Kategori arşivi: SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ

Bizim yazdıklarımız, oluşturduklarımız dışında değişik kaynaklardan alarak paylaşılmasını uygun bulduğumuz dosyaları içermektedir.

ARAP BAHARI MI, KAN BAHARI MI ? / Arab Spring or Blood Spring ?

ARAP_BAHARI_MI_KAN_BAHARI_MI

Zeki Sarıhan : AZİZ NESİN (Ölümünün 17. yılında..)

Zeki Sarıhan, AZİZ NESİN 6.7.12

İBRET VERİCİ BİR DEMOKRASİ DERSİ

İBRET VERİCİ BİR DEMOKRASİ DERSİ

Prof. Dr. Mümtaz SOYSAL
PUSULA, Temmuz 2012, sayı 41

Ülkelerin iklimine ve yönetim sistemine göre biraz değişse de mevsimler takvimi ile siyasal yaşamlar arasında hep rastlanan bir bağlantı vardır. Örneğin, bizde Haziran sonlarına doğru havalar ısınırken siyaset soğur
ve iktidar mücadelesinin sıcaklığı azalır. Gerginliklerin yerini tatil atmosferinin ve dinlenmekte olan sinirlerin yumuşaklığı alır. Ayrıca, başkent tenhalaşmakta ve siyasal ağırlık merkezi yavaş yavaş başka kentlere kaymaktadır.

Elbet ara sıra içte ve dışta ortaya çıkan olağanüstü gelişmeler bu durgunluğu bozsa da, Mayıs ortalarından başlayarak siyasal etkinliklerin azalması, çalışmaların yavaşlaması doğal sayılır. Partiler genellikle bu durgunlaşmanın dışında kalmaz, onlar da hız keserler.

Bu yıl, farklı oldu. Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinin siyasal rejmlerini Batılı büyük devletlerin çıkarlarına uygun biçimlere sokmaya yönelik çabalar Mısır seçimleriyle birlikte pek sağlam görünmeyen bir istikrara bağlanmışken, Suriye’deki çalkalanma yalnız o ülkenin içini hallaç pamuğu gibi darmadağın etmekle kalmadı, devletler arasında Soğuk Savaş yıllarını andırır bir cepheleşme yarattı:

Bir yanda Batılı büyük devletlerle Türkiye’nin de desteklediği Suriyeli âsiler; öte yanda Esad hanedanının yönettiği Suriye devletiyle yanında İran, Rusya ve Çin. Son günlerin “düşürülen uçak” olayı Ankara’nın şimdiye kadarki politikasıyla nasıl bir çıkmaza sürüklendiğimizi açıkça gösterdi ve ülkeyi tehlikeli bir ikilemle karşı karşıya bıraktı: Ya Şam yönetiminin bilinçli ve küstahça davranışı karşısında dıştan bakıldığında pek onurlu gözükmeyen bir sonucu sineye çekmek gerekecektir, ya da gereksiz ve anlamsız bir silahlı kapışmaya sürüklenip yanlıştan yanlışa sürüklenmek zorunda kalınacaktır.

***
Gelinen nokta, başlangıçta benimsenen ve Türkiye gibi bir devlete çok yakıştığı söylenen bir politikanın yanlışlığını ortaya koymuş oldu. Ankara, yıldızının yükselmekte olduğu söylenmiş bir devletten beklenen role çağırılmış ve böyle bir çağrıyı gözleri kapalı hemen benimseyivermiştir. Sözde gurur okşayıcı bir çağrıydı bu: Büyük bir imparatorluğun vârisi yüzyıllar boyu egemenliğini sürdürdüğü topraklara yeniden “göz kulak olması” ve Batı dünyasının ilkelerine o topraklarda saygı gösterilmesini sağlaması istenmekteydi.
Böyle bir çağrıyı kim reddedebilirdi?

Nitekim, Ankara da reddetmedi.

Oysa, böyle bir göreve hevesle sarılmadan önce Suriye’deki durumu çözümlemek ve orada neler olmakta olduğunu, kimin ne yapmak istediğini iyi anlamak gerekiyordu. Ayaklananlar acaba gerçek demokrasi ve özgürlük âşıkları mıydı? Yoksa ülkede karışıklık çıkarıp o kaosta Batı yandaşlarını iktidara getirmek ve bölge için Batılı büyük
devletlerce öngörülmüş yeni düzenin kurulmasında yararlanılmak istenen gruplar mı söz konusuydu?

