Etiket arşivi: Büyük Atatürk

G. Filiz Tuzcu : Cumhuriyet Bayramı Kutlaması..

Cumhuriyet Bayramı Kutlaması..

G. Filiz Tuzcu

Sevgili Vatansever Dostlar;

29 Ekim 1923:  O Büyük Gün:

Büyük Atatürk’ün “Cumhuriyetimizi” ilân edeceği “o güneşli – aydınlık – pırıl pırıl  Ankara sabahı“, kutlama seslerini – şerefle atılan top atışlarını  ve içi kıpır kıpır umut dolu, heyecanlı Ankaralıları ve tüm ülke vatandaşlarını hayâl edebiliyorum…

Evet bu gün Cumhuriyetimizin 94. yıldönümünü kutluyoruz…  O tarihi günün aynı heyecanını ve gururunu yaşıyorum… Büyük Atatürk’ün fotoğrafı da üstünde bulunan güzeller güzeli TÜRK BAYRAĞIMIZI ön ve arka balkonlarımıza astık…

Bayraklarımız ılık  ve ferah rüzgârlarla nazlı nazlı dalgalanıyorlar…

Dünya döndükçe, güneş doğdukça Cumhuriyetimiz ilelebet yaşasın ve güzeller güzeli  kırmızı gelincik bayrağımız Masmavi Türk Semalarına kucak açarak – Kartal Heybetiyle Vatan Topraklarımıza kol – kanat gererek, sonsuza dek dalgalansın inşallah…

Bizi karanlıklardan, esaretten ve zilletten kurtararak, Kutlu Vatanımızı ve Kutlu Cumhuriyetimizi armağan eden Büyük Atatürk‘ümüzün aziz hatırası  ve maneviyatı önünde en derin sevgilerimle, en derin saygılarımla ve sonsuz sonsuz minnet hislerimle eğiliyorum…

[Canım Atatürk’üm, senin kızın/evlâdın olmaktan, senin ilkelerin ve düşüncelerin doğrultusunda kararlılıkla yürümekten daha büyük bir gurur ve daha büyük bir mutluluk tanımıyorum.]
=============================

Çok teşekkürler değerli site okurumuz ve yazarımız Sayın Güzide Filiz Tuzcu hanımefendi..

Sevgi ve saygı ile. 29 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Suay Karaman : YAŞASIN CUMHURİYET

Dostlar,

Sevgili kardeşimiz Suay Karaman‘ın “29 Ekim 2017” için hazırladığı

“YAŞASIN CUMHURİYET” 

başlıklı müzikli görselini (power point yansıları) izlemek için lütfen tıklayınız… (4,7 MB)

YASASIN_CUMHURIYET_Suay_Karaman_29 EKIM 2017

Bir kez daha, bin kez daha kutluyoruz Cumhuriyetimizin 94. yılını..

O’nu, Büyük ATATÜRK‘ün kutsal emaneti olarak

  • sonsuza dek şan ve şerefle yaşatma azim ve kararlılığımızı
  • bir kez daha tüm dünyaya haykırıyoruz..

    Sevgi ve saygı ile. 29 Ekim 2017, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ahmet Taner Kışlalı’yı ve Cumhuriyet’i anmak

Ahmet Taner Kışlalı’yı ve
Cumhuriyet‘i anmak

portresi_resmiEmre KONGAR
Cumhuriyet
, 21.10.2016

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Bir yandan Başkanlık Rejimi atılımı, öte yandan Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet değerlerine karşı sistematik bir yıpratma kampanyası: Türkiye Cumhuriyeti ciddi bir saldırı altında!
                                                             ***
Cumhuriyet değerleri denince akla gelen isimlerin başında yer alır Ahmet Taner Kışlalı!
Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’ni geriye götürmek isteyen faşist katiller tarafından Cumhuriyetçi, Demokrat, Atatürkçü kimliğinden dolayı öldürülmüştür! 
Atatürkçü Düşünce Derneği, sevgili dostum Aziz Kışlalı’yı katledilişinin 17. yılında anıyor: Bugün saat 09:30 da, Çayyolu’nda Engürü Sitesi’ndeki evinin önünde toplanılarak mezarına gidilecek. Saat 18:00’de de Çankaya Belediyesi Çayyolu Ek Hizmet Binası Toplantı Salonu’nda da bir panel ve bir dinleti var. Panele Uluç Gürkan (Gazeteci-Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Bşk. Yrd.) ve Işık Kansu (Cumhuriyet Gazetesi yazarı) katılıyor; dinletinin sanatçıları ise soprano, Damla Kışlalı ve piyanoda, Melahat İsmayilovaAtatürkçü Düşünce Derneği’ni bu anlamlı anma töreni için kutluyorum.
                                                            ***
Ankara valisinin toplantıları yasaklamasına karşın kutlanacak olan Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla “Pembe Köşk” olarak bilinen İSMET İNÖNÜ EVİ, 29 Ekim – 4 Aralık 2016 tarihleri arasında her gün saat 10:00-12:00 ve 13:00-17:00 arasında okullara ve halkın ziyaretine ücretsiz olarak açılıyor. Pembe Köşk’te yılda iki kez yapılan sergilerde hep güncel konular seçiliyor. Bu yıl da, Türk Eğitim Sistemine yapılan saldırıların güncelleştirdiği eğitim sorunlarımız dolayısıyla Kurtuluş Savaşı döneminde başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında devam eden eğitim çalışmaları ele alınmış. Açılan sergi “Genç Cumhuriyetin Eğitim Mucizesi” adını taşıyor. Bir de çok çok önemli bir konuşmacı var:
Bu mucizeyi bizzat kendi yaşamış, hocaların hocası, benim de hocam olan, Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat 27 Ekim Perşembe günü saat 17:00’de “Cumhuriyet Eğitim Politikasının Atılımları” konulu bir konferans verecek. Bu etkinlikler için, Başkan Özden Toker’in şahsında İnönü Vakfı’nı kutluyorum.
                                                            ***
Keşke Ankara’da olabilseydim ve hem Ahmet Taner Kışlalı’yı anma törenlerine, hem de Nermin Abadan Unat’ın konferansına katılabilseydim… Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, insanlık çizgisinde, tarih önünde, haklı ve doğru olduğu için, Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyeti ve Demokrasiyi kimse çağdaşlık yolundan geri çeviremeyecek!
==================================
Dostlar,

Üstadımız Sn. Prof. Dr. Emre Kongar, bu yazısıyla bizim de duygu ve düşüncelerimizi aktarmış. 21 Ekim günleri, yakın dostumuz – dava arkadaşımız sevgili Ahmet Taner Kışlalı’nın acısı içimizi kaplar..

ahmet_taner_kislali_portresi_gul_ile

Her şeye karşın, bu topraklarda ve Dünya coğrafyasında İNSANIN İNSANLAŞMASI = AYINLANMA savaşımı durdurulamayacak.. İnsan aklı giderek gelişecek ve özgürleşecek. Bilimsel akılcılığı şaşmaz ana pusula yapacak kendisine. Temel İnsan Hak ve Özgürlükleri giderek genişletilecek. İnsanlık onuru, emperyalistleşen vahşi – kumarhane kapitalizmini tarihin çöplüğüne atacak.

Büyük ATATÜRK‘ün kaydettiği üzere;

  • ..Emperyalizm ve sömürgecilik yeryüzünden silinecek, tüm dünya insanlarının bir arada ve kardeşçesine yaşadığı bir tatlı dünya düşü gerçekleştirilecektir..Karanlıkların yarasaları olsa olsa bu determinisitk gidişi yer yer geciktirebilirler, hepsi bu denli! Ancak bu aşamaların daha hızlı ve daha az bedelle geçirilebilmesi için AYDIN SORUMLULUĞU ve öncülüğü evrensel bir yüküm olarak omuzlarımızda, tüm hücrelerimizde.

    Sevgi ve saygı ile. 21 Ekim 2016, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
    ============================

    Dostlar,,

    Kavruk yüreğimizle bu yazıyı 1 yıl sonra aynen yayınlıyoruz bir kez daha…

    Sevgi ve saygı ile. 21 Ekim 2017, Ankara

  • Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com 

​E. Org. Saldıray Berk : NATO Türkiye için açık tehdit

​NATO Türkiye için açık tehditNATO Türkiye için açık tehdit

AYDINLIK, 22.9.2017,
https://www.aydinlik.com.tr/nato-turkiye-icin-acik-tehdit-soylesiler-eylul-2017-1

Aydınlık, Türkiye’nin NATO’ya girişinin 65. yılında, süreci Türk Ordusu’nun seçkin komutanlarına sordu (Berk ÖZER / USMER Uluslararası İlişkiler Sorumlusu)

Kuzey Atlantik Paktı NATO, ABD öncülüğünde 4 Nisan 1949 günü kuruldu. 12 ülkenin katılımıyla kurulan örgüt, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan dengelerde Sovyetler Birliği’ne karşı geniş bir cephede, ABD çıkarlarını savunmak ve sözde müttefiklerini korumak için görev yaptı. Bugüne kadar da bu cepheye bir saldırı olmadı. Ülke sayısı 28’e çıktı. Türkiye, NATO’ya 20 Eylül 1951 günü üye olmak için başvurdu. 18 Şubat 1952’de üyeliği kabul edildi. Aradan geçen 65 yıl içinde NATO, Türkiye’de hep sorgulandı. Atatürk’ün bağımsızlıkçı dış politikasına uymadığı ve Türkiye’nin içişlerine karıştığı, komşularıyla ilişkilerini de kısıtladığı ileri sürüldü. Türkiye bu dönemde 12 Mart ve 12 Eylül ABD-NATO destekli iki darbe yaşadı. Darbelerin gerçekleşmesi için, NATO-Gladyo bağlantılı terör olaylarını yaşadı. Binlerce aydın ve gencini buna kurban verdi. Bu iki darbeyle dönüşüm yaşandı. 15 Temmuz 2016 darbesiyle de bu dönüşüm tamamlanacaktı ancak, ordu millet birlikteliği bunu püskürttü.

DARBECİLERİN KARARGAHI OLDU

Bu girişimde ABD, NATO ve AB bağlantısı bütün açıklığıyla ortalığa saçıldı. Mahkeme kayıtlarına da girdi. Darbeciler, ABD ve AB ülkelerinde karargâh kurdu. Bir tanesi bile iade edilmedi… Artık Türkiye’de, NATO müttefikliği daha yüksek sesten tartışılmaya başlandı, hatta “Ne işimiz var. Artık çıkalım” diyenlerin sayısı arttı. NATO’ya girişimizin 65. yıldönümünde konuyu, Türk Ordusunda uzun yıllar hizmet vermiş generallerimize sorduk. Onlarda da ortak fikir; ‘NATO döneminin bittiği ve yükselen Avrasya içinde yeni arayışlara girmemiz gerektiği” şeklinde…

Dizimizde ilk olarak E. Orgeneral Saldıray Berk’in görüşlerine yer vereceğiz. Berk, 1948 yılında Erzurum’da doğdu. 1969 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun oldu ve Türk Ordusu’nun çeşitli kademelerinde görev yaptı. 2007 yılında 3. Ordu Komutanlığı’na atandı. İsmi FETÖ’nün Ergenekon tertibinde geçti. Yıpratılarak görevden alınmasına çalışıldı. 2011 yılında da emekliye sevk edildi. 2015 yılında “Ülke bütünlüğü ve tam bağımsızlık idealine sahip çıktığı için” diyerek Vatan Partisi’ne katıldı. E. Org. Berk, sorularımıza şu yanıtları verdi:

| Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tehdit ve riskler dikkate alındığında, NATO üyeliğinin bu tehdit ve riskleri bertaraf etmede bir katkısı var mıdır? Nasıl?

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ona karşı denge unsuru olarak kurulan NATO, 1990’ların başından itibaren (AS: bu yana) yeni bir misyon arayışına başlamış, aradan geçen yirmi yıla yakın bir zamanda genel olarak terörle mücadele stratejisi olarak adlandırdığımız bir misyonda ABD stratejileri ve politikaları dışında başka önemli faaliyette bulunmamıştır. Üstelik son yıllarda NATO, üyesi olduğumuz halde, ülkemizin birlik ve beraberliği için açık tehdit haline gelmiştir. Şu anda NATO ve AB’yi birbirinden ayırmak zordur. Ülkemize yönelen tehditlere baktığımızda (Güney Doğu, PKK, PYD, Suriye’nin kuzeyinde yürütülen ABD ve koalisyon güçleri faaliyetleri, Irak’ın kuzeyi, Kıbrıs, Karadeniz ve Ege adaları sorunları gibi) tamamen NATO (ABD) kaynaklıdır. Dolayısı ile, hali hazırda NATO’yu dost olarak görmek zordur. Bu nedenle şu anda NATO üyesi olmamızın bu tehditleri bertaraf etmede bir faydası yoktur. Bir NATO üyesi olarak, birlik ve bütünlüğüne yönelik tehditleri gidermede Türkiye yalnızdır ve yalnız bırakılmıştır. Üstelik hayret derecesinde ülkemizi bölmek ve parçalamak isteyen bu unsurlara, kendi topraklarımızda üsler vererek kullandırmaktayız. Böyle bir durum dünya tarihinde görülmemiştir. Ülkemizi bölmek isteyenleri kendi içimizde barındırıyoruz.

| NATO üyeliğini sürdürmek ne gibi avantaj veya dezavantajlara yol açar?

Kanaatimce bugün için NATO demek, ABD ve AB demektir. Türkiye bu oluşumun dışında bırakılmıştır. Ülkemizin NATO üyeliğinin bir anlamı kalmamıştır. Ancak NATO’da alınacak kararlar oy birliği ile alınacağı için, 5-10 yıllık süre zarfında NATO’da bulunmamız ülkemizin aleyhine alınabilecek kararları veto etmek adına yararlı olabilir. Bu süreçte de NATO’nun askeri faaliyetlerindeki katkımızı azaltmak ve 5 yıl içerisinde de NATO’nun askeri kanadından tamamen çıkmak ülkemizin bekası açısından uygun olacaktır.

Sonuç olarak, kaynağı ABD ve NATO olan tehditlerin, NATO tarafından bertaraf edilmesi olanaksızdır. Atatürk’ün tam bağımsızlık ilkesine aykırı olarak, gerek o zaman ülkeyi yönetenlerin basiretsizliği, gerek o zamanki dış politika yanlışlıkları nedeniyle Batı’nın kucağına oturtulan Türkiye’nin, tekrar tam bağımsızlığına kavuşması için gerekli zaman gelmiştir. Bugünkü dünyada bir askeri bloğa bağlı olmanın bir anlamı kalmamıştır. Türkiye bu yalnızlığını bölge ülkeleri ve Avrasya ile iyi ve karşılıklı yarar esasına dayalı olacak şekilde gidermek için en uygun zamanı ve fırsatı yakalamıştır. Zaman ve ortam Türkiye’nin yararına ve çok uygundur. Yeter ki ülkeyi yönetenler bunu görebilsinler.

SALDIRAY BERK’TEN SATIR BAŞLARI

| NATO 1990’dan sonra önemli faaliyette bulunmadı.

| NATO, üyesi olduğumuz halde, ülkemizin birlik ve beraberliği için açık tehdit haline gelmiştir.

| Ülkemize yönelik tehditler NATO kaynaklıdır.

| NATO’yu dost olarak görmek zordur.

| Türkiye tehditlerde yalnız bırakıldı.

| Bizi bölmek isteyenlere içimizde üs veriyoruz.

| Ülkemizi bölmek isteyenleri kendi içimizde barındırıyoruz.

| Ülkemizin, NATO üyeliğinin bir anlamı kalmamıştır.

| 5 yıl içinde NATO’nun askeri kanadından tamamen çıkmak, ülkemizin bekası açısından uygun olacaktır.

| ABD ve NATO kaynaklı tehditlerin, NATO tarafından bertaraf edilmesi olanaksızdır.

| Türkiye’nin, tekrar tam bağımsızlığına kavuşması için gerekli zaman gelmiştir.

| Bugünkü dünyada, bir askeri bloğa bağlı olmanın bir anlamı kalmamıştır.
============================================
Dostlar,

Biz de çooook çaba harcadık ilişki kurabildiğimiz komutanlarımıza NATO’nun akrep içyüzünü anlatabilmek için. Doğrusu çok zorlandık. Özellikle NATO karargahlarında görev yapmış ya da eğitim almış generallerimiz için işimiz epey, epey zordu. Yer yer bizlere “solcu ağzı” nitelemesi yapıldığı bile oluyordu. Oysa ülkemizde nice kanlı tertipler NATO maskesi gerisinde üslerde tezgahlandı ve örtüldü, korunup saklandı.. Bunca ağır bedellerden sonra gerçeklerin görülebilmesi gene de bir teselli. Emeklilikte de olsa E. Org. Berk’e bu çıkışı için teşekkür ederiz.

Saldıray Paşa tüm açıklığı ve vurgulayıcılığıyla özetlemiş. Türkiye gereğini artık yapmalı. Büyük ATATÜRK‘ün dış politikadaki altın ilkesini, 12 yıl kesintisiz Dışişleri Bakanlığı yapan meslek büyüğümüz tıp doktoru Tevfik Rüştü Aras özetlemişti:

  • Bizim dış politikamız basit ve doğrudur. Herkesle dostluk kurmak isteriz fakat kimseye karşı ittifak ve bloklaşmaya gitmek istemeyiz..

80-90 yıl sonra hala geçerliğini koruyan ilkeler.. İşte uzgörü (vizyon) budur. Kemal Paşa çalışma arkadaşlarına güveniyordu. En zor yıllarda ülkemizin dış politikasını Dr. Tevfik Rüştü Aras’a emanet emişti. 12 yıl da değiştirmeden.. Erdoğan ise Türk Dışişlerinin muazzam birikimini “monşerler” diye aşağılayarak çok değerli ve çok zor erişilen kurumsal bir birikimi küçümsemiş, dışlamıştı. Ülkemizin ağır dış (+iç!) politika çıkmazları ortada.. Irak’ın kuzeyinde siyonist emperyalizmin güdümünde, Kürt kardeşlerimizi bu iğrenç politikalara alet eden kanlı oyun bağlamında sözde halkoylaması yapılabilir duruma gelir miydi bu fahiş hatalar yapılmasa??

AKP = RTE NEDEN İKBY – BARZANİ’ye KESİN – NET “HAYIR – YAPAMAZSIN” DİYEMİYOR ?
BARZANİSTAN HALKOYLAMASI; NE YAPMALI?
2 makalemizi okumak için lütfen üstünde tıklayınız..

Sevgi ve saygı ile. 25 Eylül 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

TÜRK DİL KURUMUNUN KURULUŞUNUN (1932) 85’İNCİ YILDÖNÜMÜ KUTLU OLSUN

TÜRK DİL KURUMUNUN KURULUŞUNUN (1932) 85’İNCİ YILDÖNÜMÜ KUTLU OLSUN

G. Filiz Tuzcu

Sevgili Vatansever Dostlar,

Aziz Türk Milleti olarak, Kurtarıcısı ve Ebedi Önderi Büyük Atatürk’ü “en derin sevgi, saygı ve minnet duygularımızla”  bir kez daha  anmak için  bugün de “TÜRK DİL KURUMU’MUZUN”  85. kuruluş yıldönümü  vesilemiz olmuştur.

Bir kez daha hatırlatmak isteriz ki Türk Milleti için güzel, faydalı, verimli ve bilimsel aydınlanma olarak nitelendirilen her ne husus varsa, bunların tümü de Büyük Atatürk tarafından düşünülmüş, planlanmış ve hayata geçirilmiştir… 

Bir insan hayatında, onun  “HAFIZASI”  yaşamının her anında nasıl son derece büyük bir önem taşıyorsa, benzer şekilde bir milletin hayatında da HAFIZASI yani “TARİHİ” aynı derecede hayati bir önem taşımaktadır…

Onun içindir ki söz konusu bu anlamlı “yıldönümünü” anarken de, kısaca tarihten bahsetmemiz kaçınılmazdır:

Objektif Tarihçilerin ve tarihe ilgi duyan duyarlı kişilerin de bildiği üzere “TÜRK KİMLİĞİNİN EN BELİRGİN VE BELİRLEYİCİ  VASFI OLAN TÜRKÇE DİLİMİZ, HATTA TÜRK KÜLTÜR VE TARİHİMİZ” maalesef ki hem Anadolu Selçuklu Devleti, hem de Osmanlı dönemlerde arka plana atılarak, önemsenmemiş, hatta ne yazık ki zamanla aşağılanmaya dahi başlanmıştır…   Her şeyden önce bu tarihi gerçeği Milletçe bilmemiz, bizler için büyük bir önem taşımaktadır.

Oysaki Türklerden binlerce yıl sonra tarih sahnesine çıkan ve birbirinden oldukça farklı toplumlardan birer “millet” oluşturarak,  birer devlet kurabilenler – yani İngilizler, Fransızlar, Almanlar, İspanyollar, İtalyanlar, Grekler vs… –  bu farklı toplumlar arasında “eğitim yoluyla ortak dil, din,  gelenek ve toprağa bağlılık  bilinci oluşturarak”, millet olma bilinci kazanmışlardır.

