Etiket arşivi: Örsan K. Öymen

Faşizmin tuzakları

Faşizmin tuzakları

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 25 Ocak 2021

Faşist yönetimler, seçimle iktidara gelseler de kolay kolay seçimle iktidardan ayrılmazlar. Çünkü faşizm, inançlarını dogmalar ve önyargılar üzerinden oluşturur, kendi dünya görüşünü mutlak doğru olarak görür, kendisi gibi olmayan her şeyden nefret eder, hoşgörüden, anlayıştan, empatiden yoksundur, eleştiriye tahammül edemez, herkesin kendisi gibi olmasını ister, kendi yaşam anlayışını herkese zorla dayatmaya çalışır, muhalefetteki siyasi partilerle eşit koşullarda yarışmaz, kaba kuvvetle, zorbalıkla, zulümle, tutuklamalarla, sansürle, yasaklarla, baskıyla iktidarını korumaya çalışır.

1933-1945 yılları arasında Almanya’da Adolf Hitler’in öncülüğünde Nazi döneminde yaşanan tam da budur. Bir taraftan sosyal demokratların ve komünistlerin, bir taraftan da merkez sağ partilerin oylarının bölünmüş olmasından yararlanarak, çok partili serbest seçimlerde oyların %33’ünü alarak iktidara gelen Hitler, kısa bir süre sonra diktatörlüğünü ilan etmiştir.
***
Hitler’in ve Nazi partisinin durumuyla bire bir örtüşmese de günümüzde de Hitler’i ve Nazi dönemini çağrıştıran uygulamalar devam etmektedir. Vladimir Putin ve Birleşik Rusya Partisi, muhalefeti ve medyayı baskı altında tutarak iktidarını 20 yılı aşkın bir zamandır sözde serbest seçimlerle sürdürmektedir. Rusya’da muhalefet hareketi geliştirmeye çalışanlar ya tutuklanmakta ya da suikasta kurban gitmektedirler. Medyanın neredeyse tamamı hükümetin kontrolü (AS: denetimi) altındadır.

Eski ABD Devlet Başkanı Donald Trump, 2020 seçimlerini kaybettiği halde, ortada hiçbir kanıt olmadığı halde, seçimlerde hile yapıldığını iddia etmiş, bunun üzerine fanatik Trump taraftarları, ABD Kongre binasını basarak birisi polis, beş kişinin ölümüne ve onlarca kişinin yaralanmasına neden olmuştur.

18 yıldır Türkiye’de iktidarda olan

  • Recep Tayyip Erdoğan ve AKP, 2008 yılından itibaren (AS: başlayarak) devreye soktuğu sivil darbe süreciyle, yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığını, bağımsız yargıyı, hukuk devletini, düşünce, ifade, örgütlenme, medya özgürlüğünü ve laikliği ortadan kaldırmıştır; anayasayı ihlal etmiştir ve iktidarını sözde serbest seçimlerle sürdürmüştür.

    Aynı AKP, 2019 yılında, İstanbul belediye seçimlerini kaybedince, uydurma ve yasaya aykırı gerekçelerle, seçim sonuçlarını iptal ettirmiştir.
    ***
    Erdoğan ve AKP son zamanlarda da iktidarını sürdürebilmek için, seçim sistemi üzerinde yeni düzenlemeler yapmaya çalışmaktadır. Yapılan tüm araştırmalara göre oy kaybına uğrayan ve geçerli olan sistemde MHP’nin desteğiyle de %50’yi aşamayacağını anlayan Erdoğan ve AKP, yeni kurnazlıkların peşine düşmüştür.

Erdoğan kendi kurduğu “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”nin kurbanı olmuştur. Bu nedenle, eski düzene dönmeyi bile bir seçenek olarak değerlendirmektedir. Çünkü tüm araştırmalarda AKP, oy kaybına rağmen (AS: yitimine karşın), 1. parti olmayı sürdürmektedir. Daha önce geçerli olan parlamenter sisteme göre Erdoğan ve AKP, %50 şartına gerek kalmadan, tek başına veya MHP ile koalisyon halinde, iktidarda kalmaya devam edebilirdi.

Durum böyleyken, muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve İYİ Parti’nin, “güçlendirilmiş parlamenter sistem” olarak anılan çalışmalar başlatmaları anlaşılır gibi değildir. Bu çalışmaların, AKP’nin iktidarda kalmasını sağlayacağı açıktır. Bu çalışmalar çok vahim bir zamanlama ve sıralama hatası içermektedir.
***

  • Türkiye’nin bugünkü koşullardaki önceliği, parlamenter sisteme dönmek değil, AKP iktidarından kurtulmak olmalıdır.

Önce AKP iktidarı değişmelidir, ondan sonra parlamenter sisteme dönülmelidir.

Çünkü Erdoğan ve AKP iktidarda olduğu sürece, seçime hangi sistemle girilirse girilsin, parlamenter demokratik sistemi yaşatmak olanaklı değildir.

  • Türkiye, devletin tüm kurum ve kuruluşlarını ele geçiren AKP kadrolarından kurtulmadıkça, demokratik, laik, sosyal, hukuk devletine kavuşamaz.

Seçmen CHP’ye ve İYİ Parti’ye, AKP’yi kurtarmak için değil, AKP’den kurtulmak için oy vermiştir!

Muhalefet bu kafayla yola devam ederse bugüne kadar aldığı oyları da alamaz hale gelecektir. Muhalefet bindiği dalı kesmektedir.

Üniversite

Üniversite

Cumhuriyet, 11 Ocak 2021

 

Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmadığı gibi, AKP’den milletvekili aday adayı olan Melih Bulu’nun, “Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından, Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanması, tepkiyle karşılandı.

AKP Sözcüsü Ömer Çelik, söz konusu tepkilerden sonra yaptığı açıklamada, “Bir insanın siyasi kimliğinin bulunması suç değildir” dedi. Doğrudur. Akademisyenler dahil, bir insanın siyasi kimliğinin bulunması suç değildir. Ayrıca insanların siyasi kimliklerinin olması, üniversitelerde idari görevlere atanmalarının önünde bir engel de değildir.