Mezhep kavgaları kışkırtılarak Sünni ve Alevi mi birbirine düşürülmüştü?
Üstelik, böyle bir hengâmeye bulaşmak Ankara’nın İran’la ve Rusya’yla kurduğu ilişkilere zarar vermeyecek miydi? Hesapsızlığın zararları saymakla bitmez ve bunların getireceği yararların neler olabileceğini de
kimse bilemezdi.

***

Ama bütün bunlardan daha da vahim olan ve Şark ya da Ortadoğu kültürünün insanlarınca asla affedilmeyecek sosyal psikoloji hatası, henüz birkaç yıl önce “ma aile” sarmaş dolaş olunmuş insanlara birden bire sırt çevirmek ve onlara karşı Batılı büyüklerle bir olmaktı.

Öte yandan, Suriye’yle kapışmanın Türk sanayicilerce üretilmiş malları Yakın Doğu’ya satma çabalarına vereceği zarar kolay hesap edilmeyecek kadar büyüktü. Gerçekten bütün bunları düşünmeden böyle bir politikaya niçin ve nasıl sarılındığını anlamak çok zordur. Hele “komşularla sıfır sorun” formülüyle yola çıkanların “stratejik derinlik” ararken böyle bir sonuç yaratmış olmaları diplomasi tarihinin ibret sayfalarından hiç eksik olmayacak.

***

Oysa Suriye devletini yönetenler, hiç tanımadığımız ve ilk kez ilişkiye girdiğimiz insanlar değil. Beşar Esad ya da Esed babasından devraldığı devleti aynı ilkeler çerçevesinde yönetmeyi sürdürmek niyetiyle işbaşına geçmişti. O tarihte, daha önceki dönemin gerginlikleri zaten büyük ölçüde giderilmiş ve oğul Esad devraldığı yönetimin Türkiye’yle ilişkilerini daha da geliştirebileceğı bir zemin bulmuştu. Kısacası, ilişkilerin bugünkü duruma sürüklenmesi, Suriye tarafında kesin ve belirgin bir siyaset değişikliği yüzünden değil, tam tersine Ankara’nın bu ilişki konusundaki politikasında köklü bir tutum kaymasının ortaya çıkmasından ötürü olmuştur.

Beşar Esad’ın işbaşına geçişiyle birlikte önceki ilişkinin daha da geliştirildiği ve neredeyse tam bir kucaklaşmaya dönüştüğü bir noktada ansızın beliren bir tutum kaymasıdır bu. Yalnız Türk kamuoyunu değil, ölgenin birçok ülkesindeki insanları şaşırtan bir dönüş olmuş, Türk tarafı, birden bire, Suriye’deki durumun ve epeydir sürmekte olan kargaşanın sorumluluğunu bütünüyle Beşar yönetimine yüklemek yolunu seçmiş ve eleştiri okları hep o yönetime çevrilmiştir.

Aslında bu şaşırtıcı dönüş, Arap Baharı’nı yönlendiren Batılı büyük devletlerin rejim öğütme değirmeni çarklarına Suriye’yi de itmiş olmalarından kaynaklanmaktaydı. Kuzey Afrika’da Tunus ve Libya’yla başlayan senaryoyu uygulama sırası artık Suriye’ye gelmişti: İnsan hakları ihlalleriyle suçlanan kesimlerin direnişleri, direnişlerin şiddete dönüşmesi, şiddetin şiddete doğurması, iktidarca alınan önlemlerin zalimleşmesi, zalimliğin göçlere ve baş kaldırışlara yol açması ve sonuçta iç savaş uçurumuna sürüklenme raddesine getirilmiş bir toplum.Kısacası, ve demokratik düzeni sağlamak amacıyla dış müdahaleyi, rejim değişikliğini hatta huzur getirici işgali kabul etmeye hazır duruma getirilmiş bir toplum ortamı.
Ankara’nın yanlışı, böyle bir senaryonun savunucuları arasına katılmak, rejim muhaliflerine kanat germek
ve sanki uygulayıcılığına da soyunacakmış gibi bir izlenim vermek.

Oysa, taraflar arasında tercihsiz ve tarafsız bir tutum komşuya daha fazla huzur getirebilir ve
Türkiye’ye daha az zarar verirdi.

Higgs bozonu (Tanrı parçacığı) yakayı ele verdi sayılır.. / Higg’s particle can be considered as to be captured..

