Etiket arşivi: Orhan Bursalı

Hıfzıssıhha 93 yaşında, 17 farklı tip aşı geliştirmişti

Orhan Bursalı

obursali@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet, 30.3.2020

Hıfzıssıhha 93 yaşında, 17 farklı tip aşı geliştirmişti

1936 yılında Hıfzıssıhha’da tifo, dizanteri, kolera, veba, menengokok, stafilokok, boğmaca, brusella, nezle, BCG, difteri, tetatnos, kızıl, alüminyum presipiteli karma aşılar, lekeli humma, kuduz, çiçek, grip aşıları olmak üzere 17 farklı tip aşı üretilip, 35 farklı formülde ülke istifadesine sunulmaktaydı.

1965 yılına kadar Ankara’nın şimdilerde Hacettepe Üniversitesinin olduğu, eski ve yeni Ankara’nın sınırı sayılabilecek Hacettepe semtinde yaşadım. Demiryolunun alt tarafında Sıhhiye semti başlardı. O zamanlar bu semtin adını, modern Türkiye’nin halk sağlığı altyapısının temellerini atan Dr. Refik Saydam tarafından bu bölgenin Tıp Fakültesi, Hıfzıssıhha, Numune Hastanesi ve Sağlık Bakanlığı’ndan oluşan Sıhhiye kampusu olarak oluşturulmasından aldığını bilmiyordum.

Bu kurumlar içinde en önemlisi Dr. Refik Saydam’ın Sıhhat ve İçtimaî Muavenet Vekâleti (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı) döneminde halk sağlığının tıp eğitiminden farklı özellikler taşıması bilinciyle uygar ülkelerdeki benzerlerine uygun olarak kurulan Merkez Hıfzıssıhha Müessesesi’dir (Umumi Hıfzıssıhha Kurumu Kurulmasına Dair Kanun, 17 Mayıs 1928). Müessese, Hıfzıssıhha Okulu’nun yanı sıra laboratuvar.

Başbakanlık binası bile henüz yokken…

Nisan 1927’de inşaatına başlandığında Başbakanlık’ın ve Genelkurmay Başkanlığı’nın binalarının olmadığını bilmek konuya verilen önemi göstermeye yeter. Çünkü Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte başta verem, sıtma (Ankara nüfusunun %90’ı, toplam nüfusun yarısı), frengi, trahom (1920’lerde 3 milyon), çiçek ve kuduz hastalıkları olmak üzere uzun yıllardır savaşlarla, açlıkla boğuşan halkın sağlık sorunlarıyla köklü olarak mücadele edilmesi gerekmekteydi.

Ülkemizde aşı (kuduz ve çiçek) eğitim ve üretim faaliyetleri (mikrobiyoloji olarak da okunabilir) II. Abdülhamit döneminde başlamıştır (1886). 1920-21 yıllarında Sivas’taki ‘aşı evinde çiçek aşısı üretimi yapılmaktaydı. Türkiye’de çiçek, difteri, boğmaca, tetanos, BCG, polio ve kızamık aşılama hizmetlerinin rutin olarak verilmesine 1930’da başlanmıştır. 1936 yılında Hıfzıssıhha’da tifo, dizanteri, kolera, veba, menengokok, stafilokok, boğmaca, brusella, nezle, BCG, difteri, tetanoz, kızıl, alüminyum presipiteli karma aşılar, lekeli humma, kuduz, çiçek, grip aşıları olmak üzere 17 farklı tip aşı üretilip, 35 farklı formülde ülke yararına sunulmaktaydı. Ayrıca pek çok antijenin yanında tüberkülin de üretilmekteydi.

Zavallı bir gerekçeye kurban

Başarısı kanıtlanmış bu kurumda 1990 sonlarında başlatılan teknolojik ve bilimsel yenilenme süreci yalnızca ‘kâr-maliyet’ gerekçelerine dayandırılarak sonlandırılmıştır (difteri-boğmaca-tetanos 1996’da, BCG aşısı 1998’de).

Yakın geçmişte birçok aşıda kendi üretimlerine başlayan Brezilya, Arjantin, Küba, Çin, Hindistan, Pakistan, Endonezya, Tayland, Meksika ve Güney Kore gibi ülkelere karşın ülkemiz milyarlarca lirayı yabancı ilaç tekellerine aktarmayı tercih etmektedir. Yerli sermayemiz ise ‘zamanın ruhuna’ uygun olarak Gayrimenkul Yatırım Ortaklıklarını tercih etmiştir. Hemen her salgın döneminde milli’ aşı üretimi gündeme getirilse de böylesi stratejik bir üründe dışa bağımlılığı sürdürecek politikalarda ısrar edilerek çözüm teknoloji transferine dayalı özel/yabancı yatırımda aranmaktadır.

Oysaki günümüzde biyoteknolojiye dayalı aşı üretimi için her türlü kaynak (finansman, bilgi, insangücü) bulunabilir.

  • Kaynakların dronların peşinde savaş taktikleri geliştirmeye mi yoksa koruyucu sağlık hizmetlerinin stratejik aşı geliştirilmesine mi ayrılacağı siyasal bir tercihtir.

Ancak yaşamakta olduğumuz küresel COVID-19 salgını, Türkiye sağlık sisteminin kamucu köklerini canlandırarak, yeniden tasarımlamak ve

  • sağlık hizmetlerini herkese eşit ve ücretsiz sağlayacak sistemi kurarak,
  • insan haklarına aykırı ‘şehir hastaneleri ve müşteri temelli’ ideolojiden kurtarmayı zorunlu kılmaktadır.

