Günlük arşivler: 7 Ekim 2013

Dr. Reşit GALİP ve ANDIMIZ


Dostlar
,

Dr. Reşit Galip, büyük Atatürk‘ün Milli Eğitim Bakanı, yiğit bir devrimcidir.
Tıp doktorudur ve İstanbul tıbbiyesinde öğrenci iken, eğitimine ara vererek,
gönüllü olarak 1. Dünya Savaşı’na katılarak Kafkas cephesinde vatan savunmasına koşan bir yurtseverdir.

AKP’nin, PKK – BDP üzerinden gerçekte Batı ile yaptığı açık – örtük mide bulandıran pazarlıklar sonucunda kaldırılması planlanan ANDIMIZ‘ın sözlerinin yazarıdır.

Bu sözler bir Türk ırkçılığı ve asimilasyon amaçlı değil; Batı emperyalizmi karşısında mazlum Anadolu halkının uluslaşarak kenetlenmesi çağrısıdır.

Tersi durumda SEVR yürürlük alacaktır.

Anadolu halkı / ahalisi hep birlikte savaşarak ana vatanını – özyurdunu işgalden kurtarmış ve sıra kuruluşa gelmiştir.

Bu amaçla, Büyük Atatürk‘ün tarihsel çağrısı gündeme alınarak,

“Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk Milleti denir.” tanımı yapılmıştır.

Bu tanımı sosyolojik – tarihsel bir ittifak çağrısıdır emperyalizme karşı.

  • – “ABD’yi kuran Amerika halkına Amerikan milleti denir.”
  • – “Fransa’yı kuran Fransa halkına Fransız milleti denir.”
  • – “Almanya’yı kuran Almanya halkına Alman milleti denir.”

………………
Listeyi uzatmak yersizdir.

Ulus devlet ve onun milleti olan o ülke halkının  – ahalisinin ortak bir siyasal üst kimlik edinmesi gönüllülük temelinde bir eylemdir ve ulus devet kuramının özüdür.

Batı emperyalizmi bu yolla güçlü ulus devletler yaratmıştır.

ABD, 50 faklı milletten tümüyle yapay, sentetik olarak “Amerikan” milletini yaratan ve ona dayalı dünya hegemonu ABD’yi kuran bir politik irade ile yeryüzünün en güçlü ve tipik bir ulus devlettir.

AB, 27 farklı ülkeden oluşan bir başka ulus devlet birliğidir neredeyse..

“Milletler” birleşerek yeni ve farklı bir sentez oluşturmakta, uluslararası arenda
güç kazanmaktadır.

  • Bize ise etnik – dinsel temelde 40 parçaya ayrılmak dayatılmaktadır;
    nerdeyse 40 türlü oyun ile.

İşte meslektaşımız Dr. Reşit Galip, bu bağlamda ANDIMIZ‘ın sözlerini yazarak
Anadolu halkının uluslaşması çabasına doğallıkla sahip çıkmıştır.
Milli Eğitim Bakanı olarak, ilkokul çocuklarının bu bilince erken yaşlarda
coşku ile erişmesini öngörmüştür.

Bu eylem tümüyle doğrudur, insan haklarına uygundur.

Tersi ise Yugoslavya’da olduğu gibi parçalanmak ve bölünerek emperyalizme
lokma olmaktır. İkiyüzlü emperyalizm ve de maşaları tam da buna oynamaktadır.

20 Eylül 2012’de sitemizde yer verdiğimiz (aşağıda) “Dr. Relit Galip” başlıklı yazıyı,
bu giriş notunu ekleyerek yeniden yayımlıyoruz..

ANDIMIZI hep birlikte söyleyelim…

Anadolu halkını uluslaştırma çabası ile yaratıcı zekâsının ürünü
ANDIMIZ’ın sözlerini yazan Atatürk’ün başeğmez Milli Eğitim Bakanı
meslektaşımız Sayın Dr. Reşit GALİP‘e şükran ve saygı ile…
divider_cizgi

Türk’üm, doğruyum, çalışkanım..
İlkem; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak,
yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm; yükselmek ileri gitmektir.
Ey Büyük Atatürk!
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.
Ne mutlu Türk’üm diyene!
divider_cizgi

Sevgi ve saygı ile.
07.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

Dr. Reşit GALİP

Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar, şehre Reşit Galip Caddesi’nden geçerek inerler.

Pek azı bu adın kim olduğunu bilir.

Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip’in 41 yasında göçüp gitmesi rol oynamıştır, belki de İnönü’yle yıldızının hiç barışmaması. Rodos’ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris’e gelmiş. Liseyi İzmir’de okumuşlar. Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış. Reşit Galip ise İstanbul Tıp’a gidip doktor olmuş. Öğrenciyken gönüllü olarak I. Dünya Savaşı’na katılmış. Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış.
1923 Mart’ında, hekimlik yaptığı Mersin’e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa’nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş:

“Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, sen bunlardan çok daha büyüksün. Senin birinci büyüklüğün, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve iftihar etmendir”

Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi’yi “milletin bir ferdi” sayan 30 yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabii en çok da Gazi’nin… Kemal Paşa ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925’te Meclis’e girmiş. Bir sure İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP İdare Heyeti’nde görev almış. Türk Ocakları’nda, Halkevlerinde çalışmış. Yine Atatürk’ün isteğiyle Serbest Fırka’ya girmiş ve Atatürk’ün sofrasına oturmuş. Onu bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış.

Sofra sahnesi

1931 sonbaharıydı..
O geceki tartışma, Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet’in bir yakınmasıyla başladı.
Esat Mehmet, Atatürk’ün Harbiye’den ‘tabya öğretmeniydi. Kazım Özalp’in ‘Atatürk’ten Anılar’ kitabında (T. Is Bankası Y., 1992, s. 48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı.

Esat Mehmet, “kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini” belirtti. Bir tamim yayınlayıp daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi.

Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı:

“Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi” dedi. “Bu bir geriliktir. Kadınlar eski durumda yaşayamazlar; inkılâplardan en mühimi, kadınlara verilen haklardır. Başka türlü, çağdaşlaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz.”

Sofra gerildi. Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan pek hoşlanmadı.

“Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız.” dedi. Ama Reşit Galip alttan almadı. “Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılâp ve zihniyet meselesidir! Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki; Sizin huzurunuzda bu sofrada inkılâpları zedeleyecek icraattan bahsedilmesi bile küstahlıktır, hoş görülemez.”

Reşit Galip’in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı:

Halkevi’nde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekaleti’nden izin alamamışlardı. Reşit Galip,

“Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez” diye kestirip attı. Atatürk’ün kaşları çatıldı. “Sözlerinizde müsamahalı ve ölçülü olunuz.” diye çıkıştı. Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı’nı işaret ederek dedi ki:

“Devrimci devrimcidir; insanlar bir yaştan sonra ister istemez tutucu olurlar. Meclis’te bunca genç, idealist, bakanlık yapacak yetenekte insan varken, böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır.”

Atatürk yeniden uyarma gereği duydu:

“Esat Bey yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır. Beni okutmuş olması
sence bir değer taşımıyor mu?”

“Kusura bakma Paşam, taşımıyor! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış,
ama kim bilir nice tutucu da çıkmıştır.” Bunun üzerine Gazi’nin sabrı taştı:
“Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı’na hakaret etmenize müsaade edemem.” diye haşladı. Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı:

“Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız,
sizi de eleştiririm. Mesela Rose Noir’a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da,
siz yaptınız diye, hata olmaktan çıkmaz.”

İlk kez Atatürk’ün sofrasında Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu. Reşit Galip’in sözünü ettiği Rose Noir, Beyoğlu’nda, Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk bir gece oraya gitmiş, mekânın sahibi Madam Senya’dan “İş Bankası’ndan kredi alamıyoruz.” yakınmasını dinlemiş ve orada bir kağıda İş Bankası Genel Müdürü’ne hitaben “yardımcı olunması” isteğini yazmış, Rus çifte vermişti. Reşit Galip bu iltimas istemini eleştiriyordu. Atatürk bu kez kızmadı;

“Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin.” diyerek kibarca Reşit Galip’i sofradan kovdu. Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu. Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak çıkışını o an yaptı:

 “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz.
Burada oturmak sizin kadar benim de hakkımdır…”

Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp “Öyleyse biz kalkalım.” dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı; Reşit Galip’i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar.
Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir:

Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı’nda pencere kenarındaki bir koltukta geçirir. Atatürk uyandığında Genel Sekreteri’ne Reşit Galip’i sorar.

“Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Ankara’ya gidecek kadar
borç para istedi. 25 lira verdik.” derler.

Atatürk “Ankara’ya gidecek adama 25 lira mı verilir? Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz” der. Sonra “Cebinde beş parası yok, ama karakterinden taviz vermiyor. Parası yok, ama cesareti var.” diye ekler.

1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip’in Ankara Radyosu’ndaki bir konuşmasını dinler;

“Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza karşı bile!” demektedir. Atatürk birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder. O’nun yanına da, hocası Esat Mehmet’i oturtur. Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı’nın 39 yasındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.

Rose Noir olayı

İş Bankası Genel Müdürü Muammer Eriş, Atatürk imzalı kağıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı’na gelmiş, Ata’nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını bildirmiş, talebi reddetmiştir.