Siyasi kimliği bulunan akademisyen, siyasi kimliği üzerinden, öğretim üyeleri, öğretim görevlileri, araştırma görevlileri, idari personel ve öğrenciler arasında ayrımcılık yapmıyorsa, siyasi kimliğini üniversiteye dayatmıyorsa, siyasi kimliğinden olmayanları dışlamıyorsa, onlara “mobbing” uygulamıyorsa, onları bezdirmek amacıyla baskı uygulamıyorsa, onların atanmalarını ve yükseltilmelerini engellemiyorsa, onların sözleşmelerini feshetmiyorsa, siyasi kimliğiyle akademik ve idari çalışmaları arasında bir sınır çekebiliyorsa, onun siyasi bir kimliğinin olmasında hiçbir sakınca yoktur.
***

Ancak, AKP ve MHP ile ilişkileri olan rektörler ve dekanlar, bu ilkelere uymuyorlarsa, siyasi kimlikleri üzerinden kendilerine verilen yetkileri suiistimal ediyorlarsa ve bu görevlere siyasi kimliklerinden ötürü atanıyorlarsa, ayrıca, Türkiye’deki üniversitelerde rektörlerin ve dekanların neredeyse tamamı, AKP’lilerden, MHP’lilerden ve herhangi bir siyasi partiyle ilişkisi olmayanlardan oluşuyorsa, muhalefette olan Cumhuriyet Halk Partisi, İYİ Parti, Halkların Demokratik Partisi, Saadet Partisi, Türkiye Komünist Partisi, Türkiye İşçi Partisi, Emek Partisi ile ilişkileri olan akademisyenler, liyakat ölçütlerini yerine getirdikleri halde, rektör veya dekan olarak atanamıyorsa, burada ciddi bir sorun var demektir.

Bu durumda Ömer Çelik’in açıklaması, uygulamaya bakıldığında, şu anlama gelmektedir: “AKP’den veya MHP’den olduğu sürece, rektörün ve dekanın siyasi kimliği olabilir, aksi halde hiçbir siyasi kimliği olamaz.
***

Türkiye’de üniversitelere yönelik ilk büyük darbe, 12 Eylül askeri darbe yönetimi tarafından 1981 yılında kurulan, Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) tarafından vuruldu. Bir askeri diktatörlük rejiminin ürünü olan YÖK, üniversitelerin özerkliğini ve bağımsızlığını ortadan kaldırdı, üniversiteleri hükümetlerin emrine soktu.

  • YÖK gibi bir kurum, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde yoktur.

Üniversitelere yönelik ikinci büyük darbe, AKP’nin 2008 yılında başlattığı sivil darbe sürecinde vuruldu. Bu sivil darbe sürecinin dört aşaması vardır. Birinci aşaması, 2008 yılında, AKP’nin Fethullah Gülen çetesiyle birlikte organize ettiği

“Ergenekon”,
“Balyoz”,
“Casusluk” ve
“OdaTV” adlı kumpaslardır.

İkinci aşaması, 2010 yılında, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu’nun ve Anayasa Mahkemesi’nin hükümetin etkisi altına girmesini ve askeri yargının yetkilerinin kısıtlanmasını sağlayan anayasa referandumudur.

Üçüncü aşaması, 2016 yılında, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasındaki olağanüstü hal kararıyla ilişkili antidemokratik uygulamalardır.

  • Dördüncü aşaması, 2017 yılında gerçekleşen, güçler ayrılığı ilkesini ve demokratik parlamenter sistemi ortadan kaldıran, Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler Savcılar Kurulu üyelerinin önemli bir kısmının yürütme organı tarafından atanmasını sağlayan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetkilerini sınırlayan ve olağanüstü hal uygulamasının baskı koşullarında gerçekleşen anayasa referandumudur.

Bu gelişmelerle birlikte, medya, siyasi partiler, belediyeler, yargı, sendikalar, meslek odaları, dernekler, vakıflar ile birlikte, üniversiteler üzerindeki baskılar da arttı. Bugün Türkiye’de üniversitelerde, özgür bir düşünce ortamının var olduğunu savunmak olanaklı değildir. Özgür bir düşünce ortamının olmadığı kurumlarda, ciddi boyutta bir bilimsel, felsefi ve sanatsal gelişmenin sağlanması olanaksızdır.
***

Üniversitelerin özgürlüklerine kavuşabilmeleri için;
– rektörlerin hükümet tarafından değil, öğretim üyeleri tarafından seçilerek, üniversite tarafından atanması ve
YÖK’ün ortadan kaldırılması gerekir.

Ancak öncelikle, öğretim üyelerinin, demokrasinin ne olduğunu öğrenmeleri ve vatandaşı oldukları ülkedeki adaletsizliklere karşı çıkma cesaretine sahip olmaları gerekir.

İslam ve hoşgörü

İslam ve hoşgörü

Cumhuriyet, 28 Aralık 2020

İslam dininin bir hoşgörü dini olduğu sık sık söylenir. İslamın temel kitabı olan Kuran’ın Bakara Suresi’nin 256. ayetinde yer alan “Dinde zorlama yoktur” ifadesi bu görüşün temeli olarak görülür.

Ancak Kuran’da birçok ayette, Allah’ı inkâr edenler, Allah’a inanmayanlar, kâfir olanlar için, hem bu dünyada hem de öte dünyada verilecek cezaların da ifade edilmiş olmasının, İslamda zorlama, baskı, dayatma olmadığı görüşüyle bağdaşıp bağdaşmadığı ve Kuran’ın bir çelişki içerip içermediği yıllardır tartışılmaktadır.

Öte yanda, kendisini Müslüman olarak tanımlayanların fiili davranışlarına, hareketlerine, seçimlerine ve eylemlerine bakacak olursak, durum daha da iç karartıcıdır. Dünyada kendisini Müslüman olarak tanımlayan insanların tamamı olmasa da birçoğu, hoşgörü ve empati duygusundan tamamıyla yoksun bir biçimde, İslam dinini veya İslam diniyle ilgili kendi yorumunu, başkalarına baskıyla, zorla, zulümle dayatmaya kalkmaktadır. Bu, İslamın bir hoşgörü dini olduğunu savunanları daha da zor bir durumda bırakmaktadır.
***
Türkiye, bu hoşgörüsüzlüğün dünyada en fazla yaşandığı ülkelerden birisidir.
– Maraş, Çorum ve Sivas olaylarında yüzlerce Alevinin katledilmesi;
– Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı
 ve Uğur Mumcu gibi laiklik ilkesini savunan aydınların öldürülmeleri;
– araştırmacı-yazar Turan Dursun’un İslam dinine yönelik eleştirilerinden dolayı katledilmesi;
– Neve Şalom Sinagogu, Bet İsrael Sinagogu, İngiltere Başkonsolosluğu ve HSBC bankasına yönelik saldırılarda onlarca vatandaşın yaşamını yitirmesi;
– Suruç ve Ankara Garı katliamlarında yüzü aşkın vatandaşın katledilmesi buna dair örneklerdir.