Yazan: Müfit AkyosAşı, en ucuz sağlıklı kalma yöntemi! Herkese Bilim Teknoloji dergisi, sayı 209.

Hançeremizi yırtarcasına bağıralım: Yaşasın Cumhuriyet!

Hançeremizi yırtarcasına bağıralım: Yaşasın Cumhuriyet!

Orhan Bursalı
Cumhuriyet
, 29 Ekim 2019 Salı
Cumhuriyet Bayramı, Cumhuriyetin ilanı kutlu olsun.

Nevşehir’de, Cumhuriyet yurttaşlarının vergileriyle maaşını alıp geçimini sağlayan bir memur, Cumhuriyet törenini, yürüyüşünü yasaklamış! Gerekçesine bakın:

  • Ülkemizin içinde bulunduğu hassas durumdan dolayı milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla, yürüyüşün yapılması uygun görülmemiştir.”

Ama memur bey bonkör, lütfen Ata büstüne çelenk konulmasına ise izin vermiş.
Şüphesiz hata Cumhuriyet Bayramı için bu izni talep edenlerde bence..
Yürüyüşü düzenleyen CHP İl Başkanlığı.
Millet bu yasağa uyar mı, bilmiyorum.
Gerekçede “..başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması” gibi bir ucube ifade var. Şu mu yani: “Ülkemizde padişahçılar var, Atatürk ve arkadaşlarının Cumhuriyeti ilan etmesine karşı çıkanlar var; bu kutlama ile onları rencide edeceksiniz, yürüyüş yaparak onların hak ve özgürlüklerine saldırmış olacaksınız..
Aslında bu iktidarın kalben, ruhen, ideolojik olarak Cumhuriyetçi olduğuna inanmak zor.
Atadıkları memurların kafa yapısına bakın, yukarıdakilerin zihniyetini anlayın. Tek adam, sultan, padişah, Abdülhamit hayranlığı vb. gibi sıfatlardan rahatsız olmayan bir lider var. Olsa, bunları yasaklıyorum, ben Cumhuriyet çocuğuyum der. Cumhuriyeti, ilanını yüceltir. Düşünün, Diyanet’in başında oturan bir memur da var. Cumhuriyetçi mi, Atatürk ve arkadaşlarına zerre minnet, vefa duymayan, ama onun kurduğu bu topraklar üzerinde doğan, yaşayan, ekmek yiyen…

Yaşasın Cumhuriyet!

Hançeremizi yırtarcasına bağıralım:

  • Yaşasın Cumhuriyet,
  • yaşasın bu ülkeyi sıfırdan yaratan Atatürk ve tüm silah arkadaşları,
  • Kurtuluş Savaşı kahramanları, savaşanları.
  • Cumhuriyeti kuranlar ve yaşatanlar bin yaşasın!..

İnşa ettikleri, tarihe atılan büyük bir imzadır. Silinmeyecek ve her yıl anımsanacak olan.
Bu imzanın karşılığı, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığıdır.
Bundan daha büyük onur ve gurur olur mu!
Türkiye’nin varlığını uyguladıkları politikalarla tartışma konusu yaptıranlar, diyorlar ki Cumhuriyet Bayramı her gün ülkeyi korumak içini savaş veriyoruz..
Yurtta barış dünyada barış politikasını pasif bulduklarını açıklayanlar, bu politikayı mezara gömmüşler ve sözde aktif bir “yurtta barış dünyada barış”a dönmüşler. Zerre ilişkisi yok.
Ne yurtta barış var, ne de başucumuzda barış.
Ülkenin tapu senedi olan Lozan Antlaşması için bile, alınacakların asgarisi elde edilmiştir, gibi sözler edenler, hele hele Lozan üzerine utanılacak laf eden ucube Prof’lar, Kurtuluş ve Kuruluş’a şu veya bu şekilde karşı olduklarını belirtmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorlar.
Kurdukları saltanat bile, başlı başına Cumhuriyet karşıtlığıdır.

    • Cumhuriyet halktır.
    • Cumhuriyet sadeliktir.
    • Cumhuriyet, gece – gündüz aç ve çıplak gezmeyenlerin, yatmayanların rejimidir.
    • Cumhuriyet fırsat eşitliğidir, gelir adaletidir.
    • Yaşasın Cumhuriyet!
*****
YÖK ve Üniversite

Okur notu, Bekir Onur: YÖK’ün nitelikli bilim insanı yetiştirme programı sevindirici ama nitelikli bilim nitelikli üniversiteden çıkar. Yani önce üniversitenin gerçek bilim yuvası olması beklenir. Üniversitelerimizin ve ülkemizin bilim fotoğrafının değişmesi için öncelikle yapılacak şey üniversiteyi evrensel bilim yuvası yapacak kültürü, atmosferi, iklimi yaratmak olmalı.
Bunun önlemlerini almadan ne eski ne yeni YÖK başarılı olabilir. Fotoğrafın değişmesi nasıl sağlanır sorusuna birkaç öneri:

Üniversiteyi kapalı kutu olmaktan çıkarmalı, saydamlaştırmalı (herkesin ne anlattığını, ne yazdığını herkes görebilmeli, korkmadan eleştirebilmeli). Akademik dereceler al gülüm ver gülüm, usulüyle alınıp verilmemeli (örneğin İngiltere’de olduğu gibi, tez danışmanı tez jürisine girememeli). Soru sorma, eleştiri yapma özgürlüğü olmalı, cesareti verilmeli, bu amaçla geniş katılımlı serbest tartışma saatleri oluşturulmalı. Çalışma alanı ne olursa olsun bütün lisansüstü öğrencilerinin bilim felsefesi dersleri alması sağlanmalı… Veri üreten ama fikir üretmeyen yığınla tez çalışmasının en önemli kusuru bu noktadadır… Üniversiteyi toplumla bütünleştirecek önlemleri de almak zorundayız: Halka açık konferanslar; üniversite kütüphanelerinde halka açık okuma ve tartışma saatleri; halkla birlikte yürütülecek araştırma projeleri..