Reşit Galip’in bakanlığı yalnızca 13 ay sürdü. Bu sure içinde Darülfünun’da Üniversite reformunu başlattı. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağladı. Eşi Zubeyre Hanım’ın deyimiyle “deli gibi çalışıyor” ama Atatürk’e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu. Aslında Atatürk’le araları iyiydi. O Gazi’ye “Paşam”, Gazi de ona “Doktor” diye hitap ederdi. Bir gün sofradan ayrılırken, Atatürk,

“Seni eve ben bırakacağım” demiş. Eve bırakınca O da saygıdan, “Ben de sizi uğurlayacağım Paşam” karşılığını vermiş. Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış. O gece zatürree olmuş. Dinlenmesi tavsiye edilince 1933 Ekim’inde görevden ayrılmış.

1934 yazında Moda’daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş. Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek, hastalığını izlemeye başlamış. Keçiören’deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış. 1934’te, 41 yasında yaşama veda etmiş.

Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış.
Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan “Türküm, doğruyum, çalışkanım” andı
var ya… kim kaleme almış biliyor musunuz?

Reşit Galip…

O andın 1933’ün 23 Nisan günü Reşit Galip’in kaleminden çıktığını,
eminim çoğumuz bilmeyiz.

Prof. Dr. D. Ali Ercan
ADD Bilim Kurulu Başkanı
19.9.2012

MUSTAFA KEMAL’E GİDEN YOLLAR


MUSTAFA KEMAL’e GİDEN YOLLAR

Bir ateş yakmış Mustafa Kemal
Dağ başında bir ateş
Bizleri çağırıyor durmadan

Eyvah!..
Mustafa Kemal’e giden yollar kapanmış
Yürüyün
Dağ yamacında yollar açalım
Yürüyün
Mustafa Kemal’e çabuk varalım…

Otuz Ağustosların Mustafa Kemal’i
Kurtuluş Savaşlarının Mustafa Kemal’i
Devrimin barışın Mustafa Kemal’i
Bizleri çağırıyor durmadan.
Yürüyün !

Mustafa Kemal’e giden yollar kapanmasın
Yürüyün !
Dağ yamacında yollar açalım.
Yürüyün !

Birer Mustafa Kemal olalım.

Nevzat KOCABIYIK
Balıkesir

İSLAM POTASI İÇİNDE BİR POLİTİK KÜLTÜR ÇÖKÜNTÜSÜ İÇİNDEYİZ


Dostlar
,

Sn. Doğan Kuban‘ın bu çok değerli UYARI yazısını (pdf olarak da)
aşağıda sunuyoruz..

ISLAM_POTASI_ICINDE_BIR_POLITIK_KULTUR_COKUNTUSU_ICINDEYIZ

  • Türkiye elini çabuk tutarak,
    bu AKP gericiliği cenderesinden kurtulmak zorunda..

Sevgi ve saygı ile.
07.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

İSLAM POTASI İÇİNDE BİR POLİTİK KÜLTÜR ÇÖKÜNTÜSÜ İÇİNDEYİZ

Çağdaş Bilgi Yokolmaz, Fakat Öğretim Çökebilir 

  • Türkiye’de bilgi ve yeteneklerle ilgisi olmayan bir politik yazın ortamı var. Çerçevesini politik kavgalar ve cehalet saptıyor. Gelişmiş ülkelerde entelektüel söylem politik söylemi etkileyebilir. Türkiye’de bu olası değil. Politikacılara Heidegger ya da Wittgenstein’la, ya da varoluşçulukla başlayan bir söylem dinletemezsiniz. Böyle bir entelektüel hazırlıkları yok. Türkiye’de her düşünceyi, halkın ortak politik kültürü sınırlıyor ve yönlendiriyor.
    İslam potası içinde bir politik kültür çöküntüsü içindeyiz

DOĞAN KUBAN

portresi

Eşsiz bir tarihi, enerjisi, kentleşme iradesi ve istekleriyle
Türk toplumunun dünyanın entelektüel paryası olmayacak
bir kimliğe sahip olduğuna inanmak gerek

Bu gün eğitimin içinde bulunduğu kırılgan durum, Yirminci Yüzyıl uygarlığına Cumhuriyet ile açılan Türkiye’nin 1980’den sonra geçirdiği kültür şoklarının sonucudur. Çağdaşlaşmamızı engelleyen temel olgu yirminci yüzyıl kültürünün dünyayı içine yerleştirdiği entelektüel yapının dışında kalmaktır. Bugün bu izolasyonun aracı olarak ilk ve orta öğretim programlarını gelişmiş dünya standartlarından ayıran içeriksel zorlamalar var. Üniversite öğretiminin kalitesi zayıf olsa bile, dünya ile ilişkisini kesmek olası değildir. Fakat kalitesinin düştüğünü görmek için aptal olmamak yeterli. Örneğin Türkiye’de akademik tıp Alman Hocalar sayesinde çok ileriydi.