Higgs_bozonu_Tanri_parcacigi_yakayi_ele_verdi_sayilir

Savaş Halindeyiz : Savaş Silivri’de…

ESİNTİLER

Zeynep Oral
zeynep@zeyneporal.com

Cumhuriyet Gazetesi, 5.7.12

Savaş Halindeyiz: Savaş Silivri’de…

Savaş halindeyiz. Kimse görmüyor mu, kimse duymuyor mu?

Savaş Silivri’de…

Daha doğrusu, birkaç gün önce ben Silivri’de olduğum için oradaki savaşı yaşadım.
Silivri’ye daha önce de gitmiştim Ergenekon duruşmaları için. Ama bu kez farklıydı.
Bu kez sivil ve üniformalı güvenlik güçleri tabur taburdu… Jandarma birlikleri
her yanı kuşatmıştı… “Robokop” diyorlar; yani dehşetengiz kıyafetleri, hazır duran maskeleri ve coplarını kavramış ellerliye
sıra sıra dizilmiş komandolar…

Kimi koruyorlar? Kimden koruyorlar? Saldırıya ne zaman geçecekler?
Tutukluları korumak için mi ordalar? Duruşmayı izlemeye gelenleri cezalandırmak için mi?
Ben 12 Eylül faşist darbesi sonrasında da duruşma izledim ama böyle şey görmedim!
O zaman en azından kuralları bilirdik. Ne yasak ne değil, en açık seçik sıkıyönetim komutanlarının emirleri, talimatla bildirilirdi.

Şimdi kuralsızlık egemen.

Her şey keyfi! Öylesine keyfi ki, duruşma salonuna ulaşmak zulme dönüşebiliyor.
Duruşma alanına gidene dek barikat kurulmuş otoyol, gereksiz yere başka yollara yönlendirme, bitmeyen denetimler, yığılmalar, milletin arabasını bırakıp birkaç kilometre yürümesi… Her tutuklu için kaç izleyici girecek, tartışmaları…

Her gidişimde Silivri’yi daha “gelişmiş” görüyorum. Hapishane de büyütülüyor, hâkim ve savcıların kaldığı lojmanlar da çoğalıyor. Ceza ve İnfaz Kurumları ihalesini alan inşaat şirketleri yaşadı, işleri bitecek gibi değil!

Hayır, bu bir duruşma yazısı değil, ben sadece İstanbul KCK davasının ilk gününün atmosferini paylaşmaya çalışıyorum…
Ama içeriyi özetleyecek olsam, savunma avukatı Meral Danış Beştaş’ın şu tümcesini seçerdim:

“Burada yargılanan BDP’dir. Partinin yasal tüzüğü, siyasi programı, etkinlikleri, iddianameyi oluşturmaktadır!”

İçeride-dışarıda gençler ve kadınlar..

Duruşma salonunun içinde ve dışında dikkatimi çeken, gençlerin yoğunluğuydu. Onlar ilgililer. Bir de kadın dayanışmasının neferleri, kadın örgütlerinin çağrısı üzerine siyah giysileriyle oradaydılar.

Dışarıda yüzlerce insan halaylar, zılgıtlar, gerilimler, güçlükler arasından geçiyor…
Dışarıda zaman zaman gerilim artıyor; jandarma maskesini indiriyor; saldıracaklar mı?
Yok hayır, araya giriliyor; sonra gerilim düşüyor…
Dışarıda gençlerin elinde dev pankartlar: “Kürtleri bırakın / Diyaloğun yolunu açın”;

“Düşünceye, üniversitelere, Büşra’lara özgürlük”;
“Büşra Hocamızı bırakın / Diyaloğun yolu açılsın”; “Yaşasın kadın dayanışması.”

Hırsız vaaaaaaar!

Bunca güvenlik güçleri ve jandarma ordusu ve Robokoplara karşın bilin bakalım ne oldu?..
Duruşmayı izlemeye gelen Uluslararası PEN; Uluslararası Yayıncılar Birliği yetkilileri de engelleri aşamayınca, arabayı yol kenarına çekip yürüyerek geldi duruşma salonuna…

İçeri elektronik cihaz sokmak yasak. Tüm bilgisayarlar, cep telefonları arabada bırakılıyor. Arabaya döndüklerinde sürpriz:

Soyulmuşlar!