Liyakatsizliğin, para kazanmayı bilime tercih etmenin bedeli

Liyakatsizliğin, para kazanmayı bilime tercih etmenin bedeli

Orhan Bursalı
Cumhuriyet, 17.9.19

Dünkü yazımdaki listeyi incelediniz mi? Nitelikli 70 araştırma makalesinin 15 üniversiteye dağılımını gösteren? Anımsamak için yeniden veriyorum, çünkü bunun üzerinde duracağım şimdi.

[Haber görseli]11’i devlet, 4’ü vakıf. Atılım Üniversitesi de dikkat çekici bir biçimde yüksek nitelikle araştırma makalesinden pay almış. Fakat üzerinde duracağım öbür 3 vakıf üniversitesi: Bilkent, Koç ve Sabancı.

Bilkent en eski ve oturmuş, araştırmaya önem veren üniversite. Payını tartışmıyorum. Koç Üniversitesi, gerçekten bilime verdiği önemle, koyduğu ödüllerle aralarında en çok öne çıkan üniversitemiz. Tıp fakültesi de var. Çok iyi fizik bölümleri ve araştırmaları, çok iyi akademisyenleri var. Daha yüksek nitelikli araştırmalar bekliyor insan.

Sabancı Üniversitesi, nitelikli bilim insanları tabii ki çok, Koç’un yarısı kadar makale sahibi. Sabancı’nın tıp fakültesi yok. Ama kuşkusuz gerekçe olmamalı.

Neden böyle?

Buralarda çalışmış bir saygın bilimcimiz, üniversite adı vermeden yazayım, diyor ki :“

  • Bir araştırma üniversitesi, altyapı yatırımları iyi, ama liyakati geri plana ittiler, para kazanmayı öne çıkardılar. Tıp fakültelerine bakarsak aslında genel durum öyle gözüküyor… Örneğin, bir cerrahın durmadan sünnet yaparak kurumuna para getirmesi, en prestijli dergide yayın yapmasından daha çok tercih ediliyor günümüzde. Yayın yapmak sanki hobi ya da kişisel bir şey… Yönetici anlayışı ve tercihi, vizyon meselesi. Tıp fakültelerinin çok daha bilimsel üretim yapmaları beklenir ama klinik performans, yani hasta bakarak para kazandırma çabası tercih ediliyor, bilimsel yayın yapma teşvik edilmiyor.”

Liyakat ve araştırma stratejisi Bir başka yorum:

Bilimsel üretim ve üretimin yazıya dönüşümü, liyakat ile çok yakından ilişkili. Üniversitemizin ve bölümlerinin araştırma stratejilerinin bile olmayışını, bunu yapanların da dikkate alınmayışını bizzat yaşayarak görüyor ve acı çekiyoruz… Üniversiteler, özellikle özel üniversiteler bu açıdan filtre koyabilirler. Ama bunun için bilinçli ve adanmış bir irade gerekiyor. Sorun burada. Pek çok şey yapabilirler. Ama bağımsız, özgür fikrini söyleme ortamlarının olması gerekir.

  • Böyle bir özgür ortamın da hasretini çekiyoruz.

Bir okur, Hakan Kara başka bir noktaya daha dikkat çekiyor: 

Nature Index’te açıklanan, Türkiye kaynaklı olduğu görülen 70 üst düzey makalenin çok büyük bir bölümünün yurt dışı ayağı olan eserler olduğu görülmekte. 70 makalenin kaç tanesinin düşünsel olarak Türkiye Cumhuriyeti üniversitelerine ait? Belki haksızlık olacak ancak kanımca belki de 5-10 tanesinin düşünsel olarak bize ait olduğu yönünde. Dolayısıyla 70 rakamı bile çok çok iyimser kalmaktadır.”

Tamam, 70 makalenin yazarlarına da bakacağız, demektir. Ama şunu belirteyim; yüksek nitelikli makaleler büyük çoğunlukla çokuluslu oluyor.

Neden nitelik üretme az?

Onlarca neden sayılabilir. Yukarıda yer verdiğimiz vakıf üniversitelerimizle ilgili eleştiriler önemli. Bunca tıp fakülteli vakıf üniversitesi var. Araştırmaları nerede? Devlet üniversitelerimizde İTÜ açık ara önde, ama binlerce akademisyenin çalıştığı öbür yüzlerce üniversite durumdan habersiz olsa gerek. Kuşkusuz buralarda da liyakat sorunu, bilim stratejisi, eğitim için akademik kadro mu, yoksa ağırlıklı olarak araştırma kadrosu mu, gibi çözülmemiş sorunlar… Sorunu çözmek için de yurt dışından akademik kadro çağrıları var.

Esas sorun içeride, bizde, iktidarda, üniversitelerde, anlayışta… Bunu görürsek sorun çözülür.