Sonra Hacettepe büyük bir atılım yaptı. Bugün de kenarda köşede kişisel çabalar var. Fakat genel tıp eğitiminin halini ünlü hocalara sorun. Aynı şeyleri başka alanlarda da dinleyebilirsiniz. Bu bağlamda uluslararası istatistikler de aydınlatıcıdır.
Fakat bu konuda hemen umutsuzluğa düşmek gereksiz.

Bugün insanları, bütün dünya ile ozmoz içinde olan uluslararası iletişim ve
fiziksel çevre eğitiyor.

Kimse okula hapis değil. Kaldı ki Türk toplumu 1980’den sonra geleceğe dönük pek çok düşünce üretmiş, milyonlarca genç yetiştirmiştir. Endişe 1980’e kadar Türkiye’nin eriştiği hızı yavaşlatmanın, bugün zorluklar içinde yaşayan bir dünyada, ülkeye
çok ağıra mal olmasıdır.

Tarih binlerce yıllık birikimlere sahip bir hazine olsa bile, bundan yüz yıl önce dünya nüfusunun çoğunluğu ortaçağdaki insanlar gibi yaşıyordu. Çocukluğumda ve gençliğimde elektrik, su, yol ve telefonu tanımamış, kağnıdan başka aracı olmayan
bir Anadolu’yu biliyorum. Bu geçmişi ve bu güne ulaşmanın aşamalarını doğru dürüst anlatmadan, cahil halka sadece bugünden ve 1500 yıl öncesinden söz edersek,
bu toplumsal bir zoraki bunama olur.

Sadece kendi geçmişini içeren bir öğretim programı toplumu dünyadan koparır.
Gerçi bu günkü iletişim dünyasında bu tam olarak gerçekleşemez. Fakat kısıtlı öğretim programları toplumu çağdaş dünyadan uzaklaştıracak, yani geride bırakacaktır. Bugünkü ilk ve orta öğretim programı bu nitelikte. Google’da kolayca bulunan dünya öğretim programlarıyla bizimkini bir karşılaştırmak durumu anlamağa yeter.

Tanzimat’ta Ali Paşa yeni açılan idadilere dünya tarihi yazacak bir Osmanlı bulamadığı için Fransızcadan bir çeviri yaptırmıştı. Osmanlı eğitimciler bunu Kitab-ı Enbiya’ya uymadığı için kabul etmemişlerdi. Sadece Harbiye’de dünya tarihi askerlere öğretildi. Vatanı kurtaranlar da ordudan çıktı.

BİLGİ ORTAKLIĞINDAN VAZGEÇEMEYİZ

Dünya ile bilgi ortaklığından vazgeçmek olası değildir. Çünkü bu her alandaki ortaklığın temel koşuludur. Müslüman toplumlar, dünyayı sallayan şeyin top tüfek noksanı değil, yeni düşünceler olduğunu hâlâ anlamadılar.

Modernizm, Yirminci Yüzyılda gelişmenin adıdır. 1. Dünya Savaşı’ndan önce ortaya çıktı, iki savaş arasında gelişti. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra akıl almaz bir teknolojik patlama ile geçmişin dünyasını sonlandırdı.

Cumhuriyetin ilk kuşakları Avrupa ne yaptıysa öğrenmeye çalıştılar. Bu bağlamda örgütlenme ve çaba, bütün olumsuz politik gelişmelere karşın, 1980’e kadar sürdü. Bugün Türkiye’de bilgi ve kültür adına ne varsa 1923 ile 1980 arasında
Türk halkının ürettikleridir. Bugünkü Türkiye’yi o yarım yüzyıl yarattı.

Fakat benim yaşadığım dünya çok hızlı değişti. 1990’dan sonra yetişen genç kuşaklar sadece yeni dünyayı biliyorlar. Ahşap evli bir İstanbul, elektriksiz bir köy, yolsuz, otomobilsiz ve telefonsuz bir Türkiye’yi hiç görmediler. Onlara daha çok Kuran okutsak ve başlarını örtsek de tutucu olamayacaklar. Babalarından çok daha fazla internet kullanacak, televizyon izleyecek ve telefonsuz yapamayacaklar. Onlar da çevreleri kadar hızlı değişiyor. Yakın geleceği onlar biçimlendirecek.

Türkiye’nin sorunu, gelişmiş ülkelere göre nerede olması gerektiğini saptamasıdır.
Bu statüyü toplumun bu bağlamdaki bilgi ve bilinci saptayacak. İthal ettiğimiz tüketim eşyalarını yarım yamalak kullanmanın dışında, yirminci yüzyılın entelektüel gelişmesine katılmadığımızı unutmayalım. ‘Marx’ı, Freud’u, Einstein’ı biliyoruz. Sartre’ı Heidegger’i, Wittgenstein’ı da işittik, bizde de Picasso gibi
ressam var’ demek, kendimizi aldatmak ve alay konusu olmaktır.

