Etiket arşivi: Kürt açılımı

AKP’NİN ALEVİ AÇILIMI

Zeki Sarıhan
zekisarihan.com 8 Ekim 2022

Seçim yaklaştıkça, iktidarını devam ettirmek veya iktidarı ele almak isteyen siyasi güçlerin çeşitli toplum kesimlerine karşı “açılım”ları sürüyor. Son hamle AKP iktidarından Aleviler için yapıldı. Genellikle uzun süredir CHP’ye oy veren Alevi kitlesinin hiç değilse bir kısmının oylarını AKP’ye kazandırmak iktidarda kalmanın güvencesi olabilirdi…

AKP, Kürt açılımını ağzına burnuna bulaştırmış, Kürtleri AKP taraftarı yapamamış, Kürtler Erdoğan’ın başkanlığı için oy vermeyeceklerini açıklayınca masa devrilmiş, yeniden “güvenlik” politikasına dönülerek Kürtlerin kazandığı Belediyelere bile kayyum atanması yoluna gidilmişti. HDP’nin kapatılması için de açılan dava sürüyor.

  • “Ya beni desteklersin ya seni mahvederim” politikası.

SEÇİM YATIRIMI OLDUĞU AÇIKsemah.jpg

Ülkede yaşayan farklı dillerin ve inançların mensuplarını, o ülkenin asıl sahipleri haline getirmek için başta gelen koşul, insanların temel haklarına saygılı olmak, yani demokrat olmaktır. Din ve milliyet konusunda tarihsel saplantıları olanlardan “açılım” sözcüğünü duyduğumuzda bunun mevsimlik bir seçim yatırımı olduğunu anlamalıyız.

Hükümetin Alevilerle ilgili yeni uygulamalarında öne çıkan husus, Aleviliğin bir din veya mezhep olduğunu reddederek, onu “kültürel bir kurum” olarak kabul etmesi ve bu nedenle Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlamasıdır. Bazı Alevi çevreleri bu kararı “Hiç yoktan iyidir” diyerek olumlu karşılasalar da Alevi çoğunluğun bununla tatmin olmayacağı açık.

Herkes için başta gelen soru şudur:

  • Alevilik bir din, bir mezhep veya inanç sistemi midir, değil midir?
  • Cem evleri Alevilerin ibadet makamları mıdır, değil midir?

Türkiye’de toplumun Ortaçağ karanlığı içinde bulunan uç kesimlerindeki Müslümanlarını inançlarını temsil eden ve bunu devletin yapısına şırınga etmek isteyen Hükümet, Aleviliği bir inanç sistemi olarak değil, folklorik bir malzeme olarak görüyor. Türkiye’de nüfusları ne kadar olursa olsun bütün inanç sistemlerinin kurumları, temsilcileri, ibadethaneleri devletçe tanınmıştır ama Aleviler bunun dışındadır. Hükümete göre Sünnî tarikatlar makbuldür ve devletin her kademesinde görev alabilirler, hatta almalıdırlar ama Aleviler, böyle bir şanstan yoksundur.

TÜRK KÖYLÜ DİNİ

Hazreti Muhammed’in ölümünden sonra baş gösteren iktidar mücadelesinde saf dışı bırakılan Ali taraftarlarının yarattığı bu “Parti”, Irak üzerinden İran’a, oradan Türk topluluklarına yansımış, Selçuklu ve Osmanlı hâkim sınıflarına karşı bir köylü isyanının da simgesi olmuştur.

Burada Aleviliğin oluşumu ve inanç sistemi hakkında daha fazla bir şey söylemek istemiyorum. Çünkü Konu dallı budaklıdır ve her inanç tarihçisinin ve Alevinin bu konuda söyleyeceği farklı şeyler olabilir.

Şu kadarı ise herkesin kabul edeceği gerçeklerdendir:

  • Aleviler Allah-Muhammed-Ali çizgisine bağlı olmakla birlikte birçok konuda Sünni inanç sisteminden ayrılırlar.
  • Namaz kılmazlar,
  • Ramazan orucu tutmazlar.
  • Haclarını Kâbe’ye giderek değil, Kerbela’de yaparlar.
  • İbadetlerinin adı Cemdir ve bunu Cemevinde yaparlar.
  • İçki içmeyi günah saymazlar.
  • İbadetlerini Türkçe yaparlar.

İlk kanlı ayrışmadan sonra, Emevi yönetiminden alınan bir inanç mirasıyla Aleviler İslam dışı bir sapıklık olarak anlatılmıştır. Öyle ki bir Alevinin Müslüman olması için önce Hıristiyan olması gerektiğine inanılmaktadır! Alevilerin Cem ayinlerinin bir “mum söndü” rezaleti olduğu anlatılmıştır. Bu inanca göre Alevilerin kestikleri yenmez. Alevi’ye kız verilmez.

Konunun bam teli şuradadır                          :

Türkiye’yi yöneten İslamcılar, yüzyıllardır propaganda edilen bu görüşlere inanmaya devam ediyorlar mı, yoksa bu konuda görüşlerini değiştirmişler midir?

Değiştirmişlerse, okullardaki zorunlu din derslerinde neden Alevilerin inançlarına yer verilmez?

  • Bu konuda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2014’te Alevilere dinî ayrımcılık yapıldığı * kararının gereğini yapmazlar?

Dahası kör kör parmağım gözüne dercesine, Boğaz köprülerinden birine, Anadolu’da on binlerce Alevi’yi katleden “Yavuz Sultan Selim Köprüsü” adı verilir?

ÇÖZÜM DEMOKRASİDE

Aleviler, yüzyıllardır inançları nedeniyle bu ilkede kendilerini ikinci sınıf yurttaş olarak hissediyorlar. Bu kanıları ve bunları doğuran uygulamaları gidermek için anayasal ve hukuksal düzenlemeler yapmanın zamanı gelmiş de geçmektedir.

Alevilere Diyanet İşleri örgütü içinde yer vermek, Alevi dedelerini maaşa bağlamak, Cem evlerinin elektrik, su giderlerinin devlet tarafından karşılanması soruna çözüm olamaz.

Yapılacak iş;

  • Devletin inanç sistemlerinden elini çekmesi,
  • Devletin dinler arasında ayrım yapmaması,
  • Devasa bir ruhban sınıfını beslemekten vazgeçmesidir.

Bunu ancak demokrasinin ve insan haklarının kefili olan bir halk iktidarı gerçekleştirebilir.

Bırakın herkes istediğine inansın.
Devlet, din, mezhep ve tarikatlara çekidüzen vermekten vaz geçsin.
Zira bunun çıkmaz bir yol olduğunu Aleviler için acı olaylarla dolu tarihimiz gösteriyor.

Emre Kongar : Durdurulamayan çöküş

Durdurulamayan çöküş

ABD, AB, Gülen Cemaati, AKP, “Yetmez ama ‘Evet’çiler”: 
Beşli bir ittifak olarak yola çıktılar… Maske düşünce… AKP yalnız kaldı.
Öteki dört müttefik “Düşman” ilan edildi…
Sonra Keskin Sirke Sendromu devreye girdi… 
AKP içinde “Lider” ile “Parti” birbirine düştü!
***
Otoriterleşme sürecinin kaçınılmaz özelliğidir bu:
İktidar için, önce şeytanla bile ittifak edersiniz…
Sonra güçlendikçe, müttefiklerinizi şeytanlaştırırsınız…
En sonunda yapayalnız kalır, kendi kendinizi yemeye başlarsınız!
***
“Mağduruz” dediniz… Mağdur ettiniz!
“Ezildik” dediniz… Ezdiniz!
“Yoksuluz” dediniz… Saraylar inşa ettiniz!
“Üstü çıplaklar dövdü, görüntüyü bu Cuma yayınlayacağız” dediniz…
150 Cuma geçti hâlâ bekleniyor!
***
“Şam’da Emevi Camii’nde Cuma kılacağız” dediniz…
Süleyman Şah Türbesi’ni geri taşıdınız!
***
“Ne istediler de vermedik” dediniz…
Veren adamlarınızı korudunuz, muhalifleri ve sempatizanları içeri tıktınız!
***
“Milliyetçiliği ayaklar altına aldık” dediniz…
Milliyetçilik nutuklarıyla iktidarınızı güçlendirdiniz!
***
“Terör örgütüyle konuşuyor diyen şerefsizdir”, “Kürt Açılımı” dediniz…
Seçilmiş Kürtleri ve muhalifleri hapse attınız!
***
“Öfkeli gençler” dediniz…  Türkiye’yi kana bulayanları önleyemediniz!
***
“Adalet istiyoruz” dediniz… Yargıyı katlettiniz, on binlerce insanın Adalet için Ankara’dan İstanbul’a yürümesine yol açtınız!
***
“Medya özgürlüğü” dediniz… Medya mensuplarını hapse attınız!
“Demokrasi ve İnsan Hakları” dediniz…
Demokrasi ve İnsan Haklarını savunanları hain ilan ettiniz!
***
“Hedefimiz Avrupa Birliği’ne tam üyelik” dediniz…
Avrupa Birliği’ni düşman hedef yaptınız!
***
“ABD için model ülkeyiz, bizden habersiz Ortadoğu’da yaprak kıpırdamaz” dediniz… Sınırlarımızdaki oluşumlara bile müdahale edemediniz!
***
“Keskin Sirke Sendromu” böyle bir şeydir işte:
Şimdi Lider, Parti’ye “Metal Yorgunu” diyor…  Parti Lider’e, “Çok ileri gitti” diyor! Olan da halka oluyor! Bu süreci durdurmak için:
DİREN ADALET… DİREN CUMHURİYET!
DİREN DEMOKRATİK, LAİK VE SOSYAL HUKUK DEVLETİ…
================================
Dostlar,

Emre Kongar hocamızdan nefis bir irdeleme.. Biz de aşağıdaki irdelemeyi ekleyerek bu teze destek oluyoruz..