Din dersinin zorunlu hale getirilmesi; imam, hatip ve müftü ihtiyacının ötesinde dört bini aşkın imam hatip okulunun açılması; on beş bini aşkın Kuran kursunun, yüzü aşkın ilahiyat fakültesinin açılması;

  • “4+4+4” eğitim modeliyle imam hatip dışındaki okullarda da eğitimin kısmen dinselleştirilmesi;

dinin eğitim sistemi üzerinden zorla dayatılması; devlet kurumlarında kadrolaşmada liyakat ölçütleri yerine dincilik ölçütünün kullanılması; siyasetin ve bürokrasinin dini referanslara ve söylemlere göre yürütülmesi; dine yönelik eleştiri getirenlere dava açılması; dindarlık ve dinsizlik tartışmasında bir uzlaşma formülü olan laiklik ilkesinin bertaraf edilmesi ve böylece anayasanın ihlal edilmesi de kendisini Müslüman olarak tanımlayan bazı insanların ve yöneticilerin hoşgörüden ne kadar uzak olduklarının açık göstergeleridir.
***
Türkiye’de din konusundaki hoşgörüsüzlük öyle bir noktaya gelmiştir ki bir zamanlar İslamcı siyasete sempati duyup, bunu sonradan, dindar kimliğini koruyarak sorgulayan kişiler bile hedef haline getirilmiştir. İlahiyatçı Mustafa Öztürk’ün yaşadıkları buna dair en son örneklerden birisidir. Mustafa Öztürk, vahiy hakkında yaptığı bir yorumdan dolayı kendisi hakkında başlatılan linç kampanyası üzerine, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ndeki görevinden ayrılmıştır.

Oysa Mustafa Öztürk’ün yaptığı yorum, felsefe, teoloji ve ilahiyat çevrelerinde yüzlerce yıldır tartışılan olağan bir konudur. Bunu olağanüstü bir hale getirenler, ilahiyat fakültelerini ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nı işgal eden hoşgörüsüz köktendincilerdir.
***
Müslümanlar Allah’ı mükemmel bir varlık olarak tanımladıklarına göre, Müslümanlara göre Kuran da Allah tarafından yollanmış bir kitap olduğuna göre, Kuran’da gayri mükemmel unsurların bulunmaması gerektiği çıkarımı, yeni bir şey değildir. Mustafa Öztürk de, Kuran’da bazı ayetlerdeki ifadelerin, Allah’ın mükemmel varlık sıfatıyla bağdaşmadığını belirterek vahyin bu ayetlerle ilişkisinin ve yapısının sorgulanması gerektiğini ifade etmiştir.

  • Kuran’da bazı ayetlerde,
    hem çelişkili hem de bilime aykırı ifadelerin bulunması,

ayrıca bazı ayetlerde, bazı insanların ahlak ve erdem anlayışıyla bağdaşmayan unsurların var olması, sadece ateistlerin, agnostiklerin ve deistlerin değil, dindarların da üzerinde düşünmesi gereken bir konudur.

Kaybeden Mustafa Öztürk değil, İslamı İslamcılık sanan, tarihselcilikten yoksun, köktendinciler olmuştur.

Batı’dan kaçanlar

Batı’dan kaçanlar

Örsan K. ÖymenÖrsan  K. ÖYMEN
Cumhuriyet, 14 Aralık 2020

 

Doğu” ve “Batı” arasında oluşturulan yapay karşıtlıklar ve kutuplaşmalar üzerinden Türkiye’yi Batı’dan kopartmak, batıfobik “Doğu” taklitçiliğine ve özentiliğine yönelmek, emperyalizme yaradığı gibi, aydınlanma devrimlerinin de önündeki en büyük tehlikelerden birisidir.

  • Türkiye’nin Batı’nın bir parçası olmadığı safsatası Türkiye’nin geleceğini karartmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk Selanik’te, bir Avrupa kentinde doğup büyümüştür. Türkiye topraklarının bir kısmı Avrupa kıtasındadır. Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul, Avrupa coğrafyasındadır. İstanbul, Riyad’a 4 saat, Karaçi’ye 5 saat, Kuala Lumpur’a 10 saat uçuş mesafesindeyken, Atina’ya, Bükreş’e ve Sofya’ya 50 dakika, Roma’ya ve Viyana’ya 2 saat uçuş mesafesindedir.

Türkiye’nin sekiz komşusundan dördünde, Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan ve Ermenistan’da, nüfusun büyük çoğunluğu Hıristiyandır. Türkiye’deki nüfusun neredeyse üçte biri Balkan ve Kafkas göçmenlerinden oluşmaktadır. Balkanlar Avrupa kıtasındadır, Kafkaslar Avrupa’nın sınırındadır.
***
Merkezi Anadolu’da olan en eski geniş topraklı uygarlık Hitit uygarlığıdır. Hitit dili, Yunanca, Latince, Fransızca, İtalyanca, Almanca, İngilizce gibi Hint-Avrupa dil ailesine aittir. Hitit’ten sonra Anadolu’da antik Yunan uygarlığı yeşermiştir. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, Herakleitos, Anaksagoras, Kleanthes, Krisippos, Leukippos, Epikuros, Herodotos gibi filozoflar ve bilim insanları Anadolu’da yaşamışlardır. Anadolu’ya Orta Asya’dan göç eden Türklerin dili, Macarca ve Fince gibi, Ural-Altay dil ailesine aittir, Arapça gibi Sami-Semitik dil ailesine ait değildir.

İslam dininin yaygın olduğu coğrafyada yaşamış olan Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi filozoflar ve bilim insanları, antik Yunan filozofları Platon ve Aristoteles’ten etkilenmişlerdir. İbn Rüşd, Avrupa kıtasında, bugünkü İspanya topraklarında doğup büyümüştür.

İslam dini, Musevilik ve Hıristiyanlık gibi Ortadoğu çıkışlıdır, Musevilikten ve Hıristiyanlıktan etkilenerek gelişmiştir. Kuran’daki ayetlerde ifade edilen birçok şey, Tevrat’ta ve İncil’de de yer almaktadır. Üç din de aynı Tanrı’ya inanmaktadır.
***
Bunlara karşın Türkiye’nin Batı’ya ait olmadığını savunanlar kimlerdir?

Necip Fazıl Kısakürek ve onun peşinden sürüklenenler! “Milli Görüş” maskesi altında “Arap Görüş”ü savunanlar! AKP’liler! Fethullah Gülen çetesi üyeleri! Dini cemaatler ve tarikatlar! Diyanet İşleri Başkanlığı! Neo-Osmanlıcılar! Şovenist milliyetçiler! ABD’deki ve Avrupa Birliği’ndeki emperyalist, muhafazakâr, şovenist, ırkçı kesimler! Bir de bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlar!

