Etiket arşivi: Lütfü Kırayoğlu

Püsküllü Beladan Fesli Deliye

Püsküllü Beladan Fesli Deliye

Konuk yazar : Lütfü Kırayoğlu 

Adamın biri yıllardır kafasına taktığı fesi ile dolaşıp Cumhuriyet Devrimlerine saldırıyor. Başındaki fes ile Şapka Devrimine karşı olduğu mesajını veriyor. Her fırsatta Atatürk’e dil uzatıyor. Ulusal Kurtuluş Savaşımız için “keşke Yunanlılar kazansaydı” diyebiliyor. Başı sıkıştığında ise elindeki deli raporu ile yasalardan kurtuluyor. Buna karşın, Atatürk’ün makamında bulunan zat, kendisinin ayağına dek gidip ziyaret edebiliyor.

Adam, başındaki fesi ile ünlü olduğuna göre bu topraklara fesin nasıl girdiğini bir kez daha anımsatmak zorunlu oldu.

Bir Oğuz boyu olan Kayılar Asya steplerinden kopup Batıya yöneldiklerinde göç yollarında ilerlerken bütün eşyalarını yükledikleri develeri, atları ve eşekleri yanında önlerinde keçileri de vardı. Bugünkü Suriye topraklarında beyleri Süleyman Şah’ı defnedip Anadolu topraklarına girdiklerinde önlerinde güttükleri keçi sürülerinin günün birinde dünya tekstilinin en kıymetli ham maddesi olacağının farkında olmasalar da keçileri ile ilgili önemli kural ve gelenekleri vardı. Aşiretleri dışına asla bir erkek ve dişi keçiyi vermiyorlardı. Kayı boyu Anadolu’ya yerleşip Osmanlı devletini kurduğunda, tarihi İpek Yolunu da denetim altına almışlar, bu arada Kayıların tiftik keçisinin yünü ve bu yünden üretilmiş tekstil ürünleri ipek yolu ticaretinin en değerli değişim ürünleri arasına girmişti.

Kayı boyunun keçileri Ankara dolayındaki ormanları tüketirken tiftik keçisinin yünü “Angora yünü” olarak ünlenmiş, İngiltere’nin tekstil üretimini de çökertmişti. İngiliz Kraliçesi 1. Elisabeth (1533-1603) İngiltere tahtında oturduğu yıllarda Osmanlı devletine gönderdiği bütün elçilerine Türklerin yünlü teknolojisini öğrenme görevi veriyor, bu arada erkekli-dişili keçi ailesi edinmek için her türlü hileye başvursa da sonuç alamıyordu.

İngiliz yünlü sanayi çökmek üzereydi ki, kırmızıya boyanmış yünden keçeleştirilerek yapılmış kesik koni şeklindeki bir başlığı Fas ülkesinin erkeklerine giydirmeyi başararak kalitesiz yün ürünleri için bir pazar yarattılar. İlk önce Fas’ta kullanıldığı için bu serpuşa “fes” adı verildi. Aradan yaklaşık 250 yıl geçti. Osmanlı devletinin çöküşe gittiği dönemde fes ilginç bir biçimde Osmanlı resmi giysisi olarak önümüze geldi. (Osmanlı devletinin çöküş dönemine girmesi ile İngilizler Türklerin Tiftik keçilerinden bir sürüyü alarak benzer iklim koşullarının olduğu Afrika’da üretmeyi başardıktan sonra yünlü teknolojisinde ilerleme gösterdiler. Bu gelişmeler Yazar Metin Aydoğan tarafından dile getirilmiş, ilk sosyalistlerden Sadri Ertem de Osmanlı devletinde İngiliz rekabetine dayanamayan dokumacıların çöküşünü “Çıkrıklar Durunca” adlı eserinde anlatmıştır.)

Osmanlı devletinin çöküş döneminde III. Selim artık yozlaşan Yeniçeri Ocağı yerine Nizam-ı Cedit adlı yeni bir ordu kurmak istedi. Bu orduya başlık olarak “şubara” adlı bostancıların giydiğine benzer silindir biçimli bir serpuş giydirildi. Ancak başlarına geleceği sezen Yeniçeriler Kabakçı Mustafa isyanı ile ayaklanarak III. Selim’i devirdiler.  Yerine kısa süreliğine IV. Mustafa geçirilse bile Alemdar Mustafa Paşa önderliğinde bastırma hareketi ile III. Selim’in torunu  II. Mahmut tahta getirildi (1808). II. Mahmut bir süre sonra duruma egemen olarak “Vakayı Hayriye” adı verilen bir hareket ile Yeniçeri ocağını yerle bir etti. (1826) Bu sırada kurulan Asakir-i Mansure-i  Muhammediye adlı yeni ordunun başlığı tartışılırken fes giyilmesi kararı alındı.

Fes giyilmesi kararına karşı o zamanın gericileri dinsel gerekçeler göstererek büyük bir direniş gösterdiler. 1845’te fesin biçimi ile ilgili önemli kurallar getirildi. Tüm düzenli birlikler ile devlet görevindekiler fes giyecekti. Ancak fesin tepesinde bükülmemiş ipekten yapılmış püskül bulunuyor ve fırtınalı havalarda bu püsküller darmadağın oluyordu. Oysa bu püsküllerin düzenli olması ve her gün taranması bir zorunluktu. Bu nedenle sokaklarda tıpkı ayakkabı boyacıları gibi püskül tarayıcıları türemiş ve para karşılığı püskül taramaya başlamışlardı. Yani İngilizlerin tekstil sektörünü kurtarmak için Fas halkına giydirdikleri fes, 250 yıl sonra Osmanlı topraklarına geldiğinde tepesine püskül takılmış, püskülün düzgün olması askerlerin ve devlet memurlarının başının belası olmuştu. Bugün kullandığımız “püsküllü bela” deyiminin kaynağının bu olduğu söylenir.

Osmanlı devleti dönemindeki gericilerin dinsel gerekçelerle karşı çıktıkları fes, günümüz gericilerinin simgesi oldu ve günümüz gericilerinin simgesi fesli deli de başımıza “püsküllü bela” kesildi.

Tarih bilmeyen sahte tarihçilere anımsatırız…
========================================

Dostumuz Sn. Kırayoğlu’na bu güzel yazısı için teşekkür ederiz..

Eğer yanılmıyor isek, biz o “fesli” ile Sn. Cevizoğlu’nun bir TV programında canlı yayına çıkmış idik.. ErişKesi (linki) aşağıda.. 14 Ekim 2011’de..

Osmanlı’ya Tapılmalı mı, Yakılmalı mı ?
https://youtu.be/zwHP41LbtkU 
https://www.youtube.com/watch?v=Z_dNl4oEXY4

Sevgi ve saygı ile. 20 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Önce Vatan mı? Adalet mi?

Önce Vatan mı? Adalet mi?

Konuk yazar : Lütfü Kırayoğlu

Yaşamımız boyunca yanıtlamakta güçlük çektiğimiz ikilemlerle karşılaşırız.  Herkesin başına gelmiştir. Çocukluğumuzda kimi aile büyükleri ya da tanıdıklar bizi zor durumda bırakmak için “anneni mi çok seviyorsun, babanı mı?” sorusunu yöneltirlerdi. Sonraki yıllarda çok daha başka ikilemlerle karşılaşır olduk. Bazı konular insanların önüne ikilem olarak gelmemeli. Ancak ne yazık ki yaşam bu ikilemleri önümüze getiriyor.

Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, asla ikilem olarak karşımıza çıkmaması gereken duyarlı bir ikileme yanıt verdi. Hem de sorulmadan…

Muharrem İnce Sözcü gazetesi ile yaptığı görüşmede, “Hani ‘Önce Vatan’ yazar ya bütün askeri birliklerde, bence ‘Önce Adalet” olmalı. Adalet yoksa orası vatan değildir artık, orası toprak parçası olmuştur.” dedi.

Yazının bütünü okunduğunda biraz daha hoşgörüyle değerlendirebiliyorsunuz. Ancak bu sözler gazete manşetlerine “Önce vatan değil, önce adalet olmalı” şeklinde yansıdı. Belleklerde bu yer etti. Bu başlık üzerinden de İnce’ye ağır eleştiriler yöneltildi.