Özet :

1) Yüz otomobilden sadece onlarınki soyulmuş.
2) Bütün o güvenliğe karşın soyulmuş.
3) Para, başka eşyaları değil sadece bilgisayar ve telefonlar alınmış.

Sonuç :

Basın toplantısı yapacaklardı, ama olamadı, çünkü o saatte Silivri karakolundaydılar!
 Ben Silivri’de yaşadım savaşı.
 Diyarbakır’daki okurum Diyarbakır’da yaşıyor savaşı…
 Hatay’daki, Suriye sınırında savaşı yaşıyor…
 Meslektaşlarına tanıklık eden gazeteciler Çağlayan’daki sözde “Adalet Sarayı”nın önünde..
 Gençler, arkadaşlarını, hapisteki öğrencileri kurtarmak için her an, her an yaşıyor savaşı…

Yaaşasın ileri demokrasimiz!

Hükümet her yerde savaş halinde!

SIKIYÖNETİM MAHKEMELERİNDEN KARŞI-DEVRİM MAHKEMELERİNE..

SIKIYÖNETİM MAHKEMELERİNDEN KARŞI-DEVRİM MAHKEMELERİNE

ODA TV, 4.3.2012

Prof. Dr. OĞUZ OYAN
CHP İzmir Milletvekili

1 Temmuz’da saat 14.00’te başlayıp 2 Temmuz’da 13.30’a kadar kesintisiz süren 23,5 saatlik Meclis maratonunda AKP, yeni yargı paketini hiçbir siyasal mutabakat aramadan yasalaştırdı. Olağan yasama süreçleri artık dışlanmış olduğu için anamuhalefet buna yeni eylem türlerini de deneyerek sonuna kadar direndi.
İktidar sıralarında oturanlar bunu dahi çok gördüler ve sözlü – fiziki şiddet eylemleri gerçekleştirdiler.

Olağan yasama süreçleri nasıl dışlanmaktadır? Olağan parlamenter rejimlerde Genel Kurullara az iş bırakılır. Komisyonlarda muhalefetin ve örgütlü toplumsal kesimlerin önerileri belirli ölçülerde karşılanır. Toplumsal tepkilere duyarlılık vardır (Almanya’da nükleer santrallerin kapatılması kararına kadar varır). Türkiye’de olduğu gibi sadece dinci örgütlenmelerin tepkilerine duyarlı olan siyasal iktidar türleri için demokratik tepkilerin iletim kanalları tıkalıdır. Uzlaşmaya yanaşmazlar; yanaşır göründüklerinde de takiyyeyi (aldatmacayı) denerler.

AKP türü iktidarların asıl çekindiği, kendi ortamlarından, kendi sağlarından gelecek tepkilerdir veya muhafazakarlık yarışında geri kalmamak kaygılarıdır (Hz. Muhammed’in yaşamının ders konusu olması konusundaki MHP önerisinin hemen AKP önerisine dönüştürülmesi gibi). Bu nedenle getirdiği yargı paketinin en önemli maddesi olan ÖYM ile ilgili düzenlemeyi tartışmaya sunmaktan kaçınarak gece yarısı önergesiyle getirir;
açık tartışmaları göğüsleyemez. Meclis’teki 326 sandalyesine rağmen ürkek siyaset yapar. Kendi iç muhalefetine karşı yüreksizliğini Meclis’teki yasal siyasi muhalefete karşı
şahinliğiyle telafi eder.

Olağan yasama sürecinin yolları ise kapatılır: Artık her yasa temel yasadır; böylece yasaların maddeleri görüştürülmez. Muhalefetin maddeler üzerindeki önergelerle beş dakikalık konuşma hakkı bile çok görülür;
gücü yettiğinde içtüzük değişikliği bunun da hesabı görülür.

Bir başka yöntem, torba yasaların olağanlaştırılmasıdır. Meclis neyi görüştüğünü bilemeden bu yasalar eklemelerle sürekli olarak şişirilir. İktidar milletvekilleri zaten el kaldırmak dışında işlevsizdirler; genellikle muhalefet kadar yasa içeriklerini öğrenemezler; ama bu, AKP demokrasisi için bir sorun değil tam tersine “fazilettir”.

Yasama sürecinde iktidarın anayasa dışına çıkışlarını, hukuk dışı aşırılıklarını dizginleyemeyen anamuhalefetin anayasal denetime başvurma olanakları da fiilen tıkanmıştır. İktidarın 2010 Anayasa değişiklikleri, HSYK’nın ve tüm üst yargının yürütmenin yörüngesine girmesini sağlamıştır.