Yaşayan en önemli filozoflardan birisi olan Noam Chomsky, Samuel Huntington’un “medeniyetler çatışması” tezini eleştirirken, Batı ile İslam arasında bir çatışma olmadığını, radikal İslamcı hareketlerin ABD tarafından desteklendiğini, ulusalcı laik yönetimlerin ABD’nin çıkarlarına aykırı olduğunu söyler.

ABD, Afganistan’ın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği tarafından işgal edilmesinden sonra, buradaki İslamcı teröristlere yıllarca destek vermiştir. Taliban ve El Kaide buradan doğmuştur. Pakistan’da İslamcı hareketlerin güçlenmesi, ABD destekli diktatör Ziya ül Hak döneminde başlamıştır. Suudi Arabistan, petrol ve savunma sanayisi alanında, ABD’nin en büyük ticari ortaklarından birisi olduğu gibi, ABD’nin bu ülkede askeri üsleri de bulunmaktadır.

  • Suriye, Libya ve Mısır’daki İslamcı hareketler, “Arap Baharı” maskesi altında ABD tarafından desteklenmiştir.

IŞİD ve El Nusra gibi terör örgütleri, ABD’nin Irak’ı işgal edip bölmesiyle ortaya çıkmıştır.
***

  • Necip Fazıl Kısakürek’in “büyük doğuculuk” saçmalığı ve oradan türetilen İslamcı akımlar, Türkiye’deki SSCB etkisini kırmak ve sosyalist hareketlerin gelişmesini engellemek amacıyla ABD tarafından desteklenmiştir.
  • 12 Eylül askeri darbesi de ABD’nin desteğinde yapılmıştır.
  • Bu darbeden sonra Türkiye’deki İslamcı hareketler güçlenmiştir ve sonunda iktidara gelmiştir.
  • AKP iktidarı da Fethullah Gülen örgütlenmesi de bir ABD yapımıdır.

ABD’nin ve AB’nin amacı, Mustafa Kemal Atatürk’ü Türkiye’den silmektir!

Laiklik karşıtlığı, İslamcılık, ileri uygarlıktan yoksunluk ve cehalet, emperyalizmin en büyük silahına dönüşmüştür.

Din ve ahlak 

Örsan K. Öymen


Örsan K. Öymen

Cumhuriyet
, 23.11.2020

Din ve ahlak 

Bir ülkede din sorgulanamaz bir tabu haline geldiyse, ahlak da dinsel ahlaka indirgendiyse, o ülkede demokrasi değil, teokrasi olur. Dünyanın en demokratik ülkelerinde dinin sorgulanabilmesi ve bunun sonucunda teizm, ateizm, agnostisizm, deizm gibi farklı görüşlerin gelişmesi, din dışı bir ahlak anlayışının da var olması ve buna bağlı olarak bir hukuk düzeninin kurulması bir tesadüf değildir.

Laiklik, demokrasinin özünde olan temel unsurlardan birisidir.

  • Laikliğin olmadığı yerde demokrasi değil, teokrasi olur.

Türkiye’de birçok nedenle birlikte, bu nedenle de demokrasi yoktur. Siyasetçilerin ahlakı dinin tekelinde gördüğü, Diyanet İşleri Başkanı’nın “Ahiret inancı olmayan insandan her türlü kötülük beklenir” açıklaması yaptığı, eğitim sisteminde ahlak dersinin din dersiyle birlikte verildiği ve ahlakın dinsel ahlaka indirgendiği bir ülkeye, bin yıl da bekleseniz, demokrasi gelmez.
***

  • Ahlak ile din arasında zorunlu bir bağlantı yoktur.
  • Bir insanın ahlaklı olup olmaması, dindar olup olmamasına bağlı değildir.

Her dinin bir ahlak anlayışı olsa da ahlakın tarihi dinin tarihinden daha eskidir ve dinlerden bağımsız olarak gelişen din dışı bir ahlak anlayışı her zaman var olmuştur.

İyilik de kötülük de kendisini dindar olarak tanımlayan kişilerden de kendisini dinsiz olarak tanımlayan kişilerden de gelebilir.

  • Kendisini dindar olarak tanımlayanların zorunlu olarak ahlaklı ve iyi oldukları iddiası,
    bir safsatadan ve yalandan ibarettir.

Ortaçağda ve onu izleyen yüzyıllarda Avrupa’da milyonlarca insan Hıristiyanlık adına katledilmiştir. 20. ve 21. yüzyılda, nüfusun çoğunluğunun kendisini Müslüman olarak tanımladığı topraklarda da durum farklı değildir. Nijerya’da, Sudan’da, İran’da, Suudi Arabistan’da, Afganistan’da, Pakistan’da, Türkiye’de, Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da

milyonlarca insan İslam adına katledilmiştir.

***

  • “İslam coğrafyasının” hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık ve rüşvet karnesi de oldukça zayıftır.

Öte yanda, dünyada dindarların oranının en düşük olduğu İskandinav ülkelerinin, hırsızlık, yolsuzluk, dolandırıcılık ve rüşvet olaylarının en az yaşandığı ülkeler arasında olmaları düşündürücüdür.

Eurobarometer” adlı kurumun bir araştırmasına göre İsveç’te nüfusun %77’si dindar değildir ve Tanrı’nın varlığına inanmamaktadır. “Transparency International” adlı kurumun yaptığı bir başka araştırmaya göre, İsveç dünyada en az yolsuzluğun yaşandığı 4. ülkedir.

İnsan hakları açısından bakıldığında da durum farklı değildir. “Eurobarometer”in araştırmasına göre;
İsveç’in %77’si,
Danimarka’nın %69’u,
Norveç’in %68’i,
Fransa ve Hollanda’nın %66’sı,
Britanya’nın % 62’si,
Finlandiya’nın % 59’u,
Belçika’nın % 57’si,
Almanya’nın % 53’ü,
İsviçre’nin %52’si,
Avusturya’nın %46’sı,
İspanya’nın % 41’i

dindar değildir ve Tanrı’nın varlığına inanmamaktadır!

İnsan hakları açısından bu ülkeler en ileri ülkeler arasında yer alırlar.

  • Türkiye’de kendisini dindar olarak tanımlayan AKP iktidarının uygulamalarının ise ahlakla, erdemle, adaletle bir ilgisi yoktur. 