AKP’nin kurucularından Fırat:
Metal yorgunluğu değil çürüme var

AKP’nin kurucularından olan şimdi ise HDP’de siyasete davam eden Dengir Mir Mehmet Fırat, AKP’de yaşanan olayın metal yorgunluğu değil ‘çürüme’ olduğunu söyledi. Fırat, “Erdoğan çürümenin farkına vardı, kokuyu aldı. Bu bir tuzlama harekâtı. Şimdi tuz da kokuyor / koktu!

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayip Erdoğan’ın “metal yorgunluğu” olduğunu belirterek, parti teşkilatlarında yenilenmeye gireceklerini açıklamasına AKP’nin kurucularından olan, 2002-2008 arasında Teşkilattan Sorumlu Başkan Yardımcılığı yapan şimdi ise HDP’de siyasete davam eden Dengir Mir Mehmet Fırat’tan yanıt geldi. Dihaber’e konuşan Dengir Mir Mehmet Fırat, “Bu bir metal yorgunluğu değil, bir çürüme. Şimdi çürümeyi önlemeye çalışıyorlar. Genel Başkan Recep Tayip Erdoğan çürümenin farkına vardı, kokuyu aldı. Bu bir tuzlama harekâtı. Şimdi zor olan şey çürümeyi önlemek için kullandıkları tuz da kokuyor. O yüzden çürümeyi önlemeleri mümkün değil, bu çürüme devam edecek” dedi.

“AKP’nin tabanını oluşturan % 10’luk bir kesim AKP’nin yanında değil” diyen Fırat, sözlerini şöyle sürdürdü: “Başka partiye de gitmiyorlar, ortada duruyorlar, bu çok önemli bir miktar. İktidar olup olmama meseledir. Erdoğan hep onu söylüyor. Diyor ki; eskisi gibi %30-40 ile iktidar olmak mümkün değil, %50 +1 almak gerek diyor. Erdoğan yeniden bu kitleyi kazanmaya çalışıyor.”

Türkiye’deki kaotik ortamın derinleştiğini söyleyen Fırat, “Yargı denilen bir şey kalmadı, Meclis’te kürsü masumiyeti (AS: masuniyeti olacak..) kalktı.
En totaliter rejimlerde bile bu korunuyor ama son İç Tüzük değişikliği ile kürsü masuniyeti ve Meclis’in Meclis olma vasfı ortadan kaldırıldı. Yasama da Yürütmeye, daha doğrusu tek bir kişiye Türk usulü başkanlık adı altında bütün güçler tek bir kişiye bağlanmış durumda. Bunun adı demokrasi olamaz. Demokrasinin temel gereği güçler ayrılığı. Bu yüzden kaos giderek daha yoğunlaşacak, Türkiye içeride ve dışarıda büyük problemlerle karşı karşıya kalacak” dedi.

‘2019’u beklemeyecek’

Erken seçim ihtimalini de değerlendiren Fırat, “Ben 2019’u görmüyorum. 2019 öncesinde bir erken seçim olacağı kanısındayım” dedi. Fırat, erken seçimin tahmin edilenden daha erken 2017’nin sonlarında ya da 2018’in başlarında yapılabileceğini söyledi. Fırat, Erdoğan’ın ekonomik sıkıntılar derinleşmeden seçimi yapmak istediğini belirtti.
********
Dostlar,

15 yıllık tek başına AKP iktidarı sona yaklaşıyor.
Şimdi muhalafetin, akıllı stratejilerle gerçek bir muhalefet seçeneği ortaya koyması gerekiyor.. Hiçbir önemli hatta orta boy hata yapmadan…

Sevgi ve saygı ile. 25 Ağustos 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

IĞDIR BELEDİYESİNDE TAHRİK VE ANAYASAL SUÇ


IĞDIR BELEDİYESİNDE TAHRİK VE ANAYASAL SUÇ!

Igdir_Belediyesi_Kurtce_tabela

Kürt “AÇILIM“ı açıla saçıla geliyor..

Sosyoloji Profesörü Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay‘ı da yedi – yuttu..

Anayasa bile dinlemeden..
Kışkırtanlar bir yana, sessiz kalıp seyredenler de suça ortaktır.

Iğdır valiliği süs müdür orada??
Iğdır C. Başsavcılığı derhal harekete geçerek Anayasa suçunu durdurmaldır.
Mehmetçiğin seri katili Mahsum Korkmaz‘ın elinde suç aleti silahı ile
Lice’deki heykelinin indirilmesinde olduğu gibi..

Bu tür tahrikleri yapanlar Kürt yurttaşlarımıza hizmet etmiyor gerçekte
Tersine, varsa bir Kürt sorunu, iyice çıkmaza sokuyorlar.

1. derecede sorumluluk ülke ve vatanımızın bölünmez bütünlüğüne inanan
Kürt kardeşlerimizin ezici çoğunluğuna düşüyor..
Sorumsuz hatta kötü niyetli kimi yöneticilere bu bağlamda izin vermemeli,
bunları dışlamalılar.

“Tek vatan – tek bayrak – tek devlet – tek resmi dil”

bir arada yaşamamızın olmazsa olmaz 4 ana koşuludur.

Iğdır’lı aklı başında Kürt yurttaşlarımız hemen yarın sabah bu tabelayı indirmeliler..

Sevgi ve saygıyla.
11.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

ADD Genel Yönetim Kurulu Toplantı Sonuç Bildirgesi


ADD Genel Yönetim Kurulu Toplantı Sonuç Bildirgesi

23 – 24 Ekim 2013, Ankara

Bugünlerde, yapılan “açılım” ve ardından getirilen “demokratikleşme paketi” ile iki planın yaşama geçirilmesi düşünülmektedir :

1.  1923’te temeli Cumhuriyet ile atılan ulus devletin yıkılması,

2. Ulus devlet temelli Türkiye Cumhuriyetini ümmet devlete dönüştürmek.

Varolan anayasayı hiçe sayarak açıklamalar yapanlar, sözde demokratik girişimlerde bulunanlar, Cumhuriyete karşı örtülü bir darbe planı içindedir ve bunu yüksek mahkemelerin, Cumhuriyet savcılarının gözlerinin içine bakarak gerçekleştirmektedirler.

12 Eylül 2010 Referandumu ile eşitlik, insan hakları, memura toplu sözleşme hakkı gibi kamuoyunda tartıştırılan konular arasında; Anayasa mahkemesi.
Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda düzenlemeler
yapılmıştır.

  • Referandumun gerçek amacı yasama/yürütmenin yargıyı ele geçirebilmek için, öbür konuları maske olarak kullanmasıdır.

Referandum ile I. Aşama başarılı olmuş, yargı, iç içe olan yasama ve yürütme ile birleştirilerek, güçler birliğinin etkisiyle açılım ve demokratikleşme paketleri
ortaya atılmıştır. Ardından
Kürt açılımı, Roman açılımı, ana dilde eğitim,
bunların halka anlatılması (akiller!) gibi kavramlarla, demokratikleşme adına,
ulus devleti dağıtmanın zemini hazırlanmıştır.

Türk Ulusu’na “silahların bırakılması” olarak anlatılan açılım, tüm dünyanın
terör örgütü olarak kabul ettiği bir organizasyonla, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin masaya oturtulmasıdır.

  • Dünyanın hiçbir yerinde suç örgütleriyle, devletlerin, orantısız güçlerine karşın pazarlık yaptıkları görülmemiştir.

