Etiket arşivi: Aydoğan Kekevi

METROPOL – MEGAPOL

Dostlar,

81. DİL BAYRAMI nedeniyle Sn. Aydoğan Kekevi‘nin yolladığı 2 makaleden ilkini
dün (26.9.13) yayımlamıştık…

http://ahmetsaltik.net/2013/09/26/osmanlica-zorunlu-ders-olmus-simdi-sira-turkcenin-secmeli-ders-olmasinda-mi/, 26.9.13

2. makaleyi de şimdi sunuyoruz..

Sn. Kekevi’ye paylaşımı nedeniyle teşekkür ederiz..

Sevgi ve saygı ile.
27.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================

METROPOL – MEGAPOL [1]

Aydoğan Kekevi
Başbakan sayın Demirel‘in İstanbul’un yönetim biçiminde yapılması düşünülen metropol yönetimden megapol” yönetime geçiş”le ilgili açıklamalarından sonra, az kullanılan “metropol” ile pek bilinmeyen “megapol” terimlerinin güncelleşerek günlük konuşmalarımıza da yansıyacakları, “plaza” gibi “market” gibi dilimize yerleşecekleri anlaşılıyor.

TDK’nun “Kentbilim Terimleri Sözlüğü” eski Yunan söylencelerinden günümüze sıçramış iki savaşçı kardeş adını çağrıştıran  bu terimlerden “metropol” için”anakent” karşılığını veriyor. Almanca “Yabanci Sözcükler Leksikonu“nda da hem “anakent” (Mutterstadt) hem “başkent(Hauptstadt) diye Almancaya çevirilmiş.

Bu karşılıklardan “anakent” bugün Türkiye’de –eğer yanılmıyorsam- birden çok belediyenin bulundugu iller, kentler için kullanılıyor; “Anakent Belediye Başkanı” gibi. “anakent“i beğenmeyenler, çok Öztürkçe bulanlar “büyükşehir” diyorlar.

Yine “metropol” karşılığı olarak verilen “başkent” ise dilimizde (Almancada da) “ülkenin –yada eyaletin- yönetildiği kent” anlamında kullanılıyor.

Gününüzde “metropol” terimi söz konusu kentin yalnız büyüklüğünü, kalabalıklığını, birden çok belediye yönetimini, ülkenin yönetildiği kent anlamlarını içermekle kalmıyor, aynı zamanda sanat, iletişim, ulaşım, tecim, üretim, tüketim gibi konumlardaki etkinliğini, odaksallığını da dile getiriyor. Örneğin Frankfurt bir eyalet başkenti -Landeshauptstadt- değildir ama bir “metropol”dur.Berlin ise şimdi yeniden başkent oluyor ama her zaman bir metropoldu. Başkent Bonn ise hiçbir zaman bir “metropol” olamadı.

İstanbul gibi yalnız 10 milyonluk bir kent olmakla kalmayıp, hem çevresini hem tüm Türkiye’yi etkileyebilen; ayrıca yukarıda sayılan “metropol” niteliklerini içeren; geçmişten gelip (tüm olumsuz gelişmelere karşın) geleceğe uzanan; kendine özgü bir gizemi, bir çekiciliği olan bir kente “anakent”, “büyükşehir” gibi genel terimler (hem değişik anlamlarda kullanıldıklarından hem de İstanbul olgusunu/gerçeğini dile getiremediklerinden) artık yetersiz kalmaktadırlar. İstanbul bugün en geniş anlamıyla (ve en azından) bir “metropol“dur. Ve ‘metropol’e karşılık olarak ODAKKENT terimini öneriyorum;Odakkent Belediyesi” “Odakkent Ulaşım Hizmetleri” vb. gibi.

* * *

“Megapol / megapolis
” terimine gelince yine iki sözcükten oluşan (pol/polis: uç, nokta, kutup. Demokratik Kent Devleti) bu terimin ilk sözcüğü olan “mega/megalo” yu Almanca “Yabancı Sözcükler Leksikonu” “Birçoğun bir araya gelerek oluşturduğu bütünün ilk üyesi. Yunanca: büyük”diye açıklıyor.

Duden’in Yazım Sözlüğü “Yunanca büyük. Bir birimin milyon katı, örneğin megavat” diyor, “megapolis” için de “milyonluk komşu kentler(‘in) birliği, “devkent” (Rie­senstadt)” açıklamalarını yapıyor. (“Riesen/Riesig” sözcüklerinin Türkçe karşılıkları “heyula, dev, iri, çok büyük, gulyabani, kocaman” bsg.)