Özel olarak bir soru yöneltilmediği halde Muharrem İnce’nin böyle bir ikilemi ortaya atıp bu ikileme bir yanıt bulmaya kalkışması gerçekte kendi düşüncesi değilse, en iyimser bakıldığında siyasetteki acemiliği olarak değerlendirilebilir.

Vatan kavramı da, adalet kavramı da insanlar kadar ulusların yaşamında  gerçekten son derece önemlidir. Ancak her şeyden önce vatan kavramı (AS: ülküsü!) adalet kavramına (AS: ülküsüne!) göre çok daha somut bir kavramdır ve hiçbir zaman ikisi arasında bir öncelik karşılaştırması yapılamaz.  Bu nedenledir ki Mustafa Kemal Atatürk’e ait olduğu bilinen “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” sözünü her fırsatta söyleriz.

Vatan olmayınca ne adalet olur, ne insan hakları ne de öbür özgürlükler. Hangi inanca, hangi ideolojiye inanırsanız inanın, inancınızı, ideolojinizi yaşama geçirmek için bir vatan toprağına gereksinim duyarsınız. Bir vatanınız yoksa idealleriniz değil ancak hayalleriniz vardır. Evet vatanı kuru bir toprak parçası olmaktan çıkaran kimi değerler için mücadele etmeliyiz. Ama o toprak parçası olmadan hiçbir değerimiz yaşama geçemez. Kupkuru hayalden ibaret kalır.

Bir vatana sahip olamadıkları için ulus bile olamamış toplulukların yüzlerce yıl bir vatana sahip olabilmek için kanlı mücadeleler verdiklerine tarihte pek çok örnek vardır. Bu insanların sahip oldukları adalet, en fazlasından onlara “lütfen” bahşedilecek kadar bir adalettir.

Bu konuda kafalar bir kez karıştığında, vatanını kurtarmak için Osmanlı Padişahına isyan eden Mustafa Kemal Paşa’ya yürürlüteki adalet sistemi çerçevesinde “asi” deyip idama mahkum edilmesini de yadırga(ya)mazsınız. Bugün vatanına yönelik saldırıyı püskürtmek için canhıraş mücadele veren Beşar Esad’a da “katil-despot” sıfatı yakıştırıp verdiği vatan mücadelesine burun kıvırırsınız.

Gerçek vatanseverler aynı zamanda adalet savaşçılarıdır. Ancak hiçbir zaman vatan kavramının (AS: ülküsüne!) önüne başka kavramları geçirmezler.

Bütün okurların bağımsız bir vatanda, özgür, adil, aydınlık günlerde bayram gibi bayram kutlamasını dilerim. Güzel günler göreceğiz…

Cargill Nedir? NBŞ Nedir? Yalanlar ve Gerçekler…

Cargill Nedir? NBŞ Nedir?
Yalanlar ve Gerçekler…

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh.
ADD Bursa Şubesi Önceki Başkanlarından
ADD Genel Sekreter Yardımcısı

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..
13.07.2018 güncelleme notu, lütfen bu yazıy da okyunuz..  http://ahmetsaltik.net/2018/07/13/aihm-cargill-davasinda-hak-ihlali-karari-verdi/)

AKP iktidarının 14 şeker fabrikasını özelleştirmek üzere ihale ilanına karşı yurt çapında büyük bir tepki oluştu. Bu tepki sırasında yıllardır kamuoyundan gizlenen ve ülkemizde şeker konusunun ardında yatan gerçekler tartışılmaya başlandı. Gazete sayfalarında ve TV kanallarında yeterince yer almasa bile, elektronik iletişim kanallarında hep ABD merkezli bir gıda tekelinin adı gündeme geldi.

Cargill…

Yıllardır amaçlarını gizleyerek ve kendisine siper olan siyasiler üzerinden iş çeviren Cargill, doğrudan olmasa bile, NÜD (Nişasta ve Glikoz Üreticileri Derneği) imzası ile büyük paralar harcayarak tüm gazetelere tam sayfa ilan vermek zorunda kaldı. Yıllardır Türkiye’de tarımsal sanayi, şeker pancarı üretimi ve halk sağlığına karşı saldırıya geçen Cargill ilk kez savunma durumunda kalırken, gerçekleri ters yüz etme çabasına girse de suçüstü yakalandı.

Cargill ve beraberindekilerin yayınladıkları ilanda yer alan gerçek dışı iddialara geçmeden önce Cargill adlı dünya devinin ne olduğunu, Türkiye’de yaptığı işleri, kaçak fabrikasını, yönetmelikleri, yasaları nasıl değiştirebilme gücüne sahip olabildiğini, valileri görevden aldırabildiğini, tarım alanlarını nasıl katlettiğini, Türk çiftçisini nasıl çökerttiğini anlatmak gerekiyor.

Cargill nedir?

Soner Yalçın, Saklı Seçilmişler adıyla yayınlanan son kitabında Cargill’i şöyle anlatıyor:

“1865’de kurulan ABD merkezli şirket. 70 ülkede faaliyet gösteriyor. Fortune dergisine göre dünyanın en büyük 12’inci şirketi. Tahıl ticareti alanında dünyanın 2’nci büyük şirketiydi. Gübre ticareti konusunda dünyanın 2’nci büyük şirketiydi. Diğer küresel şirketler gibi uğraşı alanları sınırlı değil; enerji, sağlık, ilaç, finans, elektrik, gaz, ulaşım sektöründe de faaliyet yürütüyor. Yıllık cirosu yaklaşık 150 milyar dolar. ABD’de bugün gelir açısından en büyük özel sermeyeli şirket.”

1960 yılında geldiği Türkiye’de tanınmış bazı şirketlere ortak olduktan kısa süre sonra onlarcasını tümüyle ele geçirdi. Çok kârlı şirketleri tek başına kurdu. Şu anda ülkemizde sahip ya da ortak olduğu şirketlerin sayısı bilinmiyor. Türkiye’de iş yapanların dışında 1997 yılına dek çok az insan Cargill adını duydu. Ancak 1997’de Bursa’nın Orhangazi ilçesinde, İznik gölünün kenarı sayılabilecek bir yerde, 1. sınıf tarım arazisi üzerinde sulama projelerinin yapıldığı Gürle ve Gemiç köyleri arasında 213 dönüm bir araziyi NBŞ (Nişasta Bazlı Şeker) üretmek amacı ile satın aldı. Cargill sonuna dek bu amacını gizleyerek projeyi “mısır işleme tesisi- nişasta fabrikası” olarak tanıttı. Oysa söz konusu arazide böyle bir tesis kurmak mevcut yasa ve imar yönetmeliklerine göre olanaksızdı. Aynı bölgede onlarca yatırım istemi hem de gerçekten tarım tesisi için daha önce başvuruda bulunmuş, ancak bu başvurular geri çevrilmişti.

İznik gölü yakın gelecek için İstanbul başta olmak üzere bütün Marmara bölgesinin rezerv tatlı su kaynağı idi. Cargill’in gerçekte bir kimya tesisi olan kaçak fabrikası için bu nitelikte bir suya gereksinimi vardı. Cargill’in kullanacağı mısır bölgede yetişmediği gibi, o yıllarda ülkemizde mısır üretimi nişasta, gıda sanayi ve hayvancılık için yeterli değildi. Böyle bir tesis ancak ithal ve niteliği belli olmayan mısır kullanacaktı. Ve bu tesis o yıllarda artık dünyada zararları açığa çıkan ve GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) olduğu iddia edilen mısır kullanarak NBŞ üretecek, bu ürün ile şeker pancarı üreten köylümüzle, şeker fabrikalarımızla rekabet edecekti. Daha açık bir ifade ile Cumhuriyetin ilk ekonomik kaleleri ve en temel tesisleri olan şeker sanayimizi çökertecekti. Arkasında çok büyük güçlerin desteği olmadan böyle bir tesisin yasa dışı olduğu bilinmesine karşın kurulması olanaksızdı.