Çinlilerle birlikte dünyada bilinen en eski milletlerden biri oldukları bilimsel olarak tescillenen Türkler ise, söz konusu bu binlerce yıllık köklü geçmişlerine ve de pek çok krallık, devlet, imparatorluk kurma gelenek ve kapasitelerine rağmen,  kendi öz değerleri olan “Türk Kimliğini – Türkçe Dilini ve Kültürünü”  korumakta maalesef ki başarılı olamamışlardır! Bunun içindir ki pek çok görkemli Türk Devleti yıkılıp, gitmiş ve tarihe gömülmüştür… (Dikkat çekmek isteriz ki hepsi de içten, yani hanedan üyelerinin keyfince  devletin  en üst makamlarına  kadar getiridikleri yabancı unsurlar eliyle zayıflatılarak, zamanla da çökertilmişlerdir. Bu hayati husus,  Orhun Anıt Taş Yazıtlarında dahi dile getirilmiş ve Türkler dikkatle uyarılmıştır.)

Daha yakın zamanlara gelirsek, Mustafa Kemal Paşa ve Onun liderliğinde canla başla düşmanlara karşı mücadele eden Türk Milli Güçleri ve yediden – yetmişe, erkek, kadın, yaşlı, çocuk topyekûn Aziz Milletimizin olağanüstü gayretleri ve fedakârlıkları  şayet olmamış olsaydı, bugün T.C. Devleti de maalesef ki olmayacaktı; ve Türkler binlerce yıllık kadim vatan topraklarını yitirmiş, çeşitli bölgelere dağılmış, başlarına yabancı efendiler gelmiş olarak, esaret ve zillet altında “sözde yaşayacaklardı! ”  (Böylesine acı ve korkunç durumun çeşitli örnekleri – Uygur Türkleri, Makedonya Türkleri, Kafkas Türkleri, Irak Türkleri, , Suriyeliler, Filistinliler vs… –  bugün gözlerimizin önünde canlı olarak durmaktadırlar…)

 T.C. Vatandaşları Olarak Biz Türk Milleti,  her şeyi hazır ve kolay bulduğumuzdan, geçmişimizi çok çabuk unutup,  tekrar derin bir gaflet içine daldık ve maalesef ki bizleri tarihte mahvetmiş  olan yanlışlara – hatalara tekrar ve tekrar düştük! Geldiğimiz sonuç apaçık ortadır… 

(Bunların başında da “Osmanlıdan kalma hayret verici bir yabancı hayranlığı ve yabancı kelimeleri  Türkçe cümlelerimizin arasına tarzanca sıkıştırmak geliyor!.”  Kanada’da yaklaşık yirmi yıl kaldım, Quebec (Fransızlara ait)  eyaleti dışında, ana dili İngilizce olanlardan ne Kanada’da, ne ABD’de  tek bir Fransızca kelime dahi duymadım;  hatta “mersi” kelimesini bile hiç duymadım! İŞTE HER MİLLET, BÖYLESİNE TİTİZLİKLE VE BÜYÜK BİR AZİMLE “ANA DİLİNE” SAHİP ÇIKMAKTADIR…)

O halde kanaatimizce hepimiz durup iyi düşünmeliyiz ve mutlaka öz eleştiri yaparak, tarihten hiç ders almadığımız ve sürekli aynı hatalara düştüğümüz için kendimizi kınamalıyız… (Meşhur Türk Ata Sözü: “DOST ACI SÖYLER” (ANCAK DOĞRUYU SÖYLER) 

O HALDE VATANSEVER DOSTLAR, MİLLETÇE, “YALANCILARIN, SAHTEKÂRLARIN, İKİ YÜZLÜLERİN, DİNİ  SİYASET VE ÇIKARLARINA ALET EDENLERİN, KENDİ MİLLETİNİ HOR GÖRÜP,- ARAPLARA – YA DA BATILILARA KÖRÜ KÖRÜNE BAĞLANARAK, ONLARA HAYRANLIK DUYANLARIN,   ONLARIN  DİLLERİNİ TAKLİT EDENLERİN,  BATILILARIN SÖZLERİNİ İLÂHİ GERÇEKLERMİŞ GİBİ  KABUL EDİP, TÜRKLERE DE ZORLA DAYATANLARIN, YABANCI KELİMELERLE KONUŞMAYI MARİFET VE ÇAĞDAŞLIK  SAYANLARIN” KARŞISINDA YER ALALIM;

VE  VATANIMIZDA “MENFAAT, MAKAM, UNVAN VE MADDİYAT  PEŞİNDE KOŞMAYAN, CESURCA GERÇEKLERİ DİLE GETİRENLERİ TAKDİR ETME VE REHBER EDİNME ALIŞKANLIĞIMIZI“,  YENİDEN  KAZANALIM.

Bu hiç de zor olmasa gerek; şöyle ki yapacağımız tek şey yeniden  Türk Özümüze dönmektir; yani Kadim Türk Kimliğimize – Türkçemize, Türk  Kültür ve Töremize,  ve de Kuran’ın tebliğ ettiği Gerçek İslam’a dört elle sarıldığımızda, her sorunun üstesinden kolayca gelebileceğimize yürekten inanıyorum, hatta biliyorum. Tıpkı Büyük Atatürk’ün yapmış olduğu ve başarıya ulaşmış olduğu gibi… 

Şimdi “Türk Dil Kurumu ve Türkçe Dili” derken neden bu kadar laf ettik?  diye akıllara bir soru gelebilir! Çünkü Türklerle ilgili tüm hususlar bir BÜTÜNDÜR, ve hepsi birbirleriyle bağlantılıdır… Sadece dili veya dini, ya da Türklerle ilgili herhangi bir konuyu tek başına ele alıp, incelersek, bu son derece yanıltıcı  ve aldatıcı olur.

Büyük Atatürk “TÜRK TARİH KURUMUNU – TÜRK DİL KURUMUNU – DİL, TARİH COĞRAFYA FAKÜLTESİNİ” çok büyük hedeflerle kurarken, bu Milli Kurumların  ortaklaşa çalışarak – ortaklaşa hareket ederek , başta TÜRKÇEMİZ  ve ANTİK TARİHİMİZ olmak üzere  “Tüm Kadim Türk Değerlerini” yeniden gün ışığına çıkarmalarını ve bunları Türk Milletine belletmelerini arzulamış ve hedeflemiştir.  (Çünkü Türk Milleti bu hususta yüzlerce yıl çok çok çok  geç kalmıştır…)

Her kim ki “Ben Atatürkçüyüm” iddiasında bulunuyorsa, ki bu son derece önemli bir iddiadır, bunun da gereğini yerine getirmek zorundadır; ve millet olarak biz bu hususu sorgulamakla mükellefiz.  Çünkü “Ben Atatürkçüyüm” demekle Atatürkçü olunmuyor!   Tıpkı “Ben Müslümanım” demekle Müslüman olunmadığı gibi!   Hatta bu pek çok konu için geçerlidir;  örneğin “Ben Demokratım – Cumhuriyetçiyim” demekle de öyle olunmuyor. AYNASI İŞTİR KİŞİNİN LAFA BAKILMAZ…

1938 – 2017, KOSKOCA 79 YIL GEÇMİŞTİR;  BİRİCİK VATANIMIZ – GÖZBEBEĞİMİZ TÜRKİYE’NİN GELDİĞİ HAZİN DURUM GÜN GİBİ APAÇIK  ORTADIR; 

GÖRÜLÜYOR Kİ BUNCA YILDIR PEK ÇOK MAKAM, MEVKİ VE UNVAN SAHİBİ KİŞİ “SÖYLEDİĞİ VE VERDİĞİ SÖZLERİN ARKASINDA DURMAMIŞTIR”, SÖZLERİ BAŞKA – DAVRANIŞLARI BAŞKA OLMUŞTUR, YANİ GÖREVLERİNİ  LAYIĞIYLA YAPMAMIŞLARDIR.

HERŞEYDEN ÖNCE BU GERÇEĞİ KABUL ETMELİYİZ VE BUNDAN SONRA KİŞİLERİN,  Kİ BU KİŞİLERİN  “MAKAM, MEVKİ VE UNVANLARI HER NE OLURSA OLSUN  ONLARIN LAFLARINA, MAKAM ODALARININ DUVARLARINDA ASILI BÜYÜK BOY ATATÜRK PORTRELERİNE,  YAKALARINDAKİ ROZETLERİNE, ATATÜRK HEYKELLERİNİN ÖNÜNDEKİ GÖSTERİŞLİ TÖRENLERİNE, SÜSLÜ DEMEÇLERİNE VS… BAKMAYACAĞIZ…

BUNDAN BÖYLE “ATATÜRKÇÜ OLDUKLARINI İDDİA EDEN KİŞİLERİ” TESTE TABİ TUTMAMIZ GEREKMEKTEDİR; ŞÖYLE Kİ; ONLAR ,  GERÇEKTEN “ATATÜRKÜN DÜŞÜNCELERİNİ, İLKELERİNİ – MİLLİ HEDEF VE POLİTİKALARINI  SAMİMİYETLE BENİMSEMİŞLER MİDİR? BUNLARI HAYATA GEÇİRMİŞLER MİDİR?, SAMİMİ ATATÜRKÇÜ OLANLARI DESTEKLİYORLAR MI? “ASIL BU HUSUSLARA AZAMİ ÖLÇÜDE DİKKAT EDECEĞİZ… 

BÜYÜK ATATÜRK’ÜN DEYİŞİYLE, “HER GÖRDÜĞÜMÜZ SARIKLIYI HOCA ZANNEDİP, YA DA HER GÖRDÜĞÜMÜZ MAKAM VE UNVAN SAHİBİ KİŞİYİ BAŞ TACI EDİP“, ONLARIN ARKASINDAN GİTMEMELİYİZ.  ANCAK İŞİNİ DOĞRU YAPAN, DOĞRU KONUŞAN, VATANINA VE MİLLETİNE  KARŞILIKSIZ  HİZMET EDEN KİŞİLER SAYGIYA VE SEVGİYE LÂYIKTIR VE ANCAK ONLARIN ARKASINDAN GİTMELİYİZ.

DÜŞÜNCESİ VE SÖZÜ BİR OLAN, GÖREVİNİ EN DOĞRU ŞEKİLDE YAPAN, BİLİNÇLİ VE SAMİMİ TÜM VATANSEVERLERE

EN İÇTEN SEVGİ VE SAYGILARIMLA.
=================================================
Dostlar,

Büyük ATATÜRK‘ün ülkemiz Türkiye’nin ve tüm halkımız Türk Ulusu’nun Tarihi ve Dil’i Türkçe için ne denli özel özen gösterdiği iyi bilinmektedir. Bu amaçla 2 “Bağımsız” yapı (Cemiyet) kurmuş ve kalıtından (mirasından) bu 2 seçkin Kuruma sürekli  gelir bırakmıştır.

türk dil kurumunun açılması ile ilgili görsel sonucu

12 Eylülcüler Atatürk’ün vasiyetini çiğneyerek bu 2 Kurumu devlet dairesine dönüştürerek işlevsiz bırakmayı başardılr ne acı ki!

Demokrasi aşığı ve de şampiyonu AKP 1982 Anayasası’nda 3 kez çok kapsamlı değişiklik yaptı ama YÖK’e, kapatılan Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’na… ilişkin sorunu çözücü adım atmadı…

Atatürk’ün kurduğu Dil Tarih Coğrafya Fakültesi hep darbe yedi ve hocaları görevden atıldı..

Böylesine kendi köklerine düşman aymaz toplumların ayakta kalması ne yazık ki olanak dışı..

Sayın yurtsever Tarihçi yazar Güzide Filiz Tuzcu hanımefendiye yazısı için teşekkür ederiz.

Sevgi ve saygı ile. 13 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Dil Derneği Üyesi
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

DİN TOPLUM İÇİN BİR “AFYON – UYUŞTURUCU” MUDUR

Konuk yazar : Güzide Filiz TUZCU

DİN TOPLUM İÇİN BİR
“AFYON – UYUŞTURUCU” MUDUR?

Evet, Karl Marks din için “toplumu uyuşturup – uyutmak için kullanılan bir afyondur” ifadesini dile getirmiştir! Ancak diğer yanda din, her çağda ve dünyanın her yerinde insanların hayatında merkezi bir rol oynamıştır…

İnsan dünyada var olduğundan bu yana “din mefhumu“,  olmazsa olmaz bir unsur olarak insanların hayatında yerini almıştır. Aslında insanın doğasında,  “kendisinden çok üstün, olağanüstü güçlere sahip olan yaratıcı – yüksek bir varlığa – bir tanrıya” inanma – ondan korkma – ona sığınma duygusu hep var olmuştur…

Dinler ve din inancı önemini ve etkisini hiç yitirmeden günümüze kadar gelmiştir…
Bu bağlamda “bir milleti sımsıkı bağlarla birbirine bağlayan – birleştiren en önemli iki harcın dil ve din olduğu” vurgusu hep yapılmıştır. (“Aklın yolu biridir“; Elbette ki bu vurguyu Büyük Atatürk de yapmıştır)

O halde yaşadığı ülkede, vatanını ve milletini seven,  ve de  milletine gerçekten faydalı olmak isteyen  bilim insanları için  “dini doğru anlamak ve doğru anlatmak” asli bir görev olmalıdır kanaatindeyiz.

Ancak 1938 sonrası Türkiye’sine baktığımızda görülen odur ki, genel olarak bilim insanları üzerlerine düşen bu asli görevi maalesef yerine getirmemişlerdir!  Hatta bırakın bu görevi yerine getirmeyi, ekseriyeti “dine ve dindarlığa” burun kıvırmışlar ve dini sadece avamla – cehaletle ilişkilendirerek, “okumuş – meslek sahibi, cumhuriyetçi, hatta Atatürkçü, aydın  ve  çağdaş birinin dindar olamayacağı” gibi son derece yanlış, zararlı ve yıkıcı bir intiba yaratmaya çalışmışlardır!   (Kanaatimize göre bunu bazıları planlı ve programlı olarak, gayet bilinçli yapmışlardır; bazıları da bilmeyerek yapmışlardır…)

Ancak sonuç değişmemiştir; genel olarak bilim insanları, yazarlar, gazeteciler, araştırmacılar vs… kısacası genel olarak ülkenin aydınları “dine, toplumdaki değeri nispetinde  – yani hak ettiği derecede önem vermemişler ve  din hususunda halkı maalesef ki aydınlatıp, bilinçlendirmemişlerdir.”

O zaman halka din konusunda rehberliği kimler yapmıştır:

-Dini,  siyasetine ve siyasi partisine alet edenler; 

-Dini kendisine paravan yapan örgütler – dernekler;

-Bir takım tarikat şeyhleri – şıhları;  

-Doğru dürüst eğitim almamış – Kuran Âyetlerini dahi bilmeyen sözde hacılar, hocalar ve imamlar;

-Ya da dış güçlerin güdümünde faaliyet gösteren,” İslâm’ı özünden, yani yegane kaynağı Kuran’dan uzaklaştırmak” için elinden gelen her şeyi yapan “Türk ve Müslüman ” görünümlü ajan hocalar.

SÖZ KONUSU BU ZARARLI UNSURLAR ELBİRLİĞİYLE,  TÜRK MİLLETİNİ KURAN’I ANLAMAKTAN  – DİNEN BİLİNÇLENMEKTEN UZAK TUTMUŞLARDIR… BUNU DA AYNI OSMANLI DA OLDUĞU GİBİ,  “İSLÂM DİNİ DİYE, EMEVİ ARAP DİLİNİ, ARAP ADET VE GELENEKLERİNİ – ARAPÇA EZBERİ” TÜRKLERE DAYATARAK YAPMIŞLARDIR. 

BUNLAR, İSLAM DİNİNİ ÖĞRETİYORUZ DİYE  “KÖRPE BEYİNLERİ, ANLAYAMADIKLARI YABANCI BİR DİLLE – ARAPÇA EZBERLE” KÖRELTMİŞLER VE  ÖZ TÜRK DEĞERLERİNE YABANCILAŞTIRARAK, ADETA DÜŞMAN ETMİŞLERDİR.  BÖYELECE TÜRK ÇOCUK VE GENÇLERİNİN YÜCE ALLAH’IN EMİR VE UYARILARINI ÖĞRENMELERİNE, BU EMİRLERİ HAYATLARINA UYGULAMALARINA  ENGEL OLMUŞLARDIR…

FELÂKET BUNUNLA DA BİTMEMİŞTİR; TÜRK MİLLETİNİ “AŞAĞILANMAKTAN, TECAVÜZLERDEN, ESARETTTEN, HATTA MUTLAK BİR YOK OLUŞTAN KURTARAN VE İSLÂM DİNİNİ DOĞRU TANITMAK VE ÖĞRETMEK İSTEYEN” BÜYÜK ATATÜRK’E DE KORKUNÇ İFTİRALAR BAŞLATILMIŞTIR; “MUSTAFA KEMAL DİNSİZDİR, ÜLKEYE DE DİNSİZLİĞ GETİRDİ, LAİKLİK DİNSİZİKTİR, KARILAMIZIN – KIZLARIMIZIN BAŞLARINI AÇTI, HACILARIMIZI – HOCALARIMIZI ASTI – KESTİ, KENDİSİ İÇKİ İÇİYOR, SEFAHAT ALEMLERİ YAPIYOR VS…”

(OSMANLI TARİHİNİ ON BEŞ YILDIR YERLİ VE YABANCI KAYNAKLARDAN KAPSAMLI OLARAK ARAŞTIRDIM, KIYASLAMA VE ANALİZLER YAPTIM;   ASLINDA ONLARIN BÜYÜK ATATÜRK’E MÂL ETMEK İSTEDİKLERİNİ ,  “ECDATIMIZ DİYEREK KUTSALLAŞTIRDIKLARI  VE YERE GÖĞE SIĞDIRAMADIKLARI OSMANLI PADİŞAHLARI” FAZLASIYLA, HEM DE İFRAT DERECESİNDE  YAPMIŞTIR… EKSERİYE OSMANLI PADİŞAHLARI,  KURAN ÂYETLERİNİN PEK ÇOĞUNU UMURSAMAMIŞ, HATTA AÇIKÇA ÇİĞNEMİŞLERDİR. ONLAR DAHA DA İLERİ GİDEREK,TÜRK MİLLETİNİ KENDİLERİNE KUL – KÖLE YAPARAK, ONLARA ARAPÇA DAYATARAK,  BASKI UYGULAYARAK, KURAN’IN IŞIĞIYLA AYDINLANMALARINA” YÜZYILLARCA ENGEL OLMUŞLARDIR. PADİŞAHLAR,  TÜRKÇE KURAN VEYA DİN KİTABI BASIMINI DA YİNE YÜZLERCE YIL YASAKLAMIŞLARDIR. ) 

 OSMANLI DÖNEMİNDE TÜRK MİLLETİ , “ALLAHIN YERYÜZÜNDE GÖLGESİ – KUTSAL  – MÜBAREK PADİŞAHLAR ” TELKİNLERİYLE, AYRICA BASKI VE ŞİDDETLE PADİŞAHLARA ZORLA KUL  EDİLMİŞLER,  BÖYLECE İSLAM’IN EN BÜYÜK  VE EN AFFEDİLMEZ BÜYÜK GÜNAHI OLAN “ŞİRK BATAĞINA” İTİLMİŞLERDİR.

İşte  1938’den günümüze dek Türk Milletine “din hususunda  rehberlik yapanlar” da genellikle bu Osmanlı zihniyetli kişilerdir!   Böylece “din” ne yazık ki her zaman siyasete ve seçimlerde “oy kapmaya, saltanata ve güce” alet edilmiştir. Sonuç gayet açık ve net olarak ortadır...

Kanaatimize göre 21. yüzyılda dahi Türk Milletinin önemli bir yüzdesi, Kuran’ın tanıttığı “İslâm Dinini” maalesef ki halâ bilmemektedir!

(Bu noktada İslâm Dinini Kuran’ın tanıttığı şekilde anlayan ve anlatan ve halkın dinen bilinçlenmesi için çalışan – hizmet eden,  gerçek din alimi, gerçek Atatürkçü,  gerçek bir vatansever olan Sayın Yaşar Nuri Öztürk hocamızı da minnetle ve teşekkürle anmadan geçmek,  kanaatimizce kul hakkı ihlâline girer.)

Türk Milleti, “din hususunda bilinçli olmama”  gibi hayati bir eksikliğinin son derece ağır ve yıkıcı faturasını Osmanlı döneminde ödemiş, hatta her şeyini kaybederek, yok olmanın eşiğine gelmiştir:  Ancak bundan yeterli dersi çıkarmayan Türk Milleti,  1938 sonrası, kurtarıcıları ve yol göstericileri  Büyük Atatürk’ün izinden ayrılarak bir kez daha yanlışlara batmıştır ve bunun acı faturasını da ödemektedir…

Oysaki dine, bizden çok daha fazla önem veren, hatta dini “milli kimlik ve kültürlerinin ayrılmaz bir parçası yapan”  Batılı Milletler, din ile bilimi uzlaştırarak, her ikisini de insan hayatında yapıcı ve aydınlatıcı kılmışlardır. Bunu nasıl başarmışlardır? Bu husus hayati derecede önemlidir.

Batılı aydınlar – cesur toplum liderleri orta çağlardan  itibaren, “kilise, kral, soylu sınıf” üçgeninin dini “siyaset ve saltanatlarına nasıl alet ettiklerini ve böylece geniş halk kitlelerini nasıl baskı altına alarak, özgürlüklerini ve emeklerini  sömürdüklerini” idrak etmişlerdir. Böylece onlar, bu yönde halklarını aydınlatarak, organize ederek, bilinçlendirerek,  zalim ve zorbalara karşı amansız savaşlar başlatmışlardır…

Bunlardan yalnızca bir tanesine örnek vermek istiyoruz; Ünlü Reformcu – Alman Papaz Martin Luther.