Subayları, öğretim üyeleri, gazetecileri, hukukçuları sözde, haksız gerekçelerle,
terör örgütü militanlarının gizli tanıklıklarıyla, değiştirilmiş, güncellenmiş sözde kanıtlarla hapsedilirken; küresel uyuşturucu, insan kaçakçılığı yapan, binlerce insan öldürmüş küresel bir suç örgütüne siyaseten taahhütte bulunulmuştur. %3 oy alana hazine yardımı yapılacağı vaadiyle, terör örgütünün hem siyasi zemine çekilmesi, hem silah bırakma süresinin uzatılması gayreti içine girilmiştir.

Yeni demokratikleşme paketi ile değiştirilemeyecek, değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek Anayasanın İnkılap (Devrim) Kanunları’nı koruyan 174. maddesi fiilen daha önce türban konusunda da olduğu gibi fiilen ortadan kaldırılmaktadır.

Yabancı şirketlere ve ortaklıklara Türk topraklarını, limanlarını, ulaşım, iletişim hatlarını, yer altı, yerüstü kaynaklarını satanların, kültür emperyalizminin hiçbir direnişle karşılaşılmadan etkisi altına aldığı ülkemizde, halen kılık-kıyafet üzerinden siyaset inşa etmeleri esef vericidir.

Alfabeye yeni harfler eklenmekte, yabancı dilde eğitimin önü açılarak,
Tevhid-i Tedrisat Kanunu yok sayılmaktadır.

Paketle birlikte açıklanan andın kaldırılması ise millet odaklı Cumhuriyetten, mikro- milliyetçiliklerle beslenen ümmet odaklı bir rejime geçilme çabasının ürünüdür.

Yerel seçim sürecinin başlaması nedeniyle, daha önce hazırlıkları
İkiz Yasalar, Büyükşehir Belediyesi Yasası, Bölgesel Kalkınma Ajansları ile yapılan başkanlık ve eyalet sistemi gündeme getirilememiştir.

Sözde demokratikleşme paketi adı altında yapılmak istenen;
hukuk sistemine yapılanlar gibi, seçim sistemini değiştirerek,
dar bölge seçim sistemi ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni vesayet altına almak arzusudur.

  • Atatürkçü Düşünce Derneği; çağdaş, laik, demokratik hukuk devletinin savunucusu olarak, ülkenin birlik ve üstünlüğünden yana, tekil (üniter) devletin savunucusudur.

Cumhuriyet mitingleriyle başlayıp, geçtiğimiz yıl 29 Ekim’de Ulus’ta devam eden,
10 Kasımlarda, 19 Mayıslarda ve Silivri önlerindeki eylemlerle, Haziran direnişiyle taçlandırılan
“halk hareketi” göstermiştir ki;

  • Türk Ulusu, Atatürk’ün kurduğu laik, üniter, ulus devletten
    asla ödün vermeyecektir.

Atatürkçü Düşünce Derneği
Genel Yönetim Kurulu

Genel Yönetim Kurulumuzun 23-24 Ekim 2013 tarih 19 sayılı kararı gereği yapılan
yeni görev dağılımı aşağıdaki şekilde oluşmuştur.

  • Genel Başkan Tansel Çölaşan
  • Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ayhan Filazi
  • Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Emre Altınışık
  • Genel Sekreter Elif Çuhadar
  • Genel Sekreter Yardımcısı Sevil Nazan Keskin
  • Genel Sekreter Yardımcısı Öner Tanık
  • Genel Sekreter Yardımcısı Ersan Barkın
  • Genel Sayman Celal Akpınarlı
  • Genel Sayman Yardımcısı Şadiye Yeşilyurt

Kürtler İçin Türkleri Reddetmek…


Kürtler İçin Türkleri Reddetmek…

portresi_resmiEmre KONGAR

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
“Artık bu ülkede ulusalcı-mulusalcı diye bir şey yok. Bu ülkede artık millet gerçeği var,
bunu göreceksiniz.” demiş.

Pek çok bakımdan kendi içinde çelişik ve sorunlu olan bu ifadenin sadece ulusalcılık yönüne bakalım bugün.

***
Türkiye’de, Kürtlere, Kürt açılımına, demokratikleşmeye yapılacak en büyük kötülük, Kürtlüğü, Kürt milliyetçiliğini, Kürtçülüğü tanırken;
Türklüğü, Türkçülüğü, Türk milliyetçiliğini ya da ulusçuluğunu,  ulusalcılığını reddetmektir!

***
Atatürk milliyetçiliğinin 2 ilkesi vardır:

1) Kan bağına değil, “halk olma bilincine” yani vatandaşlığa,
siyasal iradeye dayanır.

Nitekim bizzat Mustafa Kemal Atatürk,

  • “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.” 

diyerek bu ilkeyi dile getirmiştir.

2) Demokratiktir, eşitlikçidir.

Hiçbir milliyetçiliği kendinden üstün kabul etmez ama kendini de
başka milletlerden üstün görmez.

Nitekim bu gerçeği de Türk milliyetçiliğinin çağdaş milletler arasında eşit yer istediğini belirterek yine bizzat Atatürk çeşitli yerlerde dile getirmiştir.

***

Bu kuramsal temellere karşın, Türk milliyetçiliği konusundaki uygulamalarda aşırıya kaçışlar olmamış mıdır?
Olmuştur elbette.
Sıfırdan yaratılan bir millet bilinci, ümmetten millete dönüşme,
kulluktan vatandaşlığa geçiş süreci sırasında pek çok aşırılık yaşanmış, pek çok haksızlık da yapılmıştır.

Bırakın tarihi kurcalamayı, Tek Parti dönemini suçlamayı, daha otuz yıl kadar önce 1980 askeri darbesinde Türkiye, “Kürt yoktur” noktasında duraklatılmış ve yeni düşmanlıklar yaratılmıştır!

***

Şimdi Kürtlerin varlığı, millet bilinci (ulusçuluğu, ulusalcılığı, milliyetçiliği) tanınıyor.

Bu durum kaçınılmazdır:

Aynı topraklarda Türk milliyetçiliği filizlenir, gelişirken, hele hele mikromilliyetçiliklerin desteklendiği, moda haline geldiği küresel dönemde, öteki milliyetçiliklerin durağan kalması beklenemez!

***

Türkiye’de Kürt Açılımı veya demokratikleşme adımları atılırken,
Türk milliyetçiliğinin reddiyesi, hem toplumsal hem de siyasal bilince
ve gerçeklere aykırıdır:

Hiçbir sorunu çözemeyeceği gibi yeri sorunlar yaratır!

Emre Kongar
15 Ekim 2013, Cumhuriyet

Zeki SARIHAN : KİM KİMİN YANINA GİTTİ?


Zeki SARIHAN

Zeki_Sarihan_portresi

KİM KİMİN YANINA GİTTİ?

       Samsun’un Terme ilçesinde yaşamakta olan ablamın hatırını sormak için kendisine telefon ettim. “Nasılsın, iyi misin? Çocuklar nasıl?” muhabbeti yaptıktan sonra
merak dolu olduğu belli olan bir ses tonuyla:
      – Sana bir şey soracağım, dedi.
      – Buyur ablacığım, dedim.
      – Bu Kürt Açılımı hakkında ne düşünüyorsun?
     Ağır bir mahalle baskısı nedeniyle bunu öyle her yerde ulu orta söyleyemezdim ama o benim ablamdı. Bana bir zararı dokunmazdı.
      – İyi düşünüyorum, dedim.
      Sevindiği belliydi.
      – Sen de demek benim tarafta oldun, sağ ol! dedi.
      – Asıl sen benim tarafa geçmişsin. Benim yıllardır bu Türk-Kürt kavgasına karşı çıktığımı, barış istediğimi bilmiyor olmalısın. Senin de benim gibi düşündüğüne sevindim, dedim.
      Bu işten yan çizdiği için Kılıçdaroğlu’na serzenişte bulundu. Buna bir cevap vermedim…
      Sonra, bunun yalnızca bir ateşkesten ibaret olmadığını, sıranın Kürtlerin bazı isteklerini karşılamaya geleceğini söyleyerek, bakalım onu ürkütebilecek miyim  düşüncesiyle dedim ki:
      – Mesela ana dillerinde eğitim istiyorlar. Razı mısın?
      – Bunda ne var kardeşim, diye cevap verdi. Onlar da bizim gibi Müslüman. Hepimiz kardeş değil miyiz? Biz Türklerin böyle bir  imkânı olmasaydı  nasıl düşünürdük? Kendimizi onların yerine koyalım.
      Cep telefonum nedenini bilmediğim ve hiç yapmadığı bir cızırtı yapmaya başladı. Daha fazla konuşamadık… Devam edebilseydik, ablam beni ana dilinde eğitime ikna etmeye çalışacaktı…
     Ben ona tabii:
     – Biliyor musun abla,

bu ana dilinde eğitim Amerika’nın Türkiye’yi bölme projesidir.