Celal Şengör’ün Uğur Dündar’a konu ile ilgili yazdığı mektupta, dikkat çekilen insan niteliği ve eğitimle ilgili sorunlar vardı. Özetleyeyim:

Ortaeğitimimiz perişan edildi, ortaeğitimde varolan derslerdeki eğitim niteliği o denli düşüktür ki, uluslararası karşılaştırmalarda sürekli en altta yer almaktayız. İlk ve ortaeğitimde öğretmen eğitimi ve istihdamı iflas durumunda..
• Üniversite sayısı hiçbir gerçekçi kıstas göze alınmadan gerekenin çok üstünde artırıldı. Öğrenci kontenjanları üniversitelerin kapasitelerine göre değil, politik gerekçelerle kararlaştırılıyor. Mesela, İTÜ Jeoloji Bölümü’nün eğitim olanakları açısından kapasitesi 25 iken bu yıl 70 öğrencilik kontenjan YÖK tarafından dayatıldı..

Nüfus sayımı ve parmak boyası

Nüfus sayımı ve parmak boyası

Orhan Bursalı

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’nin gerçek nüfusu ve seçmen sayısı ne, bunu saptamak için yeniden eskiye dönüp bir kezliğine hane nüfus sayımının yapılmasının koşul olduğunu düşünüyorum epey bir süredir. Çünkü yıllardır şaibeli bir durum var. Bu şunun için gerekli: Ülkenin yarısından çoğu yani büyük çoğunluğu, seçmen sayısının abartılı, yanlışlarla dolu olduğu düşüncesinde. Ben de..
Bu durum, sisteme olan güveni yerle bir ediyor…
Bu konuda okurlarla yazışıp duruyorum. İnsanların “seçim sistemine” güvenini kurmak birinci derecede önemli.
Yüksek Seçim Kurulu yetersiz, vurdumduymaz ve umarsız. Kendisine gelen, siyasetin güdümündeki adrese dayalı seçmen listelerini olduğu gibi yayımlıyor. Oysa nüfus müdürlüklerinden başlayan, kim bilir devletin başka hangi denetim noktalarından elden geçirilerek, eklenerek, çıkartılarak YSK’nin kullanımına hazır hale getirilen bir süreç.
İlçe seçim kurulları bile kanıtlı sahte seçmenlerin silinmesine direniyor ve bunlar da hukukçu…
Diyeceksiniz ki, Cumhurbaşkanlığı, Meclis Başkanlığı katında Anayasa maddelerinin keyfi biçimde çiğnenmesi apaçık ortadayken sen neden sözediyorsun.. dükkânı kapatıp gidemeyiz!

Kimlik Bildirme Kanunu
Emekli Vali Yardımcısı Ertuğrul Taylan “Yüzer gezer oylar sorununun kökten çözümü için, nüfusu 10 binin üzerindeki mahalleleri, asgari kontrolü mümkün bu büyüklüğe getirip, ikametgâh kayıtları tekrar mahalle muhtarlıklarına verilmeli ve asayiş yönünden de gerekli olan Kimlik Bildirme Kanunu’nun uygulanması sağlanmalı. Bunun için Kimlik Bildirme Kanunu ile 1943 tarihli mahalle muhtarlığı kanunları, günün koşullarına göre yeniden düzenlenmeli..” diyor haklı olarak.
Bir başka akademisyen okurum, sahte seçmenlerle ilgili olarak parmak boyasının bu seçimden başlayarak kullanılması için CHP ve İYİ Parti ortak bir kampanya başlatamaz mı?..” diye soruyor ve böylece seçmende geniş bir farkındalık yaratılacağını anımsatıyor.
Evet, iki parti böyle bir kampanya başlatabilir ve konuyu sürekli gündemlerinde tutabilirler..
Şuna kuşkusuz ki katılmıyorum: Tüm seçimleri hileyle kazanıyorlar. Ama seçimlerde pek çok eşitsizlik ve keyfi uygulamaya paralel hilenin karıştığını yadsıyacak kimse yok. Burada kamuoyu yoklamalarıyla seçim sonuçlarının ne denli örtüştüğü bir denetim mekanizması olabilir. Ama az bir farkla kazanılan ve yitirilen seçimlerde denetim mekanizması işlemez.
Gerçek olan şu:

  • İktidar seçimlerin hilesiz hurdasız gerçekleşmesi için bir şey yapmıyor.
  • Pardon, tersini yapıyor.. 

Yine de elde sandık sonuçlarının ıslak imzalı tutanakları en önemli denetim mekanizması.. Buradan hilenin büyüklüğünü anlamak olanaklı.

DİPLOMATİK VAHŞET 

Cemal’in boyu uzun, 1.80 dolayında. Kurbanlığın eklemleri kolayca ayrılır ancak parçalamak yine de zaman alacaktır. Normalde kesilen hayvan asılarak parçalanır. Daha önce yerde yapmamıştım. Ben parçaladıktan sonra siz de poşete sarıp bavullara koyar ve çıkarırsınız..”
Cemal Kaşıkçı vahşice öldürülmeden önce, Suudi Arabistan Krallığı’na ait 15 kişilik üst düzey katiller çetesinin, cinayeti planlarken yaptıkları konuşmalardan bir bölüm yukarıdaki paragraf. Bunu söyleyen katil, Krallığın Adli Tıp Kurumu Başkanı Tubeyki.
“Cemal Kaşıkçı Cinayetinin Karanlık Sırları – Diplomatik Vahşet” kitabı, Ferhat Ünlü, Abdurrahman Şimşek ve Nazif Karaman’ın başarılı araştırması.
Bir 5N1K gazetecilik ölçülerine göre düzenlemişler kitabı. Cinayet öncesi ve cinayet sırasındaki ses dinleme kayıtları tüm çıplaklığıyla cinayeti aydınlatıyor. Kuşkusuz MİT ve Emniyet’in yoğun bilgi paylaşımları var. Ama kitap bunun ötesinde bir değer taşıyor. Cinayeti bir krallığın anatomisi olarak da okuyabilirsiniz. Canlı ve gerçek olayların işlendiği bir polisiye roman adeta. (Turkuvaz Kitap)
===============================
Dostlar,

  • 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde yumuşak karın, sandık seçmen listeleri..