Fethullah Gülen adlı dinci şarlatanın kurduğu çeteyle birlikte, “Ergenekon”, “Balyoz”, “Casusluk”, “OdaTV” adlı sahte yargı süreçlerinde yüzlerce masum gazeteciyi, yazarı, akademisyeni, siyasetçiyi, askeri yıllarca hapislerde süründüren AKP’dir. Hâlâ aynı hukuk dışı yöntemlerle masum gazetecileri, yazarları, siyasetçileri, işadamlarını hapislere atan yine AKP’dir.
***
Kuran
’da yer alan “cehennem” cezasının, insanları iyiliğe yönlendirdiği iddiası bir safsatadan ve yalandan ibarettir. Ayrıca, bununla ilgili ayetler, bazı Müslümanların kötülük yapmasını önlese de bunun iyilik olup olmadığı tartışmalıdır. Çünkü insan, hiçbir karşılık beklemeden, iyilik için iyilik yapıyorsa, iyi bir insan olabilir. “Cennete” gitmek için iyilik yapan kişi iyi insan olmaz. Olsa olsa çıkarcı ve fırsatçı bir insan olur.

  • İnsanları iyiliğe yönlendirmenin yolu korkutmak ve baskı kurmak değildir, eğitimdir.

Laikliğin yerine teokrasinin olduğu yerde, ahlaklı, erdemli, adil ve iyi insanın yetişmesi olanaksızdır.

Erdoğan ve uygarlık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Erdoğan ve uygarlık

AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan, 19 Ekim 2020 tarihinde İbn Haldun Üniversitesi’ndeki konuşmasında, şu açıklamaları yapmıştı:

Ülke ve millet olarak kendimizi kontrolsüz bir Batılılaşma fırtınasının içinde bulduk. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun, en sığından, en bayağısından, en çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması, Cumhuriyetimizin en büyük kaybıdır.

Aynı şekilde gerçek iktidarın, fikri iktidar olduğunu da gayet iyi biliyoruz. Tek tek bireylerden başlayarak toplumun tamamına ve oradan da insanlığa uzanan fikri iktidar yolu gerçekten zor ve zahmetli bir süreçtir. Şahsen bu konuda kendimi biraz mahzun hissediyorum. Samimi bir muhasebe ile geçen 18 yılda her alanda tarihi eserlere ve hizmetlere imza attığımızı, ama eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadığımızı düşünüyorum.

Eğitim-öğretim görüyorlar, ama çoğu alanda hepimizi mutmain edecek düzeyde yetişmiş insan gücüne sahip değiliz. Genç bir nüfusa sahibiz hamd olsun, ama medeniyet tasavvurumuzu layıkıyla hayata geçiremiyoruz.

Medyamız en modern altyapıya sahip, ama bizim sesimizi ve nefesimizi yansıtmıyor. İlimde, sanatta, kültürde hep benzer sıkıntılarla karşı karşıyayız. En haklı olduğumuz konularda bile dünyaya kendimizi anlatamıyoruz. İşte bunun için de fikri iktidarımızı hâlâ tesis edemediğimiz kanaatindeyim.

Taklitçilik, mevcudun ardından gitmek demektir. Halbuki bize lazım olan ilhamını gelenekten alan yenilikçiliktir. Elbette dünyanın bilimde, teknolojide, kültürde, sanatta geldiği yeri toptan reddedecek, görmezden gelecek kadar gerçeklerden kopuk değiliz. İletişim mecralarının böylesine geliştiği, tüm dünyanın adeta küçük bir köy hükmünü kazandığı günümüzde, başka türlü hareket etmenin mümkün olmadığını da gayet iyi biliyoruz. Günlük hayatımızda otomobili bırakıp, atı ulaşım vasıtası haline getirmek gibi bir düşüncemiz tabii ki yok. Bilgisayarın getirdiği kolaylıkları bir kenara bırakıp, taşa, tahtaya, parşömene yazarak konvansiyonel yöntemlerle işlerimizi yürütmek gibi bir saplantımız da bulunmuyor.

Türkiye, kuru kuruya Batıcılık saplantısı yanında, yine aynı kaynağın ürünü pek çok sapkın ideoloji ve akımın zehrine de maruz kalmış bir ülkedir.
***
İnsanlar gerçek bir nedensellik ilişkisi kuramazlarsa, yaptıkları samimi itirafların bir anlamı kalmaz.

  • Türkiye’nin son 18 yılda uygarlık, bilim, eğitim, kültür ve sanat alanındaki geri kalmışlığının en büyük nedenlerinden birisi, Erdoğan’ın izlediği siyasettir.

Anayasal düzenin yıkıldığı;
Yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığının ve yargı bağımsızlığının ortadan kalktığı; Anayasa Mahkemesi kararlarının yok sayılarak hukuk devletinin çökertildiği;
düşünce, ifade, yayın, örgütlenme özgürlüğünün darbe yediği;
laiklik ilkesinin bertaraf edildiği;
eğitimin, “4+4+4” modeliyle, imam hatip okulu, Kuran kursu, ilahiyat fakültesi enflasyonuyla dinselleştiği;
Batı düşmanlığının ve Doğu taklitçiliğinin egemen olduğu,
Batı’daki yararlı unsurların teknolojiye indirgendiği,
Batı’daki bazı ideolojilerin ve akımların “sapkın” olarak damgalandığı;
fikri iktidarın” dinci dogmatizmin iktidarı olarak görüldüğü bir ortamda,

uygarlık, bilim, eğitim, kültür ve sanat alanında ileri bir seviyeye ulaşılamayacağı kesindir.

Uygarlık, bilim, eğitim, kültür ve sanat, bir Batı, Doğu, kuzey, güney konusu değildir. Bunlar dünyaya ve insana özgü konulardır. Doğu ve Batı karşıtlığı üzerinden bu alanlarda bir ilerleme sağlanamaz.

Doğuda yaşamış olan Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Razi, Harezmi ve İbn Haldun da bunun farkında olan bilim insanları arasında yer alırlar.
***
Erdoğan, uygarlık, bilim, eğitim, kültür, sanat alanında ilerlemek istiyorsa, insan, doğa ve hayvan sevgisiyle herkese örnek olan, halkın cehaletten kurtulması doğrultusunda ömür boyu süren bir mücadele veren gazeteci-yazar Bekir Coşkun için bir başsağlığı mesajı yayımlayarak, işe buradan başlayabilir.

Felsefe ve din

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Felsefe ve din

Son yıllarda, siyasi yelpazenin hem sağ hem de sol kanadında, bazı yazarların, felsefe ile dini bağdaştırmak için özel bir çaba göstermeleri dikkat çekicidir. Bu yaklaşım, karanlık ortaçağ zihniyetine hizmet ettiği gibi, felsefenin özüyle ve tarihselci bakış açısıyla çelişmektedir.

Felsefe terimi, antik Yunancada bilgelik sevgisi anlamına gelen “philo-sophia” teriminden türetilmiştir. Ancak kuşkucular hariç, antik Yunan filozofları bilgelik (“sophia”) kavramını, bilgi (“episteme”), gerçeklik (“aletheia”) ve akıl yürütme (“logos”) kavramlarıyla birlikte ele almışlardır. Başka bir deyişle filozof, akıl yürüterek gerçeğin bilgisini elde etmek için mücadele eden kişidir.