Özetleyecek olursak; “megapol”un dilimizdeki sözlük karşılığı çevirisi “büyükkent” “devkent” “milyonlukkent/ler,” oluyor ki aynr nitelikleri “metropol”un karşılığı olan terimlerin de içerdiklerini görüyoruz. TDK’nun “Kentbilim Terimleri Sözlügü“nde “megapolis” karşılığı olarak “enginkent” deniliyor. Yalnız bu kanşılık da yukarıda sıralanan “metropol” niteliklerin çağrışımından öte (ki en az onlan içermeli) salt “ucu bucağı görünmeyecek kadar geniş, çok büyük bir alanı kapsayan, göz alabildigine engin bir yerleşim bölgesi” çağrışımı yapıyor. Oysa İstanbul yalnız engin olmayan, sözkonusu “metropol”e özgü niteliklerinin de yanı sıra sürekli olarak yatay ve dikey gelişen, değişen, çoğulcu kültürün, katılımcılığın kökleştiği, uluslararası bir kent.

Burada, gerek İstanbul’un, gerekse gelişmekte olan başka illerimizin ge­lecekte “anakent” “odakkent” konumundan  çıkıp bir üst düzeye / aşamaya geçeceklerini göz önüne alarak, kendi dilimizin olanaklarından yararlanıp, az kullanılan ya da unutulmuş öz Türkçe sözcüklere (“mega” örneğinde olduğu gibi; büyük, dev vb) aynı doğrultuda yeni anlamlar yükleyerek, yeni terimler üretebiliriz, sürekli olarak başkalarının  ağzına bakıp “Onlar ne diyorsa ben de onu kullanırım, ya da sözlüğe bakarak çeviririm” kolaylığından kendimizi kurtarmalıyız.

Bunu yaparken hiçbir saplantıya takılmamıza, “kafatasçılık” suçlamalarına kulak asmamıza; eziklik, tutukluk, aşağılık duygularına kapılmamıza gerek yoktur!

“Bin yıl öncesinin diline mi dönecegiz” diyenler, kendi özdillerini aşağı görenler, eloğlunun 2 bin yıl öncesinin evelenmiş-gevelenmiş, Yunanca, Latince sözcüklerini, terimlerini alıp kasıla kasıla kullandıklarını unutmamalıdırlar. 

SONUÇ

Yukarıda tek tek saymaya çalıştığımız niteliklerin, niceliklerin (insan, kültür, tarih, yönetim bsg.) doğrultusunda  “megapol” karşılığı olarak ÇOĞULKENT; dilimizde
“çok büyük, azametli, görkemli, daha, en” gibi anlamları içeren ULU-ULULAK sözcüklerinden çıkarak (uluğ, ulug, uluk: Divanü-Lügat-it Türk Dizini / Tarama sözlüğü, TDK yayınları) ULUGKENT, ULUKKENT; son olarak da TDK’nun
ibni-Mühenna-Lügati“nde “vilayet; ülke, şehir” anlamları­na geldiği belirtilen “uluş” sözcüğüne “kent” sözcüğünü ekleyerek “kentlerin kenti” anlamına “ULUŞKENT” sözcüklerini kullanabiliriz.

Özetle; “metropol/is” karşılığı olarak ODAKKENT; odakkent sonrası  aşamalar için (“mega pol“, belki ileride “ultrapol” “süperpol” “makropol” bsg. gibi üretileeek terimleri karşılamak için) “ÇOGULKENT”, “ULUGKENT”, “ULUŞ­KENT” sözcüklerini “Kentbilim / kentçilik terimleri” olarak öneriyorum.

[1] Türk Dili Dergisi, sayı: 29   Mart / Nisan 1992

Osmanlıca “Zorunlu Ders” olmuş; şimdi sıra Türkçe’nin “Seçmeli Ders” olmasında (mı?)..


Dostlar
,

Sayın Aydoğan Kekevi‘nin düşündürücü bir makalesi bize ulaştı..

Biraz uzunca (5 A4 sayfası.. fakat gönlümüz pdf olarak koyup erişim (link) koymaya elvermedi..

Dikkatinize ve ilginize sunuyoruz.. 81. Dil Bayamımız nedeniyle..

Teşekkürler Sn. Kekevi..

Sevgi ve saygı ile.
26.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================

Osmanlıca “Zorunlu Ders” olmuş;
şimdi sıra Türkçe’nin “Seçmeli Ders” olmasında (mı?)..