Bütün ABD Başkanları Devrede    

Tesis için ilk adımların atılması ile birlikte Clinton, Bush ve Obama dahil olmak üzere üç ABD başkanı Türkiye Cumhuriyeti Başbakanları ile bu konu gündemli toplantılar yaptılar. Bursa kenti yıllar önce Bursa’nın bütün demokratik kuruluşları ve resmi kurumlarının katılımı ve katılanların oybirliği ile bir strateji planı yapmış ve 1/100.000 ölçekli planlarını ilan etmiş, katılımcılar bu planı delmeyeceklerini taahhüt etmişler, buna uygun 1/25.000 ölçekli planlar da yapılmıştı. Ancak dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’ın direktifi ile Cargill tarafından satın alınan arazi için YPK (Yüksek Planlama Kurulu) bütün kuralları alt üst ederek Ankara’dan bir emirle tesisin önündeki engelleri temizlemeye başlamıştı. Dönemin DSİ Genel Müdürü Prof. Dr. Doğan Altınbilek, dönemin başbakanına Cargill ile ilgili emirleri yerine getirdiğine ilişkin resmi yazı yazabilmiştir.

Tam da bu yıllarda büyük bir ekonomik kriz yaşayan Türkiye, dar boğazı aşmak için IMF (Uluslararası Para Fonu) adlı kuruluşun kapısını çalar. IMF kredi muslukların aşmak için koşullar öne sürer ve bu koşulların “Niyet Mektubu” adı altında taahhüt edilmesini ister. Cargill inşaatının başlayıp davaların açıldığı süreçte IMF’ye verilen ilk üç Niyet Mektubunda her nedense şeker pancarı ekim alanlarının sınırlandırıp kotaya bağlanması, şeker fabrikalarının da Özelleştirme İdaresi Başkanlığına devredilip özelleştirilmesi, bir kısmının kapatılması sözü verilmektedir.

YPK kararına karşı bütün Bursa, tarihinde ilk kez birleşti. Vali, Büyükşehir Belediye Başkanı, Ticaret ve Sanayi Odası, Borsa, Ziraat Odaları, Bursa Barosu başta olmak üzere tüm  meslek Odaları, sağ – sol demeden tüm siyasi partiler, sanayici ve işadamları dernekleri raporlar düzenleyerek, dilekçelerle Ankara’dan bu kararın değiştirilmesi için her yola başvurdular. Ancak kamu kurumlarına baskı yapılarak yapı ruhsatının önündeki engeller kaldırıldı. Bunun üzerine Bursa Barosu önderliğinde meslek odaları ve kimi yurttaşlarla birlikte YPK kararı ve ruhsat iptali için Bursa İdare Mahkemesinde ilk davayı açtılar. (Şu anda ADD Genel Sekreter Yardımcısı olan Lütfü Kırayoğlu ve GYK üyesi olan Gürhan Akdoğan o dönemde yönetimlerinde oldukları meslek odaları ile davacılar arasında yer alırken davanın sonraki aşamalarında meslek odalarının dava ehliyetlerinin tartışılması üzerine yurttaş kimliği ile davacılar arasında yerlerini almışlar, ADD Bursa Şubesi Başkanı Lütfü Kırayoğlu ve daha sonra CHP İl Başkanı olan Gürhan Akdoğan sonuna kadar davacı olarak kalmışlardır. (Davaya ADD olarak katılmak husumet noksanlığı gerekçesi ile mümkün olamamıştır.)

Bu dava Türk hukuk tarihine geçmiş ve yirmi yıl sürmüş, dava süreci Bursa Barosu tarafından kitap haline getirilmiş “Muktedirlerle Dans” adı altında geçen yıl basılmıştır. Binlerce sayfayı bulan ve birbirini izleyen davaların her birinde Cargill’in önünü açan idari işlemlerle ilgili önce yürütmeyi durdurma kararı alınmış, ardından işlem iptal edilmiş, Cargill’in kaçak olduğu tescil edilmiştir. Tesisi kaçak durumdan kurtarmak için “Bakanlar Kurulu Prensip Kararı “adı altında Anayasada yeri olmayan kararlar verilmiş, bu tesise bir zamanlar karşı olan AKP Bursa milletvekilinin hazırladığı ve özel af niteliğindeki yasa meclisten geçirilmiş, bu yasa  dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından veto edildikten sonra yeniden Meclisten geçerek yürürlüğe girmiş, ancak bu kez Anayasa Mahkemesince iptal edilmiştir.

Güçlü Valileri Görevden Aldırabildiler

Alınan yargı kararları siyasal iktidar tarafından uygulanmamış, bu kararları uygulamaya kalkan 2 vali görevden alınmıştır. İnşaatın durdurulması kararını uygulayan dönemin güçlü valisi Orhan Taşanlar ile fabrika çalışmaya başladıktan yıllar sonra kapatma kararını uygulayan Gazi vali Nihat Canpolat görevden alınmış, Canpolat’ın yerine atanan ve dönemin yasa dışı İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Şahabettin Harput göreve gelir gelmez tesisi yeniden işletmeye açmıştır. Bursa’da çok sayıda kanunsuz işlem yapan Şehabettin Harput FETÖ davasından elleri ters kelepçelenerek tutuklanmış, halen tutuklu olarak yargılanmaktadır.

Bu arada yargı kararlarını uygulamayan Başbakan RTE, Bayındırlık Bakanı Zeki Ergezen, Büyükşehir Belediye başkanı, Gemlik Belediye Başkanı ve dönemin valileri Oğuz Kağan Köksal hakkında açılan tazminat davaları da tam bir yargı karmaşasına döner, sonunda özel af niteliğinde çıkarılan ve kişisel sorumlulukları kaldıran yasa ile davalılar kurtulur.

Bu davalar sırasında iç hukuk yolları tüketildiğinden AİHM (Avrupa insan Hakları Mahkemesi) yolu açılmış ve başvuru yapılmış, ancak henüz davanın görülmesine başlanmamıştır.

Yayınlanmayan ve Yayınlanan Gazete İlanları 

Cargill ile ilgili idari işlemleri iptal eden yargı kararları bir bir gelirken, tesis hiçbir yargı kararına aldırmayarak tamamlanmış ve deneme üretimlerinden sonra sıra törenle açılışa gelmiştir. 13 Eylül 2001’de yapılacak törene, Cargill’in yasa dışı kuruluşunda büyük “emeği” geçen dönemin Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz katılacaktır. Davayı yürüten Bursa Barosu ve meslek odalarını bu davalar sırasında Bursa’nın egemenleri terk etse de, geri kalanlar kararlıdır. Açılış töreninden önce törene katılacaklar için uyarı mektupları gönderilir. Bunun yanında gazetelerde yayınlanmak üzere bir ilan metni hazırlanır. İlanın başlığı şöyledir:

11 Eylül 1922 Bursa düşman işgalinden kurtuldu… 79 yıl sonra 13 Eylül 2001 Orhangazi-İznik kuşatma altında! Ne değişti?” 11 Eylül Bursa’nın kurtuluş tarihi, 12 Eylül Orhangazi ve İznik’in kurtuluş tarihidir. 79 yıl sonra 13 Eylül tarihinde kurtuluşa ekonomik “yanıt” gelmektedir. Ne acıdır ki ülkemizdeki “özgür” basın bu ilanı basamaz.

İlanın çıkacağı günün gece yarısı ilgili reklam firması meslek odaları temsilcilerini telefonla arayarak böyle bir ilanı basamayacaklarını bildirirler. O sırada Türkiye büyük bir ekonomik krizdedir ve gazeteler ilan gelirine muhtaçtır. İlan bir tek Cumhuriyet gazetesinde yayınlanır. İlginçtir, ilanın gazetede çıkması gereken 11 Eylül günü ABD’de İkiz Kuleler provokasyonu gerçekleşir ve açılış töreni iptal edilir.

Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü, ders kitabında Cargill şirketinin basın üzerindeki lobi faaliyetini başarılı bir halkla ilişkiler çalışmasına örnek olarak gösterilmiştir. 17 yıl önce gazetelerde Cargill’in tüm yasaları hiçe sayan kuruluşunu dava edenlerin ilanı parası ile yayınlanamazken, günümüzde, arkasında Cargill olan NÜD ilanı tüm gazetelerde tam sayfa yayınlanabilmektedir. (AS: Milli Gazete basmadı!)