Bizi parçalamak istiyorlar, demeyecektim. Çünkü ablam o zaman bana
şunu diyebilirdi:

     – Sen demek ki, yıllardır Amerika’nın Türkiye’yi parçalama projesi içinde yer aldın!
      Politika ne kadar da garip bir meslek. Bazıları yıllardır savundukları şeyin tam tersini de savunabiliyorlar. Çünkü bir fikri takip etmek yerine kişilere odaklanıyorlar. Rakibi onun projesine yaklaşırsa o da tam tersini, onun eskiden savunduğunu savunmaya geçebiliyor.
      Eklemeliyim ki, ablam çok dindardır ve iki kez de hacca gitmiştir. Yaşı 80’e yaklaşmıştır. Evceğizinde yalnız yaşamaktadır. Ortalama bir Türk’ten biraz daha fazla da politikayla ilgilenir. Yılda bir iki kez bir araya gelir serbestçe sohbet ederiz. Anlaştığımız konular da olur, anlaşamadığımız yerler de. Genelikle insanların çektiği acılar, yapılan haksızlıklar konusunda anlaşırız. Bu konuda anlaştığımıza, O’nun da benim gibi düşündüğüne sevindim.
      Sahi ben anlamıyorum. Türk-Kürt barışını savunanların hükümet tarafına geçtiğini neden ileri sürerler de hükümetin, savaşı bunca yıl sürdürdükten sonra bunun çıkmaz bir yol olduğunu anlayıp, nihayet aklını bir parça olsun başına toplayarak devrimcilerin yıllardır savunduğu görüşlere geldiğini söylemezler. Bizim gibi düşünenler bunun bedelini ne kadar ağır ödedi. Kürtlerin varlığını telaffuz etti diye az mı parti kapatıldı?
Az mı insan hapisleri boyladı, işkence gördü, gazete ve dergileri kapatıldı?
Kürtçe şarkı söyleyen birine az mı kaşık çatal fırlatıldı? (20.4.2013)

Prof. Dr. M. Kerem Doksat : MİLLET OLMAK NE DEMEKTİR?


Dostlar
,

Dostluğundan güç aldığımız kardeşimiz, meslektaşımız sevgili
Prof. Dr. Mehmet Kerem Doksat, son derece yetkin bir Psikiyatri uzmanıdır.

Bizden birkaç yaş daha gençtir; gene de önceki yıllarda, çalışma ortamının kendisini endişelendiren ciddi yozlaşması nedeniyle gerçekten “erken” emekli olmuştur.
Yaşamını, meslektaşı olan eşiyle birlikte muayenehanesinde çalışarak kazanmaya çabalamaktadır.

2002 Haziran’ında (11-14) Malatya’da 9. Ulusal Sosyal Psikiyatri Kongresi’nde birlikte olmuştuk. Kendileri bir panelde konuşmacı idiler. Bizim de bir konferansımız olmuştu

  • Yeni Dünya Düzeni ve Cumhuriyetin Sağlığı..

Sonrasında kendisi ve yine Cerrahpaşa Psikiyatri’den Prof. İbrahim Balcıoğlu
(Hacettepe tıptan arkadaşımız) ile “Türkiye’yi” konuşmuştuk.

Ne acı ki öngörülerimiz gerçek oldu; son15-20 yıl özellikle gözümüzün önünden adeta canlı anılar gibi aktı..

Fakat Türkiye’miz bu örselenmişliği – teslim alınma kuşatmasını da yaracak.

Kerem hoca aşağıdaki yazısında tek sözcükle “görkemli” bir “sosyal psikolojik – psikiyatrik” çözümleme yapıyor. Mut-la-ka ve yavaş yavaş, üzerinde düşünerek okunmalı, tartışılmalı..

İzin verirlerse, bir “Toplum Hekimliği Uzmanlığı öğrencisi” olarak, toplumların
kitlesel (kolektif) davranışları üzerinde birkaç söz etmek bize de boyun borcudur.

Halkımız, az eğitimli bırakıldığından, ancak deneme-yanılma ile öğrenebilmektedir.
Öngörü (projeksiyon, prediksiyon vb.) yeteneği doğallıkla sınırlıdır.

Kurtuluş Savaşı öncesinde de onu ayağa kaldıracak devasa travma İzmir’in işgali
(15 Mayıs 1919) ve harem-i ismete dönük somut Sevr (10.8.1920) işgalleri oldu.

Mondros soyut kalmıştı (30 Ekim 1918)!

Damat Ferit Paşa kabinesi de halkı (tebaayı!) duyarsızlaştırma (de-sensitizasyon) için “heyet-i nasiha” lar görevlendirmişti; Mondros, tebaa-i Osmani’nin hayrına olacaktı!

Özetle, ülkemiz ve kadim halkı önce dibe vuracaktır çare yok ve o geri tepmeyle de
-boynunu kırmadan- zincirlerinden bir kez daha kurtulacaktır.

Büyük Atatürk‘ün hangi öngörüsü yanlış çıktı?
(Aydın limanı – sığınağı olarak kullanma suçlamasından üzülürüz..)

Beni inkâr edeceksiniz. Hatta bühtanla yad edeceksiniz. 
  Hint’e, Yemen’e ve Mısır’a giden fikirlerim, orada filizlenerek gelip sizi boğacaktır.

Ve son ve kalıcı ok hedefe atılmıştır, dönüşü olanaksızdır, tarih böyle akacaktır :

  • “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır,
    ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.”

Bu vb. mottoların eleştirilmesi için kimi “zorlamalar” da yersiz ve haksızdır.
Hatta psikokojik savaş kapsamında bir saldırı sayılmalıdır..
Geçelim kısa erimi, orta ve uzun erimde tarihin diyalektik akışı da buna koşuttur.

Sevgili kardeşimiz Dr. Doksat’ı sevgi – saygı ve umut ile selamlıyoruz.

“Aydın” ın “umutsuzluk” hakkı olmadığını, bu olgunun kortikal değil ancak limbik sisteme ilişkin bir alt kategorik dürtü olduğunu, -dolayısıyla ilkelliğini- hoşgörüsüyle paylaşmak isteriz.

Hatta daha ileriye giderek, felsefeci  Prof. Ahmet İnam‘a yollama ile
salt benzetme (teşbih) bağlamında “Umutsuzluk ahlaksızlıktır!” bile demek isteriz!

Bu son sözümüz Doksat hocaya değildir elbette..
Ama ola ki, kimi “aydınlar” (!?) gibi üstelik de bir psikiyatrist olarak yeltenirse??

Sevgi ve saygı ile.
5.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

====================================

Prof. Dr. M. Kerem Doksat

portresi

MİLLET OLMAK NE DEMEKTİR?

Bu yazıda millet ve ulus kelimelerini tümüyle aynı anlamda kullanacağım;
bu konudaki bâzı tarafgirliklere saygım var ama bu ayrım, aslında bizi bölmek için uydurulmuş yapay bir “ötekileştirmedir” düşüncesindeyim.

İlk Hominidoidler (insanımsı insanımsılar) ve Hominidler (insanımsılar) Doğu Afrika Kıt’asında evrimleşti. Homo Neanderthalenis, Homo Erectus ve cro-Magnon adamları da birbirlerine yakın zamanlarda dünyada yerlerini aldılar.

Homo Sapiens, yaklaşık 200.000-250.000 yıl önce aynı bölgede evrimleşti ve son 100.000 senede de beyni şimdiki hâlini aldı, Homo sapiens sapiens oldu. Bunun anlamı “farkında olduğunun farkında olan adam” demektir. Bu insanlar kabaca 40 ile 60 bin yıl önce Afrika’dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar. Hint’e, Çin’e, Kuzey Avrupa’ya, Anadolu’ya doğru yürüdüler ve bu arada mozaik adaptasyonlarla cilt renkleri, boyları, kemik yapıları değişime uğrasa da, bütün insan türü tek bir ırktır. Meselâ çok yakın akraba olan
atla eşek çiftleştiğinde ortaya güçlü ama kısır bir hayvan olan katır çıkar; yâni üremesi mümkün değildir. Hâlbuki Afrika’daki Buşmanlar’la kutuplardaki Eskimolar aynı şeyi yaparlarsa dahi, nur topu gibi çocukları olur.

  • Yâni hepimiz kardeşiz!
  • Irkçılık ve etnik bölücülük doğrudan en büyük insanlık düşmanlığıdır.