Öncekilerde ıslak imzalı sandık tutanaklarına sahip çıkmak idi..
Hileciler halkın bu bağlamda uyandığını gördüler.
Bu kez olan – olmayan – düşsel – 165 yaşında….. “tuhaf insanlar” seçmen listesinde!
YSK, iktidarın suç ortağı, alt birimler öyle; iktidar her yeri baskılamış, tutsak almış..
Oysa bu, tarihte örneği görülmemiş çok büyük bir ahlaksızlık ve çok ağır suç..

Acaba Cumhuriyetin Başsavcısı ne eder, ne eyler??

Parmak boyamak da çözüm değil..
Listeler şişirilmiş…
Diyelim ki katılım gerçekte %80 olacak.. Bir bakacağız ki sonuçta %90 oluvermiş!?
Gerçekte seçime katılmadığı halde / katılamayacağı halde (165 yaşında hala yaşamda mı!?)
%10 güdümlü oy kullandırılsa, bu AKP – MHP’yi kurtarır..
AKP 24 Haziran 2018’de %42 oy aldı ve TBMM’de salt çoğunluğu sağlayamadı.
MHP her nasılsa %10 altında bırakılmadı ve %11 gibi aldı ve toplamda salt çoğunluk örtük bir koalisyonla sağlandı.
Yaklaşık 60 milyon kayıtlı seçmen.. %80 katılımda 48 milyon oy partilere dağılacak..
Güdümlü seçmenle, bağıra bağırta hile ile AKP – MHP’ye %10 bindirildiğinde, %90 rekor katılım oldu (!) masalı ile 6 milyon oy fazladan bu 2 partiye hayali seçmen ile kazandırılacak.. Bu çapta dev bir hile elbette 31 Mart 2019 yerel seçimlerini de “savuşturmaya” yeter iktidar için.. Gelecek genel seçim Haziran 2023’te olacak.. Yani 100. yıla AKP iktidarında, bu partinin tek başına 20 yılı aşan yönetiminde gireceğiz!?

Kritik tarih de 2023 değil miydi şifreli “kutlu yürüyüş” için??

  • Çare, SANDIK SEÇMEN LİSTELERİNİN MUTLAKA DÜZELTİLMESİDİR..

    Muhalefet aday belirlemesini ar-tık lütfen bitirmeli ve tüm enerjisiyle bu yaşamsal soruna odaklanmalıdır.
    Mitingler yapmalıdır, yer yerinden oyna-tıl-malıdır..
    Dünya alem, bunca utanmaz açık hile ve ısrarla dayatmayı, gaspı görmeli, duymalı..
    Bu hukuksuzluk asla kabul edilebilecek bir durum değildir ve bu koşullarda 31 Mart 2019 yerel (genel!) seçimlerinin sonuçları bellidir!

  • AKP – MHP gerekli tüm kurguları yap – mış – tır!

Sevgi ve saygı ile. 22 Ocak 2019, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ahret işleri yerine, yeryüzü işlerini düzenlemeye doğru

Ahret işleri yerine, yeryüzü işlerini düzenlemeye doğru

Orhan Bursalı

Osmanlılarda Şeyhülislamlık vardı biliyorsunuz. Arada sırada şeyhülislamların da kafalarının uçurulduğu olduysa da, zaman geldi padişahların bile söz dinletemedikleri şeyhülislamlar, eyvah çöküyoruz önlem alalım, yenilikçi olalım diyen reformcu padişahların bile altını oydular ve Osmanlı’nın çökmesinde büyük rol oynadılar. İnsanların kırılıp ölmesinde de.. 
Reformcu padişah II. Mahmut zamanı, İstanbul koleradan kırılıyor. Şehri fareler basmış ve kuyu suları cesetlerle kaynıyor. 
II. Mahmut, Avrupalıların tavsiyelerine uyar ve İstanbul’u karantina altına almak ister. Şeyhülislam karşı çıkar ve fetvayı çıkartır: “İçine fare düşen kuyunun suyunu besmele çekerek yedi kere değiştirin, tertemiz olur, karantina dinimize aykırıdır..” 
Ve fetvaya göre davranılır, İstanbul halkı besmele çeke çeke 7 yıl boyunca kırılır. 
Evinde 4 bin ciltlik kütüphanesi olan Sadrazam Ali Paşa, şehit olmadan önce kitaplarını bir vakfa bağışlamak ister. Şeyhülislam Mevlana Ebu İshak Efendi, Kişinin felsefe, astroloji ve tarihe ait kitapları vakfa dahil olamaz. Bu tür kitapların vakfı bilinir şey değil” diye fetva verir. 
Kanuni Sultan Süleyman döneminden başlayarak felsefe, matematik, mantık derslerini de aynı zihniyet kaldırtmıştır. (Bu bilgiler için: Orhan Çekiç, 1919 BaşlangıçSamsun’dan Erzurum’a, Kaynak Yayınları) 
 
Diyanet’ten borsaya, siyasete ne? 