Hatta kuşkucu filozoflar bile, kuşkularını akıl yürüterek gerekçelendirmişlerdir. Çünkü akla dayalı temellendirme, felsefenin özünde olan bir şeydir. Felsefe bu anlamda, kavramsal ve kuramsal bir etkinliktir. Felsefe, söylenceden akıl yürütmeye, “mitos”tan “logos”a geçme sürecidir. Antik Yunan’dan sonra da felsefe, günümüze kadar bu doğrultuda gelişmiştir.

***

Din de felsefe gibi, evreni, doğayı, insanı, toplumu, ahlakı açıklamak için bir girişimde bulunur. Ancak birçok dinin temelinde tanrılara, Tanrı’ya, vahye ve imana yönelik inançlar yatar. Felsefede gerekçelendirmenin temeli, tanrılar, Tanrı, vahiy ve iman değildir. Felsefe, kavramlarla ve kuramlarla gerçekliğin bilgisine ulaşmayı amaçlar.

Ayrıca dinin felsefe gibi, diyalektik ve çoğulcu bir yapısı da yoktur. Felsefede farklı görüşler, hatta birbiriyle çelişen tezler ele alınabilir. Oysa dinde, dinin çizdiği sınırların dışına çıkılamaz.

  • Din, içerdiği iddiaları tartışma konusu haline getirmez. Din sorgulayıcı değildir, dogmatiktir.

Bununla birlikte din cemaatçi bir anlayışa sahiptir. Birçok dinin bir öncü lideri vardır ve o dinin üyesi olan insanlar, o lidere itaat ederler, onun söylediklerine iman ederler. Museviler Musa’nın, Hıristiyanlar İsa’nın, Müslümanlar Muhammed’in, Budistler Budha’nın, Konfüçyüsçüler Konfüçyüs’ün sözlerinin dışına çıkamazlar, onları tartışma konusu haline getiremezler. Bunu yaptıkları anda o dinin dışına çıkmış olurlar. Felsefe ise bir mücadele meydanıdır; bir filozofun ortaya attığı tez bir başka filozof tarafından eleştirilebilir, çürütülebilir ve ortaya atılan herhangi bir iddia sorgulanabilir.

***

Buna rağmen tarihte, dinsiz filozoflar gibi, dindar filozoflar da var olmuştur. Ancak bu durum tarihsel siyasal koşullardan ve teokratik yapılardan bağımsız olarak yorumlanamaz. İster antikçağdaki çoktanrıcı bağlamda olsun, ister ortaçağdan itibaren yaygınlaşan tektanrıcı bağlamda olsun, döneminde egemen olan dinlerin sorgulanması, yakın bir geçmişe kadar, ölüm, hapis, sürgün ile cezalandırılmaktaydı. Bu nedenle birçok filozof yüzyıllar boyunca, felsefe ve dini sentezlemek veya din konularında diplomatik ifadeler kullanmak durumunda kalmıştır.

Felsefe alanında dine ve dindeki Tanrı kavramına yönelik ilk eleştiriler 17. yüzyılda Spinoza ve 18. yüzyılda Hume, Diderot, D’Holbach gibi filozoflarla başlamış, 19. ve 20. yüzyılda Feuerbach, Marx, Nietzsche, Carnap, Sartre, Russell, Dennett gibi filozoflarla devam etmiştir. Bu filozoflar da birçok dindar filozof gibi önemli, yani büyük filozoflardır.

1776 Amerikan Devrimi ve 1789 Fransız Devrimi sonrasında, laiklik ilkesinin belli başlı coğrafyalarda geçerli kılınmasıyla ve bir özgürlük ortamının oluşmasıyla birlikte, ateist, agnostik ve deist kuramlar yaygınlaşmaya başlamıştır.

Öte yanda antik Yunan felsefesinde, Tevrat, İncil, Kuran’da tanımlandığı biçimde bir Tanrı kavramı yoktu. Dolayısıyla antik Yunan dönemi için “Tanrı” değil, “tanrılar” terimi kullanılabilir. Kaldı ki bu dönemde birçok filozof çoktanrıcı dine de inanmamaktaydı veya “tanrılar” terimine dinden farklı bir anlam yüklemekteydi.

Özetle, dinci siyasi baskılar azaldıkça, dinsiz filozofların sayısı artar, felsefe kendi özüne yabancılaşmaktan ve şizofreni benzeri durumların içine düşmekten kurtulur. Bunu da ancak devrimci filozoflar anlar.

Doğu-batı karşıtlığı kurgusu

Örsan K. Öymen

Doğu-batı karşıtlığı kurgusu

Türkiye aslında, uygarlık tarihini “doğu” ve “batı” karşıtlığı üzerine kurmanın sancılarını yaşamaktadır. “Batı” düşmanlığı ve “doğu” hayranlığı ve buna bağlı olarak geliştirilen kurgular, sadece İslamcı kesimde değil, laik olduğunu savunan kesimlerde de oldukça yaygındır.

Oysa uygarlık, belli bir dönemin, coğrafyanın ve etnik topluluğun tekelinde olan bir şey değildir. Uygarlık sürekli hareket halinde olan bir şeydir ve insana özgü bir oluşumdur.

Uygarlığın doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi olmaz. Antik Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin uygarlıklarını ve İslam dünyasındaki uygarlığı, antik Yunan, Roma ve Avrupa uygarlıklarıyla yarıştırmak saçmadır. Söz konusu uygarlıkların hepsi, bilim, felsefe, kültür, sanat, siyaset gibi alanlarda, insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuşlardır.
***
Söz konusu “batı” düşmanlığının ve “doğu” hayranlığının altında yatan şey, bir eziklik ve kompleks duygusundan başka bir şey değildir. İleri uygarlık seviyesi adına somut bir eser ortaya koyamayan topluluklar, bunu başaranları, yarattıkları kurgularla veya geçmişe yönelik hayallerle, küçümsemeye kalkmaktadırlar.

Oysa yapılması gereken şey, batı, doğu, kuzey, güney fark etmeksizin, bütün uygarlıkların insanlığa katkılarını nesnel bir biçimde ortaya çıkarmak ve onun üzerinden ilerlemektir.