Reformist Alman Aydını Martin Luther (1522)  , “Her bireyin, kendi ANA DİLİNDE YAZILMIŞ OLAN İNCİLİ’İ OKUMASININ GEREKLİLİĞİNİ vurgulamış ve her Hıristiyan’ın buna hakkı olduğunu” savunmuştur…  Böylece Marthin Luther, 1516 yılında Grek bilgin Erasmus tarafından yazılmış “Grekçe İncil’i1522 yılında ana dili Almancaya çevirmiş ve böylece dinini,  yabancı bir dilin ve kültürün boyunduruğundan kurtarmış ve Alman halkının İncil’i anlamasını  ve dinen bilinçlenmesini, böylece bir daha din kisvesiyle sömürülmemesini  sağlamıştır.

Ünlü Alman felsefeci Nietzche ve Alman dilinin babası addedilen dil uzmanı Jacob Grimm, “Luther’ın bu cesur hareketinin ve yazdığı Almanca İncil’in, Alman dil ve edebiyatının vücuda gelmesi ve gelişmesinde bir dönüm noktası yarattığını” vurgulamışlardır.” 

(Kaynak: Erik H. Erikson, Young Man Luther, W.W. Norton & Company İnc. New York, 1962, s. 225 – 233.)

Almanlar, ve onlarla gibi “ileri medeniyet seviyesine ulaşmış” olan milliyetçi – güçlü milletler (İngilizler, Fransızlar, Japonlar, Ruslar, Grekler vs…), o gün bugündür dillerine ve kültürlerine büyük bir azim, hassasiyet ve hırsla  sahip çıkmaktadırlar…  

O HALDE ASLINDA DİN, BİR “AFYON YA DA UYUŞTURUCU”  değildir;
şayet dini doğru anlar ve doğru anlatırsak
… YANİ SUÇLU OLAN DİN DEĞİLDİR.

Ancak din doğru anlaşılıp, doğru anlatılmadığı zaman, gerçekten “afyon – uyuşturucu” etkisi yapar… İşte felâketler de o zaman başlar… 

SUÇLU OLAN MİLLETİNİN TEMEL DEĞERİ OLAN DİNİ KÜÇÜMSEYEN, ETKİSİNİ YOK FARZ EDEN, KENDİNİ HALKINDAN ÜSTÜN GÖREN, HALKINI AYDINLATMAYI GÖREV EDİNMEYEN SÖZDE BİLİM İNSANLARI, SÖZDE AYDINLAR, ENTEL VE DANTELLERDİR…

Sloganımız “Din ve Bilim El – Ele, insanlığın güzel ahlâk kazanması, huzuru, mutluluğu ve ilerlemesi hizmetinde” olmalıdır…

G. Filiz Tuzcu

Yıldırım Koç : AKP ülkeyi yönetemiyor

AKP ülkeyi yönetemiyor

Yıldırım KoçYıldırım Koç
AYDINLIK,
12 Haziran 2017

Yönetenlerin eski yöntemlerle yönetemediği ve yönetilenlerin de eski yöntemlerle bile yönetilmek istemediği dönemler olur. Sanki Türkiye öyle bir dönemin eşiğinde. Yönetenlerin eski yöntemlerle yönetemediğinin somut göstergesi, iktidarın işçi grevleri konusundaki tavrında çok açık bir biçimde ortaya çıkıyor.

Yürürlükteki mevzuatımıza göre, işçilerin belirli koşullarda grev hakkı var. Türkiye’nin onayladığı ve Anayasanın emredici hükmüyle doğrudan uygulanırlık kazandırdığı Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Sözleşmelerine göre ise çok daha geniş bir grev hakkı geçerli. Barışçıl olmak koşuluyla, işçilerin veya sendikaların uygulayacağı her türlü iş durdurma, işyeri işgali, iş yavaşlatma, genel grev, dayanışma grevi gibi eylemler Türkiye’de 2004 yılından beri yasaldır. Mevcut durum bu.

İŞÇİLER MEVCUT ŞARTLARLA YÖNETİLMEK İSTEMİYOR

2017 yılında ekonomik kriz derinleştikçe işçi eylemleri yaygınlaşmaya ve sertleşmeye başladı. İşçiler bu eylemlere başvururken, ILO Sözleşmelerindeki haklarını bilerek hareket etmiyorlar. Oturdukları minder tutuşmuş. Yandıkça, ayağa fırlıyorlar. Borcunu ödeyemeyen, artan ihtiyaçlarını karşılayamayan, işten çıkarılan, ücreti düşürülmek istenen ayağa kalkıyor. Sendikaların bir kısmı da toplu iş sözleşmeleri görüşmelerinde istediklerini alamayınca, işçideki bu eylem eğilimine sahip çıkıyor ve destekliyor.

İşçi sınıfının giderek büyüyen bir kesimi, zaman içinde bu kervana katılacak.

YÖNETİCİLER MEVCUT YÖNTEMLERLE YÖNETEMİYOR

Grev hakkına ilişkin yasal düzenlemeler AKP iktidarı döneminde yapıldı. Anayasada değişiklik yapılarak uluslararası sözleşmelere doğrudan uygulanırlık kazandırılması da AKP iktidarları döneminde gerçekleşti. Ancak ekonomik kriz derinleşiyor. AKP artık mevcut yetkileriyle yönetemiyor. Uluslararası ilişkilerdeki istikrarsızlık ve yaratılan güvensizlik, sorunları daha da artırıyor. Bu koşullarda AKP, kendi kabul ettiği kanunları işlemez hale getirme çabasına girdi. Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, 3 Haziran 2017 günü MÜSİAD genel kurulunda yaptığı konuşmada şunları söyledi:

“Grev bir suistimal aracıdır. Birileri hala Olağanüstü Hal var diye sızlanıyor. Olağanüstü hal girişimcilerin, yatırımcıların önünü mü kesiyor, yoksa önünü mü açıyor? Eskiden patron fabrikasına giremiyordu. Biz geldik, fabrikalarınızın kapısını açtık. (…) İşçinin grev tehdidini artık yasalarla engelledik. (…) Eskiden OHAL döneminde patronlar fabrika kapılarına giremiyordu. Biz geldik fabrika kapılarını açtık.” (http://siyasihaber3.org/erdogan-grev-tehdidini-yasalarla-engelledik)

2017 yılında Birleşik Metal’in, Banksis’in, Kristal-İş’in ve Petrol-İş’in grevleri ertelendi. İşçiler de, genellikle bilmeden, uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan grev hakkını kullandılar.

ZAYIF İKTİDAR YÖNETEMİYOR

Zayıflamış olan hükümet, grev ertelemeleri sonrasında uluslararası sözleşmelerden kaynaklanan grev hakkını kullanan işçilerin üzerine gidemedi. Bunu engelleyen, işçilerin tam bir birlik ve bütünlük içinde harekete etmesi oldu. İşçilerin tam bir birlik ve bütünlük içinde hareket etmesini de hayat şartlarının giderek kötüleşmesi, bedelsiz ve risksiz çözüm yollarının tükenmesi, mücadeleye girmekten başka çarenin kalmaması sağladı.

İlginç bir döneme giriyoruz : Galiba Cumhuriyet tarihinde ilk kez, işçi sınıfının nicel ve nitel olarak çok gelişmiş bulunduğu koşullarda, yönetenlerin zayıfladığı ve eski yöntemlerle yönetemediği ve yönetilenlerin de eski yöntemlerle bile yönetilmek istemediği bir döneme giriyoruz. Haydi hayırlısı! Haydi göreve!
==================================
Dostlar,

Sayın Yıldırım Koç ile yılların dostluğu ilişkimiz var.
ODTÜ Ekonomi mezunu Koç, 12 Eylül’de üniversiteden uzaklaştırılmasaydı, eminiz son derece parlak bir akademisyen olurdu.
Ancak Sn. Koç’un şu aşamada vardığı kariyer, alacağı kesin olan en üst akademik derecelerden hiç de geri değil..
İşçi hareketlerini, sendikacılık tarihini, kuramını ve mevzuatını O’ndan daha iyi bilen uzman sanırız Türkiye’de yok. Biz de zaman zaman kendisine danışıyor ve hep kapsamlı, güvenilir, güncel, sorun çözen, çok akıllıca yanıtlar alıyoruz.

Değerli Koç’un bu yazısı, ufuklu ve derinlikli bir gözlem ve çözümleme içeriyor. Önceki irdelemeleri genellikle tutarlı ve yerinde olan Sn. Koç’un bu yazısındaki öngörüsünde de yanılmamasını diliyoruz. Son paragrafı ve çağrıyı bir kez daha paylaşalım:

İlginç bir döneme giriyoruz : Galiba Cumhuriyet tarihinde ilk kez,
işçi sınıfının nicel ve nitel olarak çok gelişmiş bulunduğu koşullarda, yönetenlerin zayıfladığı ve eski yöntemlerle yönetemediği ve yönetilenlerin de eski yöntemlerle bile yönetilmek istemediği bir döneme giriyoruz.
Haydi hayırlısı! Haydi göreve!

Bu arada AKP Gn. Bşk. Erdoğan‘ın MÜSİAD genel kurulunda safını çok net olarak bir kez daha ve asla sürpriz olmaksızın sermayeden yana koymasını dikkatlice not etmek gerek.

Emekçilere, örgütlerine, kamuoyuna… aydın sorumluluğu ile gerçekleri açıklamaya devam.. Anayasanın 90. maddesinin sağladığı olanakları da kullanarak (3. ve 5. fıkra, 7/5/2004 değişikliği ile)

Türkiye ILO’ya taaa 1932’de, Örgütün kuruluşunun 13. yılında, Büyük ATATÜRK döneminde üye oldu, ILO desteğiyle ilk İş Yasası’na 1936’da sahip oldu (1921 tarihli Maadin Kanunu’nu saymazsak). Yürürlükte olan ise 2003 tarihli 4857 sayılı İş Kanunu.. 30 Haziran 2012 tarihli 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği ise, sermaye güdümünde AKP iktidarınca delik deşik durumda.

  • Türkiye’nin onayladığı ve Anayasanın emredici hükmüyle (md. 90) doğrudan uygulanırlık kazandırdığı Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Sözleşmelerine göre geniş bir grev hakkı var. 

Emek en yüce değerdir ve emeğe saygı da insan olmanın baş koşuludur.

Sevgi ve saygı ile. 13 Haziran 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ANTİK TÜRK KAVİMLERİNİN TIP İLMİNE KATKILARI

Değerli site okurlarımız,

Tarihçi (Doktora tez konusu : “İngiliz Kaynaklarında Pontus Sorunu 1918 – 1923“)
Sayın GÜZİDE FİLİZ TUZCU‘nun bize ulaştırdığı 2 önemli makaleden birini, değerli yazara teşekkür ederek ilginize sunuyoruz.. Oldukça kapsamlı ve çok geniş bir kaynakçaya dayalı.. Özetleyip pdf olarak eklemek yerine tümünü, dokunmaksızın sunuyoruz.
Özellikle son 2 paragrafın dikkatle okunmasını dileriz.
(Yazıdaki görüşler yazarı bağlar ve bilimsel sorumluluk da elbette sayın yazarındır.)
Doktora tezi jüri tarafından ‘muhteşem’ bulunan ama politik gerekçelerle unvanı verilmeyen Sn. Tuzcu’nun bize yazdığı ileti yazının en sonundadır. Türkiye üniversiteleri Sn. Tuzcu’yu deyim yerinde ise ”havada kapmalı” ve çok önemli tezini de kabul ederek doktorasını vermeli, tezi yayımlatmalı ve özellikle Dışişleri çevreleri ile Siyasal Tarihçiler ve Uluslararası Hukukçular hak ettiği değeri vermelidirler. Elbette kamuoyu da Pontus gerçeğini doğru öğrenmelidir.

Sayın Tuzcu’nun 25.09.2013’te sitemizde yer alan makalesi aşağıdaki başlığı taşıyordu :

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Yazar Tuzcu hem Tıp Tarihi ile ilgili önemli bir konuyu işliyor hem de bizim gibi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler – Mülkiye diplomalı Kanada eğitimine ek olarak.

Sevgi ve saygı ile. 03 Haziran 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
====================================================

ANTİK TÜRK KAVİMLERİNİN
TIP İLMİNE KATKILARI

GÜZİDE FİLİZ TUZCU
Tarihçi
İstanbul Üniversitesi – Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü      

Tarihsel açıdan değerlendirilmesi son derece önemli olan “antik tarihin”, ne yazık ki tarafsız ve objektif değerlendirmelere paralel olarak gün ışığına çıkarılamadığı ve insanlık âlemine katkı sağlayabilecek bir seviyede ele alınmadığı kanaatini taşımaktayız.  Şöyle ki çeşitli ön kabullerden dolayı gün yüzüne çıkarılmayan, ancak varlıkları ve medeniyetleri, tarihin derinliğinde binlerce yıl öncesine kadar geriye gittiği, bilimsel çalışmalara dayanan veriler ve kanıtlarla belirlenen Türklerin,  söz konusu tarihi mevcudiyetlerinin on altı bin yılın üstünde, çok uzun bir zaman dilimini kapsadığından söz edilmektedir.[1] Bu bağlamda Türklerin, dünyada bilinen en eski milletlerin başında geldikleri sonucuna ulaşabiliriz.  Ne var ki, böyle olmakla birlikte, Türklerin hayranlık uyandıran muazzam antik tarihlerinin bu yönüyle araştırılmayıp, yüzlerce yıl karanlıkta bırakılması, hatta daha da vahim olanı,
bu değerli antik mirasın sorgulanmadan, araştırılmadan, pek çok Türk bilim insanı tarafından ısrarla reddedilmesi, son derece kıymetli olan “antik tarih mirasının” başka milletler tarafından  kolayca  sahiplemesine  uygun ortamı hazırlamıştır.
 Bilimsel çalışmalar incelendiğinde birçok kanıt bize göstermiştir ki, Büyük Atatürk’ün önemli ikazlarına rağmen, Türkler tarafından gereğince inceleme ve araştırma sahası olarak sahip çıkılmayan değerli tarih mirasımızın, konu üzerine eğilen ve gerçekte “antik kavimlerle akrabalık ilişkileri ve kültürel  bağları  bulunmayan, ancak güçlü emperyalist Batılı devletlerce hem  siyasi ve ilmi, hem de maddi yönden desteklenen Grek ve İtalyanlarca” sahiplenilmesine yol açmıştır. [2]

Bu bağlamda konumuzla ilgili fevkalâde önemli bazı ön tespitler yapmak gereği hasıl olmuştur. Bunlardan ilki şudur; emperyalist Batılı devletlerce dünyaya empoze edilerek, ezberletilen mevcut antik tarihin, “Batı merkezli – dolayısıyla taraflı olduğu ve tarihi gerçekleri yansıtmadığı” hususuna özellikle dikkat çekmemiz gerekmektedir.  Dünya “Antik Tarihi” çeşitli yerli ve yabancı kaynaklardan geniş bir perspektifle araştırılıp, tetkik edildiğinde ve söz konusu bu kaynaklar birbirleriyle karşılaştırıldığında görülmüştür ki, antik tarihin araştırılması, arkeolojik kazılar ve tarih yazılımı, 18. yüzyıldan itibaren Batılılarca başlatılmış ve geliştirilmiştir…  18. ve 19. yüzyılların, Batılıların her açıdan güçlendikleri ve dünya liderliğini ele geçirerek, “şiddetli bir Türk karşıtlığı tavrı sergiledikleri” dönemler olduğunu  ileri sürebiliriz. Emperyalist Hıristiyan Batılılarca alınan siyasi karar gereğince antik tarih, “Türklerin aleyhine şekillendirilmeye ve kurgulanmaya” başlanmıştır… Böylece  muazzam antik tarih mirası,   emperyalist devletlerin,  “kendilerinden gördükleri (Hıristiyan, beyaz ve Avrupalı) benimsedikleri ve himayeleri altına aldıkları”  Hıristiyan Greklere ve  İtalyanlara  mâl edilmiştir!  Bu bağlamda makalemizin konusu olan “tıp ilmiyle ilgili değerli antik miras” da, söz konusu bu genel mirasa dahil edilerek, aslında bu miras ile hiç ilgisi olmayan milletlerce sahiplenilmesine yol açmıştır.  Oysaki “objektif tarih kaynaklarının” ortaya koymuş oldukları birçok arkeolojik bilgi ve veri, hatta tıbbi kanıtlar (2007 yılında Etrüsklere yapılan DNA testleri sonuçları), antik  tarih ile ilgili günümüze kadar gelen Batı dayatması bütün ezberleri temelinden sarsıp, yıkacak  nicelik ve nitelikte olduğu görülmüştür…

Dünya akademik çevrelerinde büyük dahilerden biri olduğu oybirliği ile kabul edilen, ünlü bilim adamı İsak Nüvtın (İsaac Newton) da, antik tarihe ilgi duyan bilim adamlarından biri olarak, Batı menşeli antik tarihi araştırmış, tetkik etmiş ve söz konusu Batı menşeli antik tarihteki  yanlışları, sapma ve çelişkileri, hatta değiştirilen antik kronolojiyi tespit ederek,  18. yüzyılda bu konuya dikkat çeken bir kitap yazmıştır.[3]  Görüldüğü üzere, yazılmaya başlandığı günden itibaren zihinlerde pek çok soru işaretleri uyandıran,  içinde çelişki ve tutarsızlıklar ihtiva eden “Batı menşeli mevcut antik tarihin”, Türkiye’deki bilim çevrelerince 21. yüzyılda dahi şüphe uyandırmaması, sorgulanmaması ve söz konusu “sapma ve hataların, orijini  değiştirilmiş  antik alfabe- krallık – şehir- tanrılar panteonu  ad ve yazıların, hatta kronolojik hataların”, Türk tarihçiler tarafından dünya kamuoyu gündemine getirilmemesi  oldukça düşündürücü bulunmuştur!

Bu bağlamda “antik alfabe, şehir, devlet, kavim, kral, krallık, mitoloji, tanrı – tanrıça – tapınak  vs…  adlarının” değiştirilmesinde, ayrıca kronolojik sapmaların yapılmasında ve böylesine “bilimsellikten uzak,  sübjektif (taraflı) Batı menşeli antik tarihin bugünlere kadar rahatlıkla gelip, zihinlerde kök salmasında, pek çok  Türk devlet ve bilim insanlarının da birinci  derecede sorumluluk payları olduğunu ileri sürmek, kanaatimize göre abartılı bir tespit olmayacaktır.  Çünkü bilimsel veri ve kanıtlara dayanılarak, söz konusu “antik tarih mirası” üzerinde gerçek anlamda hak sahibi oldukları ileri sürülen Türklerin, bu eşsiz mirasa zamanında ve gerektiği ölçüde sahip çıkmadıkları belirlenmiştir.   18. ve 19. yüz yıllar ve  akabinde 20. ve 21. yüzyıllar da dahil olmak üzere, genelde Türk bilim insanlarının bu konuyu – konunun hayati önemi nispetinde – ele almamış olduklarını üzülerek ifade etmek zorundayız. Hatta Türklerin, yaşadıkları bu değerli topraklarda, bilhassa gözlerinin önünde duran muhteşem güzellik ve değerdeki antik tarihi eserlerin, yabancılarca tetkik edilmesine, ortaya çıkarılmasına ve pek çoğunun da alıp götürülmesine, yüzyıllarca sadece seyirci kalmış olduklarını söylemek mecburiyetindeyiz…  Elbette ki “1923 – 1938 Büyük Atatürk Dönemi” bu tespitimizin dışındadır.

