baskı uygulamıştır.
238 gazeteci, karşıt (muhalif) yazıları nedeniyle tutuklanmıştır.
Grev ve toplu sözleşme hakları tanınmamıştır.

VATAN CEPHESİ oluşturarak halkı kutuplaşmaya ve muhalefeti yok etmeye çalışmıştır.

  • DP, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ve Nutuk’un yayımlanmasını bile
    suç saymıştır.

Hukuksuzluğa karşı mücadele eden üst düzey yargıçları emekli etmiştir.

Bardağı taşıran son damla ise 15 Nisan 1960’ta 15 DP milletvekilinden oluşan
TAHKİKAT KOMİSYONU’nun kurulmasıdır.
Bu Komisyona, Anayasa ve yasalara aykırı olarak;
yargılama, tutuklama ve parti kapatma yetkisi tanınmıştır.

28-29 Nisan 1960’ta öğrenci olayları başlamış ve halk da protesto eylemlerini desteklemiştir. Bir öğrenci İstanbul Üniversitesi’nde polis kurşunuyla öldürülmüştür.

Çatışmaların artması üzerine, 38 kişiden oluşan Milli Birlik Komitesi (MBK)
27 Mayıs 1960 günü yönetime el koymuştur.

MBK, emir-komuta zincirinin dışında ve çoğunluğu genç subaylardan oluşmuştur.

270 general-amiral emekli edilirken, hareketin başına Org. Cemal GÜRSEL getirilmiştir.

MBK, rayından çıkarılan Devrimlerin yeniden yoluna konmasını, çağa uygun devrimlerin yapılmasını ve özgürlükçü bir Anayasanın yapılmasını sağlamış ve
idareyi kısa sürede sivil yönetime devretmiştir. Hatta bu süreyi uzatmak isteyen bir grup (14’lükler)  bir süreliğine ülkeden uzaklaştırılmıştır.

Neler yapılmıştır? 27 Mayıs’ın devrim niteliğini oluşturan nedir?

Özgürleşme (Bireysel, basın, haberleşme vb.),
Örgütlenme,
Demokratikleşme,
Üniversitelere özerklik,
TRT özerk kurumu,
Parlamenter sistem (çift meclisli yapı)
Güçler ayrılığı ilkesi,
Yargının bağımsızlığı, Yüksek Yargıçlar Kurulu
Devlet Planlama Örgütü

27 Mayıs Devrimi’nin en önemli yanlışı ise,
Başbakan Adnan Menderes dahil üç siyasetçinin idam edilmesidir.

Demokrasiyi ayaklar altına alan Menderes, bu sayede demokrasi kahramanı yapılmıştır.

Günümüzde siyasal iktidarın uyguladığı baskılar, hukuksuzluklar, yolsuluklar, ayrımcı politikalar o dönemle kıyaslandığında DP’nin daha masum olduğunu söylemek olasıdır.

Dileğimiz bu tür uygulamaların bir an önce sona ermesi ve toplumsal huzurun sağlanmasıdır.