CUMHURİYET’E KARŞI İÇERİKSİZ AŞAĞILAMA

Sevgili Okuyucular,

Aşağıdaki 20 yüzyıl modernizm sorunlarını Cumhuriyet tarihi bağlamında irdeleyin.
Ve 1923’den 1980’e dek nereye geldiğimizi, sonra işlerin nerede sarpa sardığını saptamağa çalışın.

Modernizm bir historisizm çağı değildir.

Bizim ulusun tarih bilincini oluşturmak için yaptığımız çaba da bir historisizm değildi. Fakat amacına ulaşabildi mi?

Bugün halk katında uydurma bir Osmanlı hikayeciliği ve Cumhuriyeti kuran bir çağa karşı geliştirilen içeriksiz aşağılama, benim kuşağımın hayal edemeyeceği düzeyde ve bilim dışıdır.

Modernizm çok parçalı, uyumsuz bir dünya imgesi yarattı.

O çağdan sonra edebiyat, sanat ve felsefe parçalanmış bir dünya yansıtırlar.
Bir bütünün parçaları olamayan olgular, nesneler, sanat yapıtları hatta felsefi düşünceler neredeyse kişisel röportaj niteliği kazanmıştır. Referansları evrensel bir bütünden değil, kendilerinden kaynaklanır. Soyut sanat, fenomenoloji, İngiliz analitik felsefesi, pragmatizm okulları bu tavırların ifadesidir. 19. yüzyıl idealizminin yerini almıştır. Hegel yerine Heidegger ya da Wittgenstein. Bizde de bu akımların izleyicileri var. Fakat Türk toplumu için bütün bu düşünce ve arteifakt’lar bir ucube niteliği taşıyor.

20. Yüzyıl, bilim alanında da 19. Yüzyıl’ın genellemeciliği yerini mikro boyutlarda araştırmaya bırakmış, fizik ve biyoloji bu alanlarda gelişmiştir. Pek çok Türk bilim adamı bu alanlarda çalışıyor. Fakat toplumun bu gelişmelerden haberi yok.

Bir bütünsellik arayışından uzaklaşan dünyada gelişen teknoloji ve üretimi bir düzen içinde tutma gerekliliği, fonksiyonalizmi (işlevselcilik) bir temel disiplin olarak benimsetti. Fonksiyonalizm mimaride ve planlamada, sosyolojide, antropolojide, davranış bilimlerinde düşünce ve tasarımları yönlendirmiştir. Bu dönemde Freud’la başlayan psikanaliz giderek seks konusunda büyük bir açılım getirmiş, feminizm ve kadın hakları da bu kuramlardan yararlanmışlardır. Türkiye’de de Freud’u bilen çok. Ama bu düşüncelerin gelişmesinin seks konusunda getirdiği büyük açılımı
Türk politikacılarının anladığını söylemek olanaksız.

Kadının statüsü Atatürk’ten bu yana değişmedi.

Sanayi üretiminin çeşitliliği ve iletişim teknolojisi, bütün etik ve estetik değerleri yerinden oynatmıştır. Bu da işlevselciliğin de beslediği bir görecelilik kavramını
ortaya çıkarmıştır. Mutlak gerçekler, ideolojiler bu çağın ağırlık verdiği davranışlar değil. Türkiye üniversitelerinde bunlardan haberi olanlar kuşkusuz var.
Fakat toplum ve onu yönetenler bu bağlamda da henüz aydınlanmadı.

Bunalmış bir dünyada yaşıyoruz. Yüzyıl öncesinin modernizmini bile öğrenememiş
bir toplumda ilkel öğretim çalkantıları, 20. yüzyıl başına dönmek anlamına gelir.
Dünya ile aramız açılır.
Türkiye’deki gelişmeleri yaşamayan İslam ülkelerinin acıklı hali gözümüzün önünde.

  • Fakat eşsiz bir tarihi, enerjisi, kentleşme iradesi ve istekleriyle
    Türk toplumunun dünyanın entelektüel paryası olmayacak
    bir kimliğe sahip olduğuna inanmak gerek..

Cumhuriyet Bilim Teknik 04.10.2013

23 yıl önce katledilen Bahriye Üçok Ankara’da anıldı


ozlemle_anildi_6.10.12

23 yıl önce katledilen Bahriye Üçok Ankara’da anıldı

Bahriye Üçok’un izindeyiz!

 

 

 

Bombalı suikast sonucu 6 Ekim 1990’da katledilen Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, Ordu Milletvekili, SHP Parti Meclisi üyesi ve gazetemiz yazarı
Bahriye Üçok, ölümünün 23. yılında başkentte düzenlenen törenlerle anıldı.