Cargill’in İlanı ve Gerçekler…

Cargill’in de içinde bulunduğu  NÜD gurubu, ilanı, bu kadar parayı gerçekleri anlatmak için mi çarpıtmak için mi ödedi?

İlanda büyük parantez içine alınarak vurgu yapılan ilk çarpıtma şöyle: “Mısırdan elde edilen şeker esas olarak glukoz ve fruktozdan oluşmaktadır. Pancardan elde edilen şeker olan sakkarozun yapı taşı da glukoz ve fruktozdur. Her iki şeker de yaklaşık olarak aynı oranda glukoz ve fruktoz ihtiva eder.” Bu söz on yıllardır bütün dünyadaki gerçek bilim adamlarının çalışmalarını bir cümle ile karalarken tabiplerin yıllardır şeker hastaları üzerinde yaptığı çalışmaları da yok saymaktadır. Kimyasal bir işlemle nişastadan elde edilen HFCS-42 ve HFCS-55 adlı ürünler vücudun insülin salgısı dengesini bozduğu için tokluk hissi yaratmadığı ve obezite yanında karaciğer yağlanmasına, şeker hastalığına da yol açtığı artık kesinleşmiştir.

İlanda NBŞ insanların keyif için kullandığı tütün ve tütün ürünleri ile karşılaştırılmakta şekerin temel bir gıda maddesi olduğu unutturulmaktadır. Öte yandan, sigara paketlerinin özerinde “sağlığa zararlı” hatta “öldürür” ibarelerinin yazılı olduğu, NBŞ kullanan ürünlerin üzerinde tehlikelerin yazılmadığı unutulmaktadır. Yine aynı ilanda GDO’lu ürünlerin yarattığı hastalıklardan söz etmeksizin Dünya Sağlık Örgütü, Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi, Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi, Uluslar arası Kanser Araştırmaları Merkezi gibi kuruluşların adı anılmakta, bu kuruluşların yapısının nasıl oluşturulduğu gerçeği gizlendiği gibi araştırılan konularla ilgili ülkemizde ve öbür gelişmiş ülkelerde yapılan araştırmalardan hiç söz edilmemektedir.

İnsanın evrimi ile bitkisel ve öbür gıdaların evrimi yüz binlerce yıl koşut (paralel) olarak yürümekte, insanların sindirim, dolaşım ve bağışıklık sistemleri binlerce yıl içinde gıdalardaki gelişime koşut olarak gelişmektedir. Son 40 yıl içinde gelişen genetik bilimi daha çok kâr, daha çok ürün için bitki ve öteki canlıların yapılarını birkaç yılda değiştirerek bütün dünyaya dayatma yolu ile ve aldatıcı ambalajlarla pazarlamaktadır. İnsan vücudu bu türden yeni gıdalara uyum sağlayamadığı için kanser başta olmak üzere bilinmeyen hastalıklara yol açmaktadır. Gerçek bilim insanlarının on yıllardır insanlığı bekleyen bu yeni tehlike konusundaki uyarıları yok sayılmaktadır. Bu konuda geçtiğimiz günlerde bir ABD televizyon kanalı olan Bloomberg TV kanalında Tarım Editörü İrfan Donat imzası ile çıkan ve Sağlık Bakanlığının 12 Uzmanı tarafından hazırlandığı belirtilen rapor dikkat çekicidir.

Bu Kadar Çarpıtma Ancak Paralı İlan İle Olur…

İlanın devam eden bölümünde “Dünyanın hiçbir ülkesinde mısır şekeri üretimi veya satışı sınırlandırılmamış olup tamamen serbesttir.” dendikten sonra, “söz konusu ürüne kota uygulayan tek ülke Türkiye’dir” denmektedir. İlancılar Türkiye’de pancar üreticisi köylülerin kendi ülkelerinde pancar üretiminin kotaya bağlandığını görmezden gelip bir yabancı şirketin sağlığa zararlı ürününün bütün dünyada olduğu gibi kotaya bağlanmasından yakınmaktadır. Cargil’ giller Türkiye’de 20 yıl önce sayıları 500 bin olan şeker pancarı üretici ailelerinin sayısının 105 bine indirildiğini görmezden gelmektedir. Öte yandan bu ilana karşı, ertesi gün Anadolu Nişasta ve Glikoz Sanayicileri Derneğinin Cargill’i hedef alarak kendi aralarında yaptıkları adaletsiz kota dağıtımını eleştiren açıklaması da dikkat çekicidir.

Dünyada NBŞ için tek kota uygulayan ülke yalanına gelince; Ülkemizde NBŞ üretimi toplam şeker üretiminin %15’i olarak dünyada en üst sınırla belirlenmiştir. ABD’de bu kota yakın zamanda %10 oranından %2 oranına indirilmiştir. 23 Avrupa ülkesinin toplamında ortalama şeker üretimi, içinde NBŞ kotası ortalaması %5.3 olurken; Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İsveç, Litvanya, Portekiz, Romanya ve Yunanistan’da bu kota sıfırdır. Yani 23 ülkeden 11 tanesinde yasaktır. Almanya’da ise %0.5 olarak sınırlanmıştır.
(AS: % 1,7)

GDO’lu Mısır İthalatı Yasak mı?        

Söz konusu ilanda bilinen yazılışı ile GDO kullanılmazken “genetiği değiştirilmiş ürün” tanımı kullanılmakta ve bu ürünleri yetiştirmenin ve ithal etmenin yasak olduğu söylenmekte olup ülkemize GDO içeren ürünlerin girişinin yasak olduğu mevzuatta da yer almaktadır. Buna karşılık 2009 yılında çıkarılan bir yönetmelik Danıştay 10 ve 13. Dairelerinin ortak çalışması ile en önemli maddelerin yürürlüğü durdurulmuş ve iptal edilmiş (AS: Bu davayı TTB açmış, bilimsel gerekçeleri biz yazmış ve İstanbul Barosu Dergisinde yayınlamıştık..Ocak -Şubat 2010), bir anlamda kadük kalmış, buna karşın değişik adlar altında 32 çeşit GDO’lu ürün’ün ülkemize giriş yaptığı Greenpeace örgütü tarafından raporlanmıştır. Çok uluslu tarım şirketlerinin Güney Amerika ülkelerindeki devasa tarım plantasyonlarında en çok üretilen soya ve mısır ülkemize en çok ithal edilen tarım ürünlerinin başında gelmektedir. Halkımız yeterince aldatılmıştır.

Halkımız şeker fabrikalarının özelleştirmesi adı altındaki bu tuzağı görmüş ve pancar tarımının, şeker üretiminin, besiciliğin ve sektörde çalışan binlerce ailenin başına gelecekleri anlamış, bunun yanında pancar şekerinin yerini alacak olan NBŞ ürününden gelecek sağlık risklerini de öğrenmiştir. Bu nedenle ülkemizin ekonomik kaleleri olan şeker fabrikalarının özelleştirilerek büyük bir yıkıma izin vermeyecektir. Bu amaçla ADD imza kampanyasını sürdürecek, bu olayın peşini bırakmayarak gerçekleri paylaşacaktır. (13.03.2018)
==============================================
Dostlar,

Dostumuz, yurtsever aydın, savaşım insanı (mücadele adamı) Sayın Lütfü Kırayoğlu’nu bu çok değerli yazısı için gönülden kutluyoruz..

Yazı içinde bir – iki yerde ayraç içinde notlar düştük.. Burada yinelemeyelim.

Yeniçağ, Milli Gazete ve Cumhuriyet gazetesi halkı yanıltıcı bu ilana sayfalarında yer ayırmazken, NÜD’ün ilanını yandaş gazeteler başta olmak üzere hemen hemen tüm gazeteler yayınladı.. NBŞ lobisinden ‘Nişasta şekerini’ aklama girişimi bu.

Ulusumuz, kendini halkını feda ederek gözü kara biçimde emperyalist iktidarların çıkarlarına hizmet eden siyasal kadroları artık görmekte ve bilmektedir. Gereğini yapacaktır.