Son büyük Buz Çağı’nda Amerika’ya, ardından Avustralya’ya kadar yayıldı insanoğlu…

Önceleri avcı-toplayıcıydık ve sürekli olarak yer değiştiriyorduk. Son derecede sosyal bir hayvan olduğumuz için, atalarımız hemen aileler kurup bir arada yaşamaya başladılar. Zamanla bunlar çok genişledi, büyük (250-300) kişilik gruplar hâline geldi. Bu kadar büyük grubu alfa-dominant erkekler denetleyemeyince, ortaya bir grup bölücü çıktı; bir miktar kavga gürültüyle de olsa, ayrılıp kendi yerleşkelerini kurdular. Bu sâyede de genetik kirlenmenin önüne geçildi, memetik (kültürel) alışveriş de
ufaktan ufaktan başladı…

Dağlar ve sarp kayalardan ovalara inen Homo sapiens sapiensler burada ziraatla
yâni kültürle tanıştılar. Tohum ektiler, hasadı beklediler ve düşünecek çok uzun zamanları oldu. Güneşin doğuşu, batışı, mehtabın uyanması, mevsimler… Bütün bu doğa olaylarından çok etkilendiler ve onlara perestiş ettiler, zamanla da tapmaya başladılar. Günümüzde de hâlâ güneşe, aya tapanlar var. İlk büyük dinler de o zamanlar ortaya çıktı. Animizm ve Animalizm’de her şey canlıydı, her şey bir bütünün parçasıydı ve avlarına büyük saygı duyuyorlar, atalarının ruhlarına dua ediyorlar, adaklar ve sunaklarda kurbanlar veriyorlardı. Şamanizm denen inançlar bütününde de aynı özellikler mevcuttu. O zamanlar, eskiden zannedildiğinden çok daha az kavga, dövüş vardı.

Zamanla daha büyük dinler doğdu ve on binler, yüz binler, milyonlarca kişi bunlara  girdi. İnsanların bilgileri arttıkça, tümüyle evrimsel kökenli olan mülkiyet hisleri de uyandı. Mülkiyet demek şiddet demekti ve on binlerce sene filânca tanrı, falanca ilâhı bahane eden bilgi sâhipleri, avamı köleleştirerek “kutsal” diye diye hârplere yolladılar.
Bütün Ortaçağ bu bataklık içinde geçti. Bizler üç beş tanesinden haberdarız ama hâlen dünyada 5000’den fazla din var!

Daha sonra yazı icat edildi ve büyük bir medeniyet sıçramasıyla, özellikle Sümer’lerden başlayarak, kent yaşamına geçildi. Artık, bilgiyi yâni nüfuzu yâni gücü elinde bulunduran, diğerlerine tahakküm etmeye ve soykırımlar yapmaya başladı.

Derebeylikleri birleşip federalleştiler, sonra devlet oldular. Bazıları federe devlet, kantonlar gibi idarî bölümlerle doğsa da, uluslararası arenada yerlerini aldılar.

Rönesans ve Reformasyon hareketleriyle beraber pozitif bilim, eleştirel düşünce ve büyük ideolojiler dönemi başladı.

  • Dinler de ideolojiler de aslında insan icadı sosyal kurumlar oldukları ve birinciler cenneti bu âlemde, ikinciler öbür âlemde vaat ettikleri için,
    her ikisinin de mensupları hâlâ ortalıkta cirit atmakta, dünyamız kanla dolmaktadır.

Hâlbuki Batı Âlemi’nin Avrupa ve Britanya denen kısmının kendi yarattıkları dinlerden çektiklerini fark edip, tarih, kader, keder ve ülküsü içinde yakınlaşmaları yakın zamanlarda oldu. Aynı Jesus (İsa) adına, ideolojiler (Diyalektik Materyalizm, Nasyonal Sosyalizm vs., Faşizm, genellikle sanıldığının aksine bir ideoloji bile değildir) adına binlerce harpte milyonlarca hemcinsini katleden merhamet yoksunu zihniyet, bal gibi de  
insancıl (humanitarian) yaklaşımlarla beraber dinler de, ideolojiler de ıslah edilebilirdi. Gene bizden birileri buna müsaade etmedi: Homo hominis lupus est (Plautus MÖ 184)!

Batı Âlemi’nin ruhunda istilâ, soykırım, emperyalizm vardır!

Meselâ evrimin soyağacını mizahî şekilde ele alan yukarıdaki şekli ilk fark eden
C. Darwin bile Türk’leri aşağılık ve düşük bir ırk olarak görmüştür.

Keza, buralarda olup bitenleri teorisine uygulamakta zorlanan K. Marx,
Asya Tipi Üretim Tarzı diye geçiştirmiş ve Türklüğü de aşağılamıştır.

Batı tarihinde İnsan Türk’ü tanımaya, onunla empati kurup sevmeye de başlayan
tek büyük adam Mozart’tır.

İşte, Arap’ın Vehhabîlik namına yaptığı ayıp!

Bunun 2013’te ulaşılabilen en güzel örneği millet olabilmekti.

Millet olmak kaderde, kederde, tarihte ve ülküde (mefkûre) birlik demektir.

Zâten paylaşılan paylaşılmış, İtalyanlar İtalyan, Portekizliler Portekizli… olup çıkmışlardı. Bu arada Osmanlı da her medeniyet gibi doğmuş, büyümüş, duraklamış, yaşlanmış ve ölmüştü.

Onun küllerinden doğan, dünyanın en haklı İstiklâl Hârbi’ni kendisine
“eşek” – ”etrak-ı bî-idrak” denen Türk Milleti yaparak,
tarihteki 17. Türk Devleti’ni kurdu.

Başkomutan da Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’tü.

Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk

Hasan Âli Yücel

O dönemde başlatılan köy enstitüleri hareketi eğer İnönü döneminde oy kaygısıyla durdurulup, Adnan Menderes tarafından da ortadan kaldırılmasaydı, bugün tam bir dünya deviydik. Nitekim bu model Çin gibi ülkelerde uygulanmaktadır.

Genç Türkiye Cumhuriyeti ne Amerikalılar gibi müstevlî, ne de Portekizliler gibi emperyalistti…

En son olarak büyük bir diplomasi başarısıyla son bağımsız Türk Devleti’ni kurdular. Amaçlarını da açıkça ortaya koydular: Yurtta sulh, cihanda sulh! Bu anlatım basitçe barıştan öte bir mânâ taşır; güçlü ve muktedir olacaksın ki, kimseler kolay kolay sana bulaşamasın, sen de kimselere saldırma…

Günümüzde bu dünyada ayakta durabilmenin tek ve olmazsa olmaz yolu
millet olmaktır ve Türk Milleti buna ziyadesiyle lâyıktır.

Bu memlekette atmışın üzerinde etnik, daha da fazla dinî unsur var ve bu aziz memleketi omuz omuza savaşarak kurduk. Kimliğimiz de belliydi: Türklük.

  • Türkiye bilimsel bir deyişle bir eriyiktir; mozaik değil! 

Mozaiğe vurdun mu darmadağın olur; hâlbuki eriyik aynen kalır.
Daha da hoş bir ifadeyle, çağdaş anlamıyla Türklük aşure gibidir;
en ufak parçası eksilirse tadı bozulur.

  • Başka ülkeler için makûl ve mantıklı olan federal devletler ve konfederasyon, bizim için yıkım demektir!

İşte, yeniden Ortaçağ batağına düşmemek için lâiklik (Amerikan modeli sekülarizm değil) bu ülkenin tek dayanağıdır.

Çünkü büyüsel düşünce ruhsal aygıtımızın en temelinde durur ve onu en net olarak besleyebilecek tek şey hâlâ dindir. Meselâ ben hayatım boyunca Allah’a inanmışımdır ama dindarlığımın derecesi sâdece bu kültür iklimine olan alışkanlığımdan, mensubiyetimden kaynaklanan sosyal bir âidiyetten daha fazla değildir. Tamamen kişisel hermenütiğimi (yorumsamamı) dile getirmek isterim: Ben Vahdet-i Vücûd (Diyalektik Teizm veya Panenteizm) inancıyla rûhânî huzuru yakaladım. Başkası başka şeyle yakalayabilir. Bu kişisel bir ruhâni tatmindir.

  • Bilhassa artan bölücü hareketlere karşı da en önemli kalkanımız Türkçe’dir; başka anadil olmaz ve olursa da bölünürüz.

Hâlâ bölücülerin önde gelenlerinin dahi Türkçe konuştuğunu unutmayalım.