Bugün bu tür fetva verecek bir Diyanet Reisi olur mu, olmaz, iki dakikada gider. Ama Diyanet Başkanı, tüm ordusuyla siyaset işine girecek ve hayatı tüm alanlarıyla düzenleyecek, şeyhülislam mertebesine tırmanıyor. 
Diyanet’in yeni başkanının üniversiteler ile medreselerin birlikte çalışması ve üstelik Diyanet elemanlarının ilahiyat fakülteleri kuruculuğu yaptığını açıklamasından sonra, iki enteresan olay daha bize Diyanet’in şeyhülislamlık mertebesine doğru adım adım yükseldiğini gösteriyor; ayrıca Diyanet elemanlarının, turistlerin en fazla gittikleri camilerde, onları İslama çağıran kitapçıklar hazırlayacaklarını ve turist rehberlerinin de “tebliğci” olarak eğitime alınacaklarını okuduk. 
Hayatın her alanına el atıyor DiyanetBorsa çalıştayı, Helal Gıda Çalıştayı, Namaz Vakitleri Kongresi gerçekleştirilecek. Tekafül Sigortası, Katılım Portföyü Fonu ve trafik kazalarından doğan tazminatlar vb. gibi konularda uzmanlar kurula davet edilerek seminerler verdirilecek. Neden? Kadrolarının bilgi seviyesini artırmak için mi? 
Bir nokta daha, ülkenin bitmez tükenmez konusu olan “Ay ve Ufuk Gözlem Ünitesi” (AYGÖZ) ihalesi yapılıyor. TÜBİTAK işin içinde. “Ramazan aylarında imsakiye tartışmalarına son vermek için.” Bu alanda yıllardır yapılan tezlerin, gidilen yolculuk masraflarının, projelerin şöyle bir gider dökümünü görsek? 
 
İmamlara siyaset 

Cumhuriyet’te 2. haber daha var, yine Sinan Tartanoğlu’nun çok önemli haberi: Diyanet ve ordusuna tamamen siyaset yapma yolunu açmak için girişimler başlıyor. Anayasa Mahkemesi’nin laikliğe aykırı düşer diyerek kaldırılmasını reddettiği imamlara siyaset yapma yasağını delmek veya geçersiz kılmak için yeni bir çalışma başlatılıyor: Siyaset yapma yasağı yeniden tanımlanacak ve bu kanunun Anayasa Mahkemesi denetiminden çıkarılmasına çalışılacak, 
Laikliği iktidar delik deşik etmedi mi diyebilirsiniz, böyle bir ortamda Diyanet’in de siyasete soyunmasından daha doğal ne olabilir?! 
Evet, gelinen durum budur. Görülen o ki, tüm konular Diyanet’in “fetva” alanına sokuluyor. Üstelik siyaset de yaparak (yani RTE ve iktidarına tam destek vererek). Diyanet hem fiili olarak sahada hem de fetvalarla tüm yönetim, ekonomi ve aile hayatını bütünüyle düzenleyecek. 
Diyanet’in bütçesi 7.5 milyar iken, bu yılın ilk 10 ayı içinde bu paraları bitirmiş ve 550 milyon lira ek bütçe istemiş. Önceki yıllar da benzer durumlardı. 
Pek çok bakanlığın bütçesini aşan, geride bırakan, katlayan Diyanet’e, tırmandığı yeni görevlerinde, hiçbir bütçe yetmez. 
Diyanet’in 144 bin 250 görevli personeli var: 100 bin imam-müezzin; 20 bin kadrolu Kuran kursu öğretmeni, 20 bin geçici Kuran kursu öğreticisi, 3 bin vaiz ve 1250 müftü. 
Diyanet’in bu tırmanışında, iktidarın desteği, rolü olmadığını söylemek abesle iştigal etmek olur.

Gökhan Hotamışlıgil’e mükemmel bir ödül

Gökhan Hotamışlıgil’e mükemmel bir ödül

Orhan Bursalı

25 yıldır kendini metabolik – kompleks hastalıklar konusuna adamış ve bu bağlamda obezliği bu hastalıkların odağına oturtmuş ünlü bilim  insanımız Prof. Gökhan Hotamışlıgil’e hakkettiği büyük ödül verildi: Avrupa Diyabet Araştırmaları Derneği (EASD) ve Novo Nordisk Vakfı Mükemmeliyet Ödülü
Hotamışlıgil, 25 yıllık özverili çalışmaları ve bu çalışmaların diyabet ve obezlik konusunda önemli yeniliklere, farkındalıklara yol açmış olması ve yeni bilimsel araştırmaları tetiklemesi nedeniyle, alanında en büyük ödüllerden biri verildi..

Bir baş belası hastalık 
Diyabet ve obezite tam bir baş belası. Diyabetle dünyada en az 425 milyon insan, obezite ile de 650 milyon insan, yani toplarsanız, dünyada en az 7 insandan 1’i cebelleşiyor. Obezite ve diyabeti, yalnızca obezite ve diyabet olarak görmeyin, bu ikili, kalp hastalıklarından tutun çok sayıda başka hastalıkları geliştiriyor. 
Özellikle obezitenin, “kalp”, kalp-damar hastalıkları, diyabet, karaciğer yağlanması gibi hastalıkları da geliştirdiği biliniyor. 
Hotamışlıgil, gönderdiğim kutlama iletisine verdiği yanıtta, bu hastalıklara artık son zamanlarda astım, demans ve kanser gibi, obezite ile ilişkisi yeni fark edilen hastlalıkların da eklendiğini belirtiyor. Yani obezite, aşırı kiloluk durumu, tam bir baş belası ve ölümcül hastalık etkeni, kaynağı, yuvası!