Aydoğan KEKEVİ

Bizim “Münevver” takımının “Osmanlı geçmişimizdir, bilelim tanıyalım” diyerek yıllardır özlemini çektikleri “Osmanlıca”nın “Temel Ders” olarak öğretilmesi /öğrenilmesi kampanyası bu kez başarılı olmuş, amaçlarına erişmişler;
“Osmanlıca”, “Sosyal Bilgiler Liseleri“nin “Eğitim Öğrenim Müfredetı”na
Zorunlu Ders” olarak alınmış..

Kutlu olsun, gençlere hayırlı yararlı olsun, başka ne diyelim.

* * *

ANKA‘nın haberine göre AKP Manisa Milletvekili Selçuk Özdağ’ın TBMM’ye Osmanlıca’nın zorunlu ders veya seçmeli ders olması yönünde verdiği yasa teklifleri, Milli Eğitim Bakanlığı ve TBMM Milli Eğitim Komisyonunca değerlendirildi.
Bu değerlendirmeler sonucunda Osmanlıca, MEB Talim Terbiye Kurulu tarafından Sosyal Bilgiler Liselerinde zorunlu ders, diğer liselerde ise seçmeli ders olarak 2013-2014 eğitim öğretim yılı müfredatına konuldu
.

http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/osmanlica-zorunlu-ders-oldu-haberi-71022

* * *

Haberin devamında önerisi kabul edilen AKP’li Milletvekili diyor ki;

“… Şu anda Latin alfabesiyle Türkçe yazıyor ve konuşuyoruz. Osmanlı Devleti ise eski harfli Türkçe (Arap alfabesi) kullanıyordu. Atalarımızın dilini öğrenmemiz gerekiyordu. Geçmişte bu topraklarda bin yıl hüküm sürmüş milletin çocuklarının yazdığı eserler var. Fakat bu yazılan eserlerini yazık ki zaman zaman yaktık veya kaybettikZaman zaman evlerimizin bir köşesine koyarak onlar bize biz onlara baktık. Zaman zaman da korktuk. Mezar taşlarını okuyamıyordukCamilerimizin, medreselerimizin, tarihi binalarımızın, bedestenlerimizin, ne zaman yapıldığını bilmiyorduk.”

* * *

Vah, vah vahh !

Şimdi baştan aşağı gerçekle bağdaşmayan bu sözlerin neresini düzeltmeli:

Osmanlı devleti ise eski harfli Türkçe kullanıyordu” demiş: Vekil bey, ya “Arap harfleri“yle diyememiş, ya da bilmiyor, “eski harfli” diyor; ayraç içindeki “Arap Alfabesi” notu da haberi veren ajans tarafından eklenmiş gibi sırıtıyor..

Vekil bey bir yandan Fen ve Edebiyat Fakülteleri’ne, Siyasal Bilgiler Fakülteleri ve diğer Fakültelerimiz’e giderken hazırlıklı olarak gidecekler” diyerek  Osmanlıca  öğretilen yüksek okulları sayıyor, yani oralarda Osmanlıca öğretildiğini, öğrenildiğini de kabul ediyor,  arkasından da “Zaman zaman da korktuk” diyerek kendi dediğine ters düşüyor; bir ülkenin yüksek okulunda okutulan bir “ders konusu”ndan neden ve niçin korkulsun: artık neye korktu ise kendi kişisel vesvesesini genelleştiriyor..

Akıl mantık yok söylediklerinde, sadece “demagoji” ve Cumhuriyet’e “öfke” var,  “öç” var….

* * *

Günümüzde  Padişahın “Çamaşır Leğenleri“ne kadar her belge Türkçeye çevrilmişken bay vekil kalkmış: “Mezar taşlarını okuyamıyorduk.Camilerimizin, medreselerimizin, tarihi binalarımızın, bedestenlerimizin, ne zaman yapıldığını bilmiyorduk.”;  yaktık” “kaybettik”    diyebiliyor. Bildiğim kadarıyla yapılış tarihi bilinmeyen  bir “tarihi cami” veya “tarihi” bir  “bina” yoktur; varsa bile binlercesinin içinden belki bir iki tane olabilir.

Hele hele şu “yaktık“la “kaybettik” demesi tüy dikmiş; şunların  bir de listesini verseydi bari; hiç yoksa nelerin “yakıldığı“nı , nelerin “kaybedildiği”ni bizler de bilirdik..

“Padişahın Çamaşır Leğenleri” konusunda  daha ayrıntılı bilgi için:

http://tarihvemedeniyet.org/2009/11/padisahin-camasir-legenleri/

* * *

Bir de “Türkiye’nin tamamında tarih ile barışma var.” diyor vekil bey;
Osmanlıca öğrenip öğretmekle “tarihle barışılıyor“sa ondan öncesi ne olacak?