Dünyanın neresinde olursa olsun, bir topluluk, bilim, felsefe, sanat, kültür, siyaset, hukuk, demokrasi adına insanlık ve toplum için yararlı bir eser ortaya koyuyorsa, bunun hakkını vermek, bunu takdir etmek, buna saygı duymak ve olanaklıysa ortaya konan eseri aşmaya çalışmak gerekir. Dedikoduyla, söylentiyle, yalanla, kurgularla, din, mezhep ve etnik kimlik üzerine dayalı şovenist yaklaşımlarla uygarlık konusunda bir ilerleme sağlanamaz.
***
İslam dünyasında 9. ve 12. yüzyıllar arasında bilim ve felsefe alanında yaşanan gelişmeler de bu ilkel yaklaşımların aşılmasıyla olanaklı olmuştur. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Razi, Harezmi gibi önemli bilim insanları ve filozoflar, antik Yunan felsefesinden ve biliminden etkilenmişler, antik Yunan dönemindeki kazanımları yok saymamışlar, aksine, onları anlamaya çalışmışlardır.

Özellikle Platon ve Aristoteles, İslam dünyasındaki felsefenin ve bilimin esin kaynağı olmuştur. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Razi, Harezmi, antik Yunan filozoflarını ve bilim insanlarını, “Bunlar Pers, Arap, Türkmen değil, bunlar Müslüman da değil, o zaman bunları bir kenara atalım” dememişlerdir. Platon’un ve Aristoteles’in eserleri Arapçaya ve Farsçaya çevrilmiş, İslam dünyasındaki filozoflar ve bilim insanları da bu eserler üzerinden çalışmalarını geliştirmişlerdir.

13. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını esir alan, “Müslüman olmayan batılı gâvurdan uzak duralım” biçimindeki ilkel anlayış ve kendi kabuğuna çekilme tavrı, İslam dünyasının sonunu getirmiştir. O dönemden itibaren İslam dünyasında, bilim ve felsefe alanında hiçbir olumlu gelişme yaşanmamıştır. Bu nedenle İslam dünyası siyasi olarak da geri kalmıştır.

Avrupa ise antik Yunan felsefesini ve bilimini, 15. yüzyıldan itibaren geliştirmeye başlamıştır. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, Herakleitos, Pitagoras, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikuros, Hippokrates, Herodotos, Eukleidos, Arkhimedes, Aristarkhos Hıristiyan değillerdi, Alman, Fransız, İngiliz de değillerdi, ancak Avrupalı aydınlar için yine de esin kaynağı oldular. Avrupa’daki Rönesans ve aydınlanma devrimleri bu sayede gerçekleşti.

Felsefe ve bilim açısından bakıldığında, İslam dünyası ve Avrupa aynı kaynaktan beslenmiştir. O kaynak da ağırlıklı olarak antik Yunan’dır.

Din açısından bakıldığında da, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam aynı coğrafyada, yani Ortadoğu’da ortaya çıkmışlardır. Ayrıca üç din de aynı Tanrı’ya inanmaktadır ve üç din de kozmoloji ve ahlak bağlamında aynı ilkeleri savunmaktadır.

Buna rağmen doğu ve batı arasında bir karşıtlık yaratmak cehaletten kaynaklandığı gibi, emperyalizme hizmet etmektedir. Bunu anlamak için, yaşananlara bakmak yeterlidir.

Atatürk ve sosyal demokrasi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Atatürk ve sosyal demokrasi

28 Eylül 2020, Cumhuriyet
Karl Marx’ın temellerini attığı ve sosyalizmin bir türü olan komünizm, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kalkmasını ve sınıfsız toplumu hedefler. Sermaye sınıfının, üretimi yapan emekçi sınıfı sömürdüğü düzenin adı kapitalizmdir. Bu sömürünün temel nedeni de üretim araçlarının özel mülkiyette, yani sermaye sınıfının elinde olmasıdır. Üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kalkmasının sonucunda sınıflar da ortadan kalkacak ve emekçilerin emeklerine, ürettiklerine ve kendilerine yönelik yaşadıkları yabancılaşma son bulacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce sosyal demokrasi de sınıfsız toplumu hedefliyordu, ancak sınıfsız topluma geçme yöntemiyle ilgili farklı görüşlere sahipti. Örneğin, sosyal demokrasinin en önemli teorisyenlerinden birisi olan Eduard Bernstein, devrim yerine evrimi, sosyalizme adım adım geçilmesini savunuyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasi, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin kaldırılması ve sınıfsız toplum hedefinden vazgeçti, sınıflar arasındaki uçurumu dengelemek yolunu seçti. Sosyal demokrasi, üretim ve hizmet araçlarındaki özel mülkiyeti, yani özel sektörü ortadan kaldırmak yerine, güçlü bir kamu sektörüyle, ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık sistemiyle, emekçiden yana vergi politikalarıyla, sendikal hareketlerin desteklenmesiyle, özel sektörün yol açacağı sömürüleri asgari düzeye çekmeyi öncelikli hedef haline getirdi. Sosyal demokrat, demokratik sol ve demokratik sosyalist siyasi partilerin üye olduğu Sosyalist Enternasyonel, “karma ekonomi” adını verdiği modeli benimsedi. Olof Palme ve Willy Brandt gibi dönemin sosyal demokrat liderleri, bu modelin geliştirilmesine öncülük ettiler. Sosyal demokrasi bu anlamda, komünizm ile kapitalizmin bir sentezidir.

***

Mustafa Kemal Atatürk ile sosyal demokrasiyi karşı karşıya getirmek çelişkili bir saçmalıktır.

Çünkü karma ekonomik model Atatürk’ün savunduğu bir modeldi.

Atatürk komünist olmadığı gibi, serbest piyasacı ve özel sektörcü de değildi;

Atatürk günümüzde neo-liberal olarak tanımlanan politikaları hiçbir zaman savunmadı.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin 6 temel ilkesinden ikisinin devletçilik ve halkçılık olması da bir tesadüf değildir. Atatürk bir taraftan özel sektörün gelişmesinin yolunu açmış, bir yandan da devletçi ve halkçı ilkelerle, üretimin ve hizmetin, serbest piyasa ekonomisine ve özel sektöre terk edilmesini engellemişti.

Atatürk’ün kendisini sosyal demokrat olarak tanımlamaması son derece doğaldı. Çünkü, Atatürk’ün yaşadığı yıllarda sosyal demokrasi, komünizme oldukça yakın bir yerde duruyordu. Ancak sosyal demokrasi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geçirdiği dönüşüm üzerinden tanımlanacak olursa, Atatürk bir sosyal demokrattı.

***

1990’lı yıllardan itibaren, Sosyalist Enternasyonel’in içinde, sosyal demokrasiyi özelleştirmeci neo-liberal politikalarla ve emperyalist dış politikalarla sulandırmaya çalışanlar, gerçekten sosyal demokrat değildi. Tony Blair ve Gerhard Schröder bu liderlere dair örnek olarak verilebilir. Oskar Lafontaine, Lionel Jospin ve Jeremy Corbyn gibi siyasetçiler buna direndiler. Bu mücadelenin Sosyalist Enternasyonel içinde hâlâ sürdüğü, ancak Blair-Schröder çizgisinin büyük ölçüde zayıfladığı söylenebilir. “Liberal” ifadesiyle serbest piyasacı, özelleştirmeci neo-liberal çizgi kastediliyorsa, “sol liberal” ifadesi çelişki içerir.