Şöyle ki söz konusu bu altın zaman dilimi, her hususta olduğu gibi, “objektif antik tarih çalışmaları” hususunda da,  Büyük Atatürk’ün sayesinde altın bir çağ olmuştur. Ancak bu dönem öncesinde ve sonrasında,  pek çok Türk aydını, devlet adamı, tarihçi! vs, yüzyıllarca ihmal edilen “Antik Türk Tarihi Konusunu” ciddiyetle ele alıp, o güne kadar yapılan vahim ihmalleri, Büyük Atatürk’ün değerli uyarıları doğrultusunda telafi etme yoluna gidecekleri yerde, “Antik Türk Tarihini” görmemezlikten gelmeye devam etmiş ve bu konuda Batılıların kendilerine dayatmış oldukları sözde bilgileri benimseyerek, bunları hiçbir şekilde sorgulamadan, doğru olup, olmadıklarını araştırmadan, olduğu gibi, hatta “gökten inmiş ilâhi gerçekler” gibi kabul etmiş olduklarını söyleyebiliriz.[4]  Daha da vahim olanı şudur ki;  bu konuyla ilgili düşünen, araştırma ve sorgulama yapan, bilimsel arkeolojik kanıtları gün ışığına çıkarmaya çalışan doktora öğrencilerinin takdir edilerek, teşvik edilmeleri gerekirken,  maalesef engellenmekte oldukları bizzat müşahede edilmiştir… Oysaki henüz 19. yüzyılda tarafsız Batılı bilim insanlarının, “emperyalist devletlerin 18. yüzyıldan itibaren uyguladıkları stratejilerle ve devreye soktukları spekülasyonlarla, antik tarihi etkileri altına almaya çalıştıklarını” açıkça dile getirdiklerini görebiliyoruz.  Örneğin 1882 yılında, İtalya Turin Üniversitesinden Profesör Karlo Kipolla konuyla ilgili şu hususlara dikkat çekmiştir; “yabancı akademisyenlerin İtalyan antik kaynaklarıyla yakından ilgilenmeleri beni endişelendirmektedir… Bu toprakların geçmişini  ortaya çıkaracak olan belge ve eserlerin ortadan kaybolma (vanish) riski vardır. Söz konusu bu zenginliklere bizler sahip çıkmalıyız ve antik eserlerin, her sene dışarıdan bu topraklara hücum eden yabancılarca çalınmalarına izin vermemeliyiz. Kendi tarihimizi kendimiz yazmalıyız, ayrıca kendi kroniklerimizi ve arşivlerimizi de, yine kendimiz yayınlamalıyız.” [5]  

Ne ilginçtir ki  henüz  19. yüzyılda  bu İtalyan bilim adamı, kendi topraklarında bulunan, ancak “kendi atalarına ait olmayan bir antik tarih mirasını” dahi,  bu kadar büyük bir özen, titizlik ve azimle korumaya ve sahiplenmeye çalışırken, “bu mirasın  gerçek  sahibi  olduğu ifade edilen Türklerin”, ne Osmanlı İmparatorluğu zamanında, ne de 1938 sonrasında, kanaatimize göre bu hassasiyetin yüzde birini dahi göstermemişlerdir! Oysaki bazı tarihçiler, “Ancak 1916  yılında ulus devlet olabilen İtalyan milleti tarihinin, antik Roma çağına kadar izinin sürülmesinin mümkün olmadığını” belirtmişlerdir.[6] Aynı durum Grekler için de söz konusudur… Bilindiği üzere, önce Rusya, daha sonra da İngiltere’nin kışkırtma ve destekleri ile, ayrıca Grek kökenli Osmanlı devlet ve iş adamları, Filik-i Eterya örgütü – Grek patriği ve Grek metropolitler liderliğinde 1821’den itibaren başlayan Grek ayaklanmaları, Osmanlı  tebaası olan  Grek azınlıkları örgütleyip – silahlandırarak, Türk resmi makamlarına ve Türk halkına saldırı ve katliamlarda bulunmalarıyla sınırlı kalmamıştır…  Diğer yandan da Grekler, Türklerin elinden alıp, sahiplenmek istedikleri Doğu Avrupa toprakları ve çeşitli Ege ve Akdeniz adaları hakkında “Grek yanlısı bir antik tarih senaryosu kurgulayarak, bu senaryoyu  ustaca devreye sokmuş ve sözü edilen bütün bu toprakların aslında antik Grek atalarına ait olduğu” iddiasını ortaya atarak, bu mesnetsiz iddianın Batılılarca da hararetle desteklenmesini sağlamışlardır.[7]  Oysaki objektif antik tarih uzmanları,  “1840 yılına kadar Greklerle ilgili herhangi bir orijinal tarihin olmadığına” bilhassa dikkat çekmişlerdir.[8]

Görüldüğü üzere 18 ve 19. yüzyıllarda devam eden “antik tarih tartışmalarıyla ortaya atılan mesnetsiz  Grek ve İtalyan iddialarına” Türklerin hiçbir şekilde taraf olmamaları, itirazda bulunmamaları, kanaatimize göre hem çok şaşırtıcı, hem de üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken fevkalâde önemli bir husustur!  Bunun neticesinde Türkler,  çok büyük  zararlara  uğramışlardır  ve halâ da uğramaktadırlar… Şöyle ki Türkler; hem kendi öz atalarına ait olan muhteşem zenginlikteki antik eserlerin Grekler ve İtalyanlarca kolayca sahip çıkılmasına neden olmuşlardır;  bir başka deyişle bu kıymetli antik mirası, bizzat kendi  elleriyle onlara sunmuşlardır; hem de Batılıların ağır  iddia, hakaret ve suçlamalarının da hedefi olmuşlardır… Şöyle ki Batılılar, “Türklerin  medeniyete hiçbir katkı sağlamadıklarını, Türklerin barbar, göçebe ve ilkel kavimler olduklarını, yaşadıkları topraklarda hak sahibi olmayıp,  işgalci  konumunda bulunduklarını, Türklerin devlet idaresinde aciz kaldıklarını, yakıp, yıkmaktan başka hiç bir şey bilmediklerini  vs…” iddia etmişlerdir... Böylece Türkler, dünya kamuoyu gözünde de küçük düşürülmeye çalışılmıştır…  18. Yüzyıldan itibaren Türklere yönetilen söz konusu bu asılsız iddia ve suçlamaların, 21. yüzyılda da, maalesef devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz… Çünkü Türkler, Büyük Atatürk’ün  onları  hassasiyetle uyarmış olmasına rağmen, 21. yüzyılda dahi, antik tarihlerine sahip çıkmamakta ve Türkleri destekleyen bunca önemli – bariz bilimsel kanıta rağmen, halâ antik tarihlerini ortaya koymamaktadırlar!    

Diğer yandan “her kademedeki Grekler, başta Grek devleti – Grek dışişleri bakanlığı,  Grek cemiyetleri – dernekleri – kulüpleri –  patrikhanesi,  metropolleri, diasporası vs… – kısacası resmi ve gayri resmi – top yekûn – btün kuruluş ve kurumlarıyla Grekler”, antik tarihe titizlikle, ısrarla sahip çıkmakta ve ünlü antik küavimlerin kendi ataları olduğunu sürekli vurgulamaktadırlar…  Bu bağlamda Grekler,  “Anadolu Türk topraklarının, Kıbrıs’ın, hali hazırda Türklere ait kalabilen çok az sayıdaki birkaç adanın” dahi kendilerine ait olduğunu öne sürerek, sürekli olarak Türkler aleyhinde iddia, suçlama ve taleplerde bulunmaktadırlar… İstanbul Grek  patriği  Barthelomos, “ekümeniklik  iddiasıyla” İstanbul’da “Vatikan Modeli” bağımsız bir Grek din devleti kurma çalışmaları içindedir… Ayrıca geçmişten günümüze Grek patrikler,  “Binlerce Yıllık Kadim Türk Yurdu Anadolu’nun”, onların binlerce yıllık ata yurdu olduğunu dahi iddia etmektedirler!  Hıristiyan Batılıların, tarihte olduğu gibi, çağımızda da her hususta Grekleri destekledikleri “Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporlarında, ABD ve Avrupalı devlet adamlarının Türkiye ile ilgili demeçlerinde” açıkça görülebilindiğini ifade edebiliriz…  Türkiye’yi yakından ilgilendiren söz konusu bu hayati hususların, özellikle Büyük Türk Ulusundan gizlenmekte olduğuna da, kanaatimize göre dikkat çekmek gerekmektedir. Ancak lisansüstü öğrencilerinin “söz konusu bu raporlara değinmeleri ve böylece Türklerin aleyhine olan bazı hususları gün ışığına çıkarmaları” maalesef ki engellenmektedir.

Oysaki gerçek “Antik Türk Tarihinin” deşifre edilmesiyle, Türklerle ilgili mesnetsiz  ezberlerin  ve önyargıların  tamamen ortadan  kaldırabileceğini ve Türklere, göz kamaştırıcı, ışıltılı yeni ufuklar açabileceğini  rahatlıkla ileri sürebiliriz…  Onun içindir ki, diğer üstün meziyetlerinin yanı sıra, aynı zamanda çok da iyi bir tarihçi olduğu ifade edilen ve yukarıda anlatmaya çalıştığımız husus ve bilgilere vakıf olan Büyük Atatürk, “Antik Tarihi” Batılıların tasallût, önyargı ve tekelinden kurtarmak istemiş ve Antik Türk Tarihinin, Türkler tarafından bizzat araştırılarak, bilimsel veri ve kanıtlara dayanılarak gün ışığına çıkarılmasını  ısrarla ve önemle talep etmiştirBüyük Atatürk bu amaçla, Türk Tarih Kurumunu, Türk  Dil  Kurumunu, Dil – Tarih – Coğrafya  Fakültesini  kurmuş ve antik tarih ile ilgili arkeolojik araştırma ve çalışmalara da bizzat öncülük etmiştirKanaatimize göre Büyük Atatürk’ün açmış olduğu yolda başlayan söz konusu bu antik tarih araştırma ve çalışmaları, o günkü ciddiyet, şevk ve hızıyla devam edebilseydi, “Antik Türk Tarihi” bütün görkem ve muhteşemliği ile ortaya çıkarılmış ve bugüne kadar dünya kamuoyuna duyurulmuş  olacaktı.  Böylece “Antik Tıp Tarihinde” de Türklerin ne kadar ileri bir seviyede oldukları ve tıp dünyasına da nasıl öncülük etmiş oldukları da anlaşılmış olacaktı.

Daha önce belirtmiş olduğumuz üzere, Batılı devlet ve bilim! adamları, kendi ülkelerinin çıkarlarını temin misyonuyla  “antik kavimlerin, Türklerle olan akrabalık bağlarını ortaya koyabilecek  olan  antik adları” tamamen değiştirmiş ve kamufle etmişlerdir.  Örneğin İtalyanlar Asenalara “Etrüskler”, Grekler ise “Tyrianlar – Tryrsenoi – Tursenoi” demişlerdir.[9]  Hatta bunlar, alfabe ve kültürel  özellikleriyle Türklerle  ilişkilendirilebilinen  Hititler,  Sümerliler, Lidyalılar, Karyalılar, Sakalar vs… gibi pek çok antik kavimlerin adlarını da değiştirmişler ve onlara “Fenikeliler, Krimerler, Frigyalılar, Lidyalılar, Denizci Kavimler, Tiranlar, Sidoyanlar, Palasklar, Syintiyanlar, Troyalılar, Trakyalılar, Doryalılar vs…” gibi akıl karıştıran, bu kavimlerin gerçek etnik kimliklerini gizleyen pek çok adlar takmışlardır… Bunun içindir ki objektif antik tarih uzmanları, antik kavimlerle ilgili olarak iki hayati derecede önemli hususa dikkat çekmişlerdir; bunlardan birincisi bu kavimlerin gerçek adlarının ortaya çıkarılması,  yani “o kavimlerin kendilerini nasıl adlandırdıkları” ve ikincisi de,“bu kavimlerin alfabeleri, yazıları başta olmak üzere, nesiller boyu sürdürebildikleri belirgin kültürel özellikleridir”…[10]

    Söz konusu bu kriterler dikkate alındığında Türklerin,  ataları olan Etrüskler – Hititler – Sümerler vs… ile olan akrabalık bağlarını ortaya koyan “güçlü kanıt ve bilgilerin” olduğu ileri sürülmüştür. Hatta 2007 yılında Etrüsklerin Türklerle akbalık bağları DNA testleriyle de kanıtlandığı ifade edilmiştir.  Profesör doktor Alfred Toth konuyla ilgili şu hususu ifade etmiştir; “2003’den itibaren yapılan genetik çalışmalar neticesinde – 2007 yılında, Etrüskler ve Türkler arasında  biyolojik ve genetik bağların bulunduğu ispat edilmiştir[11]  Türklerin antik kavimlerle akrabalık bağlarıyla ilgili söz konusu bu bilgi ve veriler oldukça kapsamlı olduğundan, konumuzun dışına çıkmamak adına, bu konuya sadece kısa bir özet olarak değinmeye çalıştık…

     Şimdi yukarıda değinmiş olduğumuz tespitler ışığında, Türklerin Atası olan Göktürklerin – Batı istikametine doğru göçler gerçekleştiren ana kollarından biri olan “Asenaların (Etrüsklerin)”[12] tıp ilmine katkılarına özetle değinmek isterizBilindiği üzere Tıp İlminin babası olarak kabul edilen “Hipokrat – Hippocrat” ki, bu da “değiştirilmiş” bir Grek adlandırmasıdır…[13] Aslında “Hippocrat ya da Hipokrat” adının, söz konusu bu hekimin gerçek adı olmadığı, ona takılan bir lâkap olduğu dile getirilmiştir. Tıpkı “Barnabas İncili” yazarı olduğu söylenen ve Hz. İsa’nın en yakın havarisi olduğu ifade edilen Kıbrıslı Yusuf’a verilen “Barnabas” adının da bir lâkap olduğu gibi… Bu yüzden “Homer?, Hesiod?, Herodot?, Plato?, Aristo?, Sokrat? vs…”  gibi adlarda olduğu üzere, “Hipokrat” ?  adına da oldukça temkinli yaklaşmanın ve görünenin arka planında gizlenen gerçeği aydınlatmanın önemli olduğunu vurgulamak isteriz.

Bilindiği üzere Etrüsklerin,  (yani Gök-Türk Asenalar – çünkü Etrüskler kendilerini bu şekilde adlandırmışlardır)) panteonlarında yer alan “Gök-Türk Asena Tanrı ve Tanrıçaların Adları”, Etrüsklerden sonra tarih sahnesine çıkan Grek ve İtalyanlarca, kendi yorumlarına göre değiştirilmiş ve bunlara farklı adlar takılarak, kendilerine mâl edildiği belirtilmiştir. Bunlardan ön plana çıkan bazı örnekler vermek isteriz:  “Aplu/Alpan (Apollon), Turan (Aphrodit – Venüs), Turan’ın Oğlu Turna (Eros – Cupid), Minerva  (Athene), Artume/Atun (Artemis – Diana), Bakkoy (Bacchus- Dionysios), Turms (Hermes), Herkle – Erkle – Erlik (Herakles – Hercules) vs…”  Antik kaynaklarda, tabletlerde, ünlü Asena (Etrüsk) bronz aynalarında, bronz – gümüş – altın ve mermer sanatsal objeler üzerinde yer alan yazılarda, kaya ve anıt mezar yazıtlarında vs… özellikle Asena (Etrüsk) Tanrıçası Minerva’nın  “hastaları tedavi etme, iyileştirme maharetine ve gücüne sahip olduğu, bu bağlamda insanlara sağlık, şifa ve canlılık bahşettiği” ön plana çıkartılmıştır.[14] Ayrıca Etrüsk Tanrıçası Minerva’nın, Minerva gibi, “sağlık  kazandırma  – iyileştirme ve  şifa verme” özellikleri atfedilen Asena (Etrüsk) Tanrısı Aplu’nun[15] kız kardeşi olduğu da ifade edilmiştir.

Bu bağlamda “antik çağlardaki tıp ilminin başlangıç ve gelişme noktasının”, sağlıkla ilgili Tanrı ve Tanrıçalara atfedilen “Sağlık Tapınaklarıyla”  başladığına  dikkat çekilmiştir.  Söz konusu bu tapınakların, şifalı kaynak suları – kaplıcalar yakınlarında, bol oksijen ihtiva eden, temiz  havalı  yüksek tepelere inşa edildiği ve bu şifa tapınaklarının  sağlık, şifa ve tedavi hizmetleri sundukları söylenmiştir… Bu tapınaklarda, Tanrı veya Tanrıça adına – aracı olarak hareket eden – görev yapan “kutsal baş-rahibe veya baş-rahip ile tapınakta görevli olan diğer rahip ve rahibelerin”, toplumun “sağlığı – fiziki ve ruhsal hastalıkları, salgın hastalıklar, ilaç yapımı, bitkisel  tedavi, tedavi seansları, dinsel ayinler, psikolojik telkinler, kurban merasimleri vs… gibi aktiviteleri“ düzenleyip, yürüttükleri dile getirilmiştir. Bu bağlamda “dinsel temelle” atıldığı ifade edilen Asena (Etrüsk) tıp ilminin, zamanla gelişip, ilerleme kaydederek, oldukça yüksek bir bilimsel düzeye ulaştığı ileri sürülmüştür.[16] 

Belli başlı Etrüsk şehirlerinde yapılan arkeolojik kazılarda bulunan çeşitli maket vücut parçalarının (özellikle gövdede bulunan iç organları betimleyen kırmızı çamurdan yapılan objelerin (terra-cotta statues and figurines showing incision and internal organs), ayrıca el – ayak heykellerinin) tıbbı eğitim ve anlatım amaçlı olarak Etrüsklerce kullanıldıkları dile getirilmiştir. Örneğin Tarkan (Tarquinian) şehri ressamlarınca çizilen ve heykeltıraş sanatçıları tarafından yapılan çeşitli iç ve dış vücut parçaları, tıp eğitiminde ve bilhassa ameliyat işlemlerinde, ameliyat bölgesinin belirlenmesinde ve yapılacak olan işlemlerin tıbbi izahında kullanıldıkları ifade edilmiştir.[17]  Bu bağlamda felsefenin doğuşundan çağlar öncesinde dahi, “Tanrı ya da Tanrıça adına inşa edilen Sağlık Tapınaklarında,  insanlar ile Tanrı veya Tanrıça arasında aracı olarak hareket ettikleri vurgulanan” kutsal rahip ve rahibe – hekimler tarafından, en erken dönem tıbbı uygulamalarının ve ilaç yapımının büyük bir gayret ve başarıyla uygulandığı belirtilmiştir.[18]

Ayrıca bu Sağlık Tapınaklarının bulunduğu bölgelerde yapılan arkeolojik kazılarda, tıbbı rapor ve bilgilerin de yer aldığı eserleri barından “tapınak arşivleri ve zengin şehir kütüphaneleri” bulunduğuna da değinilmiştir. Örneğin Bergama Antik Kütüphanesinde, çok sayıda tıbbı eser de ihtiva eden, takriben iki yüz bin adet papirüs rulonun (silindir şeklinde sarılmış – el yazması eserlerin) bulunduğu kayıt edilmiştir; bu papirüs rulo şeklindeki tıbbi kitap koleksiyonlarında, “zatürree, sıtma, verem, veba vs… gibi hastalıkların tanımlanması, teşhisi ve tedavisi anlatılmış, ayrıca kemik kırık ve çıkıklarında – kemiğin yeniden yerine oturtulmasına değinilmiş, yaraların tedavisi ve bandajlanması, baş ağrıları, miğde ağrıları, bebek doğumu ve sağlığı, göz hastalıkları, diyet ve egzersiz, profesyonel açıdan hekimlerin görevleri, hekimlerin ahlâki açıdan hastalarına karşı nasıl davranmaları  gerektiği vs…” gibi  çeşitli  tıbbı konuların ele alındığı ifade edilmiştir.[19] Ayrıca antik çağlarda yaşayan insanların, “kehanetlere – kahinlere, büyü ve büyücülere büyük önem verdikleri, insanüstü güçlere sahip olduklarını varsaydıkları Tanrı ve Tanrıçalara inanıp, onları yücelttikleri, onlara kurbanlar adadıkları göz önüne alındığında, bu rulo kitapların, söz konusu büyü, ya da batıl tedavi yöntemlerini içeren uygulamalara hiçbir şekilde yer vermemiş olmalarının oldukça dikkat çekici bir husus olduğu” vurgulanmıştır.[20]

      Söz konusu Sağlık Tapınaklarına kabul edilen hastanın bir dizi işleme tabi tutulduğu ifade edilmiştir; ilk olarak hastanın fiziksel ve içsel olarak arındırılmasına önem ve öncelik verilmiştir. Bu bağlamda hasta tapınağın banyolarına götürülerek, özel kokulu sabun ve şampuanlarla iyice yıkanıp, temizlenmiş ve daha sonra da güzel kokulu – rahatlatıcı bitkilerle masaja tabi tutulmuştur. İlk bir iki gün genel olarak yiyeceklerden uzaklaştırılan ve oldukça sıkı bir perhize sokulan hastanın miğde ve bağırsak gibi iç organlarının temizlenip arındırılması  sağlanmıştır.  Daha sonra tapınağa kurban olarak adanan hayvanların etlerinden küçük  porsiyonlarda yemesine izin verilmiştir. Şifa Tapınaklarında hasta kişinin hayâl gücünü harekete geçirmek, içsel bir meditasyon yapmasını sağlamak vs… gibi pek çok yöntemin uygulandığı ifade edilmiştir. Bu yöntemler neler olmuştur? Örneğin hastanın ruhuna sükunet veren yavaş bir müzik eşliğinde, doğayla iç içe yapılan huzur verici dinsel ayinler tertip edilmiştir, hastanın el ve ayakları toprakla temas ettirilerek, hastanın doğayla bütünleşmesi sağlanmıştır. Böylece hastanın, uygulanan tedaviye olan güveni ve sağlığına kavuşacağına dair inancının perçinlendiğine dikkat çekilmiştir.  Ayrıca hayvanların insanlara sağladığı pozitif etkilerden de yararlanıldığına dikkat çekilmiş olması ilginçtir[21] Böylece hastanın zihinsel, ruhsal ve fiziksel olmak üzere, her açıdan rahatlaması, oyalanması, eğlendirilmesi ve moral bulmasının temin edilmesine önem verildiği ifade edilmiştir. Günümüzde de her hastalıkta olduğu gibi, “kanser gibi son derece ciddi ve öldürücü bir hasatlıkta” dahi, hastanın moralinin yükseltilmesi ve iyileşeceğine dair olumlu duygular içinde olmasının sağlanmasının, tedavi ve iyileşme sürecinde, fevkalâde önemli rol oynadığı hekimlerce vurgulanmaktadır… Binlerce yıl öncesinde yukarıda bahsetmiş olduğumuz uygulamaların, hastanın tedavisine son derece olumlu katkı sağladığına antik atalarımızın inanmış olmaları ve hastanın moralini yükseltici çeşitli uygulamalarda bulunmaları oldukça dikkat çekici bulunmuştur…[22]