Bahriye_Ucok_Anildi_6_Ekim_2013Doç. Dr. Bahriye Üçok için
ilk tören, Karşıyaka Mezarlığı’ndaki gömütü başında yapıldı.
Buradaki törene kızı Kumru Üçok, Cumhuriyet Kadınları Derneği Başkanı Avukat Şenal Sarıhan, ADD Çankaya Şubesi Başkan Yrd. Memduh Süzer, CHP Ankara İl Başkanı Zeki Alçın, İlçe Bşk. Mehmet Perçin’in yanı sıra sevenleri ve arkadaşları katıldı.

Bahriye Üçok için akşam saatlerinde ise Bahçelievler’de kendi adını taşıyan parkta
bir anma etkinliği düzenlendi. Şenal Sarıhan yaptığı konuşmada, Bahriye Üçok’un demokrasi ve laiklik mücadelesi verirken katledildiğini belirterek;

  • “Burada olmak ve O’nu anmak bizim için bir sorumluluk ve görevdir.
  • O, ülkenin laik ve demokratik bir ülke olmasını istiyordu.
  • Laiklik olmadan ülkenin özgürleşmeyeceğini düşünüyordu.
  • Siyasal İslama karşıydı. Ancak bugün Cumhuriyet kazanımları ve laiklik
    tehlike altındadır. Sözde demokrasi paketleriyle demokrasi ve özgürlük
  • ortadan kaldırılmak isteniyor..” dedi.

Üçok’un ilahiyatçı olduğuna dikkat çeken Sarıhan,

  • “O bilimi savunuyordu, hurafeleri değil.
  • Bu saldırı aynı zamanda bilime ve laik düşünceye karşı yapılmıştır.
    Bizler O’nun yolundan ilerlemeye devam edeceğiz.” dedi.

Konuşmaların ardından anmaya gelenler marşlar okudu. (Cumhuriyet, 6.10.13)

“Çocuk Çalıştırmanın En Olumsuz Biçimlerine Ait Bulgular 2012” ABD raporu


Dostlar
,

AKP Türkiye’sinden acı görünümler..

  • Yasa dışı çalıştırılan çocuk sorunu çözülemiyor.

2012 için TÜİK bu rakamı yaklaşık 1 milyon olarak (992 bin) vermişti.

ILO normlarına dayalı mevzuatımıza göre çocuklar ancak 8 yıllık zorunlu eğitimi (artık 4+4 olarak kesintili ne yazık ki!) tamamladıktan sonra çalıştırılabiliyor.
Başlıca çıraklık ve kalfalık eğitimi verilerek meslek edindirmek üzere..

Ama kazın ayağı hiç de öyle değil..

ABD kaynaklı rapor, ülkemiz adına üzüntü verici bilgiler içermekte..

ILO_Cocuklar_En_Kotu_Bıcımde_Calistiriliyor

(http://ahmetsaltik.net/arsiv/2013/10/ILO_Cocuklar_En_Kotu_B%C4%B1c%C4%B1mde_Calistiriliyor-300×225.jpg)

Sevgi ve saygı ile.
07.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

“Çocuk Çalıştırmanın En Olumsuz Biçimlerine Ait Bulgular 2012” ABD raporu

ABD’DEN ÇARPICI TÜRKİYE RAPORU

ABD Çalışma Bakanlığı’nın

“Çocuk Çalıştırmanın En Olumsuz Biçimlerine Ait Bulgular 2012” raporu

yayımlandı. Dünya ülkelerinde çocuk çalıştırma sorununun ülkeler ölçeğinde
ele alındığı çalışmada, Türkiye’de çocukların başta tarımdaki tehlikeli faaliyetler olmak üzere çalışmanın en olumsuz biçimlerine dahil edildiği belirtildi.

Raporda, Türkiye’de hükümetin çocuk çalıştırma ve yoksullukla mücadeleye dönük bir dizi programı desteklemesine karşın, çocuk çalıştırmayla mücadele edecek programa sahip olmadığı vurgulandı. Raporda ayrıca, 2013 başlarında ilan edilen bir ateşkes yürürlükte olsa da;

  • Türkiye’de çocukların Kürt militan gruplar tarafından
    silah altına alındıkları
    na ilişkin haberler bulunduğu belirtildi.