  • Solcu olan neo-liberal olamaz.

Devletçilik ve halkçılık, sosyal demokrasinin özünde olan ilkeler olduğu gibi, CHP’nin cumhuriyetçilik, ulusçuluk, laiklik ve devrimcilik ilkeleri de sosyal demokrasi ile çelişen ilkeler değildir. Cumhuriyetin yerine monarşinin, ulusun yerine ümmetin, laikliğin yerine teokrasinin, devrimciliğin yerine muhafazakârlığın olduğu bir yerde sosyal demokrasinin yaşayamayacağı açıktır.

Sosyal demokrasi, din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden siyaset yapılmasını da kabul etmez. Sosyal demokrasinin temelinde sınıf mücadelesi vardır.

Özetle, Atatürk ile sosyal demokrasiyi karşı karşıya getirmeye çalışan kesimlerin bir kısmı neo-liberallerdir, bir kısmı da okumuş cahillerdir. Bu kesimler de sadece, CHP’yi bölmeye hizmet etmektedir!

Kılıçdaroğlu nereye koşuyor?

Kılıçdaroğlu nereye koşuyor?

Örsan K. Öymen
24 Ağustos 2020, Cumhuriyet

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, geçen hafta, Cumhuriyet gazetesine verdiği röportajda yaptığı açıklamalar, CHP’deki tartışmaları azaltacağına, daha da alevlendirdi. Kılıçdaroğlu’nun, AKP’li Abdullah Gül’ün CHP tarafından Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesi konusunda kapıları kapatmak yerine, “Abdullah Gül’den neden bu kadar korkuyorlar?” biçiminde bir ifade kullanması, ayrıca daha önce Ekmeleddin İhsanoğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı gösterilmesini savunmaya devam etmesi, parti tabanında tepkiye yol açtı.

CHP tabanının ve seçmeninin, Gül’ün Cumhurbaşkanı adaylığını desteklemeyeceği açıktır. Doğru olan da budur. Çünkü Gül, Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte, ülkeyi bugünkü hale getiren baş aktörlerden birisidir.

  • Türkiye bugün bir sivil dikta rejimi altında yaşıyorsa, bundan Erdoğan kadar, Gül de sorumludur.

Nitekim, AKP’nin baskıcı politikaları, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte hız kazanmıştır. Ergenekon”, “Balyoz”, “Oda TV”, “Casusluk” adlı sahte yargı süreçleri üzerinden gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin, siyasetçilerin, askerlerin haksız yere hapse atılması da bu dönemde gerçekleşmiştir.

  • Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Fethullah Gülen, demokratik, laik, hukuk devletini ve TSK’yi yıkmaya yönelik bu operasyonun baş mimarlarıdır.

Kılıçdaroğlu’nun, “Abdullah Gül’den neden bu kadar korkuyorlar?” ifadesi, yakın tarihle birlikte, CHP’nin ilkelerini de yok sayan bir açıklama niteliğindedir.

Kılıçdaroğlu şunu bilmelidir ki; CHP seçmeni bu sefer, tepeden dayatılan ve CHP’nin ilkeleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir aday için sandığa “tıpış tıpış” gitmeyecektir.

Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimi planlarını ve hesaplarını şimdiden ona göre yapmalıdır.

***

Kılıçdaroğlu’nun, “CHP’yi rakı sofrasında eleştirmeyi kabul etmem” biçimindeki açıklaması da ayrıca talihsizdir. Kılıçdaroğlu bu açıklamayı son yıllarda sık sık kullanmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun partiye yönelik eleştiriyi rakı sofrasıyla ilişkilendirmesi, örneğin, “CHP’yi rakı sofrasında veya kahvehane masasında eleştirmeyi kabul etmem” demek yerine, sadece rakı sofrasına odaklanması, anlaşılır bir şey değildir.

CHP’nin kurucusu ve ilk Genel Başkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün rakı sofralarında, siyasi tartışmaların da yapıldığı dikkate alınacak olursa, bu açıklamalar daha da sevimsiz hale gelmektedir. Bu tür açıklamalar, Erdoğan’ın, Atatürk’ün ve İnönü’nün rakı sofralarını kastederek onlar için “iki ayyaş” ifadesini kullanmasına hizmet etmek dışında, hiçbir işe yaramaz. Kılıçdaroğlu’nun muhafazakâr “dostlarıyla” yakınlaşmak için kendi kökenlerinden uzaklaşması, partiye zarar vermektedir.

***

Kılıçdaroğlu, söz konusu röportajda, kendisini eleştirenleri de parti yönetimine kattığını ifade ederek parti içi demokrasiyi sağladığını öne sürmüştür. CHP’deki parti içi demokrasinin, AKP’den ve MHP’den daha ileri bir seviyede olduğu kesindir. Ancak bugün CHP’deki parti içi demokrasi, 1970’li, 1980’li, 1990’lı yılların çok gerisindedir.

Selin Sayek Böke gibi birkaç örnek üzerinden, parti içinde demokrasinin var olduğunu savunmak olanaklı değildir. Bugün CHP’de, göreve hazır olan, ancak buna rağmen partide yer bulamayan ve görev alamayan binlerce değerli partili vardır. Bu kesimler yıllardır, liste ve delege entrikalarıyla ve çeşitli baskılarla, yönetim tarafından saf dışı bırakılmaktadır.

***

Kılıçdaroğlu’nun en büyük çelişkilerinden birisi de bir taraftan çağdaş uygarlık seviyesini hedeflediklerini açıklaması, bir taraftan da laiklik ilkesini kendi tabanına unutturmaya çalışmasıdır.

  • Oysa, laiklik ilkesini savunmadan ve onun gereğini yerine getirmeden, çağdaş uygarlık seviyesinin yakalanamayacağı açıktır! Tarihte bunun aksine dair tek bir örnek yoktur.
  • Laiklik ilkesini bertaraf edenler, çağdaş uygarlık seviyesine değil, ortaçağ karanlığına ulaşırlar.

Laikliğin olmadığı yerde demokrasi değil, teokrasi olur.

Dinin, devlet, siyaset, kadrolaşma, hukuk, eğitim alanlarını esir aldığı yerde, bilim, felsefe, sanat ve demokrasi gelişmez!

Anlaşılan, Kılıçdaroğlu’na bu konuda “akıl-fikir” verenlerin, aklı da yoktur, fikri de yoktur!