Yenilikçi ve çığır açıcı araştırmalar 
Bu tür ödüller, yenilikçi araştırmaları teşvik amacını da taşıyor ve kendi alanında çığır açıcı araştırmalara imza atanlara veriliyor. Ödül gerekçelerinde de bu vurgulanıyor: 
“Bugüne kadar gerçekleştirdiği çalışmalar, yaygın ve karmaşık hastalıkların genetik mekanizmaları ile yeni tedavi yöntemleri üzerine odaklanan ve çok yeni bir alan olan immunometabolism’de çığır açıcı yeni bilgilerin edinilmesine yol açtı. Keşifleri, metabolik hastalıkların anlaşılması ve tedavi edilmesinde kullanılan mevcut yaklaşımları oluşturdu. Ayrıca 100’den çok öğrenci ve bilim insanını eğitti ve yol gösterici oldu… olağanüstü çalışmaların sahibi ve çığır açıcı katkılar yaptı..”

‘Sana mantıklı geliyor mu?’ 
Gökhan Hotamışlıgil, uzun yıllardır tanıdığım ve çok yakından izlediğim bir bilim insanı. 25 yıldır büyük bir adanmışlıkla sürdürdüğü çalışmaları, en üst düzeyde bilim dergilerinde yayımlandı. Bana obezite-metabolik hastalıklarla enflamasyon arasındaki ilişkiyi ve döngüyü çizerek anlattığı ve büyük bir alçak gönüllülükle “Ne diyorsun, sana mantıklı geliyor mu?” diye yönelttiği sorusunun da aramızda gülüşmelere yol açtığı zamanlardan, şimdi vardığı sonuçlar arasında bir uzun mesafe koşucusunu görüyorum. Bu ödül, bu koşuda önemli bir merhale.

Daha büyük ödüllerin kapısı 
Süren koşusunda daha büyük kesin sonuçlara ulaşması durumunda, çalışmalarının, şimdiki ödülünü aşacak daha büyük bilim ödülleriyle taçlanacağını biliyorum. 
Hotamışlıgil, ödülü öğrencileri, asistanları ve meslektaşları adına aldığını belirterek hepsinin sıra dışı özverisini övüyor ve “ilkokuldan bu yana bana yol gösteren ve hayatımda büyük etkileri olan olağanüstü öğretmenlerim ve akıl hocalarımın yanı sıra, 25 yıl boyunca çalışmalarımıza cömertçe destek sağlayan herkese minnettarım.” diyor.

Bilimsel başarımlarına bakın: 
25 yıllık odaklanmanın bilimsel sonuçları da büyük tabii ki. 302 bilimsel yayın. Yüzlerce konferans. Akademilere üyelikler. Kitap bölümleri. Google Scholar indeksine göre, bilimsel araştırmalarına verilen 80.304 referans, yine bir başarım göstergesi olan h-indeksi 101. 
Bu göstergelerde dikkatimi çeken bir nokta da şu: Bu referansların yarısından çoğunu, 41.000’den fazlası son 5 yıl içinde almış. 101 h-indeksinden 75’ini de… 
Bu şu demek: Araştırmaları giderek daha dikkat çekici bir ivme kazanıyor ve bilim insanlarınca kullanılıyor. 
Yolu açık olsun..
===================================
Dostlar,

Biz de meslektaşımız Prof. Gökhan Hotamışlıgil‘in tıp bilimine anlamlı katkılarından övünç duyuyoruz. Dileyelim, temel bilim düzeyinde erişilen yeni bilgiler tıp uygulamasında da karşılığını bulur ve insan – toplum sağlığına somut katkısı olur..
Ek olarak da, Sn. Hotamışlıgil önümüzdeki yakın erimde NOBEL Tıp Ödülüne uzanır..
Sn. Prof. Aziz Sancar’dan sonra göğsümüz ne çok kabarır..

Bu arada, bu tür gelişmeleri ve haberleri sürekli, bitmeyen bir emek ve sabırla izleyen ve yazarak paylaşan sevgili dostumuz Orhan Bursalı‘ya da teşekkür borçluyuz.

25 yıl dolayında “Cumhuriyet BİLİM TEKNİK” dergisini her Cumartesi yayınlayan Sn. Bursalı! Dileriz Cumhuriyet’in yeni yönetimi “Cumhuriyet BİLİM TEKNİK” i yeniden sahiplenir. Sn. Bursalı, birçok güçlükle boğuşarak son birkaç yıldır HERKES İÇİN BİLİM TEKNİK Dergisini her Cumartesi kişisel çabasıyla yayınlıyor; saygı ile selamlıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 21 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İlahiyat fakülteleri, medreseler ve bilim: Nereye?

İlahiyat fakülteleri, medreseler ve bilim: Nereye?