Buradan da anlaşılıyor ki bunlara göre “tarihimiz” Osmanlıyla başlıyor, hatta Osmanlıyla da bitiyor; ondan öncesi, binlerce yıl  ve sonrası onlarca yıl “yok” sayılıyor, onunla barışıyorlar; bu ülkenin kurucusuna, cumhuriyetin değerlerine  saldırarak, söverek, sevenleri küstürerek de “Türkiye’nin tamamında “barış“ı sağladıklarını sanıyorlar…

* * *

Şimdi bu öğrenilmesi “Zorunlu” olan “Osmanlıca”yı  bütün Türkiye sathında başlarda binlerce, daha sonra onbinlerce genç insan harıl harıl “Zorunlu Ders” olarak çalışıp öğrenecekler: Tabii sadece dili öğrenip konuşmak yetmez,  yazıp okumak da gerekli.

İyi de bu kadar insan “mezun” olduktan sonra  ne okuyacaklar? Öyle üç-beş kişi de değiller; o zamanlar gazete falan da yok ki günün olaylarını araştırsınlar falan; hele bir de bulundukları illerde Osmanlı arşivi yoksa haydi hep beraber büyük kentlere,  İstanbul’a Ankara’ya,  Edirne’ye Devlet Arşivlerine hücum…

Gazete bile zor okuyan toplum artık arşivlerde dolaşa dolaşa arşiv kurdu olur çıkar. Herhalde en ilgi çekeni de “Harem“in  arşivi olur, ana baba gününe döner..

Arşivlerde de yoğunlukla bulunan kadastro defterleri; tutanaklar; yabancılardan, topraklardan alınan baçlarla ilgili hesaplar; sınır ölçüleri; Ağalara emanet edilen toprakların kadastro  ölçüleri falan kalmıştır günümüz Türkçesine pek aktarılmayan..

“Padişahın Çamaşır Leğenleri” bile çevrildikten sonra..

Yalnız bu binlerce insan bu belgeleri okuyup bitirince ne olacak? Herhalde bunlar geri kalan ömürlerini boş yere geçirmesinler, bu kadar emek boşa gitmesin,  öğrendiklerini unutmasınlar, boş kalıp canları sıkılmasın diye günlük gazete, haftalık dergi falan da çıkarmak gerekecektir; millet artık Fenerbahçe-Galatasaray maçının yorumunu Osmanlıca okur.

Tabii Osmanlıcaya uygun Ayaktopu terimleri de bulmak gerekir: Batılı’nın “Futbol“u, Öztürkçe’nin “Ayaktopu” yerine  Osmanlıca “Küre i kadem” veya“Pây ı Gûy” uygun olur..

İlgi yaygınlaşsın  diye bence dili Osmanlıca, yazısı Arap harfli bir de “Playboy” çıkarırlarsa fena olmaz;  adını da “Zamparazade” mi koyarlar, ya da “güy u velet” veya “veled i güy” falan mı koyarlar, artık hangisi uyarsa…

* * *

Bu Osmanlı rüzgarını estirenlerden  birisi de “Elma ağacının dibine düşermiş” sözünü doğrulayan Taha Akyol’un mahdumu Mustafa Akyol;

“MUASIR MEDENİYET SEVİYESİNE ULAŞAN JAPONLAR YAPMAMIŞ

Ben, söz konusu dil devriminin büyük bir hata olduğunu düşünenlerdenim.
Muasır medeniyet seviyesine” pekâlâ ulaşmış olan başka Doğuluların
(mesela Japonların) böyle özenti devrimler yapmadığını da görenlerdenim.” 
diyor Osmanlıca’nın “Temel ders” olmasını istediği yazısında.

* * *

Evet bay M. Akyol’un saptaması doğrudur; ama bay Akyol bu doğru saptamayı yanlış amaçla kullanmakta; Osmanlıca deyimiyle “suistimal” etmektedir.

Sade “Japonlar” değil; “Araplar“, “Yunanlar“, “Çinler“, “Yahudiler, “Ruslar” da Osmanlı’nın yaptığını yapmamışlar; atalarının kullandığı; (taşlara kazıyıp
-“Orhun Abideleri“- ebedileştirdikleri Göktürk/Orhun harflerini)
 Milli alfabelerini terk edip onun yerine kendi dillerine hiç benzemeyen, fonetiklerine/gırtlaklarına uymayan başka başka iki dilin karışımı bir dile, bambaşka bir alfabeye özenmemişler; onun sadece dinini almakla kalmayıp diline de kültürüne de asimile olmamışlar, taklitçiliğe yönelmemişlerdir..