Şimdi de adına pek çok Sağlık Tapınakları inşa edilen, antik çağların en ünlü hekimlerinden,  Tanrı Aplu’nun (Apollon’un) oğlu olduğu ifade edilen Rahip-Hekim Askilpiade’den (Asclepiad’den?) bahsetmek istiyoruz. Hatırlatmak isteriz ki, farklı eserlerde farklı harflerle ve yorumlarla yazılmış olan Askleipos / Asclepios vs… ?  adları da, Greklerce maalesef değiştirilmiş – tahrif edilmiş adlardandır. Ancak asıl önemli olan husus şudur ki;  Hipokrat lâkaplı hekim dahi, söz konusu bu ünlü Etrüks (Gök-Türk Asenalı) Rahip-Hekim Askilpiade’den etkilenmiş ve onun öğretilerinden yararlanmıştır. Rahip – Hekim  Askilpiade’nin, ilk olarak hastalarının şikayetlerini dikkatle dinlediği, belirtileri tetkik ettiği ve hastalarının tapınakta gecelemelerini sağlayarak, onların gece görecekleri rüyaları, sabah olunca kendisine anlatmalarını söylediği ve ertesi gün  rüyayı dikkatle dinledikten sonra, tapınak rahibe ve rahipleriyle istişarede bulunduğu ve kendince bir teşhis koyarak, hastasına bir tedavi metodu belirlediği ve buna göre ilaç ya da ilaçlar uyguladığı dile getirilmiştir. Söz konusu bu ilaçların, basit  – hafif bitkisel ilaçlardan başlayarak, oldukça ağır –  zehirleme olasılığı dahi bulunan, tehlikeli – ağır  ilaçlara kadar geniş bir yelpazede olabileceği ifade edilmiştir. [23]

Ünlü Rahip-Hekim Askilpiade’nin “yarı dinsel, yarı tıbbi uygulamalarının”,  kendinden sonraki  çağlarda da tıp ilmine büyük faydalar sağladığı, hekimlerce ifade edilmiştir. Bu son derece önemli uygulamalardan kısaca bahsetmek isteriz;  Sağlık tapınaklarının baş-rahip hekimi ya da baş-rahibe-hekimi ve onların yardımcıları konumunda olan tapınak rahip ve rahibelerinin, hastaların durumunu, hastalık belirtileri, hastaya konulan teşhis, hastaya uygulanan ilaçlar ve etkilerini muntazam raporlar halinde tuttukları ve bu raporları tapınak arşivlerinde titizlikle muhafaza ettikleri dile getirilmiştir. Ünlü Rahip-Hekim Askilpiade’nin (Asclepiade’nin) her hastası için ayrı ayrı rapor tuttuğu, hastasının şikayetlerini, hastalığın fiziksel belirtilerini, hastalıkla ilgili kendi gözlem ve analizlerini, hastasına koymuş olduğu teşhisi, uyguladığı ilaç tedavisini, kullandığı özel ilaç, iksir ve karışımları vs… tek tek yazdığı ve bu bağlamda oldukça dikkatli raporlar tuttuğu dile getirilmiştir.

Ancak  günümüz bazı Batılı hekimlerin ve akademisyenlerin, Hipokrat ve onun haleflerinin, “insan anatomik bilgisi – hastalık belirtileri – isabetli teşhis ve tedavi, ilaç yapımı vs. gibi tıbbi konular hakkında”, Antik Sağlık Tapınaklarının rahip–hekim, rahibe-hekimlerden yararlandıkları hususunu fazla önemsemedikleri, oysaki Hipokrat’ın ve onun öğrencisi olan sonraki jenerasyon hekimlerin, “Antik Sağlık Tapınaklarında dikkatle arşivlenen söz konusu bu önemli hekim raporlarından büyük ölçüde yararlandıkları ve bu raporlardaki bilgiler ışığında hastalık belirtilerini tanıdıkları, hastalara isabetli teşhisler koyabildikleri ve çeşitli ilâçlar uygulayabildikleri ve aslında Hipokrat’ın, Etrüsk Tanrısı Aplu’nun (Apollon) oğlu, ünlü Rahip–Hekim Askilpiade’nin (Asclepiade’nin?) bir bakıma halefi olduğu” vurgulanmıştır.[24] Bu bağlamda Hipokrat’a atfedilen “Tıbbın Babası” payesinin, aslında Etrüsk (Gök-Türk Asena) Tanrısı Aplu’nun oğlu, çağının en ünlü Rahip – Hekimi olan Askilpiade’ye ait olduğu kanaatini taşımaktayız.

Şöyle ki “Asenaların (Etrüsklerin) tıbbı ilimlerde, tıbbı eserlerin yazılımında, diş hekimliğinde, ilaç yapımında, tıbbi raporlar içeren arşiv düzenlemelerinde, iç ve dış organları gösteren maket yapımında oldukça maharetli ve yetenekli olduklarına dair pek çok referansın,  antik  literatürde  yer aldığı”, antik tarih uzmanlarınca dile getirilmiştir.[25] Ayrıca Asenaların (Etrüsklerin) “diş hekimliği” konusundaki üstün başarıları da övülerek, onların “diş tedavilerinde” çok ileri düzeyde olduklarına dikkat çekilmiştir; İtalya’da gerçekleştirilen arkeolojik kazılarda bulunan insan başı iskeletleri ağızlarında mükemmel protez örneklerinin bulunduğu, hatta protez dişleri sabitleyen altın veya diğer metallerden yapılmış olan sanatsal incelikte köprülerin, altın veya diğer maddelerden yapılmış kuron diş kaplamaların ve dişlerle ilgili diğer teknik işlemlerin görülmesinin, hem çok şaşırtıcı, hem de oldukça etkileyici olduğu vurgulanmıştır.[26]

Aslında Asenaların (Etrüsklerin) tıp ilmi ile ilgili söz konusu bu başarılarının gayet doğal karşılanması gerekir kanaatindeyiz, çünkü onların genel olarak yüksek bir medeniyet seviyesine sahip oldukları ve Avrupa topraklarına ilk kez medeniyet götüren kavimler oldukları, istisnalar hariç olmak üzere, konunun uzmanı birçok bilim insanı tarafından kabul görmüş ve ifade edilmiştir.  Asenaların (Etrüsklerin) genel olarak tıbbı uygulamalardaki başarıları ve özellikle diş hekimliği konusunda dikkat çeken maharetleri, onların ne kadar yüksek bir medeniyet seviyesine sahip olduklarını bir kez daha teyit etmiştir. Hatta ağızlara uygulanan altın ya da metal köprülerin, altın dış kaplamaları ve altın protezlerin,  Asya’dan Anadolu’ya, Türk toplumlarında oldukça yaygın bir uygulama geleneği olduğu bilinmektedir.  Bu bağlamda tıp ilminin başlaması ve gelişmesinde Asena Türklerinin (Etrüsklerin) büyük katkıları olması da gayet tabiidir. Kendilerinden sonra gelen nesillere tıp ilminde büyük katkılar sağlayan, antik  çağın söz konusu bu iki ünlü hekiminin (sırasıyla önce Askilpiade ve daha sonra Hipokrat’ın) mercek altına alınması, onların gerçek kimliklerinin aydınlığa kavuşturulmasında da yararlı olacağı kanaatindeyiz.

Batılılarca  ve  bilhassa Greklerce sürekli olarak ön plana çıkarılan ve ısrarla Grek olduğu iddia edilen ve Greklerce “Hipokrat” ? olarak adlandırılan bu hekim gerçekte kimdir? İlk olarak şu hususu belirtmek isteriz ki, söz konusu bu hekime atfedilen “Tıbbın Babası” unvanının, aslında Askilpiade’nin hakkı olduğu ifade edilmiştir. Şöyle ki, bazı antik tarihçiler, Hipokrat’ın dahi izinden gittiği ve ondan büyük ölçüde faydalanarak, tıbbı konularda pek çok şey öğrendiği  “Tanrı Aplu’nun oğlu olması nedeniyle, Yarı Tanrı sayılan – Rahip-Hekim Askilpiade‘nin  tıp ilminin babası olma unvanını daha fazla hak ettiğini” ileri sürmüşlerdir.[27] Bir kez daha altını önemle çizmek isteriz ki, Asclepiade adı da “Grekce” bir adlandırmadır, tabi ki yanıltıcıdır ve söz konusu bu Rahip-Hekimin Etrüsk(Türk) etnik orijinini gizlemeye yöneliktir!

Yaşadığı çağın en ünlü hekimi olan “Askilpiade” denilen bu Yarı Tanrı – Rahip-Hekim kimdir?  Araştırmalarımız bizi oldukça ilginç bilgilere götürmüştür; “Askilpiade, ünlü Asena (Etrüsk) Tanrısı “Aplu’nun” (Hittitçe Appu’nun ; Grekçe Apollon’un) oğludur”: Onun  “hastalıkları iyileştirme gücüne sahip olan tanrı babasından bu bilgi ve becerileri aldığı ve bu bağlamda kendisinin de  yarı – insan, yarı – tanrı bir hekim olduğu ve modern tıbbın da babası sayılabileceği ifade edilmiştir. [28] Her halükarda babası Tanrı Aplu’nun da “hastalıkları iyi etme gücüne sahip olan bir tanrı olduğu[29] ve bu özel yeteneklerinin oğlunda ve kız kardeşi Tanrıça Minerva’da da bulunduğu” dile getirilmiştir. Antik tarihte, en erken dönem tıbbı uygulamaları ve ilaç yapımının, Etrüsk Tanrısı Aplu’nun oğlu zamanında “rahip-hekim ya da rahibe hekimler” tarafından uygulandıklarına dair kanıtlar bulunduğunun dile getirilmiş olunması dikkat çekicidir. [30]

Şöyle ki,  Tanrı Aplu’nun kızkardeşi olduğu dile getirilen ve “Savaş Miğferiyle – Görkemli Heykelleriyle” betimlenen “Etrüsk Tanrıçası Minerva” da bir yandan savaşlarda kendisine inananların koruyucu tanrıçası olarak görülmüş, bir yandan da yaralı askerlerin ölümcül yaralarını tedavi eden, onları iyileştiren, hatta askerleri hayata bile döndürebilen tanrıça olarak tanıtılmıştır.  Ayrıca Etrüsk “Sağlık Tapınaklarında” görev alan “kadın rahibe – hekimlerden” özellikle söz edilmesi, onların Türk kökenlerine işaret eden önemli bir kanıt olduğunu  ileri  sürebiliriz.  Çünkü söz konusu bu bilgiler, Etrüsk kadınlarının, erkeklerle eşit şartlarda tıp sahasına girmelerine izin verildiğini, aynı tıbbı ahlâki ilkelere uymalarının beklendiğini, sağlık tapınaklarında hekimlik yapmalarına izin verildiği bilgileriyle örtüşmektedir…[31]  Söz konusu bu bilgiler, kadınların erkeklerle eşit görüldüğü ve kadınların, hayatın her alanına katıldığı Asena (Etrüsk) toplum kültürünün, yani “Antik Türk Kültürünün” en belirgin özelliklerindendir…[32]  Antik çağlardan itibaren Türk toplumlarında kadının erkekle eşit görüldüğü, erkeklerin yaptıkları her işi yapabildikleri, eşit eğitim aldıkları  ve  cemiyette her zaman kadının saygın bir yeri olduğu vurgulanmıştır.

Türk kadınlarının bu özgür ve saygın statüsü, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin zamanla Emevi Arap ve eski Grek adetlerini benimsemeleri ile son bulmuştur. Cumhuriyetle birlikte Türk kadınları, lâyık oldukları geleneksel tarihi hak ve özgürlüklerine, Büyük Atatürk sayesinde yeniden kavuşmuşlardır. Ancak 1938 sonrasında kadınlar, söz konusu bu hak ve özgürlüklere maalesef gerektiği ölçüde sahip çıkmamışlardır;  böylece Türk kadınları, Osmanlı döneminde olduğu gibi, pek çok erkek tarafından aşağı görülmeye, kapanmaya, evlerde kapalı tutulmaya, eğitimden ve cemiyet hayatından mahrum bırakılmaya yeniden mahkum edilmişlerdir…  21. yüzyılda dahi Türk kadınları durumunun,  binlerce yıl öncesi Türk kadınlarının durumundan daha geride olduğunu üzülerek ifade etmek isteriz! Benzer şekilde antik çağların Grek ve Roma toplumlarında yaşayan kadınların erkeklerden aşağı görüldükleri gibi… Söz konusu bu antik çağ kadınlarının statüsü, Asena (Etrüsk) kadınlarının statüsünden tamamen farklı olduğu pek çok kaynakta dile getirilmiştir. Birçok antik tarih kaynakta, antik Grek ya da Roma toplumları kadınlarının, erkeklerle eşit görülmedikleri, hatta erkeklerden aşağı görülerek, himaye ve baskı altına alındıkları ve cemiyet hayatından tamamen soyutlandıkları belirtilmiştir.[33]

Böylece söz konusu Grek ve geç dönem Roma toplumlarında “kadın tanrıçalara tapınılması, ya da maharetli kadın-hekimlerin olması, tapınaklarda baş dini görevli rahibe – hekim kadınların olabilmesi vs…” , antik Grek ve Romalılarla ilgili genel kabul görmüş bilgiler  ışığında  mümkün görünmemektedir. Görüldüğü üzere bu durum, aslında Etrüsklere (Asenalara – Gök-Türklere) ait olan “antik tanrı ve tanrıça panteonunun, tarihsel ünlü kişilerin ve top yekûn antik medeniyetin” Greklerce ya da İtalyanlarca nasıl haksız ve mesnetsiz yere sahiplendiğinin de önemli bir göstergesidir. Objektif antik tarihçiler, Latin kültürünün temelini atan Etrüsk (Gök-Türk Boyu Asena) medeniyetinin muhteşem ve göz kamaştırıcı olduğunu, büyük hayranlık uyandırdığını ve en önemlisi de, Etrüsk kültür ve medeniyetinin, Grek kültürüyle tamamen zıt olduğunu bilhassa vurgulamış[34] olmaları oldukça anlamlıdır.

Hal böyle olunca, “antik çağların ilk tıbbı uygulamalarını gerçekleştiren Sağlık Tapınaklarının, bu tapınaklarda uygulanan dinsel ve fiziksel tedavilerin, maharetli kadın  hekimlerin, hayranlık uyandıran diş hekimliğinin, bitkisel ve kompleks ilâç yapımının,  bilimsel gözlemlere dayanan teşhis ve tedavi yöntemlerinin, sağlık konularıyla ilgili yılanın evrensel bir amblem yapılmasının, titizlikle tutulan ilk tıbbi raporların, papirüs rulolarının, deri üzerine el yazmaların, tabletlerin, önemli tıbbi eserlerin de yer aldığı, yüz binlerce arşiv raporu ve  kitabı  ihtiva eden muazzam zenginlikte – devasa kütüphanelerin[35] onur ve prestijinin, artık bu mirasın gerçek sahibi olan “Etrüsklere – yani Türklere” teslim edilmesinin  gerekli  olduğu kanaatindeyiz.

Batılı devletlerin manevi, mali ve ilmi destekleriyle Greklerin antik çağlara ait olan her şeyi sahiplenme hırsları neticesinde, adını değiştirmiş oldukları ünlü antik bir hekime, Hipokrat ? adını takmaları, o ünlü hekimin, Grek olduğunu elbette ki göstermez!  Daha önce belirttiğimiz üzere, söz konusu bu hekimin, “Sağlık Tapınakları” ekolünden, yani bir başka deyişle, antik çağların önde gelen Rahip-Hekimi, Tanrı Aplu’nun oğlu olduğu ifade edilen Askilpiade’nin (Asclepiade) ekolünden geldiği pek çok kaynakta ifade edilmiştir.  Hipokrat’ın takriben 460 B.C. yılında (İsa’dan Önce) doğduğu ve yine takriben 380 yılında B.C. (İsa’dan Önce) öldüğü ve Batı Anadolu sahiline çok yakın bir Ege Denizi adası olan – Kos? adası ile özdeşleştiği dile getirilmiştir. Ancak Hipokrat ile ilgili bazı hususların karanlıkta kaldığı hususuna da dikkat çekilmiştir. Örneğin yine antik çağın ünlü isimlerinden Eflatun’un (Plato’nun) ve Aristotele’nin, Hipokrat’ın doğum ve ölüm yılları ile ilgili farklı bilgiler aktardıkları belirtilmiştir; Plato’ya göre Hipokrat’ın doğumu; takriben 427 (B.C.) – Ölümü; takriben 347 (B.C.), buna göre seksen yıl yaşamış oluyor – Aristotele göre de doğumu: takriben 384 (B.C.) – Ölümü; takriben 322 (B.C), buna göre de altmış iki yıl yaşamış oluyor… [36]   Hipokrat’ın farklı aktarılan doğum ve ölüm tarihleri dışında, Hipokrat’la[37] ilgili karanlıkta kalan başka hususların da olduğu ifade edilmiştir;  ona atfedilen tıbbı eserlerin, gerçekten onun tarafından yazılıp, yazılmadığının net olarak bilinmediği, ayrıca iki yüz yıllık bir zaman dilimine yayılmış olarak yazılan bu tıbbi eserlerin (Hipokrat Kitapları Koleksiyonun) hepsinin Hipokrat tarafından yazılmasının mümkün olmadığına dikkat çekilmiştir. [38] Hipokrat’a mâl edilen söz konusu bu tıbbı eserlerle ilgili dikkat çeken bir başka husus şöyledir; “Hipokrat’ın yaşamış olduğu zaman dilimi olarak belirtilen dönemden önceki çağlarda yaşamış olan İskenderiyeli hekimlerin yazılı eserlerinde, “tıbbi çalışmaları sırasında, Hipokrat’a atfedilen kitaplardan yararlandıklarını biliyoruz” ifadesine yer verilmiş olması[39] oldukça ilginçtir…  Böylece konunun uzmanları, Hipokrat’a atfedilen bütün tıbbı eserlerin, onun tarafından yazılmadığı ileri sürülmüşlerdir.

Hipokrat’ın kimliğine ışık tutacak olan diğer önemli bir hususa dikkat çekmek isteriz; Hipokrat’a atfedilen tıbbı eserlerin dilinin “İyonca” olduğu ileri sürülmüştür.[40] Bu bağlamda kanaatimizce “İyonya” kelimesine de açıklık getirilmesi gerekmektedir.  İyonya kelimesinin, Farsçadan türetilerek Türkçeye “Yunan” olarak adapte edildiği, dil uzmanlarınca ifade edilmiştir.[41] Bu bağlamda Greklerle ilgili elde edilen tarihi bilgiler ışığında, Grekleri “Yunan” olarak nitelendirmenin doğru olmadığını da hemen belirtmek gerekmektedirİyonya denildiği zaman, akla gelen ilk bölge neresidir? Bu bölge,  Batı Anadolu’nun günümüz İzmir, Aydın, Manisa, Muğla ve bu illere bağlı Ege sahil şeridinde bulunan yerleşim birimleriyle, bu bölgelerin kıyılarına yakın komşu adaları da kapsayan geniş coğrafi bir bölgedir. Antik tarihte “İyonya” denilen bu bölgede yaşayan kavimlere “İyonyalılar”, dillerine de “İyonca” adı verilmiştir.[42]  Ancak söz konusu bu bölgede, aynı anda, ya da yakın zamanlarda “Lidya Krallığının ve Lidyalıların[43] da hüküm sürdüğü bilinmektedir.  İtalyanların “Etrüskler” olarak adlandırdıkları, onların ise kendilerini “Asena” olarak adlandırdıkları Etrüsklerin, sahibi oldukları Lidya Krallığından, göç dalgalarıyla Batı istikametine – çeşitli bölgelere göç ettikleri ve yerleştikleri bilinmektedir. Bunu ifade edenlerden biri de tarihçiliğin babası addedilen Herodot’tur.[44]

        Önyargıları olmayan birçok antik tarihçi, Batı merkezli antik tarihte, çoğu zaman aynı kökten  gelen  akraba kavimlere, kasıtlı olarak farklı adlar verildiği ve böylece bir ad karmaşası ve kaos yaratıldığı ve bunun da “antik kavimlerin gerçek kimliklerinin teşhis edilmesini zorlaştırdığına” dair dikkat çekmişlerdir.[45]  Türklerle akrabalık bağları tespit edilmiş olan İyonya, Lidya, Etrüsk, Palask, Fenike (Hitit) vs… gibi antik kavimler, Batılılar tarafından, karanlık ve gizemli bir sis perdesi arkasına gizlenilmek istenilmiştir…  Bu yüzden Lidyalıların, Etrüsklerin ve İyonyalıların (ki bunlar aynı coğrafi bölgelerde yaşamış, kültürel benzerlikleri  bulunan akraba kavimlerdir…) kimliklerinin ortaya çıkarılması, Türkler için büyük bir önem arz ettiğini söyleyebiliriz.  Hemen belirtmek isteriz ki, “İyonyalıların, Lidyalıların, Etrüsklerin, Palaskların vs…” Greklerle akrabalık bağlarının olmadığı hususu, birçok antik tarihçi tarafından, arkeolojik bilgi, bulgu ve kanıtlara dayanılarak, ortaya çıkarılmıştır. (Hatta makalemizin başında değinmiş olduğumuz gibi, Etrüsklerin Türk oldukları, tıbbı olarak, DNA testleriyle de kanıtlanmıştır.)