Raporun Türkiye’yle ilgili bölümünde yer alan saptamalardan kimileri şöyle:

  • Tarımda uzun saatler çalıştırılan çocuklar, ağır yükleri taşıyor ve
    yetersiz beslenme ile kimyasallara ve göç sırasında ağır strese maruz kalıyor.
  • Çocukların çoğunlukla aileleriyle birlikte gittikleri tarım işlerinde sağlık ve eğitime erişimleri sınırlı.
  • Türkiye’de çocuklar KOBİ’lerde marangozluk, araba ve ayakkabı tamiri,
    gıda işleme ve mobilya üretiminde çalışıyor.
  • Buralarda uzun saatler ve tehlikeli alet, makine ve kimyasallarla çalışmak
    risk oluşturuyor.
  • Roman çocukların çoğunlukla kimlik belgeleri yok ve sonuç olarak kendilerini e
    n olumsuz koşullarda çalışmaktan koruyacak eğitim gibi kamu hizmetlerinin dışında kalıyorlar.
  • Çalışma Yasası, çocukları tehlikeli çalışma koşullarına karşı hukuki korumadan yoksun ve kırılgan bırakıyor. (ANKA, 7.6.13)

Her yıl 175 bin kanser tanısı!


Dostlar
,

Ülkemizde yıllık kanser insidensi hızı (o yıl yeni tanı alanlar..) yüzbinde 200 olarak verilmekte (200E-05). Buradan kalkarak, 83 milyondan eksik olmayam gerçek nüfusumuzda (ne yazık ki TÜİK en az %10 eksik göstermekte nedense??!) yaklaşık olarak 166 bin yeni kanser olgusu tanısı beklenmektedir. Bu rakam (hız olarak) dünya geneline yakındır. Dünyada da her yıl 15-16 milyon insana yeni kanser tanısı konmakta..
Her yıl bu rakamın yarısı kadar kanserli hasta da aramızdan (kanserli hasta havuzundan) ayrılmakta (DSÖ verileri). Dünyada toplam ölümler 58 milyon / yıl dolayında olup yaklaşık her 7 ölümdn 1’i kanser nedenlidir.

Ancak yine de, hastalıkların görülme ve ölüm hızı bakımından en önde geleni
olmakla birlikte, insan ölümlerinin 1 numaralı nedeni AÇLIK! 

BM FAO (Food and Agriculutre Organisation – Roma) verilerine göre yeryüzünde
her 7 insandan 1’i aç (1 milyar 40 milyon) ve bu kitlenin her yıl 11 milyonu ölmekte.
Bu verilerle 5 ölümden 1’inin AÇLIK nedenli olduğu görülüyor.

Ne acıdır ki; demokrasi, barış, insan hakları… getireceği masalları anlatılagelen KüreselleşTİRme = Yeni Emperyalizm süreci tam tersine hastalık, açlık, ölüm getirmekte. FAO, açlık rakamlarının sürekli büyüdüğüne dikkat çekmekte!

Çare, DİRENİŞİ KÜRESELLEŞTİREREK (Prof. Noam Chomsky)
küreselleşen yeni emperyalizmi bir kez daha yenmek..

Konuya ilişkin bilgiler almak, korunma yollarını, erken belirtilerini öğrenmek için KANSER EPİDEMİYOLOJSİ başlıklı yansılarımıza (79 yansı) bakılabilir.
(Kanser_Epidemiyolojisi_Ahmet_SALTIK.pdf, 7.10.13)

• Hemen hekime başvurulması gereken 7 alarm verisi : 
1. Vagina ve anüsten gelen normal olmayan bir kanama veya akıntı.
2. Memelerde (kadınların her ay kendi kendilerini muayene etmeleri,
    40 yaşından sonra da yılda bir kez hekime gitmeleri..)
    veya başka yerlerde görülen kalıcı şişlik ve sertlikler.
3. İyi olmayan yaralar,
4. Miksiyon (idrar yapma) ve defekasyon (dışkılama) alışkanlıklarında
değişiklikler.
5. Ses kısıklığı ve nedensiz öksürük, öksürükte kan (hemoptizi).
6. Yutkunma ve sindirim bozukluğu (Disfaji, dispepsi).
7. Ben ve siğillerin şekil değiştirmesi, ülserleşip kanaması..

 

Sevgi ve saygı ile.
07.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Her yıl 175 bin kanser tanısı!

ANKARA (ANKA) – Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, Türkiye’de her yıl
yaklaşık olarak 175 bin kişiye kanser tanısı konulduğunu, erkeklerde en çok trakea, bronş, akciğer kanseri; kadınlarda ise meme kanserinin görüldüğünü söyledi.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu’nun soru önergesini yanıtlayan Sağlık Bakanı Müezzinoğlu, kansere bağlı ölüm olaylarının on yılda iki kat arttığını belirterek;

TÜİK verilerine göre; 2002 yılında kansere bağlı ölüm %12 iken, bu oran 2012’de % 21’e ulaşmıştır.” dedi. Türkiye’nin “Kanser Haritası”nın sürekli güncellendiğini vurgulayan Müezzinoğlu,

“Bölgeler arasında kanser sıklığı açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farkın olmadığını.” söyledi.

Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kanserde görülen artışın 3 temel nedeni;

1. yaşlı nüfusta meydana gelen artış,
2. tütün kullanımı ve
3. obezite salgını

olarak açıklayan Bakan Müezzinoğlu,

“Ülkemizde; bunların yanı sıra, kanser kayıtçılığında yapılan iyileştirmelerle, daha önce bilinmeyen vakaların kayda alınması da kanser istatistiklerindeki artışın bir başka nedenidir. Ülkemizde açılmış olan 15 aktif kanser kayıt merkezimizle birlikte nüfusumuzun % 50’çoğunu kayıt altına almış durumdayız. Tüm dünyada aktif kanser kayıtçılığı yapılan nüfus oranının %8 olduğu düşünülürse; ülkemiz %50 gibi bir oranla bu konuda dünya lideri olmaya aday bir ülkedir.” ifadelerini kullandı.

Aydın Aymazlığı ve Sol

Aydın Aymazlığı ve Sol


Sonmez_Targan_birlesmeden_iktidar..

SÖNMEZ TARGAN 

 

 

Bir söz vardır ve ilk kez Sadun Aren’den duymuştum. “Et kokmasın diye tuzlarsın,
ya tuz kokmuşsa ne yaparsın?” 
Tam bizim aydınlarımızın AKP karşısındaki tutumlarını anlatan bir betimleme.

Konuyu derinleştirmek için biraz gerilere gitmek gerekecek. 12 Eylül askersel devirmesinin toplumun en geniş kesimlerinde yarattığı korku ve yılgınlık ortamında pusulayı şaşıran kimi aydın ve solcularımız Özal’ın iktidara gelmesinde kendilerine roller biçmekle kalmadılar, Özal’ın iktidarı döneminde demokrasi alanında büyük beklentiler içine girdiler.

Örneğin solun önünde en büyük yasal engellerden biri olan ünlü 141 ve 142. ceza yasası maddelerinin Özal döneminde kaldırılmış olmasını demokrasi adına atılmış önemli bir adım olarak gösterme yarışına girdiler. Oysa aynı tarihsel süreçte,
başta Sovyetler Birliği olmak üzere Doğu Avrupa’da sosyalist ülkeler yıkılmış ve özellikle bizde sol potansiyel bir tehlike(!) olmaktan çıkmıştı.

Yaşananlara sınıf merceğinden bakmayan ve bilimsel verilere dayanmayan böylesi yaklaşımlar şu gerçeği hiç anımsamadılar :

68 devrimci gençlik önderlerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararı TBMM’de görüşülürken o sıralar ABD’de bulunan Turgut Özal’ın, Meclis’teki siyasal yakınlarına asılmalarına onay vermeleri için ileti gönderenin de
aynı kişi olduğunu ne çabuk unuttular.

  • Bu denli uzağa gitmeye de gerek yok. 12 Eylül darbesinin gerisinde yatan
    temel gerekçelerin başında ekonomik önlemler paketi olan
    24 Ocak 1980 Kararları‘nın uygulamaya konulması değil miydi?

Bu kararların oluşmasında ve cunta döneminde uygulamaya konulmasında başsorumlu Özal değil miydi?

Son 10 yılı aşkın bir süredir, ülkeyi demagojik bir şarlatanlıkla yöneten bugünkü siyasal erkin kurmayları da, unutulmamalıdır ki, birçok bakımdan Özal’ın öğrencileridir. Aynı aymazlık AKP konusunda da sürüyor. Adlarının önüne aydın, yazar, uzman, sanatçı, akademisyen gibi sıfatları da koyarak televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde boy göstererek AKP şakşakçılığı yapanlar içinde, ne yazık ki
eski solcular ağırlıkta.

Üniformalı faşizme geçmişten gelen öfkeleri nedeniyle bu konularda yanılgıya düşen sıradan yurttaşları bir ölçüde anlayışla karşılamak olası. Ama 10 yılı aşan iktidarları döneminde

– bulaşmadıkları kirli işler,
– yolsuzluklar,
– hukuk ve çağdışılıklar kalmamış ve hatta
– 12 Mart ve 12 Eylül faşist dönemlerini aratmayacak baskıcı uygulamalarına

tanık olduğumuz bu iktidardan paketler halinde demokrasi bekleyen
Türkiye entelijansiyesine ne demeli?..

Söz buraya gelmişken bir kıdemli siyasetçimizin geçmişte söylediği bir belirleme geldi usuma.

  • “Bizdeki gibi haini bol bir ülke dünyada yoktur.” 

Ben de bu belirlemeye bir ekleme yaparak yazımı noktalamak istiyorum:

Dünyanın hiçbir yerinde bizdeki gibi omurgasız aydın topluluğu,
böylesine bir araya gelmemiştir. (Cumhuriyet, 6.10.13)