Bu bağlamda sayın yazarın “büyük hata” olarak değerlendirdiği “Cumhuriyet’in Dil ve yazı” devrimi sadece o terk edişe bir tepkidir, yani özüne dönüştür; çünkü ilk terk eden, özüne geçmişine ilk sırt dönen “Türkçe” değil Türkçeye sırt dönen o çağın egemenleri, yöneticileri, o çağların mürekkep yalamışları, vb.dir.

* * *

– “Cumhuriyet “Harf/yazı devrimiyle” bizi ecdadımızdan kopardı”,

– “Osmanlı  devrindeki eserleri okuyamıyoruz “,

– “Ecdadımızın mezar taşlarını bile okuyamıyoruz”,  vs. vs

Peki, bu bizim “Osmanlıcılar”ın bu “Cumhuriyet  dil ve yazı devrimi kültürümüzle,  geçmişimizle bağımızı koparttı” şikayetlerinin, figanlarının temelinde yatan nedir; neye dayanıyor ve hepsinden öte, doğru  bir saptama mı?

Olay şudur:  herşeyi Osmanlı ile başlatır; Osmanlı’nın kuruluşunu  “Türk tarihinin sıfır noktası” olarak; “dilimiz”in sıfır noktası olarak da “Osmanlıca”yı alırsanız; Cumhuriyet’in “Dil ve Yazı Devrimi”ni de “kültürümüze geçmişimize, atalarımıza” ihanet olarak değerlendirmeniz kaçınılmazdır..

Yalnız bunu yaptığınızda Osmanlı’nın kuruluşundan önceki binlerce yıllık süreyi, kültürü, dili, yazıyı ne yapacaksınız?

Onları da şimdi yaptıkları gibi inkar edeceksiniz….

* * *

Her dil iki ana öğeden oluşur; söz/kelime ve bunların bir yere/cisme işlenmesi yani, “harfler”le görünür hale getirilmesi; buna da “harf”,  “yazı” kısaca, “Abece” diyoruz.

“Abece” dediğimiz bu harfler toplamı Kiril, Latin, Arap,  Grek vs. diye sıralanır.

Peki, bu anlamda Türk topluluklarının konuştukları dili, kelimeleri cisimlere işledikleri harfler topluluğu yani ” abece”si nedir?

Yukarıda da belirttiğim gibi “Orhun/Göktürk Alfabesi” dir.

Görüldüğü gibi asıl “büyük hata“yı ve “özenti”yi Arab’a, Acem’e özenip ecdat Orhun/Göktürk  alfabesini terk edenler yapmışlardır….

Özetle: Bay M. Akyol’un “hata ve “özenti” olarak gördüğü Cumhuriyet’in dil ve yazı devrimi ecdadını terk etmek değil, tam tersi olup ecdadına yani özüne köküne dönmesidir.

Yukarıda da belirttiğim gibi eğer Türk göçleriyle Cumhuriyet’in arasına “dil”i Arap-Acem karışımı; Abecesi “Arap harfli” o 600 yıllık süreç girmeseydi bugün “okuyamıyoruz” diye şikayet edilen o eserler de,  o mezar taşları da;  Arapça Farsca’dan apartılmış Osmanlıca dilli ve de Arapça harfli  olmayacak; “Türk’ün abecesi” olan Orhun/Göktürk abecesiyle Türkçe yazılmış olacaklardı; kimse de bugün “dedelerimizin mezar taşlarını okuyamıyoruz” diye şikayet etmeyecekti..

* * *

Ayrıca; Osmanlıdaki  o ağdalı dili, o karma kültürü bilenler sadece ulema sınıfı, sarayın çevresi bir de sarayın vilayetlerdeki temsilcileridir, ama halkın büyük bir çoğunluğu değil..

Köylüsüyle esnafıyla Anadolu insanının bu kültürle yoğun bir ilgisi ilişkisi yoktur.

İşte Anadolu ozanları; bakın dillerine bakalım kaçında o ağdalı Osmanlıcayı görebilirsiniz, sade ozanında değil esnafında da köylüsünde de konuşulan Anadolu Türkçesidir. Osmanlıcayı okuyup Arap harfleriyle yazanlar Osmanlı’nın Anadolu’daki  memurları, sarayın temsilcisi olan belirli bir azınlıktır, işte günümüzün “yeni”  Osmanlıcılarının “Türk halkı” ve “Osmanlı-Türk Kültürü” dedikleri de bunlardır..