Sevgi ve saygı ile. 20 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Elektirik kesintisi Sabotaj !…


Sabotaj !…

portresi

Lütfü Kırayoğlu 
Elektirik Mühendisi
ADD GYK Üyesi

 

Ülkemiz 31 Mart 2015 Salı günü karanlığa büründü.
Ekonominin yanında sosyal ve siyasal yaşam durdu.
Fabrikalar, hastaneler, trenler, asansörler, okullar, bankalar, çarşılar çalışmadı. Buzhanelerdeki meyvelerin, etlerin bozulma tehlikesi belirdi.
Haberleşme sistemi aksadı. Aklınıza gelebilecek her alanda yaşam felce uğradı.

Uğranan ekonomik kaybın haddi-hesabı yok. Doğrudan zararlar dışında, etkileri
daha sonra ortaya çıkacak dolaylı zararlar hiç hesap edilemeyecek. Kaçırılan uçaklar, yapılamayan ameliyatlar, yetiştirilemeyen ya da iptal edilen siparişler, tıkanan trafikte boşa harcanan zaman ve yakılan akaryakıt. Karaborsa satılan yedek aydınlatma gereçleri vb… Hepsi zarar hanesinde.

Bu çapta bir kaos bugüne dek Dünyanın hiçbir ülkesinde görülmedi.

Bu düpedüz bir sabotajdır.

Sabotaj illa ki bir üretim aracını bir kişinin kasıtlı olarak tahrip etmesiyle yapılmaz.
Yıllar süren “düşünsel sabotajın” 31 Mart 2015 tarihinde ortaya çıkmasıdır.
12 Eylül döneminde başlayan özel-leş-tirme masallarının
AKP döneminde hayata geçirilmesi ile sabotaj gerçekleşmiştir.

Elektrik enerjisi doğası gereği üretildiği anda tüketilmesi gereken bir üründür.
Bu nedenle tek elden ve kamu tarafından yönetilmelidir. Kamusal bir hizmettir;
piyasa malı olamaz. Yüzlerce üretim tesisinden hangisinin ne zaman devreye gireceği,
ya da ne zaman devreden çıkarılacağı tek elden yönetilmelidir. Bu işlemlerden herhangi birinin aksaması halinde sistem iskambilden bir şato gibi bir anda çöker;
moda deyimiyle domino etkisi yaratılır.

Özelleştirmeler sonrası üretim tesislerini ellerinde tutan enerji patronları,
sebze haline domates getiren kabzımallar gibi mal girişini kısarak,
domates fiyatlarını yükselten karaborsacılar gibi davranmışlardır.
Bu çapta olmasa bile bu kesinti ilk değildir.
1 Temmuz 2006’da bir kez daha yaşanmış ve o zaman da Batı Anadolu’nun büyük bir kısmı karanlığa gömülmüştür. O dönemde de işbaşında olan AKP iktidarı bu olaydan
ders çıkartacağına, özelleştirmeyi hızlandırmış enerji üretim ve dağıtım tesisleri havuzculara, “milletin a…na koyan” patronlara teslim edilmiştir.

Dokuz yıl önceki kesintiden sonra enerji patronları “yaptık, yine yaparız” diyebilmişlerdir. O dönemde çöken sistemi, saatler sonra Muğla’da bulunan 3 santral ayağa kaldırmıştı.
Ne yazık ki, işçilerin büyük direnişine karşın, Yatağan başta olmak üzere
o 3 santral de satılmıştır.

Büyük kesinti ile ilgili tam bir “yalan rüzgârı” estirilmiş, birbirini tutmayan açıklamalarla kamuoyu yanıltılmış, verilen bilgilerin hiçbiri tek başına olayı açıklamaya yetmemiştir. Bağımsız kuruluşlar nedeni açıklasa bile iktidarın bu olayın nedenini açıklamaya
gücü yetmeyecektir.

Olay tam bir şalter indirmedir.

Sendikalar ve Toplu İş Yasası enerji üretim ve dağıtımında her türlü grev ve lokavtı,
yani şalter indirmeyi yasaklamasına karşın enerji patronları şalter indirmiş ve
yüksek kapasiteli bir tesisin üretimden çıkması ile kriz yönetilemeyerek
içinden çıkılmaz bir hal almıştır.

Özelleştirme politikaları nedeni ile bir kısmı istifa ve transferler nedeniyle,
bir kısmı görevden alma ve emeklilik nedeniyle görevlerinden uzaklaştırılan deneyimli kadroların olmayışı, krizin daha da büyümesine ve 12 saate ulaşan kesintilere
neden olmuştur.

Özelleştirmeler başlarken “karanlıkta kalırsınız, haberleşemezsiniz” uyarıları da
gerçek oldu. Kesinti uzayınca bir süre sonra baz istasyonlarındaki akü desteği tükendi
ve cep telefonları ile görüşmeler de aksadı.

Enerji üretimindeki piyasacı yöntem bu türden yeni olaylara gebedir.

Derhal kamulaştırmaya dönülmelidir.

Ne var ki gerek bakım ve yeni yatırımlar açısından, gerekse yetişmiş teknik eleman açısından o hasar o kadar büyüktür ki, bu an bile yanlıştan dönülse sistemin yeniden oturabilmesi yıllar alacaktır.

Özelleştirme yasaları çıkarılırken “son sosyalist devleti yıktık” deyip şampanya patlatanlar ve onların ardılları, sonuçta birkaç saniye içinde ekonomiyi çökertmişlerdir.
İktidarları da çöken ekonominin altında kalacaktır.

======================================

Dostlar,

ADD GYK üyesi dostumuz Sayın Lütfü Kırayoğlu’nun nefis yazısını aydınlanarak paylaştık.. Kendisine teşekkür eder ve önerilerine katılırken;

AKP iktidarının becerisksizliklerinin ağır bir örneğini ve ülkemize yaşattığı sefaleti izliyoruz.. Bu kadrolardan bir an önce kurtulmadıkça daha ağır faturalar bizleri bekliyor
ne yazık ki..

Sevgi ve saygı ile.
01.04.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Soma’da Hepsi Yalan…


Soma’da Hepsi Yalan…

portresi

Lütfü KIRAYOĞLU

Büyük bir acı…
Büyük bir felâket…
Ancak doğal bir felâket değil. Deprem değil. Meteor düşmedi. Sel basmadı.
Felâketi kendi ellerimizle hazırladık. Gerçeği büyük yalanlarla süsledik.
Ölüm kadar gerçek bir olayı yalanla gizledik.
Bugüne dek hiçbir acı gerçeği bu denli çok yalanla süslemedik.

Ülkenin en modern ve iş güvenliğinin en yüksek maden işletmesi olduğu YALAN.
Trafo patlaması YALAN.
Ölü sayısı YALAN:
Maden içinde 500 kişiyi saatlerce yaşamda tutacak yaşam alanlarının varlığı YALAN.
Gaz maskeleri YALAN.
Denetimlerin sıklıkla yapıldığı ve her şeyin düzenli olduğu YALAN.
İçeriden sağ olarak çıkarıldığı izlenimi verilmiş ve yüzüne oksijen maskesi takılmış işçilerin yaşamda olduğu YALAN.
Madene giriş için asansör olduğu YALAN.
Madene giren işçi sayısı YALAN.
Kart basan işçi sayısı YALAN.
Baret alan insan sayısı YALAN.
Yedek kaçış tünellerinin olduğu YALAN.
Özel şirketin işletmeyi kaç yıldır sürdürdüğü YALAN.
Şirketin çalıştırdığı işçi sayısı YALAN.
Havalandırma bacalarının çalıştığı YALAN.
İstanbul’un en yüksek 2. gökdelenini inşa eden şirketin bütün kazancını
madeni modernleştirmek için harcadığı YALAN.
Soma madenlerindeki kazaları araştırmak için verilen önerge için yapılan konuşmada Soma adının hiç geçmediği YALAN.
Dünyanın başka ülkelerinde bugün de maden kazalarında çok sayıda insanın öldüğü YALAN.
Sorulan sorular karşısında alınan yanıtların neredeyse hepsi YALAN.