Anadolu’da yaşadıkları bilinen ve Greklerin ısrarla kendilerini ecdat olarak ilişkilendirmek istedikleri “antik çağ İyonyalıların”” kimliklerine ışık tutmak fevkalâde önemli bir husustur.  Ünlü İngiliz arkeolog, tarihçi, İncil uzmanı ve Türk topraklarında uzun yıllar arkeolojik araştırmalar yapmış olan William Mitchell Ramsay’in, Greklerle ilgili olarak 1919 yılında ortaya koymuş olduğu bilgiler,  antik bir Anadolu kavmi olarak bilinen İyonyalıların, Grek oldukları tezini çürüten önemli kanıtlardan sadece bir tanesidir; Anadolu’da  yaşamış antik milletlerden İyonyalıların Greklerle bağlantıları yoktur ve tarih boyunca olmamıştır. Bir başka deyişle İyonyalılar Grek olarak nitelendirilemezler.   İyonyalılar, Anadolu’nun Batısında, Ege kıyılarında çoğalan ve gelişme kaydeden bir ırk olmuşlardır. Eski Ahitte (İncil’de), Nuh peygamberin oğlu Yafes’in (Japeth) oğulları ve torunlarının soyundan geldikleri bildirilen “İyonyalıların” kimlikleri konusuna açıklık getirilmeden, antik tarih konusunda mesafe kat edilmesine imkân yoktur.  İyonyalıların daha sonraları Greklerle birleşmeleri etnik olarak değil, “dinsel olarak” nitelendirilmelidir. Unutulmamalıdır ki o devirlerde Ortodoks Kilisesi, farklı etnik grupları birleştirici bir rol oynamıştır.”[46]  İngiliz arkeolog W. M. Ramsay’in, kendinden on asır önce yaşamış olan Arap tarihçisi El – Mesudi’i ile hemen hemen aynı şeyleri söylemiş olması oldukça dikkat çekicidir.

  1.    yüzyılda yaşadığı ifade edilen Arap tarihçi El Mesudi, Türklerin kökenleri ile ilgili olarak “Türkler, Nuh peygamberin üç oğlundan biri olan Yafes’in (Japeth)[47] soyundan gelmişlerdir” diye ifade etmiştir.[48] Ayrıca Kaşgarlı Mahmut ve Reşideddin’in “Oğuznâmelerini” incelemiş ve kıyaslamalar yapmış olduğu ifade edilen V. Bartold’un da benzer görüş bildirerek “Oğuz seceresi, Nuh’un oğlu Yafes’e (Japeth) kadar gelip dayanmaktadır…[49] diye ifade etmiş olması dikkat çekicidir.  Yine benzer bir şekilde bilgi veren bir başka tarihçi de, ünlü Osmanlı tarihçisi Neşri’dir. Neşri’nin (Ö. 1520) Türk soyu ile ilgili olarak anlatmış oldukları da “İyonyalılar” tanımı ile bire bir örtüşmektedir. Neşri, tarih kitabında şu bilgilere yer vermiştir; “Mevcut Türkler birçok sınıflara ayrılırlar: bazıları şehirlerde, saray ve kaleler sahibidirler, ipek elbiseler giyer, başlarına altından taçlar koyarlar, bazıları derlenen-toplanan evleriyle dağ başlarında, sahralarda otururlar. Bunlardan kimisi güneşe, kimisi puta, kimisi öküze, kimi ağaca, kimi taşa tapar, bazıları da din nedir bilmezler. Bazıları da Yahudiliği taklit ederler. Türkler hükümdarlarına “Hakan” derler. Türkler son derece yiğit olurlar, hepsinin soyu Nuh peygamberin  oğlu Yafes (Japhet) oğlu Bulcas evladıdırlar.  Bu soy kesintisiz olarak devam ederek Oğuz Han ve  oğullarına  gelmiştir  vs…[50] diye devam etmektedir. [51]   

Dikkatimizi çeken diğer bir husus da,  Neşri tarafından Nuh peygamberin oğlu Yafes’ten olma torunu “Bulcas” adıdır; söz konusu bu ad, Türklerle akrabalık bağları olduğu tespit edilmiş olan Fenikelilerin (yani Hititlerin) ünlü efsanevi kralları – Etrüsklerin (Asenaların) üzüm Bağları Tanrısı Baküs /Bakoy (Bacchus) ile büyük benzerliklere sahip[52] olmasıdır. Ayrıca W. M. Ramsay’ın “İyonyalılarla” ilgili sözleri, aynı bölgede yaşamış olan “Lidyalıları” da anımsatmaktadırLidyalıların “İyonyalılar” olma ihtimali kuvvetle muhtemeldir.  Ayrıca  Lidya Kralı Atti’nin ? oğlu önderliğinde Batı’ya, günümüz İtalya topraklarına göç edip, yerleşen ve muhteşem medeniyetlerini o topraklarda tesis eden, Grekler ve Romalılar tarafından “Etrüskler” olarak adlandırılan ve daha sonraları, Romalılarca ve Greklerce asimile edilen insanların da “İyonyalıların” yaşadıkları bölge ve zamanda yaşamış insanlar olmaları da, kanaatimize göre “İyonyalıların”  kimliklerine ışık tutan bir başka bilgidir… [53]

Son olarak, bazı antik tarihçilerin, Türklerle akrabalık ilişkilerinin olabileceğini ifade etmiş  oldukları  Orta  ve Güney Amerika “Maya – Aztek – İnka”  medeniyetlerini tesis eden kavimlerin “ileri düzeyde tıbbı uygulamalarının tespit edilmiş olmasına”  da değinmek isteriz. Söz konusu bu kavimlerin kültür ve uygulamaları incelendiğinde, Türklerin yüksek medeniyet ve kültür özelliklerini paylaştıkları hemen dikkat çekmekte ve kanaatimize göre bu husus, onların Türk menşeli olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir…   Genel olarak Batılı tarihçiler, İspanyol asıllı denizci Kristofer Kolombus’un Amerika’yı keşif ettiği masalını yıllardır anlatıp, durmaktadırlar… Tabi ki bunun doğru olmadığını tarihçi bilim insanları bilmektedir.  Amerika kıtası, Orta Asya’dan gelen kavimlerin göç dalgalarıyla antik çağlarda keşif edilmiş, yeni kıtaya göç eden antik kavimler, yerleştikleri bu topraklara, atalarından aldıkları bilgi, beceri ve kültürlerini götürmüş, böylece muazzam piramitler ihtiva eden – son derece medeni ve zengin şehirler inşa etmişlerdir… Denizci kavimler de denilen “Hititlerin” denizcilikte çağlarının en ileri düzeyinde oldukları, çok uzun deniz mesafelerini, hatta o çağlarda geçilmesi mümkün görünmeyen en tehlikeli denizleri dahi korkusuzca aşabildikleri ifade edildiğine göre, Maya, Aztek ve İnkaların, Türkler gibi, Hititlerle akrabalık bağlarının olabileceği ihtimalini ileri sürmek, kanaatimize göre pekalâ mümkündür.

Bu bağlamda “dünyadaki tek medeniyetin Avrupa’da olduğuna inanan Kolombus’un adamlarının” Yeni Dünya – Amerika Kıtasına geldiklerinde, büyük bir medeniyetin eseri olduğunu gördükleri muhteşem zenginlikte şehirleri ve oldukça lüks bir yaşam kalitesi yakalamış  olan  yerli insanları görmeleri, onları tamamen şaşkına çevirdiği  ifade edilmiştir.  Şöyle ki Avrupalıların , “yerli kavimlerin, Avrupalılardan çok daha ileri düzeyde bir medeniyete sahip olduklarını idrak ettiklerinde” oldukça büyük bir şaşkınlık yaşadıkları, hatta hayretlerini gizleyemedikleri “Bu gördüklerimiz gerçek mi? Yoksa bizler bir hayâl – ya da bir rüya mı görüyoruzdiyerek, birbirlerine sordukları” dile getirilmiştir.[54]

Mayaların da Asenalarla (Etrüsklerle) müşterek dinsel inançları ve kültürel özellikleri olduğu ileri sürülmüştür. Asenalarda (Etrüsklerde) olduğu gibi,  Maya tapınaklarında da, rahip ve rahibe – hekimlerin, hastaların şifa bulmalarına aracı oldukları ve tıbbı uygulamalarda bulundukları belirtilmiştir. Hatta İspanyolların, Mayaların  tıbbı bilgi ve uygulamaları karşısında çok şaşırdıkları, Avrupa’dan hekim getirmeye dahi gerek görmedikleri, yerli hekimlerin, Avrupalı hekimlerden bile daha iyi olduklarını müşahede ettikleri ifade edilmiştir. İspanyolların silah güçlerine dayanarak, kendi hakimiyetleri altına almak istedikleri yerlilerden, bilhassa kendilerine boyun eğmeyen yerli rahip ve rahibelerin görevlerine zorla son verdikleri, sayısız kitaplarını yok ettikleri, tapınaklarını – heykellerini tahrip ettikleri ve İspanyollara biat etmeyenleri katledildikleri belirtilmiştir.[55]   

Görüldüğü üzere, edindikleri sömürge imparatorlukları sayesinde siyasi – iktisadi – ilmi askeri sahalarda oldukça güçlenen ve gelişen Hıristiyan Batılılar, kendilerini medeni ve üstün görmeye başlamış ve böylece kendilerinden binlerce yıl önce var olmuş antik medeniyetlere “İndo- European” diye asılsız bir iddia öne sürerek, sahip çıkmışlardır! Batılılar, söz konusu medeniyetler mirasının gerçek sahiplerini de baskı altına alarak, ortadan kaldırarak, susturarak, tarihi saptırmış ve muhteşem zenginlikteki  medeniyetlerin gerçek varislerini “barbar ve medeniyetsiz” diye aşağılamışlardır!  Onların bu şekilde davranmaları, elbette kendi menfaatlerinin bir gereği olmuştur.  Kanaatimize göre burada asıl suçlu konumda olanlar, bu muhteşem medeniyetleri ortaya koyan atalarının “medeniyet mirasına” sahip çıkmayan torunlardadır… Bu bağlamda dünyada Hıristiyan Emperyalist Batılıların zulümlerine boyun eğmeyen, Batı merkezli – taraflı antik tarihi reddederek, antik atalarının mirasına azimle sahip çıkan, işgalcilere ve zorbalara karşı direnen – topraklarını teslim etmeyen, Hıristiyanlığı kabul etmeyen, köleliği Türklere asla yakıştırmayan, ulusunun hakları için büyük savaş veren ve Batılıları alt ederek, onları dize getirentek bir lider olmuştur, o da Büyük Atatürk’tür.  Bu bağlamda Büyük Atatürk’ü ölümsüz liderleri olarak kabul eden Büyük Türk Ulusu, Batılıların gözünde, kesinlikle bertaraf edilmesi gereken – en büyük düşmandır.  Aslında onların, Türklerin antik tarihini çok iyi bilmelerine rağmen, şiddetle inkâr etmeleri de bu yüzdendir…

Dünya insanlık âlemine göz kamaştıran – muazzam medeniyetler sunmuş olan antik kavimler, Batılılarca her nasıl adlandırılmış olurlarsa olsunlar, onların “kavim özellikleri, dilleri, alfabeleri, kültürleri, dini inançları, ünlü kurgan kültürleri, üstün ahlâk yapıları, lüks yaşam standartları, sanat eserleri, yüksek eğitim düzeyleri, tıp ilmine yaptıkları temel katkıları, tıbbı kitaplar da içeren – fevkalâde  zengin kütüphaneleri ve en önemlisi de, toplumlarında kadınlara karşı sergiledikleri saygın bakış açısıyla…”  birbirlerine benzedikleri – kültürlerinin  süreklilik arz ederek, çağlar boyu devam ettirildiği ve nihayetinde Türk Oğuz Han ve boylarına kadar geldiğini gösteren güçlü bilimsel kanıtlar olduğunu ifade edebiliriz… Böylece bundan böyle değerli Türk Hekimlerimizin, “Türk atalarının tıp ilmine sağladıkları büyük hizmetlerin” farkına varmalarını ve eşsiz “Antik Türk Mirasına” hassasiyetle sahip çıkarak, gerçek antik tarihlerini dünya kamuoyuna gururla duyurmalarını temenni ediyoruz.                                                                                   

KAYNAKÇA

Adams, Francis, The Genuine Works Of Hippocrates – Volume 1, Sydenham Society, C. & J. Adlard Printers, London, 1849.
Alinei, Mario, Ancient Link: The Magyar – Etrsucan Linguistic Relationship, Published By All Print Kiado, Budapest, 2005.
Bayat, Fuzuli, Oğuz Destan Dünyası – Oğuznâmelerin Tarihi, Mitolojik Kökenleri ve Teşekkülü, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul, 2006.
Beekes, R.S.P., The Origin Of The Etruscans, Koninklijke Nederlandse Akademie Van Wetenschapper, Amsterdam, 2003.
Bonfante, Larissa, Etruscan Life and After Life, The Wayne State University Press, Detroit/Michigan, 1986.
Bynum, William, The History Of Medicine, Oxford University Press, New York, 2008.
Castleden, Rodney, Mycenaens, Published By Routledge, New York/USA, 2005.
Çay, M. Abdülhaluk – İlhami Durmuş, İskitler, Genel Türk Tarih Ansiklopedisi Cilt 1, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.
De Grummond, Nancy Thomson, The Religion Of The Etruscans, The University Of Texas Press, Austin, 2006.
Franzero, Carlo Mario – Charles Marie Franzerio, The Life and Time Of Tarquin The Etruscan, Publisher: The John Day Company, New York, 1960.
Gow, Mary,  The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, Enslow Publishers İnc., 2009.
Köymen, Mehmet Altay, Neşri Tarihi Cilt I, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1983.
Güvenç, Bozkurt, Türk Kimliği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000.
Haynes, Sybille, Etruscan Civilization (A Cultural History), The Paul Getty Trust Publications, Los Angeles, 2000.
Herodot, Herodot Tarihi, Türkiye İş-Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006.
Hommel, Fritz, The Civilization Of The East, Elibron Classics, Adamont Media Corporation, London, 2005.
Jones, C.J. Emlyn, İonism and Hellenism, Routledge & Kegan Paul Ltd. Press, London, 1980.
Köymen, Mehmet Altay, Neşri Tarihi Cilt I, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1983.
Macintyre, Stuart  – Juan Maiguashca – Atilla Pok, The Oxford History Of Historical Writing (1800 – 1945), Oxford University Press, Oxford, 2011.
Milas, Herkül, Geçmişten Bugüne Yunanlılar (Dil, Din ve Kimlikleri), İletişim yayınları, İstanbul, 2004.
Morley, G. Sylvanus – George W. Brainerd, The Ancient Maya, Stanford University Press, Stanford/California, 1983.
Murray, Oswyn, Early Greece – Second Edition, Harvard University Press, 1993.
Myres, John Linton, Homer and His Critics, Published By Routledge and Kegan Paul, 1958.
Newton, İsaac, The Chronology Of Ancient Kingdoms Amended, Printed By J. Tonson – J. Osborn and T. Longman, London, 1728.
Özel, Oktay  –  Mehmet  Öz,   Victor  L.  Menage  “Osmanlı  Tarihyazıcılığının  İlk Dönemleri” – Söğüt’ten İstanbul’a, İmge Kitabevi, Ankara, 2000.
Pallottino, Massimo, A History Of Earliest İtaly, Routledge Press, London, 1991.
Palmer, Leonard Robert, Minoans and Mycenaeans, Published By Faber and Faber, 1961.
Ramsay, M. William, The Letters To The Seven Churches, Kessinger Publishing, Whitefish/Montana, 2004.
Roudometof, Victor, Nationalism, Globalization and Orthodoxy: The Social Origins Of Ethnic Conflict İn The Balkans, Published By Greenwood Publishing Group, Westport/USA, 2001.
Sayce, A. H., Fresh Light From Ancient Monuments, Kessinger Publishing, Whitefish/Montana, 2003.
Smith, William, A School Dictionary Of Greek and Roman Antiquities, Published By Harper and Brothers, New York.
Toth, Alfred, Etruscans, Huns and Hungarians, Publisher Mikes İnternational, D. Haag, 2007.
Unat, Faik Reşit, Tarih Atlası, Kanat Yayınları, İstanbul, 1991.
Weissenrieder, Annette, Images of Illness in The Gospel, Germany, 2003.
Willets, R.F., The Civilization Of Ancient Crete, University Of California Press, Berkeley and Los Angeles, 1977.