Bir başka konu da; kanımca “Osmanlıca“nın 600 yıllık geçmişinde “süreklilik” de yoktur; 1300, 1500, 1700 ile 1800, 1900’lu yılların yazım ve iletişim dili arasında çok bariz farklılıklar  vardır; bu bağlamda saray çevresinin ve mürekkep yalamışların konuştukları Osmanlıcayla sokaktaki tebaa/kul arasında kullanılan konuşma dilinde de farklılıklar vardır..

Anadolu’da konuşulan “Türkçe”yle İstanbul’da, sokakta konuşulan “Türkçe” de çok az da olsa farklılıklar gösterir: Şimdi soru (veya sorun);  bu “Saray”la, “Devlet işleri”ni yürüten “ekabir” denilen  belirli bir üst çevre ve “münevverler”  arasına sıkışıp kalmış olan yazılı ve sözlü Osmanlıca’nın bu gençlere ne vereceğidir..

(NOT: Oysa anasının ak  sütü Türkçeyle söyleyen Yunus Emre’nin kaç yüz yıl önceki dizeleri/sözleri  bugün de Türkiye’nin ve Türkçe’nin konuşulduğu dünyanın her yerinde yanlışsız anlaşılabilmektedir. Bu da “birlik“tir.).

* * *

Eğer mutlaka aslımıza,  ecdadımıza dönmemiz isteniyorsa yapılması gereken; uzaya attı(rdı)ğı uyduya “Göktürk” adını verenler sadece ad vermekle kalmamalı, Türk’ün atalarından kalma milli abecesi Göktürk abecesini de çocuklarına öğretmekten, okutmaktan kaçınmamalıdırlar..

“Osmanlı Kültürü” “Osmanlı tarihi” bizimdir de, peki ya ondan öncesi?

O binlerce yıllık tarih bizim değil mi?

Tekrardan özetleyerek “Osmanlıca öğrenilmeli öğretilmeli mi” sorusuna dönecek olursak; evet öğrenilsin, öğretilsin, nihayet tarihimizin bir parçasıdır ama onun yanı sıra atalarımızın taşlara kazıdıkları, kağıtlara döktükleri Göktürk/Orhun/Urqun Alfabesi de, yani milli alfabe de öğrenilmeli ve kullanılmalıdır.

Osmanlıca ne kadar “zorunlu”luk içerecekse Göktürk Abecesi’nin öğrenilmesi de, öğretilmesi de en az o kadar “zorunluluk” içermelidir.

* * *

Osmanlı’ya rağmen Anadolu’da dolu dolu Türkçe konuşulmuş,  yaşanılmışsa: Yunuslarıyla, Karacaoğlanlarıyla, Aşık Veyselleriyle ve daha yüzlerce, binlerce ozanıyla eğer; bundan böyle de Türk yaşamaya; Türkçe de konuşulmaya devam edecektir..

Cumhuriyet yaptığı  “Dil Devrimi” ile;  “Devlet“in ve “Münevver“in konuşup yazdığı azınlık dilinin yerine; “halkın diline” ve “Anadolu”dan; “Rumeli”ye; “Balkanlar”dan
Asya, Avrupa  ve Amerika anakarasına kadar konuşulan tüm “Türkçe” ve “Türkçe kökenli diller”e resmiyet kazandırmış;  bu bağlamda da yerel olarak Türkiye topraklarında Devlet’in ve halkın aynı dili konuşmasını, okumasını ve yazmasını gerçekleştirmiş; genel anlamda ve uzun vadede ise  “Türk Dil Birliği“ni ve “Birlikteliği”ni sağlamıştır.

Cumhuriyet veya Kemalist Devrim; yazısıyla, diliyle,  kimliğiyle, benliğiyle özüne dönüştür; işinize gelse de gelmese de..

Şimdi kaldırsanız bile yarın yine dönüp gelecektir..

Çünkü “o” biziz, biz “o“yuz!

Ne diyor Yahya Kemal BEYATLI:

  • Türkçe ağzımda annemin ak sütü gibidir.”

Aydoğan KEKEVİ  

Aralık 2012 / 31.05.13

Not: yazı biraz uzadığı için gözümden kaçan “yinelemeler” olduysa özür dilerim.

* * * * * * * * *

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!


TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi (dog.kekevi@t-online.de) aşağıdaki makalesini bizlerle paylaştı sağolsun.. Biz de yarın kutlayacağımız 81. Dil Bayramımız adına sizlere sunuyoruz. Sağolsun Sn. Kekevi, bir yandan “TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!” demekte bir yandan da ağdalı bir Osmanlıca kullanmakta..