*****
Bu denli yalan arasında söylenen birkaç gerçek varsa, ona da inanacak kimse yok.
Kazanın birinci nedeninin özelleştirme olduğu…
Kömürün insan yaşamından daha önemli olduğu…
Protesto edilen Başbakanın bu nedenle duyduğu acının ölenlerin yakınlarından
daha büyük olduğu…

Başbakanın insanları tokatladığı…

Başbakanın yakın çalışma arkadaşlarının yerde dayak yemekte olan vatandaşı tekmelediği…
Başbakanın korumalarının Somalıların pestilini çıkardığı…

Tomalıların Somalılara basınçlı su ve gaz sıktığı…

Madende daha çok sayıda işçi olduğu ve sayısının gizlendiği…

Bu olayın tek sorumlusunun AKP iktidarı olduğu ise GERÇEK.

İşte bu koşullar altında AKP iktidarından kurtulmamız gerektiği de
kaçınılmaz bir GERÇEK. (www.add.org.tr)

Soma Kömürünün Fiyatı


Soma Kömürünün Fiyatı

portresi

 

Lütfü Kırayoğlu                              

 

 

 

Soma’da insan yaşamının değeri belli oldu. Ölen işçilerin ailelerine 1000 TL…

Sorarsanız sadaka veriyorlar. Oysa, iş kazası sonucu ölen işçilere zorunlu olarak bağlamaları gereken ölüm aylığı bu kadar. Sadaka vermiş gibi ortalıkta dolananlar tazminat davası açmamaları için acı içindeki ailelerin elinden imza almaya çalışıyor.

Peki, 301 işçinin yaşamından daha değerli olduğu belli olan Soma kömürünün fiyatı ne?

Soma kömürü öyle piyasada bulunmayan, fiyatı herkes tarafından bilinmeyen,
bulunmaz Hint kumaşı değil. Vatandaşın, para bulabildiğinde kullandığı
oldukça kaliteli bir kömür.

Özelleştirmeleri savunanların açıklamalarından öğreniyoruz ki, Soma kömürünün
ton fiyatı 23.80 ABD Doları imiş. Yani bugünkü kur ile kabaca 50 TL.
Özelleştirmeyi hoş göstermek isteyenler, kömür ocakları kamunun elinde iken
kömürün ton başına fiyatının 120-130 ABD Doları olduğunu söylüyorlar.
Bunlara bakarsanız kömürün fiyatı ucuzlamış.
Vatandaş da kömürü çok daha ucuza alıyor!

Soma kömürünün büyük kentlerdeki fiyatı değişken. Açık ya da torbada olmasına göre ve torbanın biçimine göre ton başına 1000 TL’ye dek satıldığı yerler var.

Aynı Soma kömürü rekabetin olduğu kömür diyarı Yatağan’da kaç liradan satılıyor? (Yatağan kömürü ile Soma kömürünü nitelik yönünden karşılaştırmıyoruz)

Yaz dönemine girdiğimiz için önümüzdeki kış Soma kömürünün Yatağan’da kaç liradan satılacağını şimdiden kestiremiyoruz. Ancak Soma kömürü, geçirdiğimiz kış,
tonu 480 TL’den satıldı. Yani maliyetinin 9,5 katı bir fiyatla…

Tıpkı domatesin, portakalın, karpuzun tarla fiyatı ile pazar fiyatı arasındaki uçurum gibi. Oysa söylenen yalanlara bakarsanız kömür ocakları özelleşince Soma kömürü ucuzlamış. Aynı Soma kömürü, ocaklar kamunun elinde iken yaklaşık 200 TL gibi bir fiyatla satılıyordu.

Ocaklar özelleştirilince ucuzlayan yalnızca işçinin yaşamı. Vatandaşın satın aldığı kömür pahalanırken, işçinin cebine giren azalmış, kömürü kullanan vatandaşın cebinden çıkan çoğalmış ve bu para özel firmaların kasasına girmiş.

Hal böyle olunca da vatandaş, niteliği ve kalorisi daha düşük olduğu halde,
4 kat kazıklanmamak için Yatağan kömürünü kullanmayı tercih ediyor.
Böyle yaparak kendi kesesine katkıda bulunurken, hava kirliliğinin artmasına da katkıda bulunuyor. Böylece bir kez daha kömür, insan yaşamından daha değerli duruma geliyor.

Tıpkı ölüm ocaklarındaki gibi. Tek fark hava kirliliğinden daha yavaş ölünüyor.
Hava kirliliğinden ölmemek için de çare olarak doğalgaza sarılıyoruz.
(www.add,org.tr, 20.5.14)

42 Yıllık Utanç


42 Yıllık Utanç

portresi

Lütfü Kırayoğlu

Türkiye 42 yıldır her 6 Mayıs günü aynı utancı yaşıyor.
Bu yetmezmiş gibi her yeni gününe yüz yıllar sürecek yeni utançlar ekliyor.

Her 6 Mayısta başımız öne eğik, içimizde kabaran ve giderek büyüyen öfkemizle,
utancımızla darağacına gönderdiğimiz 3 fidanı anıyoruz.

Bu, hepimizin utancı. Sadece 3 fidanı darağacına gönderenlerin değil, o günlerde yetişkin olup sesini çıkarmayan, çıkaramayanların, bir şeyler yapmaya çalışsa bile başaramayanların, sessizce izleyenlerin utancı.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam sehpasına gönderilirken ağır sıkıyönetim koşulları altındaydık. Herkes baskı altındaydı. Yine de bir şeyler,
daha çok şey yapılabilirdi. Milyonlarca insan öfkesini yüreğine gömmekle yetindi.

O karanlık günde 20 yaşında bir öğrenci önderi olarak boykotlar yapabilmiş olmayı yeterli saydık. Gencecik insanlar başı dik idam sehpasına yürürken sadece boykot yapmak yeterli miydi? Elimizden daha fazlası gelemez miydi?

Bu büyük utanç sadece o gün hayatta olanların utancı değil. Daha sonra dünyaya gelen ve gelecek olan kuşakların da utancı. Yüz yıllar sonra başka diyarların insanları bizi henüz 20’li yaşlardaki gençlerini idam sehpasına göndermiş bir ülkenin yurttaşları olarak anımsayacak.

Bugün ülkemiz alnına sürülmeye çalışılan “soykırımcı” damgasını silmek için uğraş veriyor. Bu haksız damgayı silmek için en çok çalışanlar Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına da en çok karşı çıkanlar. Ne yazık ki bu idamlar ve daha sonra işlenen cinayetler, bize “soykırımcı” damgası vurmaya çalışanların elini kuvvetlendirmeye yarıyor.

42 yıllık bu utanç yetmezmiş gibi daha sonra 17 yaşında gençleri idam edebilmek için yaşını büyüttük. “Asmayalım da besleyelim mi?” gibi veciz sözleri söyleyenleri baş tacı ettik. Bunlar yetmedi. Cumhuriyetin devrimci aydınlarını hain kurşunlarla, bombalı paketlerle yok ettik. Arabasına koyduğumuz bombalarla paramparça ettiğimiz gövdelerini “karlı” sokaklardan faraş ve çalı süpürgesi ile topladık.

Öldüremediklerimizi cezaevlerinde çürüttük. Onur intiharlarına sürükledik. Bileğini bükemediğimiz devrimci subaylarımızın al bayrağa sarılı tabutları önünde boynumuz eğik saygı duruşuna geçtik.

Gaz fişekleri ile sopalarla polis kurşunları ile gencecik insanları, oyun çocuklarını ölüme gönderdik.

Evinde ayakkabı kutularında para, yatak odalarında para kasası ve para sayma makinesi ile yakalananları baş tacı ederken, evinde kitap yakalananları gazetelerin birinci sayfalarında teşhir ettik.