[1] Mario Alinei, Ancient Link: The Magyar – Etrsucan Linguistic Relationship, Published By All Print Kiado, Budapest, 2005, s. 12.
[2]Daha önceki zamanlarda “Orient (Doğu’ya Özgü) Tarih” konusunu ele alan kaynakların neredeyse tamamı, Grek ve İtalyan yazarların bizlere sundukları bilgilerle sınırlıydı ki, bunların pek çoğu taraflıydı ve güvenilir olmaktan uzaktı…” Fritz Hommel, The Civilization Of The East, Elibron Classics, Adamont Media Corporation, London, 2005, s. 2 – 3.
[3] İsaac Newton, The Chronology Of Ancient Kingdoms Amended, Printed By J. Tonson – J. Osborn and T. Longman, London, 1728.
[4] Bu konuda çok çarpıcı bir örnek vermek isteriz; Grekler, “Girit antik medeniyetinin sahibi olan kavimleri, Minoyan? ve Mişeyan? olarak adlandırarak, bu medeniyetler hakkında değerli bilgiler içeren söz konusu Çizgisel B Tabletlerinin Grekçe olduğunu ve bu antik kavimlerin de Greklerin ataları olduklarını” iddia etmektedirler! İstanbul Üniversitesi – Edebiyat Fakültesi – Eski Çağ Tarihi Anabilimdalı öğretim üyesi bir profesörün de, eski Yunan ve Roma Tarihi ile ilgili 2008’de yazmış olduğu bir kitabında, Girit Adasında, İngiliz arkeolog Arthur Evans tarafından bulunan ve antik Minoan? ve Mişeyanlara? (bu adlar Greklerce değiştirilmiş adlardır…) ait antik medeniyetlerle ile ilgili önemli bilgiler ihtiva ettiği uzmanlarca ifade edilen ünlü “Çizgisel A ve B Tabletlerini” en ufak bir şüpheye dahi yer vermeden, doğrudan doğruya Greklere mal etmesi  ve Grekleri desteklemesi oldukça dikkat çekici ve düşündürücü bulunmuştur… Oysaki yabancı kaynaklardan yapmış olduğumuz araştırmalarımız bu ünlü tabletlerle ilgili tamamen farklı bilgiler ortaya koymuştur; Girit adasında muhteşem güzellikte şehirler, saraylar, tapınaklar, sanat eserleri meydana getiren ve “göz kamaştıran bir medeniyetin sahibi oldukları ve lüks bir yaşam tarzı sürdürdükleri” ifade edilen Minoyanlar? ve onların torunları – mirasçıları Mişeyanların? dil ve kültürlerinin, Gök-Türk Asenalarda (Etrüsklerde) devam ettiği belirtilmiştir. Söz konusu Girit Adası medeniyetinin dili, yazıları, duvar resimleri, sanat eserleri ve kadınlara değer veren üst düzey kültürlerinin, Greklerle değil, Asenalarla (Etrüsklerle) benzerlik göstermektedir… Asenaların (Etrüsklerin) Anadolu’dan (Lidya Krallığından) Batı istikametine göç ederken, bir kısmının Ege adalarında kalıp, yerleştikleri, bir kısmının da Girit – İtalya – Sicilya ve çevresine yerleştikleri ifade edilmiştir. Şöyle ki Asenaların (Etrüsklerin) İtalyan topraklarına taşımış oldukları medeniyet, Girit ve Limni adasında yerleşen akrabalarının medeniyetleriyle bire bir benzerlik ve devamlılık göstermektedir… (“Girit adasına taşınan Hitit orijinli Etrüsk adları Helenleştirilmiş, tanrı ve tanrıça adları da Grek ve İtalyanlarca değiştirilmiştir. Adada bulunan arkeolojik kanıtlar, Anadolu’da bulunan eserlerle benzerlik göstermiştir. Hatta dış sınırları duvarlarla örülü Gordiyon şehrinin (Eskişehir Bölgesi) Grek öncesi döneme ait, hatta Etrüsklerle ilişkili olduğu belirlenmiştir.” R.F.Willetts, The Civilization Of Ancient Crete, University Of California Press, Berkeley and Los Angeles, 1977, s.116.)  Bu hususta delil olarak gösterilen ünlü Girit antik tabletleri “Çizgisel A ve Çizgisel B Tabletleri” olarak anılmaktadır.  Girit adasında bulunan “Çizgisel B Tabletlerinin” Girit’te tesis edilen muazzam antik medeniyeti ortaya koyan en ünlü kanıtlar olduğu vurgulanmıştır.  Söz konusu bu tabletlerin deşifre edilmesine büyük ilgi duyan, üzerinde uzun yıllar çalışmalar yaparak adeta hayatını bu sırra adayanlardan biri de amatör araştırmacı mimar Michael Ventris olmuştur. Latince ve Klasik Grekçe okuyabilen, ayrıca altı dil bilen mimar Michael Ventris’in araştırmaları neticesinde söz konusu tabletlerin dili çözülmüş ve M. Ventris,  “Çizgisel B Tabletlerin dilinin Etrüskçe (yani Gök – Türkçe) olduğuna inandığını” ifade etmiştir.  Hatta Michael Ventris, söz konusu bu inancını teyit ettirmek üzere 1949 yılında antik diller konusunda uzman birçok akademisyene bu yazılardan numuneler göndererek, konu ile ilgili farklı fikirler almış ve bunların hepsini bir raporda toplamıştır. 1950 tarihli – ünlü “Mid – Century Report” olarak adı geçen bu raporda, M. Ventris’in danışmış olduğu uzmanlardan, istisnasız hepsi de “Çizgisel B Tabletlerinin Grekçe olabileceğine ihtimal dahi vermediklerini” net olarak ortaya koymuşlardır.  Ancak daha sonraları John Chadwick (1920 – 1998) adında bir “Grek Tarihçinin” ortaya çıktığı ve Michael Ventris’e bu konu üzerinde birlikte çalışmayı teklif ettiği, hatta bu hususta aşırı derecede ısrarcı olduğu, nihayetinde de Ventris’i ikna etmeyi başardığı ve birlikte çalışmaya başladıkları, ancak bir müddet sonra Michael Ventris’in anlaşılamaz bir biçimde fikir değiştirerek “Girit Çizgisel B Tabletlerinin  Grekçe olduğunu” açıkladığı ifade edilmiştir!  Daha da anlaşılmaz olanı ise, “Michael Ventris’in bir süre sonra, genç yaşta (34) elim bir trafik kazası geçirerek, aniden hayatını kaybettiğinin” duyurulmasıdır. O tarihten itibaren “John Chadwick’in, bu önemli ve son derece prestijli çalışmayı tek başına sahiplendiği, konu hakkında çeşitli kitaplar yazarak büyük ün ve servet kazandığına” dikkat çekilmiştir. Leonard Robert Palmer, Minoans and Mycenaeans, Published By Faber and Faber, 1961, s. 162.   John Linton Myres, Homer and His Critics, Published By Routledge and Kegan Paul, 1958, s. 265 – 266.
“Girit adasında antik çağlarda var olmuş olan Minoyan ve Mişayan kültürü, kesinlikle Grek değildir.” Oswyn Murray, Early Greece – Second Edition, Harvard University Press, 1993, s. 5 -7.
Ayrıca Homer’e isnat edilen “İlayda ve Odessa Destanlarında” ve Homer’in çağdaşı Hesiod’un “Theogony” adlı eserinde  adı geçen “sözde Grek panteon tanrı ve tanrıça adlarının”, Homer ve Hesiod’dan (takriben İsa’dan yedi yüz yıl önce) çok daha eski olan Çizgisel B Tabletlerinde (takriben İsa’dan önce 2500 ilâ 2000 yıl önce)” geçmesinin, akademik dünyaya çok büyük bir sürpriz olduğu” ifade edilmiştir. Rodney Castleden, Mycenaens, Published By Routledge, New York/USA, 2005, s. 89 – 91.
[5] Stuart Macintyre – Juan Maiguashca – Atilla Pok, The Oxford History Of Historical Writing (1800 – 1945), Oxford University Press, Oxford, 2011, s. 232.
[6] S. Macintyre – J. Maiguashca – A. Pok, The Oxford History Of Historical Writing (1800 – 1945), a.g.e., s. 236.
[7]Bilhassa Alman bilim adamı Fallmerayer’in “bugünkü Grekler, antik dünyanın torunları değildir, antik milletlerle aralarında organik devamlılık ve devlet sürekliliği yoktur” tezi ortaya atıldıktan sonra, Grek tarih yazıcıları Zampelios ve Paparigopulos sayesinde, Grekler için yeni bir tarih anlayışı tesis edilmiş ve bu yeni yoruma göre Greker, üç bin yıldır tarih sahnesinde olan bir ulus yapılmıştır.” Herkül Milas, Geçmişten Bugüne Yunanlılar (Dil, Din ve Kimlikleri), İletişim yayınları, İstanbul, 2004, s. 165 – 167.
Cambridge Üniversitesinde “Grek davasını Türklere karşı destekleyen bir Konferans” düzenlenmiş ve bu Konferansta, “Greklerin, barbar Türklere karşı desteklenmelerinin, özgürlüğün baskıya, medeniyetin barbarlığa ve haçın hilâle karşı zaferi olacaktır” vurgusu yapılmıştır.The Times/December 19, 1823 The Greek Cause”, s. 3.
[8] Victor Roudometof, Nationalism, Globalization and Orthodoxy: The Social Origins Of Ethnic Conflict İn The Balkans, Published By Greenwood Publishing Group, Westport/USA, 2001, s. 107.
[9]Grekler, İtalya’ya yerleşen Etrüsklere, Batı Anadolu halkına verdikleri bir ad olan “Tyresenoi” adını vermişlerdir – bu keline “Turse – noi”  “Etruscus  Tusci” adlarından türetilmiştir. Ben de dahil olmak üzere, pek çok akademisyen Etrüsklülerin Anadolu kökenli olduklarında dair hemfikirizdir. İtalyan akademisyenlerin büyük bir çoğunluğu bu hususa, ya şüpheyle bakmakta, ya da inkâr etmektedirler. Ancak günümüzde Etrüsklerin Batı Anadolu kökenli oldukları ve Küçük Asya’dan göç ettikleri görüşünü artık hiç kimse reddetmemektedir.” R.S.P. Beekes, The Origin Of The Etruscans, Koninklijke Nederlandse Akademie Van Wetenschapper, Amsterdam, 2003, s. 7.
İtalyanlar, Etrüsk atalarını “denizci kavimler” olarak nitelendirmişlerdir. (Antik çağlarda, denizcilikte çok ileri seviyeye ulaşan Fenikelilere (Grekçe bir addır) , yani Hititlere “denizci kavimler” denilmekteydi…) Antik Mısır kaynaklarında da “denizci kavimler” “Trs – Turs” olarak adlandırmışlardır. İsa’dan önce birinci yüzyılda Halikarnaslı (Bodrumlu) Dionysius? Etrüsklerin kendilerini “Rasenna – Asenna” olarak adlandırdıklarını ifade etmiştir. Asya’dan sürekli göç dalgalarıyla günümüz İtalya topraklarına gelen Etrüskler, kendilerine has kültür ve medeniyetlerini de bu topraklara taşımışlardır.” Herald Haarman, Early Civilization and Literacy İn Europe, Published By Mouton Gruyteri Berlin – New York, 1996, s. 151.
Latinlerin Türklere verdikleri ad “Tur – cus”; Etruscan “Eturscus – Etruscus” ancient name of Tuscany “belonging to Tusci – earlier TruscusONLİNE ETYMOLOGY DİCTİONARY, www.etymonline.com
[10]  Etrüskler konusunda uzman olan objektif tarihçiler, Batılıların nasıl Etrüskleri göz ardı etmeye çalıştıklarına dikkat çekmişlerdir; “Etrüsk medeniyeti”, İngilizce konuşan dünyadan, gerçek anlamda lâyık olduğu ilgi ve değeri görmemiştir. Oysaki Etrüskler, mensubu oldukları Yakın Doğu medeniyetinin kültür ve sanatını sadece İtalya’ya değil, bütün Avrupa’ya nakletmekte kati ve aşikâr bir rol oynamışlardır. Bronz çağına kadar geriye gidildiğinde izleri sürülebilen Etrüsklerin, Avrupa medeniyetine yapmış oldukları dolaylı ve dolaysız bütün katkılar yeterince vurgulanmamıştır.” Sybille Haynes, Etruscan Civilization (A Cultural History), The Paul Getty Trust Publications, Los Angeles, 2000, s. xvi, 2 – 4.  (Türk oldukları için olmasın!)
“Antik tarih sahasında İsa’dan önce Grek olmayan pek çok antik eser – yazı – yapı – kavim vs… dahi Grek olmak zorundadır” diyen bir zihniyet dayatılmaktadır… Genel olarak Antik Akdeniz Tarihine, Grek ve İtalyan pencerelerinden bakılmıştır. Her gün ortaya çıkan yeni zengin kanıtlarla birlikte günümüzde artık bu zihniyet değişmektedir… Pek çok bilim insanı, Etrüsklerin tarih öncesi çağlardan itibaren Avrupa topraklarında yaşadıklarını artık kabul etmişlerdir.” Graeme Barker – Tom Rasmussen, The Etruscans – The Peoples Of Europe, Blackwell Publishers Ltd., Oxford, 2000, s. 1 – 6.   (Bu bağlamda Etrüsklerin “alfabe başta olmak üzere medeniyetlerini Greklerden aldıklarını beyan eden kitaplar”, Grek yanlısıdır ve tarihi gerçekleri gizlemektedir. Aslında bunun tam tersi söz konusudur. Başta Grekler ve Romalılar (İtalyanlar) olmak üzere, bütün medeniyetlerini Etrüsklerden aldıkları ve zamanla da Etrüskleri asimile edip, onların muazzam miraslarına sahip çıktıkları dile getirilmiştir. Hatta Etrüsklere hayranlık ve kıskançlık hisleriyle yaklaşan söz konusu bu unsurların, “Etrüsklerin belirgin kültürel izlerini ve tarihlerini silmeye çalıştıkları, antik Etrüsk adlarını değiştirdikleri, antik tabletlerde adı geçen Etrüsk şehirlerinde inşa edilen devasa zenginlikte kütüphaneler dolusu Etrüsk  Kitaplarının çoğunu da imha ettikleri” ifade edilmiştir.)
[11]Alfred Toth, Etrsucans, Huns and Hungarians, Published By Mikes İnternational, Den Haag, 2007, s.4.
[12] “Antik çağlarda yaşamış olan antik tarihçiler, Etrüsklerin orijinin çağlar öncesi eski zamanlara kadar geri gittiğini ifade etmişlerdir. Hatta Avrupa’da yaşayan diğer yerleşik insanlara göre Etrüskler, en erken çağlardan itibaren yüksek bir medeniyet seviyesine ulaşarak, rakipsiz – eşsiz bir üstünlüğüne sahip olmuşlardır.” Larissa Bonfante, Etruscan Life and After Life, The Wayne State University Press, Detroit/Michigan, 1986, s. 48.
[13]Antik çağlarda günümüz İtalya yarımadasında yaşayan Etrüsklerin, ilk muhteşem medeniyeti bu topraklara tesis eden kavim oldukları artık kesin olarak bilinmektedir. Etrüsklerin sayısız yazılı eserlerinin – kitaplarının korunmamasına – tahrip edilmesine rağmen, yine de, arkeolojik buluntular, kayıt ve kanıtlar, onları çok iyi tanımamızda bize yardımcı olmuşlardır. Ancak bir hususu ifade etmemiz gerekir ki, Etrüsk çalışmalarında, antik tarih ile ilgili bazı Grek ve İtalyan akademisyenlerin bilimsellikten uzak, Etrüsklerle ilgili asılsız yaklaşım ve yorumlarından uzak durmak ve Etrüsklerin bizzat geride bıraktıkları mitolojilerini, yazıtlarını, tabletlerini, sanatsal eserlerini, duvar resim ve süslemelerini, mezarlarını vs… inceleyerek, bunların bizlere anlattıkları bilgileri ortaya çıkarmamız gerekmektedir.”Nancy Thomson De Grummond, Etruscan Myth, Sacred History and Legend, University Of Pennslyvania Museum Of Archeology and Anthropology, Philadelphia, 2006, s. xii, xii, 1.
Antik medeniyetlerin sanatsal – dinsel ve kültürel  mirası, Grekler tarafından asimile edilmiştir.” C.J. Emlyn Kones, The İonians and Hellenism, Published By Routledge & Kagan Paul Ltd., London, s. 38.
[14] Sybille Haynes, Etruscan Civilization  – A Cultural History, a.g.e., s. 184.
[15]Homer’in İlayda Destanında, Aplu’nun (Apollon) hastaları iyileştirme gücü vurgulanmıştır”, Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, Enslow Publishers İnc.(USA, 2009, s. 35.

[16] Nancy Thomson De Grummond, The Religion Of The Etruscans, The University Of Texas Press, Austin, 2006, s. 104.
[17] Nancy Thomson De Grummond a.g.e., s. 105.
[18] Francis Adams, The Genuine Works Of Hippocrates – Volume 1, Sydenham Society, C. & J. Adlard Printers, London, 1849, s. 5.
[19] Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, a.g.e.  s. 6 -7.
[20] Mary Gow, a.g.e., s. 7.
[21] Batılılar, antik medeniyetlere sadece şifahen sahip çıkmamış, söz konusu bu medeniyetlerin insanlığa sunduğu değerli tarihi bilgilerden faydalanmayı ve onları hayata geçirmeyi de bilmişleridir… Örneğin Kalgary’nin(Calgary/Kanada) ün yapmış bir Kanser Hastanesi vardır – Tom Baker Cancer Centre; bu hastanede perşembe günleri “hayvan ziyaret günü” uygulaması vardır. O gün, hasta yakınları, yatılı hastaların evlerinde besledikleri hayvanları, hastaların, hayvanlarıyla özlem gidermeleri ve sevmeleri için hastaneye getirmelerine izin verilmektedir; hayvanı olmayanların ise, bir hayvanı sevmek istediklerini belirtmeleri üzerine, hayvan barınaklarından hastanın istediği hayvan (kedi – köpek – kuş vs…) temin edilip, hastaneye getirilmekte, hastanın hayvanı sevmesi, ondan pozitif sevgi elektriği alması, moralinin yükseltilmesi ve iyi duygular yaşaması sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu şaşırtıcı ve aynı zamanda son derece insancıl uygulamanın kökeninde Türk Atalarımızın uygulamalarının olduğunu bilmek, kanaatimize göre oldukça gurur vericidir…
[22] Francis Adams, a.g.e., s. 5- 6.
[23]Francis Adams, a.g.e., s. 6.
[24] Francis Adams, a.g.e., s. 6 -7.
[25] Plinio Prioreschi, A History Of Medicine: Primitive and Ancient Medicine, Horatius Press, Omaha, 1995, s. 46 – 48.
[26] Plinio Prioreschi, a.g.e, 48.
[27] Francis Adams, The Genuine Works Of Hippocrates – Volume 1, Sydenham Society, C. & J. Adlard Printers, London, 1849, s. 5 – 9.
[28] William Bynum, The History Of Medicine, Oxford University Press, New York, 2008, s. 5 – 7.
[29] Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, a.g.e.  s. 35.
[30] Francis Adams, The Genuine Works Of Hippocrates – Volume 1, a.g.e., s.. 8 – 9.
[31] Plinio Priorechi, A History Of Medicine: Primitive and Ancient Medicine, Horatius Press, Omaha, 1995, s. 508.
[32] Türklerin antik kavimlerle akrabalık bağlarını, alfabeden sonra ortaya koyan en güçlü kanıt “kültür benzerliğidir; bu bağlamda bir toplumun en belirgin medeniyet özelliğinin başında “kadına bakış açısı” olduğuna dikkat çekilmiştir… Etrüsklerin(Asenaların), Antik Türk Ataları gibi, toplumlarında kadınlara en üst seviyede değer verdikleri, oysaki Grek toplumlarda kadınların erkeklerden aşağı ve değersiz görüldükleri, antik tarih kaynaklarında sıkça dile getirilmiştir. Sarah B. Pomeroy, Women’s History and Ancient Hisitory, The University Of North Caroline Press, Chapel Hill/North Caroline, 1991, s. 119, 141.
Ziya Gökalp de, Türklerde köklü bir gelenek olan “kadınlara saygın bakış açısını” şöyle ifade etmiştir; “Eski Türklerde kadınlar genellikle amazon idiler (yani kadınlar da, erkekler gibi güçlü, ok atan – at binip – kılıç kuşanan, savaşlara dahi giden saygın – yiğit kişilerdi… Dede Korkut Destanları…) Usta binicilik, iyi silah kullanma, yiğitlik, Türk erkekleri kadar, kadınlarında da vardı. Kadınlar doğrudan doğruya hükümdar, kale koruyucusu, vali ve elçi olabilirlerdi.”  Ziya Gökalap, Türkçülüğün Esasları, İnkılâp Kıtabevi, İstanbul, 1997, s. 145.
[33] Mary Gow, a.g.e., s. 24.
[34] Carlo Mario Franzero, Charles Marie Franzerio, The Life and Time Of Tarquin The Etruscan, Publisher: The John Day Company, New York, 1960, s. 13.
[35] Antik Bergama Kütüphanesinde, iki yüz bin rulonun üzerinde eser olduğu, bunların içerisinde, çeşitli tıbbı konuları ele alan  – hastalık belirtileri – tanı ve teşhis, ilaç ve merhem yapımı, yara ve hastalık tedavileri,  zatürree – sıtma tedavisi, bandaj ve sargı metotları, çeşitli ağrıların tedavisi, göz enfeksiyonları,  kırık ve çıkıklar, bebek doğumu, hekim yemini (Hipokrat Yemini) vs… gibi konuları içeren pek çok yazmanın olduğu rapor edilmiştir. Söz konusu bu ilk tıbbı yazmalara genel olarak “Hipokrat Koleksiyonu” adı verilmiştir. Ancak bunlar uzun yıllar içerisinde, çeşitli hekimler tarafından yazılmış eserlerdir. Söz konusu bu tıbbı eserler, Batının İlmi anlamda “tıbbi çalışmalarının” temelini teşkil etmiştir. Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, a.g.e., s. 6 – 10.
[36] Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath, a.g.e., s. 11 – 13.
[37] Hipokrat’ın Ege’nin küçük adası – Kos adasında yaşadığı, yaşadığı evinin arka bahçesinde, yarı tanrı – ünlü rahip-hekim “Asclepiade – Asclepius’ya Ait Sağlık Tapınağının”  bulunduğunun bildirilmesi, rahiplerin bu tapınaklarda yerleşik olarak yaşadıkları, hastaları kabul ettikleri, tıp öğrencileri yetiştirdikleri vs… bilgileri göz önüne alınırsa, kanaatimize göre Hipokrat ile Asklepiade’nin aynı kişiler olma olasılığı da mümkündür… Burada vurgulamak istediğimiz nokta şudur; Greklerin kendi yorumlarına göre yazdıkları sözde antik olaylar, kronolojik saptırmalar, adlarını değiştirerek, kendilerine mâl ettikleri antik tarihi kişiler, tanrılar, tanrıçalar, tapınaklar, şehirler vs… antik tarih konusunda gerçekten bir karışıklık yaratmaktadır… Ancak objektif antik tarihçiler, arkeologlar, onların yazmış olduğu objektif eserler ve dikkatli analizler, tarihi gerçek kanıtları gün ışığına çıkarmaktadır…
[38] William Bynum, The History Of Medicine, Oxford University Press, New York, 2008, s. 6.
[39] Mary Gow, The Greatest Doctor Of Ancient Times: Hippocrates and His Oath,  a.g.e., s. 13.
[40] Annette Weissenrieder, İmages Of İllness İn The Gospel, Germany, 2003, s. 44.
[41] Sevan Nişanyan’ın “Sözlerin Soyağacı – Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü’nde” Yunan kelimesinin karşılığı “İyonya” olarak verilmiştir ki, bu diğer kaynaklarla örtüşmektedir… (Türk Dil Kurumunun Resmi İnternet Sitesi olan http://www.tdksozluk.com’danetimolojik sözlük bölümüne” bir türlü ulaşılamamıştır. Sitede problem vardır…) TDK sözlüğünde Grek adının karşılığı olarak “Eski Yunanlı” tanımı yapıldığı görülmüştür. Bu da “Antik çağlarda Greklerin, Batı Anodolu’nun sakinleri olduğunu söylemekle” eş anlamlıdır ki, bu arkeoloji ve antik tarihçilerin tespit ve ifadelerine göre doğru değildir.  (Bu hususa tezimizde açıklık getirilmeye çalışılmıştır…) Bu konu ile ilgili İngilizce internet araştırmalarımızdan daha verimli sonuçlar elde etmiş bulunuyoruz. Açıklamalı ve kapsamlı bir sözlük olan “Online Etymology Dictionary’de” “İonian” sözcüğünün anlamı şöyle verilmiştir; “The Turkish name for the country of Greece is “Yunanistan” which means, “The Land Of The İonians”.  İonian name is pre – Greek  word and perhaps related to Skyt”. (Yunanistan, Greece ülkesine Türkçe olarak verilmiş bir ad olup,  bunun anlamı “İyonyalıların ülkesi” demektir. Ancak İyonya adı Grek öncesi bir isim olup, Skyt’lerle ilgili olma ihtimali vardır.) www.etymonline.com   (Skyt ya da Skythai adı araştırıldığında, bunun “Grek kökenli” bir kelime olduğu ve Grek kaynaklarında  “İskit – Saka Türklerine” Grekler tarafından verilmiş olan bir ad olduğu ortaya çıkmaktadır. Abdülhaluk M. Çay – İlhami Durmuş, İskitler, Genel Türk Tarih Ansiklopedisi Cilt 1, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s. 477. )
[42] Faik Reşit Unat, Tarih Atlası, Kanat Yayınları, İstanbul, 1991, s. 7.
[43]Etrüskler Anadolu’nun yerli halkı olup, Lidyalı ve Etrüsk adları birbirleriyle özdeşlemiş ve bir birlerinin yerine kullanılmış olan kelimelerdir. Mezopotamya’da bilinen en eski medeniyetini tesis eden Sümerli kavimlerin de Türklerle ilişki oldukları – benzerlikleri bulunduğu görülmüştür.” Jemima Simcox, Primitive Civilizations, Cambridge University Press, Cambrdige, 2010, s. 229, 425.
[44] Herodot, Herodot Tarihi, Türkiye İş-Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2006, s. 31, 32, 55 – 56.
Etrüskler, genelde Lidyalılar (Lydians) veya Palasklar (Pelasgians) olarak tanımlanmışlardır.” Massimo Pallottino, A History Of Earliest İtaly, Routledge Press, London, 1991, s. 28, 37.
[45]Çok eski çağlara ait olan antik medeniyetler mirası, genel olarak Grek tarafından asimile edilmiştir…” C.J. Emlyn Jones, İonism and Hellenism, Routledge & Kegan Paul Ltd. Press, Lomdon, 1980, s. 38.
[46] The Guardian/May 29, 1919, “The İncalculable Evils Of Partition – By Sir William Mitchell Ramsay”, s. 9.
[47]Asur yazıtlarına göre Gomer? , Yafes’in (Japhet) oğludur ve  (Kuzey Karadeniz (Sinop bölgesi) kıyılarına yerleşen Aşkenaz da Gomer’in oğludur) Sümerlileri temsil etmektedirler…” A.H. Sayce, Fresh Light From Ancient Monuments, Kessinger Publishing, Whitefish/Montana, 2003, s. 20, 21, 37 – 38.
[48] Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000, s. 23.
[49] Fuzuli Bayat, Oğuz Destan Dünyası – Oğuznâmelerin Tarihi, Mitolojik Kökönleri ve Teşekkülü, Ötüken Neşriyat A.Ş., İstanbul, 2006, s. 42.
[50] Mehmet Altay Köymen, Neşri Tarihi Cilt I, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1983, s. 12 -13.
[51] Neşri Tarihini bizde incelemiş bulunuyoruz, onun anlattıklarında Türk köklerine ışık tutan önemli bilgiler tespit edilmiştir. Neşri Tarihini incelemiş ve yorumlamış olan Osmanlı tarihçisi Victor L. Menage’nin şu görüşlerini bizde paylaşmaktayız; “Neşri’nin “Osmanlı Tarihi” önemlidir. Neşri, Aşıkpaşazade’yi takip etmiştir, ancak onun tarihi daha objektiftir.  Neşri gerçek bir tarihçidir, çünkü o tarihçinin temel özelliği olan, olayların hakikatini tespit etmek arzusuna sahip olmuştur.”  Oktay  Özel  –  Mehmet  Öz,   Victor  L.  Menage  “Osmanlı  Tarihyazıcılığının  İlk Dönemleri” – Söğüt’ten İstanbul’a, İmge Kitabevi, Ankara, 2000, s. 85 – 87.
[52] William Smith, A School Dictionary Of Greek and Roman Antiquities, Published By Harper and Brothers, New York, 1851, s. 64.
[53]Etrüsklerle akrabalık bağları olduğu bilinen Lidya, Bergama ve Karya Krallarının ülkeleri Greklerce ele geçirilmiş, bu bölgeler Helenleştirilmiş ve bu topraklarda yerli dillerin yerini artık Grekçe almıştır. Hıristiyanlık Anadolu topraklarında kendini Grek kimliği ile ifade etmiş ve Anadolu halkları Greklerce asimile edilmişlerdir.” William M. Ramsay, The Letters To The Seven Churches, Kessinger Publishing, Whitefish/Montana, 2004, s. 119, 120, 378.
[54] Sylvanus G. Morley – George W. Brainerd, The Ancient Maya, Stanford University Press, Stanford/California, 1983, s. 5.
[55] Sylvanus G. Morley – George W. Brainerd, The Ancient Maya, a.g.e., s. 462.
================================================