D ü z e l t m e    n o t u                  :

Dostlar,

Sayın Aydoğan Kekevi’den aşağıdaki düzeltme notunu aldık :

*****

Saygın Ahmet SALTIK bey iyi akşamlar;

Önce söz konusu yazıyı sitenizde yayınladığınız için sağolunuz.

Yalnız, dikkatinizden kaçmış, söz konusu yazı benim değil iletiden de görüleceği gibi
Sn. Güzide Filiz TUZCU’nundur.

Ben yalnızca paylaşıcı / dağıtıcı konumundayım.

Sitenizde söz konusu yazıda bu ad değişikliğini yapar, yanlışlığı düzeltirseniz sevinirim.

*****

Biz de elbette düzeltir, Sn. Kekevi’den ve Sn. Tuzcu’dan özür dileriz.
Gerçekten dikkatimizden kaçmış.

Bu arada Sn. Kekevi “Öztürkçeci” olduğunu belirterek 2 makalelerini de lütfetmişler.
Bu 2 değerli makaleyi değerlendireceğiz sitemizde yer vermek üzere..

1. Osmanlıca “Zorunlu Ders” olmuş; şimdi sıra Türkçe’nin “Seçmeli Ders”
    olmasında (mı?).. (5 sayfa)

2. METROPOL- MEGAPOL (2 sayfa)

*****

Sn Güzide Filiz TUZCU’nun yazısını özüne dokunmadan yer yer güncel (arı da değil!) Türkçe sözcükleri koyduk..

Yüce ATATÜRK‘ün Türk dili hakkında önemli bir söylemini sunarak katkı vermek isteriz..

  • “Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
    Dilin milli ve zengin olması, milli hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki, bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti,
    dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Ata_ve_Inonu_Kayseri'de

Sevgi ve saygı ile.
25.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
Dil Derneği Üyesi
www.ahmetsaltik.net

=====================================

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN!

Güzide Filiz TUZCU
(gftuzcu@hotmail.com)

Millet olarak, söz konusu bu Bayramın gerçek değerini anlayabilmemiz için, belleğimizi tazelememiz, bir başka deyişle geriye dönüp “tarihimize bakmamız” gerekmektedir…

Türk Dili – Kültürü ve Tarihi, Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle  son yüzyıllarında tümüyle ihmal edilmiş, bir kenara itilmiş hatta tümden yok varsaılmıştır. Bilindiği üzere Osmanlı hanedanı “Arapça ve Farsça” dillerinden karışık, halkın anlayamadığı
yapay bir dil” (A.S.:Osmanlıca!) benimsemiş ve  “Türk Dilini” küçümseyerek,
(AS: özellikle) arka plana atmıştır.”Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislâmı Ebusuud Efendi, insan – doğa ve
Allah sevgisini bir nakış gibi  işleyen – ölümsüz büyük Türk Ozanı Yunus Emre‘nin “Türkçe Şiirlerini” bile yasaklamış ve bu şiirleri okumanın dinsizlik sayılacağına dair fetva vermi
ştir.”
  (Kaynak: Necdet Sakaoğlu, Osmanlı Eğitim Tarihi, İletişim Yay. İstanbul, 1991, syf. 22)Hatta Osmanlılar, Türklerin Kuran’ı ana dilleri olan Türkçe okumalarını bile yasaklayarak, Kuran ayetlerini Türklerin anlamalarını yüzyıllarca engellemişlerdir. İslâm’da baskı ve zorlama kesinlikle olmadığı halde Osmanlı padişahları ve yöneticiler, İslâm dini adına Türklere baskı, zulüm ve yasaklar uygulamışlardır.
Bu yüzden Türkler, kendi dinlerinden, kimliklerinden ve tarihlerinden habersiz yaşamışlardır…Anımsatmak isteriz ki, o çok bilinen ve haklı olarak övünülen ve dünyada bilinen en eski Alfabe “Futhark Alfabesi – yani aslında Türk Runik Harfleri Alfabesiyle” yazılmış olan “Orhun Abideleri Yazıtları” bile, Türkler tarafından değil, 19. yüzyılda yabancılar tarafından bulunmuş ve gün ışığına çıkarılmıştır. 