Koskocaman İçişleri Bakanı bürokratlara kadın hediye eden rüşvetçinin önüne yatmaktan utanmadı. Genç yaşında darağacına gönderdiğimiz 3 fidan, ABD 6. Filosunun aç askerlerine iktidarın sunduğu kadınların yaşadığı genelev duvarlarının badana edilmesini onur sorunu yaptı. 46 yıl önce İzmir rıhtımında denize döktüğümüz askerleri bu kez 3 fidan ve arkadaşları Dolmabahçe rıhtımında denize döktüler. Bize akıl öğretmeye gelen CIA temsilcilerinin uçağını indirmemek için havaalanı pistini işgal edebildiler. ODTÜ’ye “akıl vermeye” geldiklerinde arabasını yakarak uğurladılar.

Onlar bize yüzyıllar sürecek utançlar yaşatmamak için gözlerini kırpmadan ölüme yürüdüler.

42 yıldır süren bu utanç asırlar geçse de bitmez.

Yeni utançlar istemiyoruz.

Darağacındaki fidanlar “bayrak” oldu.

Artık “fidanlar” orman olsun.

İşsizlik ve Parti Üyeliği


Dostlar,

Halen ADD GYK Üyesi, bizim ADD Genel Başkan Yrd. olduğumuz dönemde (2004-6)
Bursa Şubesi başkanı dava arkadaşımız Sn. Lütfü Kırayoğlu’nun aşağıdaki yazısı
ufuk açıcı..

Türkiye’nin kaprisli bir barometreden farksız kılınan gündeminde kimi yazılar yitip gidiyor. Biz de bu erimeye karşı koymak üzere biraz geciktirerek kimi yazıları
daha sonra veriyoruz. Güncelliği sürüyor bu tür yazıların hiç kuşku yok.

Sn. Kırayoğlu aşağıdaki makalesinde kısa bir kuramsal irdeleme ile siyasal parti üyeliği işle işsizlik arasındaki ilişkiye dikkay çekerek bilimsel araştırmalara konu edilmesi gereğini vurguladıktan sonra AKP – işsizlik ve bu partinin üye profiline dikkat çekiyor.

Öne çıkardığımız paragraf şöyle :

  • AKP iktidarının 12 yıl içinde yaptığı en önemli iş;
    yoksulluğu, işsizliği ve çaresizliği yönetmek olmuştur.
    Son seçimlerde çok sayıda işsiz gencin iş bulma vaadi ile
    seçim kampanyasında boğaz tokluğuna çalıştırıldığını herkes bilmektedir.

Sevgi ve saygı ile.
4 Mayıs 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================

İşsizlik ve Parti Üyeliği

portresi
Lütfü Kırayoğlu
28.04.2014, www.add.org.tr
İşsizlik ile parti üyeliği arasında hangi ilişki vardır?

 

Sosyo-ekonomik ilişkilerin sağlıklı geliştiği ülkelerde anlaşılabilir bir ilişki kurmak olasıdır. Örneğin işsizliğin arttığı bir ülkede işsiz insanların muhalefet partilerine yönelmesi son derece doğaldır. Bu yöneliş parti üyeliği biçiminde gelişme gösterirse buna şaşırmamak gerekir.

Tersine, işsizliğin azaldığı dönemlerde iş bulanların iktidar partisine sempatilerinin artması, bu sempatinin parti üyeliğine dönüşmesi de son derece doğaldır.

Bizim gibi bütün ilişkilerin ters ve anlaşılmaz olduğu, demokratik kuralların işlemediği ve kuralsızlığın kural haline geldiği ülkelerde işsizlik ile parti üyeliği arasında ne tür bir ilişki vardır?

Her konuda olduğu gibi bu konuda da bütün dünyayı şaşırtacak bir ilişki bilim adamları için esaslı bir araştırma konusu olmalıdır.

İktidara gelişinin üzerinden yaklaşık 12 yıl geçen bir siyasal partinin üye sayısının hızla yükselmesi, partinin yeni üyelerinin işsiz gençlerden oluşması, üstelik bu gençlerin diplomalı ve nitelikli bir iş gücünü oluşturması şaşırtıcı bir gelişmedir. Şaşırtıcı olan işsiz gençlerin salt kendilerinin değil, ailelerinin de iktidar partisine üye olma yarışı içine girmeleridir.

İktidar partisinin üye sayısının ana muhalefet partisinin üye sayısının 8,5 katı olması
sosyologları şaşkına çevirecek cinstendir. Eğer herhangi bir bilim insanı bu şaşırtıcı konu üzerinde araştırma yapmadıysa, ülkemizde üniversitelerin ve bilim kuruluşların içinde bulunduğu içler acısı durum da gözden geçirilmelidir.

Bir başka ilginç nokta ise iktidar partisine üye olanlar ile oy verenler arasındaki çarpık ilişkidir. İktidar partisine oy veren her 2.4 kişiden birinin partiye üye olması dünyanın hiçbir ülkesinde karşılaşılabilecek bir durum değildir.

2013 yılı sonunda açıklanan parti üyeleri araştırmasına göre AKP’ye üye olanların sayısı 8 083 665 ’tir. Bu partinin 3 ay sonra yapılan yerel seçimlerde aldığı oy sayısının 19 milyon 830 bin olduğu dikkate alınırsa AKP’ye oy veren 2.4 kişiden 1’inin partiye üye olduğu görülebilir. Oysa aynı seçimlerde 12 861 000 oy alan CHP’nin üye sayısı 973 363; 7 103 000 oy alan MHP’nin üye sayısı 364 475’tir. Yani CHP’ye oy veren her 13 kişiden biri parti üyesi iken, MHP’ye oy veren her 19 kişiden yaklaşık biri   parti üyesidir.

Bu tabloyu nasıl açıklayabiliriz? Elbette işsizlik rakamları ile…

Bugün ülkemizde artık iş bulabilmenin yolu iktidar partisine üyelikten geçmektedir.
AKP üyesi olmayan birinin yalnızca devlet kapısında değil, özel sektörde, hatta ister özel sektöre çalışsın, ister kamu sektörüne çalışsın, taşeron firmalarda bile iş bulabilmesi hayaldir.

Ülkemizde işsizlik oranı AKP iktidarında sürekli artmaktadır.
Zaman zaman gerçekler gizlense, işsizlik oranı sabit tutulmaya çalışılsa bile,
genç nüfus hızla arttığından, işsiz sayısı buna bağlı olarak artmaktadır.

Çarpıtılmış ve gizlenen rakamlara göre 2013 yılı için işsizlik oranı %9.7 olarak gerçekleşmiş, işsiz sayısı geçen yıl 229 bin kişi artarak 2 milyon 747 bin kişiye yükselmiştir (Gizli işsizler, iş bulma umudunu yitirip iş aramaktan vazgeçenler, ev kadını kategorisine sokulanlar bu sayıya dahil değildir..). Yine geçen yıl 703 bin kişinin işe yerleştirildiği düşünülürse, yalnızca 1 yılda 932 bin kişi için iş istemi olduğu görülebilir. Bu denli insanın büyük bölümünün yolu, iş bulabilmek umudu ile iktidar partisinden geçmektedir. Hem de aileleri ile birlikte… (İktidar partisine üye olanların sayısı,
işsiz sayısının 3 katıdır!)

Elbette AKP üyelerinin tümü işsizler ordusundan oluşmamaktadır. Bu sayı içinde
ilk günden beri parti üyesi olanlar ile istenci dışında ve çeşitli “sahteciliklerle” parti üyesi yapılanlar olduğu söylense bile, üye artışındaki en önemli etkenin işsizlik olduğu artık gizlenemez bir gerçektir.

  • AKP iktidarının 12 yıl içinde yaptığı en önemli iş;
    yoksulluğu, işsizliği ve çaresizliği yönetmek olmuştur.
    Son seçimlerde çok sayıda işsiz gencin iş bulma vaadi ile
    seçim kampanyasında boğaz tokluğuna çalıştırıldığını herkes bilmektedir.

İş olanakları adeta partinin babasının malı gibi kullanılmakta, kimi aileler yıllardır bağlı oldukları, oy verdikleri partilerinden çocuklarının geleceği adına kopmaktadırlar.

Ayrıntılı bir araştırma sonucu, işsizlerin ve iktidar partisi üyelerinin ad listelerinin karşılaştırılması ile gerçek ortaya çıkacaktır.

Bu araştırmanın yapılmamış olmasına karşın, halkımız yakın çevresinden gerçeği bilmektedir.