Merhaba Hocam;

Bu gün (AS: 02 Haziran 2017) öğleden sonra 4:30 gibi sizi telefonla aramıştım. Göstermiş olduğunuz  mütevaziliğe ve ilgiye teşekkür ederim. Doğal olarak telefonda benim kim olduğumu merak edip, kendimi tanıtmamı istemiştiniz, telefonda sizi fazla meşgul etmek istemedim. Müsaadenizle şimdi kısaca kendimi tanıtmak istiyorum:

– Ben ilk okulu Ankara Kolejinde (TED) tamamladıktan sonra, babamın görevi dolayısıyla ailece Kanada’ya gittik.
– Orta okul, lise ve üniversite tahsilimi Kanada’da tamamladım.
– Calgary Üniversitesi/Siyasal Bilgiler Fakültesi – Uluslararası İlişkiler Bölümü mevzunuyum.
– Ankara’ya döndüğümüzde Ankara Üniversitesi – Siyasal Bilgiler Fakültesi – Uluslararası İlişikler Bölümünden denkliğimi de aldım. (Değerli Türkkaya Ataöv Hocamı da o zaman tanımıştım. Kendisine ulaşabileceğim bir e-posta adresi veya telefon varsa ve bana iletirseniz çok sevinirim)
Tarih ile ilgili araştırma ve okumalarım neticesinde  tarihin ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu ve Türkiye’de 1938 sonrası tarihin ne kadar ihmal edildiğini – işlevinden saptırıldığını görünce, tarih konusunda uzmanlaşmak istedim.
Tarih konusunda Yüksek Lisans ve Doktora yaptım. (Hem İstanbul Üniversitesi’nin,
hem de Ankara Üniversitesi’nin doktora programını kazandım. Tercihimi İstanbul’dan yana yaptım.)
Yüksek Lisansımı Antalya – Akdeniz Üniversitesi – Fen & Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümünde yaptım. Yüksek Lisans Tezim: “Cumhuriyetin İlk Muhalefet Partisi – Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”
– Doktoramı, İstanbul Üniversitesi – Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsünde yaptım.
Doktora Tezim: “İngiliz Kaynaklarında Pontus Sorunu 1918 – 1923
Doktora Tezim için uzun yıllar kapsamlı araştırmalar ve çalışmalar yaptım ve Greklerin,  Türk topraklarıyla ilgili “tarihi  hedef ve iddialarını“, antik tarihi köklerine inerek ve gizlenen tarihi gerçekleri ortaya çıkararak, her açıdan çürüttüm…

Doktora Tez savunmasında jüri üyeleri bana “tezin gerçekten muhteşem bir çalışma, bu tezden iki üç kitap çıkar, ancak Patrikhane üstümüze gelir, hükümet bizi dava eder” diyerek, önce tezime düzeltme verdiler – yani tezimi kuşa çevirmemi söylediler (“antik tarih ile ilgili bölümünü çıkar, Avrupa Birliği Raporlarıyla ilgili bölümü çıkar, Osmanlı Tarihi ile ilgili bölümü çıkar vs..”.),arkasından ikinci tez kurulunda da tezimi reddettiler; yani “doktora unvanımı” vermediler! Ben de mahkemeye gittim, ancak 5 yıldır bir sonuç maalesef alamadım! (Demek ki Türkiye’de vatanına ve bilime gerçekten hizmet etmek isteyenler, işte böyle cezalandırılıyor…)

İşte böyle hocam, doktora tezi çalışmalarımda antik tarihi yıllarca derinlemesine araştırdım ve iyi ki araştırmışım, Türkleri fevkalâde yakından ilgilendiren önemli bilgilere ulaştım, istiyorum ki bu bilgileri oldukça geniş kitlelerle paylaşayım…

Bu hususta yardımcı olabileceğinizi düşündüm; daha önce Türk Dil Bayramı ile ilgili bir makalemin sitenizde yayınladığını görmüş ve çok memnun olmuştum, bu beni çok onurlandırmıştı.

– Hocam size “Antik Türk Tarihiile ilgili iki adet makalemi yolluyorum, ilgiyle okuyacağınıza ve paylaşacağınıza inanıyorum;

Bunlardan biri Ege Üniversitesi TÜRKBİLİM DERGİSİNDE (Şubat 2013, Sayı 11) yayınlanan makalem: ANTİK TÜRK TARİHİ VE ÜNLÜ TANRIÇA TURAN“;

Öbürü de Ankara’da, Ankara Üniversitesi – Ulusaltıp’ın davetlisi olarak katıldığım Kongrede yapmış olduğum bir sunum:ANTİK TÜRK KAVİMLERİNİN TIP İLMİNE KATKILARI

En içten saygı ve selâmlarımla, (02 Haziran 2017)

G. Filiz Tuzcu

1. GIDA VE TIP ÖĞRENCİ KONGRESİ

Dostlar,

AÜTF (Ankara Üniv. Tıp Fak.) Dönem 3 öğrencilerimizden sevgili İlker ve Durul, dün (4.5.17) odamıza ziyarete geldiler. HÜTF (Hacettepe Üniv. Tıp Fak.) öğrencileri ile bir ÖĞRENCİ BİLİMSEL TIP KONGRESİ düzenlemişler ve bana da çağrı yazısı ile programı sundular. Ne var ki 4/5 Mayıs 2017 gecesi Dalyan yolunda olacağız Tıbbiyeden mezun oluşumuzun 40. yıl buluşması için.. Kongrenin yapılacağı 7 Mayıs günü de dönüş yolundayız. Hoş görmelerini diledim, kongre kitapçığını / CD’sini edinme ricamı ilettim. Akşam kendilerinden bir e-ileti aldım ve yanıtladım :
* Ben de odama dek gelmenizden ve saygın – değerli çalılmanızı duyurup çağırmanızdan çok mutlu oldum. Birkaç saat sonra Dalyan’a yola çıkacağız ve 7 Mayıs Pazar gece yarısından sonra dönebileceğiz.. Kongre çalışmalarını CD ve/veya kitaptan mutlaka okumak isterim.. Programı web sitemden duyuracağım.. Oradan bakmanızı dilerim.. 
Başarılar dilerim.. Arkasının gelmesini dilerim..
Sevgi ve saygı ile. 04.05.2017
*****
Program için lütfen tıklayınız:1._GIDA_VE_TIP_OGRENCI_KONGRESI_PROGRAMI_7.5.17

Bu kongreye katılınması ve destek verilmesi dileğimizdir.
Tek bir kurtuluş yolumuz var, o da Büyük ATATÜRK‘ün yıllaaaaar öncesinden çook haklı olarak vurguladığı ve bizlere tinsel kalıtı (manevi mirası) olarak bıraktığı üzere;
* Yaşamda en gerçek yol gösterici bilim ve tekniktir.. Bunun dışında yol aramak aymazlıktır (gaflet), sapkınlıktır /(dalalet) ve bilisizliktir (cehalet).
Bu bilimsel etkinliğe emek veren ve vereceklere şükranlarımızı sunuyor, içten başarı diliyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 05 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Türkiye Gençlik Birliği Gençlik Meclisi 2 Nisan 2017’de Ankara’da Toplandı

Türkiye Gençlik Birliği Gençlik Meclisi
2 Nisan 2017’de Ankara’da Toplandı

TGB, farklı partilerde görevli gençleri birleştirdi

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Gençlik Meclisi, AKP, CHP, MHP ve Vatan Partisi’nde siyaset yapan isimleri “Hayır“da birleştirdi. Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek “TGB’nin Abdülhamit’e karşı direnen Genç Türk ruhunu yaşattığını” vurguladı, “Gençliğin tarih yazmaya başladığını” belirtti. CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan da TGB’lilerin “Bu memleketin hiçbir zaman yıkılmayacağını” kendisine gösterdiğini söyledi. Eski AKP’li Bakan Abdüllatif Şener ile eski MHP MYK üyesi Gürcan Dağdaş da gençliğe hitap etti.

TGB, farklı partilerde görevli gençleri birleştirdi
02 Nisan 2017 Pazar, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı Salonu, Ankara, ulusalkanal.com.tr

Türkiye Gençlik Birliği, Gençlik Meclisi ile gençliğin yanı sıra AKP, CHP, MHP ve
Vatan Partisinde siyaset yapan isimleri de “Hayır”da birleştirdi.

Gençlik Meclisinde konuşan Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek, TGB‘nin 34’üncü Osmanlı Padişahına teslim olmayan Genç Türk ruhunu bugün yaşattığını vurguladı.

TGB’nin tarih yazmaya başladığını söyleyen  Perinçek, AKP’nin Türkiye’yi tek başına yönetemediğini savundu, Millî Seferberlik Hükümeti kurulması gerektiğini belirtti.

CHP Genel Başkan  Yardımcısı Bülent Tezcan da TGB’nin Cumhuriyetin yıkılmaz bir kalesi olduğunu ifade etti.

Etkinlikte, çok sayıda tecrübeli siyasetçi de gençliğe seslendi.

Konuklar

Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan
AKP Eski Milletvekili, 58. ve 59. Hükümette Devlet Bakanı Abdüllatif Şener
Türkiye Barolar Birliği Başkan Başdanışmanı Av. Prof. Dr. Necdet Basa
Şehit Anneleri Derneği Başkanı Pakize Akbaba
AKP Kurucu Üyesi, 58. Hükümette Başbakan Yardımcısı Ertuğrul Yalçınbayır
MHP Genel Başkanı Eski Başdanışmanı Gürcan Dağdaş
MHP Eski Milletvekili, Ülkü Ocakları Kurucusu, Türk Ocakları Eski Genel Başkanı Sadi Somuncuoğlu
Milli Anayasa Hareketi Başkanı, TBMM Eski Başkanvekili Hasan Korkmazcan
CHP Gençlik Kolları Genel Başkan Yardımcısı Cihan Demirtaşoğlu
Çağdaş Gençlik Genel Kolaylaştırıcısı Altuğ Özşekerci
Vatan Partisi Öncü Gençlik Genel Bşk. Aykut Diş / Vatan Partisi Genel Sekreteri Utku Reyhan
Vatan Partisi Başkanlık Kurulu Üyesi Osman Yılmaz
Vatan Partisi Genel Bşk. Yrd. Prof. Semih Koray / Terörle Mücadele Gazimiz Ertan Acar Gazeteci Yazar Nihat Genç / Vatan Partisi Ankara İl Bşk. Ercan Enç
Av. Nusret Senem / Yargıtay Onursal üyesi Turgut Okyay
Vatan Partis Genel Bşk. Yrd. Mehmet Bedri Gültekin
Cumhuriyet Kadınları Derneği Yönetim Kurulu

Divan Başkan yardımcılıklarına
İç Anadolu temsilen: Melike Güler / Günerdydoğu Anadolu: Kutluay Tencan
Divan üyeliklerine
Karadeniz temsilen: Burcu Şen / Ege’yi temsilen: Selin Sılnaz
Doğu Anadolu temsilen: Hamit Güneri / Akdeniz Bölgesi Temsilen: Ebru Doğrusöz
Marmara’yı temsilen: Umut Kurnaz / Yurt dışı temsilen: TGB Avursturya Başkanı Emre Er
Konuşmanın ardından Zeybek gösterisi yapıldı.
*************

Gençlik Meclisi Sonuç Bildirgesi Açıkladı :

102 Üniversiteden binlerce üniversitelinin katılımıyla Ankara Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu’nda gerçekleşen Gençlik Meclisi’nde şu kararlar alındı :
(http://tgb.gen.tr/genclik-birligi/genclik-meclisi-sonuc-bildirgesi-acikladi-23867)

Gençlik Meclisi Sonuç Bildirgesi Açıkladı!

1)Bugün birinci görevimiz emperyalizm destekli teröre karşı milli birliği sağlamaktır.
Türk Gençliği bu birliğin sarsılmaz teminatıdır. Terörle en ön safta mücadele eden
Türk askerine ve polisine güvenimiz tamdır.
2) Türk Gençliği, Türkiye’nin önceliklerine göre hareket edecektir. Öncelikli sorunlarımız olan terör ve ekonomik bunalımdan kurtulmak için ihtiyacımız;
söz konusu milli birliği temsil edecek güçlü bir meclistir. Cumhuriyetin temel değer
ve kurumlarının devamlılığını sağlamak bir görev olmaktan çok zorunluluktur.
3) Vatanseverliğimiz en belirleyici ve birleştirici ölçütümüzdür, Atatürk vazgeçilmezimizdir. Birliğimizi zedeleyecek olan evet-hayır kamplaşmasına
geçit vermiyoruz ve vermeyeceğiz.
4) Milletimizi 16 Nisan 2017 tarihli halk oylamasında Hayır oyu kullanmaya davet ediyoruz. Gazi Meclisimizi etkisiz ve yetkisiz kılarak, egemenliği ve birliği zedeleyecek fiili başkanlık sistemini reddediyoruz.
5) Geleceğimize el konulmasına izin vermeyeceğiz! İş ve atama bekleyen milyonlarca gencin derdine derman olmayacak anayasa değişiklik paketine karşı; Geleceğimiz için Türk Gençliği’ni HAYIR demeye çağırıyoruz.
6) Gençlik sandık başına! Bütün gençliği, oy kullanmaya ve oyunu korumaya davet ediyoruz. Halk oylamasında sandık güvenliği için tüm il merkezlerinde gerekli önlemleri alacağız. Milletimizin kararını yansıtacak olan sandıkların güvenliğini kimsenin ihlal etmesine izin vermeyeceğiz.

Tam bağımsız ve gerçekten demokratik bir Türkiye için birleşiyoruz!
Vatanımızın bütünlüğü ve milletimizin birliği için vazifeye atılıyoruz!

  • Yolumuz Mustafa Kemal’in Yolu! Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti!
    ==================================
    Dostlar,
    Sevgili TGB’liler (Türkiye Gençlik Birliği),
     

    Çok değerli, tarihsel bir gün oldu 2 Nisan 2017.. Çok anlamlı ve işlevsel oldu.
    Türkiye’yi birleştirdi, hem de halkoylamasının hayırlı sonucu “HAYIR” için..
    Konuşmacılar son derece usta idi. Ulusal Kanal‘dan bütünüyle canlı izledik ve yer yer çok heyecanlandık, duygulandık, alkışladık. Özellikle AKP Eski Milletvekili, 58. ve 59. Hükümette Devlet Bakanı Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener (AS: Maliye doçentidir) çok başarılı bir konuşma yaptı.. Hiç not  kullanmadan. CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcanın konuşması da tek sözcükle “görkemli” idi. Öbür konuşmacıları da çok başarılı ve coşkulu bulduk, aynı zamanda sorumlu ve ağırbaşlı.
    TGB’li gençlerimizi kutluyoruz. Bu örgütü kuran ve bugünlere taşıyan emek öncüleri de.. Kurucu ve ilk TGB Genel Başkanı İlker Yücel başta, şimdiki Gn. Bşk. Çağdaş Cengiz vd. ni..

Büyük ATATÜRK‘ün sözleri bir kez daha doğrulanıyor :
“Bütün ümidim gençliktedir..”
– Gençliği«yetiştiriniz, onlara bilim ve irfanın pozitif fikirlerini veriniz.
Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız
.»
– 
“Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun,
her şeyden önce ve en evvel Türkiye’nin geleceğine, kendi benliğine, ulusal geleneklerine düşman olan tüm ögelerle mücadele etme gereği öğretilmelidir. ”
……
Ve de Büyük NUTUK‘un son sözleri GENÇLİĞE HİTABE!

AKP – RTE devrini, işlevini tamamlamıştır. 16 Nisan 2017 günü yapılacak halkoylaması bu saltanatın sonunu getirecektir. Halkımız bu deneyime, görgü ve bilgiye, tarihsel deneyim ile öngörüye sahiptir. 2 hafta daha sabır ve olgunlukla, kışkırtmalara gelmeden çalışmaya devam.

  • Erdoğan ve AKP artık eğik düzlemdedir ve halkın “HAYIR“ı ile gelecek, gerçekten kendileri için de “hayırlı” olacak sonuca alışacaklardır. Başka hiçbir şansları kalmamıştır.

Utku (zafer), Erdoğan’ın 1 Nisan 2017 günü Diyarbakır mitinginde adını bile ağzına al(a)madığı, Kürt oylarını almak adına varlığını görmezden geldiği Ulusumuzun,
Türk Milleti” nin ve demokratik cumhuriyetimizin olacaktır. 21. yy’ın şafağında Mustafa Kemal ATATÜRK‘ümüzün kutsal emaneti bu kadim şehitler coğrafyasında halkın hukukunu yadsıyan, insan haklarına aykırı çağ dışı bir TEK ADAM rejimi
asla ve asla kurulamayacaktır. AKP – RTE’nin bu tarihsel gerçeği görmesi ve ülkeyi daha çok germeden, zarar vermeden, hukuk dışına çıkmadan, efendice kabul etmesi, kendi yararlarına da olacaktır..

11. Cumhurbaşkanı ve AKP kurucularından, Erdoğan’ın kadim yol – dava arkadaşı Abdullah Gül, B. Yıldırım öncesi derdest edilen seçim kazanmış Başbakan Prof. Ahmet Davutoğlu, Bülent Arınç… başta olmak üzere pek çok AKP kodamanı açıkça Erdoğan’ın yanında durmuyorlar. Deniz bitmiştir!

Zamanın ruhu ve 21. yy’da demokrasinin kanatları AKP – RTE’den yana değil, karşısında; sakın unutulmasın bu önemli gerçek, haklarında “hayırlısı” budur.

Sevgi ve saygı ile. 3 Nisan 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com