1923 – 38 döneminde “Antik Tarihin” tarafsız bir şekilde araştırılması ve ortaya çıkarılması için yine Mustafa Kemal Atatürk öncü olmuştur. Ancak 1938 sonrasında, maalesef  yine Osmanlı dönemlerine geri dönülmüştür…

Oysaki daha gün ışığına çıkarılmayı ve dünya kamuoyuna duyurulmayı  bekleyen
göz kamaştıran nice Türk Yazıtları ve Tarihi Eserleri vardır. Hatta Türkiye’de bulunan müzelerimizde “Antik Türk Tarihine” ait değerli tarihi eserlere “Helenistik” diye
etiketler konulmuş olması oldukça üzücü ve  düşündürücüdür…

Anımsatmak isteriz ki, söz konusu “Türk Değerleri ve Antik Mirasımız“, oldukça geç bir tarihte, ancak 2. Meşrutiyet’te (1908) İttihat ve Terakki’nin “Türkçülük Akımı” düşünceleri doğrultusunda Osmanlıda önem kazanmaya başlamıştır… Ancak Türklerin çok geç de olsa uyanmaları, kimliklerinin, dillerinin ve tarihlerinin farkına varmaları,
ülke yönetimi dahil, ülkede pek çok şeye egemen olan Osmanlının gayrimüslim ve gayri-Türk tebaasını oldukça rahatsız ve tedirgin etmiştir
.

Bu bağlamda 1908 – 14 dönemi oldukça çalkantılı, sıkıntılı bir dönem olmuş; siyasal, iktisadi, ticari  ve dış politika açısından ülkede gerekli istikrar sağlanamamıştır.
Daha sonra da bilindiği üzere 1. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşı çıkmış, Enver Paşa ve ekibi Almanya saflarında savaşa katılmaya karar vermiş ve Mustafa Kemal Paşa‘nın bütün itiraz ve uyarılarına rağmen, Türk ordularını Alman komutanların emrine vermişlerdir. Herkesin bildiği üzere Osmanlı İmparatorluğu savaş sonunda büyük bir yenilgiye uğramış, emperyalist Batılı devletler daha önce kararlaştırmış oldukları gibi, “Türkleri, Anadolu’dan tümüyle atıp, yok etmek, “İslâm dünyasına esaslı bir gözdağı – ders vermek üzere” bir idam fermanı niteliğinde olan Mondros Mütarekesi‘ni ve daha sonra da, kimi yabancı gözlemci ve yazarların bile oldukça haksız buldukları “Sevres Antlaşması‘nı” Osmanlı yönetimine imzalatmışlardır.

Şayet bütün bu haksız uygulamalara, işgallere ve zulümlere, Mustafa Kemal Paşa ve değerli silah arkadaşları da sessiz kalsalardı ve deselerdi ki;

  • Karşımızda dünyanın en güçlü koskoca devletleri var, bizler de kim oluyoruz? Onlara nasıl kafa tutarız? Bizler onlara itaat etmek zorundayız, başka elimizden ne gelir ki? Bizler gözümüzü kaparız – görevimizi yaparız, padişahtan ve Osmanlı hükümetinden yana oluruz, saltanatımızı kurtarırız ve keyfimize bakarız…

Allah korusun bugün ne Büyük T.C. Devleti vardı, ne onurlu,  haysiyetli ve özgür bir yaşantımız vardı, ne baş tacı ettiğimiz güzel dinimiz, ne camilerimiz, ne de göklerde şerefle dalgalanan şanlı Türk Bayrağımız…

Ne de bu gün kutlanacak olan bir “Dil Bayramımız” olacaktı…
Ayrıca ne Türk Tarih Kurumumuz, ne Türk Dil Kurumumuz,
yani hiçbir şeyimiz olmayacaktı…

Büyük Türk Milletini “derin bir gaflet (AS : aymazlık) uykusundan uyandıran,
onlara şanlı ve köklü kimliklerini, dillerini, kültürlerini ve tarihlerini anımsatan;
Türkleri padişahlara ve padişahların buyruğundaki görevlilere kul ve köle olmaktan kurtaran ve milletinin yeniden kendisine güven duymasını sağlayarak, onları özgür, onurlu – saygın bireyler yapan; milletini ve ülkesini kalkındırmak, eğitmek, refahını (AS : gönencini) sağlamak ve sonunda en ileri uygarlık düzeyine taşımak için

var gücüyle, gece -gündüz çalışan, bu uğurda çok sevdiği askerlik mesleğini, gençliğinden başlayarak bütün yaşamını, hatta canını bile ortaya koyan Büyük Atatürk‘ün önünde bir kez daha saygıyla eğiliyor, büyük minnet duygularımızı
ve engin sevgilerimizi arz ediyoruz..