ASİMETRİK – GAYRINİZAMÎ PSİKOLOJİK HARP (kısaca GNPH)

-Nizamî harpte iki ülke veya taraf arasında askerî çatışma vardır. Hedefler ve taraflar bellidir. TSK bu şekilde savaşmak için eğitilmektedir. Asimetrik-Gayrinizamî Psikolojik Harpte ise kimin düşman, kimin dost olduğu karışıktır. Tıpkı Kürt mes’elesinde olduğu gibi… Burada Türkiye’nin hasmı DDD’dir (ABD + AB + Destekleyici Diğer Güçler).

1. Tezkere ile (1 Mart 2013 TBMM Tezkeresi, A.Saltık) Türkiye’nin 70.000 birinci sınıf Amerikan askerince işgâline millî refleksle karşı çıkılınca, cezası iki yönden kesilmiştir:

1) Peşmergeler’le birlikte Türk Karakolu’nu basan Amerikan askerleri, büyük bir basiretle direnmeyen (!) Türk askerlerinin kafasına çuval geçirerek halkın gözünde ulu yeri olan TSK’yı küçük düşürmüştür.

2) Dinbazlık (dindar yobazlık) ve cemaatçilik yoluyla sürekli olarak
TSK küçük düşürülmeye devam edilmiştir.

-Hemen hepsi yasadışı sol örgüt militanlarıyla ayrılıkçı Kürtçü terör savunucuları el ele vererek kitlesel eylemler yapmaktadır (son IMF toplantısında İstanbul’da yaşanan rezalet gibi). Başbakan“ dışarıdakilerin seslerine kulak verin” demiş, ertesi gün de “ben mazlumu, garibanı kastediyordum.” şeklinde konuşmuştur. Tipik bir çifte açmaz örneği çünkü mazlum ve garibanın zâten sesi çıkamamaktadır ama Mazlum-Der gibi bölücülük yapan örgütler çağrıştırılarak, eşik altı uyaranla beyin yıkama gerçekleştirilir.
Bu arada çoğu F-tipi örgütlenme içinde olan polis hem orantısız güç uygulamakta,
hem de gereksiz yere daha kolayca halledilebilecek olayların tırmanmasında
rol oynamaktadır. Akabinde İstanbul Vâlisi benzeri bir açıklama yapmış ve “Biz onlara bunları yapmaları için 13 yer göstermiştik.” demiştir, Başbakan da tekrarlamıştır;
tipik bir çifte açmaz!
Çünkü “Oralarda yapılırsa haktır, buralarda yapılırsa haksızlıktır.” mesajı verilmektedir.

-GNPH’de düşmanı yıpratmak için gerilla tarzı eylemler ve medya üzerinden misenformasyon (hatalı ve yalan bilgilendirme) ve dezenformasyon (bilgiyi gizleme) yapılır.

-Ayrıca, çamur ve iftira atarak, sürekli olarak çifte açmaz (double-bind) ile dolu mesajlar vererek halkı şaşkın hâle getirme, Pavloviyen ve Seligmaniyen şartlandırma yoluyla inançların kaybettirilmesi, âidiyet ve mensubiyet duygusunun kaybettirilmesi ve biçârelik duygusu aşılanır.

-Bir yandan da sürekli olarak hasmın propagandası yapılır. Atatürk’ün Kürt’lere verdiği sözlerden ve omuz omuza harp ettiğimizden bahsedilir (misenformasyon), sonra sözüm ona “Kürt aydınları ve Said-i Kürdî’siz Türkiye olamaz” lâfları edilip, doğduğu yere esasen Ermenice olan ama Kürtçe diye yutturulan ismi geri verilir ama bunların adalet ve barış için yapıldığı söylenerek sistematik duyarsızlaştırma yapılır (dezenformasyon). Bunda düşmanla ittifak içinde, AB’den ve ABG’den maddî yardım alan, hâttâ maaşa bağlanmış hâinler kullanılır; bunlar zâten medyanın çeşitli, kısımlarında köşe başlarına yerleştirilmiştir. Onlar istediklerini yazarlar çizerler ama kıllarına dahi dokunulmaz ama Atatürkçüyüm diyeni içeri tıkarlar (terörizasyon ve Pavloviyen şartlı refleks kırılması).

-“Kanları yerde kalmayacak” dendiği gün 8 şehit verilir (çifte açmaz), bu da anomiyi ve kaosu pekiştirir. Polisle, askerle çatışmak üzere çocuklar bilinçli olarak öne sürülür ve mukabele edildiğinde “polis ve asker çocuklara fena muamele yapıyor” denir; özel olarak yapılmış çekimler tekrar tekrar yandaş TV’lerde gösterilerek mağdurlaştırma
(victimization) yapılır (daha dün, 9 Ekim’de Diyarbakır’da aynı şeyi yaptılar). Sâf halkımız
o çocuklara acırken, onları öne itip militanlaştıran büyükleri olduğunu hiç düşünmez ve devletin vatandaşına düşman olduğu mesajı zımnen verilerek temel güvenlik ve âidiyet duyguları iyice kaybettirilir. Dolayısıyla “ötekileştirme” yapılırken, bir yandan da saldırganla özdeşleşip onu benimseme (identification with the aggressor)
Ego savunmaları yoluyla, Türkler Kürtleşmeye başlar.

-Sonuçta da, bizim örneğimizde olduğu gibi, Türk halkı Kürt’lere hak vermeye dahi başlar. Devamı da Kürtleşme olacaktır.

Psikolojik hârp istihbaratı “bir devletin diğer devlet üzerinde millî menfaatlerini gerçekleştirmek üzere uyguladığı psikolojik hârpte kullanacağı her alandaki (siyasî, askerî, ekonomik, sosyal, ideolojik, teknolojik vs.) zâfiyetlerinin ve hassasiyetlerinin sistematik bir tarzda tesbiti, tasnifi, yorumlanması ve istihbarat hâline getirilmesi” şeklinde târif edebiliriz.

-GNPH’e karşı muvaffak olmanın tek yolu, düşmanı aynı silâhla vurmaktır.
Güçlü bir istihbarat, karşı GNPH taktiklerinin uygulanması icap eder.

-Bunu ancak hakikaten millî bilince sâhip, Atatürk ilke ve inkılâplarına yürekten bağlı kadroların teşkil ettiği bir Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin cesurca kararlarıyla
bu uluslararası satrancı iyi oynayarak, sivilin sivilce, askerin askerce, ama
ne gerekiyorsa yapması suretiyle bu badire aşılır. Bu kadroların ciddi bir kısmı Silivri’de, diğerleri de şimdilik dışarıda, emre âmâde beklemektedir.

-Bu hiç de kolay bir süreç olmayacaktır ve muhtemeldir ki çok kan dökülecek,
çok iktisadî sıkıntı çekilecektir. Ama durum zaten böyledir ve

  • Türkiye tamamen elden gitmektedir.

– Marcus Tullius Cicero’nun söylediği rivayet edilen “en onursuzca barış, en haklı savaştan iyidir” gibi ahmakça lâfları pankartlar hâlinde oraya buraya asılmasına
engel olunur.

-Sarsılmakta olan kapitalist düzenin ardından kurulacak olan Yeni Dünya Düzeni’nde de Türkiye haysiyetle ayakta durur!

***

PAVLOV’DAN SONRA SELIGMAN’IN DA KÖPEKLERİ

Önce, Pavlov’un köpekleri deneyini bir hatırlayalım:

Hayvana et gösterildiğinde salyası akar (şartsız uyarana verilen şartsız refleks).

Hayvana et gösterilirken zil sesi de dinletilince salyası akar (şartsız uyarana verilen şartsız refleks, arada eklenen şartlı uyaran). Bu yeterince tekrarlanır.

Sonra hayvana et verilmeksizin zil çalındığında salyası akar (şartlı uyarana verilen şartlı refleks).

Eğer tekrar tekrar hayvana et verilmeksizin zil çalınırsa hayvan ilgisiz kalmaya başlar (şartlı refleksin sönmesi).

Bunun önlenmesi için arada hayvana et gösterilirken zil sesi de dinletilince salyası akar (pekiştirme).

En iyi şekilde şartlandırılmış köpekler dahi terörize olduklarında şartlı refleksler tümüyle söner ve hayvan en tabiî hâline rücû eder (terörün şartlı refleksleri silme gücü).

Bütün dinî, millî ve şair inançlarımız, âidiyet ve mensubiyetlerimiz şartlı reflekslerdir ve törenlerle, bayramlarla vs. pekiştirilmeleri gerekir.
Terör ise bunları sür’atle söndürür ve belirsizlik, aidiyetsizlik zuhur eder.

Bundan istifade eden şer odakları kendi arzu ettikleri inançları (yeni şartlı refleksleri) bütün medyada ve gösterilerle pompalayarak, yabancılaşmaya yol açarak,
tam aksi inanç ve tercihlerin filizlenmesini sağlarlar.***

Şimdi bir de 1965 başlarında Martin E. P. Seligman ve arkadaşlarının deneylerine
göz atalım.