Bu çarpık rakamların ters yüz olması ile iktidarın tepe takla olması eşzamanlı olacaktır.

Hesaplaşma…


HESAPLAŞMA…

portresi

Lütfü Kırayoğlu 

Sizler bu satırları okuduğunuzda seçim sonuçları alınmış olacak. Kimileri sevinç içinde, kimileri de kederli olacak. Sevinenlerin kaçı bu sonucu gerçekten hak etmiş olacak. Üzülenler, nerede hata yaptıklarının muhasebesini yapmaya hazır olacak mı?

Oysa bu satırlar yazılırken seçimin başlamasına bir gün var.
Seçim gecesinin ilerleyen saatlerinde on binlerce kişinin kendisiyle hesaplaşması başlayacak.
Kimler kendini gerçekten ifade edebildi?
Kimler partilerinin politikaları uğruna inançlarından farklı şeyler söyledi?

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mustafa Sarıgül’ün reklam filminde oynayıp “oyum Sarıgül’e” diye bağıran türbanlı kadınlara baktıktan sonra,
İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım’ın reklam filminde oynayan çağdaş giyimli kadınların “oyum Binali Yıldırım’a” demelerini şaşkınlıkla izlemediniz mi? O filmdeki kadınları görünce aklınıza başka bir fotoğraf düşmedi mi?
Hani şu Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım 2005 yılında bir yurt gezisinde Samsun’da ekibiyle birlikte bir masada yemek yerken türbanlı eşinin ayrı bir masada tek başına büzülmüş yemek yerkenki hali… Bu fotoğrafla Binali Yıldırım’ın reklam filmindeki kadınlar nasıl bir uyum gösteriyor?

Kimler günlük yaşamlarında selam bile vermeyeceği kişilere sarılıp yanaklarından öptü?Kimler seçilmek için gerçekten hazır idi? Yitirenlerden kaçı “acaba seçilmiş olsaydım
bu işin altından kalkabilir miydim?” sorusunu kendine soracak?
Kazananlar girdikleri yükün altından kalkabilecekler mi?

Aynı yerde yarışan adayların programlarından parti adlarını ve aday adlarını sildiğinizde partiler arasındaki farkı ayırabileceksiniz?
Böyle bir durumda oy verdiğiniz partinizi tanıyabilecek misiniz?

Seçilen başkanlardan kaçı eldeki teknik kadroyu yönetebilecek,
onları yönlendirebilecek eğitimi aldı?

Belediye meclislerine seçilenler arasından kaç kişi yerel yönetimler yasasını biliyor? Kaç kişi, yaşamının herhangi bir döneminde bir kez olsun bir Belediye Meclisi toplantısı izledi?

Komisyonlarda görev alacakların çalışacakları komisyonların yetki ve sorumlulukları hakkında  bilgisi ne? Örneğin İmar Komisyonlarında çalışacaklar içinde şehir plancılığı ya da en azından mimarlık eğitimi almış olanlar var mı?

Aldıkları sorumlulukların sunucunda başarısız olmaları durumunda faturanın
partilerine çıkacağı konusunda uyarıldılar mı?

Belediye Meclislerinde aldıkları kararların hukuksal sorumlulukları konusunda
eğitim aldılar mı?
Yapılan yanlışlıklar sonucu yargılanan binlerce Belediye Meclisi üyesinin
varlığından haberliler mi?

Saydam olmayı başarabilecekler mi?
Saydamlığın ilk adımı olarak siyasetin finansmanı konusunda hesap verebilecekler mi? Günümüzde adaylar eskiye göre çok daha büyük paralar harcıyorlar.
Muhtar adayları arasındaki yarışta bile inanılmaz paralar harcanırken normal koşullarda karşılığı gelmeyecek olan seçim harcamalarını mantıklı biçimde açıklamaları olası mı?

Bu hesaplaşmayı ister seçilsin, ister seçilmesin bütün adaylar yapmak zorunda.
Hem de önce kendi içindeki hesaplaşmasını yapmak zorunda.
Kendine karşı hesabını verebilenler halka karşı da verebilecektir.

Türkiye’nin bu döneminde görev üstlenenler yalnızca kendilerine karşı değil,
tarihe karşı da hesap vereceklerdir. (29.03.2014)

TÜRBANSIZ BACIMA SALDIRDILAR


TÜRBANSIZ BACIMA SALDIRDILAR

LÜTFÜ KIRAYOĞLU

Geçen yıl patlayan (AS: Haziran 2013) Gezi Parkı olaylarından sonra direnişi karalamak için büyük yalanlar söylendi. Bu yalanların çoğu iktidarın tepe noktalarından gelirken bu yalanlar yandaş basınla desteklendi.

Ortaya atılan en büyük iki iddia da balon çıktı.

İlk iddia “Camide içki içtiler” palavrası idi. Bu palavra hem görüntü kayıtlarıyla,
hem de caminin imam ve müezzininin kezlerce alınan ifadeleriyle yalanlandı.
Olayın acısı müezzinden çıkarılıp tayin edildi.

2. büyük palavra ise “Benim türbanlı bacıma saldırdılar” iddiası idi.
İddiaya göre AKP’li bir belediye başkanının (AS: İstanbul Bahçelievler) gelini
Kabataş’ta durakta beklerken belden yukarısı çıplak, başında bandana bulunan ve
elleri deri eldivenli 40-50 kişilik gurubun saldırısına uğramış. Saldırganlar kadını tartakladıktan sonra üzerine işemişler. Söz konusu kadın daha sonra “darp raporu” almış. “Darp raporu” almış ama, darp edildikten hemen sonra gece yarısı
RTE’yi havaalanında karşılamaya gidecek kadar da sağlammış.

Yapıldığı iddia edilen saldırının kamera görüntüleri olduğu söylendi. Polis bölgede geniş çaplı araştırmalar yaptı. O gün orada olduğu belirlenenler ile o gün cep telefonu
o bölgeden sinyal verenler sorgulandı. Kimse hakkında bir işlem yapılamadı.
Derken kısa süre önce söz konusu tarihte o duraktaki ve dolayındaki kamera görüntüleri ortaya çıktı. Ne saldırı vardı. Ne darp. Ne 50 tane belden yukarısı çıplak, bandanalı, deri eldivenli adam. Ne kadının üzerine işeyen…

Görüntülerde bebek arabasıyla durakta bekleyen türbanlı bir kadın ile önünden geçen insanlar vardı. Görüntülerde hiçbir anormallik yoktu. Bu görüntülerin ortaya çıkmasından sonra Başbakan görüntüleri yayınlayan TV kanalına ağır saldırılarda bulundu. İddialarında ısrar etti.

Tartışmalar devam ededursun, önceki Pazar günü (23 Mart) İstanbul Yenikapı’da yapılan AKP mitinginden sonra AKP’liler türbansız bir kadına saldırdılar.
Üstelik gazetecilerin gözü önünde. Saldırının görüntülerini almaya çalışan
gazeteciler de saldırıyı yapan gurubun hedefi oldu. Haber kısa sürede internet sayfalarında ön plana çıktıysa da yeni bir “alo Fatih” olayı yaşanmış olsa gerek ki,
haber kısa sürede kaldırıldı.

Türkiye’de türban üzerinden oyunlar sürüyor. Oysa ne AKP döneminde,
ne de daha önce hiçbir kadın türbanı ya da örtüsü nedeniyle saldırıya uğradı.
Ancak çağdaş giyimli pek çok kadın giyimi nedeniyle saldırıya uğradı.
Bu konuda fetva veren üniversite “hocaları” bile çıktı. Tecavüze uğrayan kadınların uğradığı saldırıyı giyimi nedeniyle mazur gösteren yargı kararları oldu.
Kısa kollu buluz ile üniversiteye gelen kızlarımızın kapıdan çevrildiğini gördük.

“Türban sorununu biz çözdük” diye ortalıkta gezinen parti liderlerine anımsatırız.

Siz kamuda çağdaş kadını tarihe gömmekle kalmadınız.
Türbansız kadının çağdaş yaşama özgürlüğünü elinden aldınız.