Anayasal denetim yolu kapandıktan sonra artık iktidarın Meclis’teki yarım yamalak yasama süreçlerine dahi ihtiyacı (ve tahammülü) kalmayabilmiştir: Kamu yönetim sisteminde çok temel değişiklikler yapan 34 adet KHK, işte bu nedenle AKP iktidarının dokuzuncu yılında yani AYM teslim alındıktan sonra gün yüzüne çıkmıştır.

Bu koşullarda muhalefet Meclis’te nasıl muhalefet yapabilecek? Meclis sıralarına vurmaktan, alkışla tempo tutmaktan, kürsüde susma eylemine başvurmaktan, içtüzükte olduğu gibi kürsüyü koruma altına almaktan ve en nihayetinde muhalefeti Meclis dışına taşımaktan başka?

Anamuhalefet milletvekillerinin Meclis’teki yasama ve denetim faaliyetlerinin ODA TV iddianamesi eklerine kanıt olarak eklendiği bir Türkiye’de, iktidar kanadının hala muhalefeti çizilmiş sınırlar içinde muhalefet yapmaya davet etmesindeki ikiyüzlülük artık tahammül-dışı değil midir? İktidar, tüm kanatlarıyla, bir teokratik totalitarizmin inşasına girişmişken muhalefet milletvekilleri bunun pasif seyircisi mi olacaktır? Adaletin, bağımsız yargının (cemaatin yargısının değil) iktidarın siyasi gücünü sınırlandırmasına izin vermeyen sistemler demokrasi adını alamaz. Böyle bir anlayışın özgürlükçü bir anayasa yapması,
hatta samimi olarak böyle bir iradeye sahip olması da beklenemez.

***

Yargı paketiyle, Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) yerine “1’den çok ilde görevlendirilen ağır ceza mahkemeleri” yani “Bölgesel Yetkili Mahkemeler” (BYM) geçecektir.

“Çok hukuklu kabileler federasyonu” korunmaktadır. AİH Sözleşmesine ve adil yargılama hakkına aykırı olarak özel yargılama usulleri devam ettirilmektedir. 12 Mart döneminde getirilen DGM’ler, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldıktan (1976) sonra, 12 Eylül rejimince yeniden oluşturulmuş (1983), AKP elinde bunlar sadece askeri hâkimler sivilleştirilerek ÖYM’lere dönüştürülmüştü (2005). DGM’lerden ÖYM’lere geçiş,
bir bakıma 12 Eylül artığı sıkıyönetim mahkemelerinden AKP’nin olağanüstü mahkemelerine yani karşı-devrim mahkemelerine geçiş olmuştur. Şimdi geçirilen BYM’ler aynı yaklaşımın ürünüdür. Hukukun ortaçağına demir atan bu tutumları, iktidar-cemaat kavgaları üzerinden meşrulaştırma veya iktidarın sorumluluğunu hafifletme yönünden değerlendirmek geçerli olamaz; yargıyı bugünkü yapıya iktidar-cemaat el ele getirmiştir; şimdi aralarında itişme olması sonucu değiştirmez: Yargı içinde cemaat yapılanmalarına geçit verilmesinin sorumlusu doğrudan doğruya AKP yönetimidir. Ortada bir hukuk cinayeti vardır;

her geçen gün, yasama da kullanılarak, hukuk devletinden uzaklaşılmaktadır;

buna klan kavgaları üzerinden mazeret üretilmesi kabul edilemez.

Türkiye’de inceleme yapan Demokrasi ve Özgürlük İçin Avrupalı Yargıçlar Birliği (MEDEL), Raporunda,
Hükûmet yandaşlarının yargılamadan muaf tutulduğunu Deniz Feneri ve MİT Müsteşarı örnekleriyle verip, iktidarın hoşuna gitmeyen yargılama süreçlerinde rol alanların sürüldüğünü veya yargılandıklarını, yargıya korkunun egemen olduğunu söylüyor. AB’ye uyum yasaları diyerek karşımıza “yargı paketleri” gibi makyajları getiren bir iktidar hakkında Batı’daki değer yargısı artık ne yazık ki budur.

AKP, Türkiye’nin utancı olmaya başlamıştır.

(Bu yazı, 2 Temmuz 2012 sabahı TBMM’de 78. madde üzerinde yapılan konuşmamızı esas almaktadır).