Martin E. P. Seligman

Pavlov’un tecrübelerini çok iyi bilen Seligman, biraz farklı bir deney plânlar.
Herhangi bir deneye tâbi tutulmamış 24 tâne köpek alır ve onları üç gruba ayırır.

Birinci gruptaki köpeklere “kaçış grubu” adını verir, beyaz bir kabine yerleştirilmiş bir hamağa sarmalanmış bir hâlde yatarlarken, arka ayaklarından 500 voltluk zararsız bir elektrik şoku uygular. Bu gruptaki köpekler kabinde kafalarının bir yanındaki paneldeki bir düğmeye basarak şoku kesme imkânına sâhiptirler. Eğer 30 saniye içinde düğmeye basılamazsa şok kendiliğinden kesilmektedir. Bu köpekler düğmeye basmayı hızla öğrenirler ve gittikçe daha az sürede düğmeye basmayı başarırlar.

İkinci gruba “boyunduruk grubu” adını verir ve bunlar “kaçış grubu” ile aynı şartlar altında şoka mâruz bırakılırlar. Ancak bu köpekler düğmeye bassalar bile şok kesilmemektedir. Bu köpeklere uygulanan şok süresi kaçış grubundaki bir köpeğe uygulanan kadardır. Böylece kaçış ve boyunduruk grubu aynı sürelerde şoka mâruz kalmaktadır. Ancak, boyunduruk grubu panele bassa bile şok kesilmediği için,
30 denemeden sonra paneldeki düğmeye basmaktan vazgeçer.

Üçüncü gruptaki köpekler ise “kontrol grubudur” ve herhangi bir şoka mâruz bırakılmazlar.

24 saat sonra bütün köpekleri kısa bir çitle iki bölmeye ayrılmış kapalı bir alana götürürler. Köpeklere 10 kez şok verilir ve köpeklerin bu 10 denemenin birinde duvarın üstünden karşı tarafa atlayarak şoktan kurtulacakları umulur. Öyle ya, köpeğin kaçması en beklenen şeydir. Hâlbuki köpekler öyle dururlar!

“Kaçış grubu” ve “kontrol grubu” kurtulmada hemen hemen aynı başarıyı gösterirken, “boyunduruk grubu” diğer gruplardan önemli ölçüde farklılık gösterir. Bu gruptaki 8 köpeğin 6’sı 10 denemeden sonra bile duvarın üzerinden atlayıp şoktan kurtulmayı akıl edemez. Bir hafta sonra ise bu 8 köpeğin 5’i hâlâ 10 denemenin herhangi birinde karşıya atlamayı beceremez. Bu gruptaki köpeklerin %75’i neredeyse karşıya hiç atlayamaz, %62.5’i ise yedi gün geçmesine rağmen hâlâ başarısızlıklarını sürdürürler.

Yâni, deneyin sonuçları, tuhaf biçimde 2. gruptaki köpeklerin çâresiz kalmayı,
daha doğrusu “biçâre kalmayı” öğrendiklerine işaret etmektedir!

Seligman, bu davranışa, atalet ve hiçbir şey yap(a)mama hâline Öğrenilmiş Çaresizlik (Learned Helplessness) adını takar (pek çok yayında Türkçe karşılık Öğrenilmiş Çâresizlik diye geçiyor ama helplessness karşılığı biçârelik terimini ben tercih ediyorum).

Öğrenilmiş Biçârelik teorisi daha sonra duygu azalması, körelmesinin de görüldüğü depresyonu açıklayan bir model için insan davranışlarını da içine alacak şekilde genişletilir. Buna göre, depresyondaki insanlar biçâreliği öğrendikleri için o hâle gelmektedir. Depresyondaki insanlar ne yaparlarsa yapsınlar boşuna olacağını,
hayatları boyunca hiçbir şeyi kontrol edemediklerini öğrenmişlerdir.

Öğrenilmiş Biçârelik pek çok şeyi açıklıyordu, fakat ardından araştırmacılar birçok kötü hayat olayından sonra bile depresyona girmeyen insanlar gibi Öğrenilmiş Biçâreliğin de açıklayamadığı istisnalar bulmaya başladılar. Seligman, depresyondaki insanların
kötü olaylar hakkında depresif olmayanlardan daha kötümser olduklarını keşfeder,
bunu “attribution theory” (atıf teorisinden) ödünç aldığı “açıklayıcı tarz” olarak adlandırır. Aslında bu keşfi Aaron Beck’in Bilişsel Üçlüsü’nden (Cognitive Triad) farklı değildir:

Depresyondaki insanlar hâllerini, mâzilerini ve istikbâllerini hep olumsuz yorumlarlar! Hem iyimser hem de kötümser açıklayıcı tarzların avantajları vardır.
Meselâ bir buluş yapabilmek için veya pazarlama gibi bâzı işlerde iyimser bir
bakış açısına ihtiyaç vardır. Muhasebecilik veya kalite kontrolü gibi işlerde ise
kötümser bakış açısı gereklidir.

Bâzı kişilerde ise Öğrenilmiş Biçâreliğin tam aksine, Öğrenilmiş İyimserlik de
bir savunma mekanizması olarak kullanılabilir.

Seligman “Öğrenilmiş İyimserlik” adlı kitabında, insanların yeni açıklama tarzlarını öğrenerek depresyonlarının üstesinden gelebileceklerini ileri sürer.
Ahmakça, âdeta otistik bir iyimserliktir bu!

Öğrenilmiş Biçârelik hepimizin içinde az veya çok vardır. Hepimiz bir şeyleri kezlerce dener, yanılır ve başaramayız. Sonra bir daha yanılmamak için, bir daha denememeyi öğreniriz. Bu sırada koşullar değişir. Eğer denersek başarılı olabileceğimiz bir hâle gelir ama biz ezberlediğimiz gibi yaşamaya devam ederiz. Ortam değişir ama bizim
zihin haritamız değişmez. Böylece başarısızlığı öğrenmiş oluruz.

Öğrenilmiş Biçârelik ve Öğrenilmiş İyimserlik atalet,

– insanın potansiyelini kendinden çalar.
– Hayâllerimizi yok eder.
– Özgüvenimizi eritir, cesaretimizi kırar.
– Aslanı kediye çevirir.
– Kazanmayı değil, kaybetmeye katlanmayı öğretir.
– Başarısızlık bölgesini vatanımız, zirveleri gurbetimiz gibi görmeye başlarız.
– İçimizdekini söylemeyi değil, kendi kendimize söylenmeyi öğreniriz.
– Sorumluluk almak yerine suçlamaya çalışırız.
– Başarısızlıklarımızın sorumluluğunu dışımızda ararız.
– Kendi ayakları üzerinde durmayı ve kendi kendine yetebilmeyi beceremeyiz.

Hayatımızda bâzen mâruz kaldığımız gerçek biçârelikler ile öğrenilmiş biçârelik durumu aynı şey değildir. Gerçekten çâresiz olmadığımız hâlde, biçâre olduğumuzu sanarak, çözebileceğimiz bir sorunumuzu çözmek için hiçbir şey yapmadığımızda
“Öğrenilmiş Biçârelik ve/veya Öğrenilmiş İyimserlik” yaşıyoruz demektir.

  • Korkunun kendisi; korkulan şeyden daha fazla zarar verir.

Öğrenilmiş Biçârelik üç şeyi zayıflatır: Akıl, istekler ve duygular!

Öğrenilmiş Biçârelik insanlarda üç önemli yetersizliğe (veya bozukluğa) sebep olur:

Motivasyonel zayıflama, entellektüel zayıflama ve duygusal zayıflama:

1) Öğrenilmiş Biçârelik yaşayanlar önce tutkularını kaybederler.

İstediğini elde etmenin kendi ellerinde olmadığını gören insanlar, kendi isteklerine karşı ilgisizleşirler. İsteyerek yaptıkları davranışlar azalır, mecburî oldukları için yaptıkları davranışlar artar.

2) Öğrenilmiş Biçârelik yaşayanların akılları ve düşünme yetenekleri de zayıflar.

Basiretleri bağlanır. Bunun nedeni olaylar karşısında akıllarını kullanmanın sonucu değiştirmeyeceğine inanmalarından dolayı, sorunlarını çözmek için beyinlerini fazla kullanmamalarıdır. Bu yüzden davranışlarının sonuçlarına karşı özensizleşirler.
Bu kişiler kendi iradî seçimlerine değer vermezler. Müebbetten hapis yatanların kendilerine “kader kurbanı” demelerinin de nedeni seçimlerinin sonuçlarını görememektir.

3) Öğrenilmiş Biçârelik durumunda yaşayanların duyguları da zayıflar.

Uzun süre acı çeken, ondan kurtulmak için çabaladığı hâlde başaramayan insan,
o acıyı kabullenir, onunla yaşamayı öğrenir. Yaşama sevincini kaybeder.

4) Öğrenilmiş Biçârelik canlıları sâdece psikolojik olarak değil, biyolojik olarak da çökertmektedir. 

Bir araştırmada birer dakika arayla kafesine 5 saniyelik elektrik şoku verilen bir kobay farenin, başlarda panik olurken, sekseninci defadan sonra hiç hareketsiz şoku aldığı görülmüştür. “Acıların faresi” (A. Saltık : Acıların kadını Bergen) acılardan kurtulmak için çabalamak yerine acıyla yaşamayı öğrenmiştir. Bu deneyde 80. elektrik şokundan sonra farenin biyolojik savunma mekanizmasının bile çalışmamaya başladığı, sâdece psikolojik değil, biyolojik olarak bile tepkisizleştiği gözlenmiştir.”

“Kanları yerde kalmayacak” deyip, Kürt Açılımı diye dayatılırken arka arkaya şehit haberlerinin gelmesi bizlere verilen elektrik şoklarıdır ve ekserimiz Öğrenilmiş Biçârelik içine, bir kısmımız da Öğrenilmiş İyimserlik içinde atalet ve umutsuzluğa yâhut
“nasıl olsa büyüklerimiz doğruyu bilir” türünden ahmakça bir tevekküle düşürülmekteyiz! Hâttâ Pavloviyen şartlanmayla da bu pekişerek, “acıların faresi” hâline getiriliyoruz!

Bu açıkça bir beyin yıkama yöntemi olarak, asimetrik psikolojik hârpte
gâyet plânlı olarak uygulanmaktadır.

***

Bir de Abraham Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisini hatırlatayım:

  • En temel psikolojik ihtiyaç güvenliktir, kendini emniyette hissetmektir.

Bunu ortadan kaldırırsanız; onu üzerine inşa edilebilecek sevme ve sevilme,
sayma ve sayılma, âidiyet ve mensubiyet, kendini aşma asla gerçekleşemez.

Bu zâten çoktan “başarılmıştır” ve toplumumuzun bütün bu üst kurumları çökertilmiştir. Ekonomik terör de bunu yeterince pekiştirmiştir.

***

Bir başka psikolojik kavram da çifte açmazdır (double bind):
Birbiriyle zıt anlam taşıyan mesajların aynı anda verilmesi demektir
 ve
bireysel temelde şizofreni nedeni olarak kabûl edenler vardır. Klâsik örneği suratında
soğuk, hâttâ itici bir ifâdeyle çocuğuna “seni çok seviyorum” diyen anne prototipidir.

Aynı şey sosyal alanda da yapılmaktadır: Bir yandan halka tepeden bakan,
hâttâ aşağılayan bâzı devlet veya Hükûmet mensuplarının, bir yandan da
onları sâhiplenme ve koruyup kollama hamâsetleri eklenmiştir.

Halkın devlete, sisteme, rejime ve insanların birbirine bağlılığı alt üst edilmiş,
herkes herkese şizo-paranoid bir tavırla bakar olmuştur!

***

Sonuçta Türk halkı;

– Öğrenilmiş Âcizlik ve Öğrenilmiş İyimserlik içine itilmiş,
– toplumu birbirine bağlayan bütün zamklar eritilmiş,
– bırakın yarınına, şimdisine güveni kalmamış,
– şaşkın ve âtıl bir hâlde ne yapacağını, kime inanacağını bilemez duruma
düşürülmüştür.

Seviyesizce, hâttâ iğrenç diziler ve yarışma programlarıyla bütün ahlâkî kodları berhava edilmiş, antisosyallik ve müptezellik empoze edilerek herkes potansiyel câni hâline getirilmiştir.

Tam aksine, tümüyle irrasyonel dinbazlık telkinleri de “öbür medyada” sürekli olarak yapılmakta, insanlar bilime değil, safsataya itilmektedir. Kerametleri kendilerinden menkul birtakım sözüm ona hocalar, “Mehdîler”, meczuplar en büyük kanallarda câhil bırakılmış halkımıza yutturulmaya başlanmıştır.

  • Eğer müstevlilerin hâince tuzaklarına düşmezsek
  • Ve millî / ulusal değerlerimizi, anadilimizi, ülkü beraberliğimizi korursak,
    hiç kimse bize bir şey yapamaz.

Belki çok sıkıntı çektik, çekmekteyiz ve çekeceğiz ama bu millet en kötü ahvâl ve şerâitte dahi kendi küllerinden gene doğar, 18. devletini kurar.

Atatürk’ün öldüğü yaştayım.

Mahcubum O’na karşı, yeterince bu vatana hizmet edemedim diye.
Bu ülkeden başka bir şey beklediğim yok…

Ne Mutlu Türk’üm Diyene!
(İlk Kurşun, 27 Mart 2013)

Tüm yazıyı pdf olarak okumak için lütfen tıklayınız..

MILLET_OLMAK_NE_DEMEKTIR_yazısı_ve_yorumumuz

Terörle mücadele yerine ver de kurtul politikası önerenler

Onur ÖYMEN

Terörle mücadele yerine ver de kurtul politikası önerenler

Terör dün Tunceli’de gene can aldı. 6 askerimizle bir sivil vatandaşımız şehit oldu. Böyle dönemlerde siyasetçilerin ve basının birlik içinde en etkili mücadele yollarını tartışması beklenirken hem iktidar hem de muhalefetten çok kaygı verici sesler çıkıyor. Adalet Bakanı Kürt meselesinin çözüm sürecine Öcalan da katılmalı demiş.

Ana muhalefet partisi Genel Başkan Yardımcısı Mecliste bütün partilerin katılacağı bir şeffaf masa kurulmasını önermiş, bir CHP milletvekili BDP’lilerin PKK’lılarla kucaklaşmasını doğal karşılamış, benzeri durumda kendisinin de aynı şeyi yapacağını söylemiş. Gözü ülke liderliğinde olan bir ilçe Belediye Başkanı Türkiye’ye ABD’deki gibi federal bir sistem önermiş. Bazıları ana muhalefet liderine Tony Blair‘in “Bir yolculuk” kitabında IRA meselesinin çözümü için neler yaptığını anlatan bölümü okumasını tavsiye etmiş. (O kitapta da görüleceği gibi Kuzey İrlanda’daki durumla Kürt meselesinin hiçbir benzerliği yok. Onların çözümün ana unsuru da 10 Nisan 1998 tarihinde İngiltere’yle İrlanda Cumhuriyeti arasında imzalanan Belfast Antlaşması. Bu antlaşmanın birinci maddesinde, Kuzey İrlanda halkının çoğunluğu isterse bu bölgenin İngiltere’den ayrılıp İrlanda’ya katılması öngörülüyor.) Türkiye’ye böyle örnekler gösterenlerin aklına şaşmak lazım.

Bütün bu söylemlerin ortak noktası, hangi siyasi tavizi verirsek terörü bitiririz arayışı. Yeni anayasa çalışmalarını da bu açıdan değerlendirmek lazım. Bugünkü basında terör liderinin bu konudaki beklenti ve önerilerini içeren belgeler var. Ne yazık ki, basında da teröre müzakereyi ve siyasi taviz verilmesi görüşü savunanların sayısı artıyor. “Ver de Kurtul” lobisi güçleniyor.

Hangi tavizi verirseniz verin terör örgütünün nihai amacına ulaşana kadar saldırılarını arttırarak sürdüreceğini, can almaya devam edeceğini her gün yaşadığımız acı tecrübelere rağmen görmek istemiyorlar.

Türkiye’nin bu akıl tutulması çağını daha fazla kayıp vermeden ve zarara uğramadan atlatabilmesinin ön şartlarından biri CHP’nin kendi temel ilkelerine ve politikalarına dönmesi ve terörle etkili bir mücadelenin bayraktarlığını yapmasıdır. Temel ilkeleri, tarihi birikimi ve deneyimiyle bu görevi en etkili biçimde yapacak ve iktidarın yanlış yolda ısrar etmesini önleyebilecek tek parti CHP’dir. Geçen dönemde iktidarın yeni anayasa ve Kürt açılımı konusundaki yanlış politikalarına kararlılıkla karşı koyan CHP bunu şimdi de yapabilir.Yeter ki, onu bu tarihi görevinden alakoymak isteyenler Partiyi yolundan saptırmasınlar.

Sevgiler, saygılar. 26.9.12

Onur Öymen