Orhan Bursalı
Cumhuriyet, 16.9.18

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

Diyanet’in başına getirilen ilahiyat profesörü unvanı olan Ali Er­baş, Bitlis’te diyor ki: “Medre­seler ile akademik bilim birlikte hareket etmeli”.. Bitlis’in bir medreseler kenti olduğunu da söylüyor. Bölge insanının ihtiyacına göre davranılması gerektiğini belirtiyor; kime? Bitlis’te varlığını duy­duğumuz Bitlis Eren Üniversitesi (Med­reseler ve erenler diyarı ya!) rektörüne.. 
Çıkarsama yapmak her zaman doğ­ru olmasa da, buradan bir vazife çı­kar: Oradaki ihtiyaç erenler yetiştirmek ve o halde bunun için de “Üniversite ile medreseler birlikte hareket etmeli”…
Böylece Diyanet yeni bir görev edin­di demek: Medrese – üniversite (akade­mik ilim!) birliği…
Erbaş, çağımızda anlaşılması zor şeyler de söylemiş: “Yani medrese aka­demiden, akademi de medreseden is­tifade etsin. Bu şekilde ilmi faaliyetle­re adım atılmış olsun!”
Medrese “ilmi faaliyetlere” girecek, belki de “ilmi faaliyetleri” yönlendire­cek… Yani bilimsel etkinliklerin nasıl yapılması gerektiği konusunda yol gös­terici olacak. 
Kuşkusuz medresecilerin de “ilim”den öğreneceği şeyler var diye düşünüyor olabilir, böyle rasyonel mi düşünecek, bilimin eleştirel bakışını mı edinecek, belki de bugüne kadar üni­versitelerimizde bilimsel başarımı dü­şük buldukları için medreseciler ara­sından dünya çapında keşifler yapacak elemanlar çıkacak!

Füze gibi tırmanış
Ülkemizde kaç medrese faaliyette, resmi rakam var mı bilmiyorum. Med­reseler yasak değil mi, diyeceksiniz. Di­yeceksiniz ki yaşam yasa, yasak dinle­miyor.. Eğer öyleyse bu durum bizlere de iktidarın yasaklarını dinlememe hak­kı veriyor demektir. Ama delinecek ya­salara karar verecek olan, iktidar gü­cü tabii ki.
Medreseci Ali Erbaş Bey’in üniversite – medrese işbirliği, yeni dönemin işare­ti mi bilemem.
Ama ülkemizde “modern medreseler”in üniversite ile bütünleş­mesi, son 12 yıldır büyük bir hızla sü­rüyor: İlahiyat fakülteleri! Ve giderek ar­tırılan kontenjanları.. İlahiyat fakültele­ri AKP iktidarı ve liderinin en çok iftihar edecekleri yerler olabilir. Üniversitele­rin hiçbir bölümüne bu kadar büyük ya­tırım yapılmamış, hiçbir bölümü bunun onda biri kadar bile geliştirilmemiştir.
Şu artışa bakın:
1991 > 8
1992 >18
1994 > 21
2006 > 23
2012 > 42
2013 > 70
2014 > 75
2015 > 78
2017 > 100
2018 > 105
Sanıyorum 17 bin kadar da toplam öğrenci kontenjanları var. Öğrenci kon­tenjan sayısı 1997’de 3288; 2010: 6 bin; 2011: 8 bin. 2012: 12.540, 2017: 14.538. 
Erbaş: İmam hatip öğrenci sayımız 60 binden 1.5 milyona yaklaştı (mezun).

Yetmez, ama devam!
Önceki Diyanetçi Görmez 2015’te şöyle diyordu: “Son 10 yılda 40-50 ila­hiyat fakültesi açıldı. Bu ilahiyat fakül­telerinin hepsiniDiyanet personelikur­du. Kimse bunu bilmiyor. Doktora ya­pan arkadaşlarımızın hepsini biz bura­lara hoca olarak verdik. Şu anda her bi­ri o üniversitelerde ana bilim dalı başka­nı… Olmamız gereken yerde miyiz, de­ğiliz. Daha iyi yerlerde olmalıyız.” 80’i aşkın üniversitede cami yaptıklarını da ekliyordu. 
2018’de 5 tane daha ilahiyat fakültesi açıldığını okuyorum.
Bu personelin ulvi görevlerinin ne ol­duğunu, 18 Mart Üniversitesi’nden bir Yard. Doç. unvanlı, aşağıya doğru sar­kan kara sakallıdan şöyle öğreniyor­duk bu yıl: 

  • “Çanakkale ve Bursa’da genelev ola­rak kullanılan camiler var. Ahır olarak kullanılan camiler var.” 

Utanmazca ve rezilce ekliyordu da: 
“Lozan anlaşması da ikinci bir Sevr anlaşmasıydı..”
***

Peki bu kadar imam hatip mezunu ne olacak? Üniversite diplomalı olarak, imam hatip okullarında hızla ve hemen öğretmen oluyorlar. 60 bin daha eksik­leri varmış. Garantili iş.
Ayrıca devlete alınırken ne mezunu sorusu önemli: İlahiyat olunca akan su­lar duruyor.
Türkiye’nin bilime, bilimsel araştır­maya desteğiyle imam hatiplere, ila­hiyatlara desteğini birileri karşılaştırır herhalde.. 
Bir yazı daha gelecek: Medrese Osmanlı’yı batırdı, sıra Türkiye’de mi?
======================================
Dostlar,

Sn. Orhan Bursalı’nın bu makalesi önemlidir, hem de çok önemlidir.
Erdoğan, 2018-2019 Eğitim-Öğretim Yılı’nın başlaması nedeniyle yayımladığı iletide aşağıdaki tümceyi kurdu : 

  • Erdoğan: Eğitimde tarihi değişimlere hazırlanıyoruz

Birkaç yıl önce de bir açıklamasında eğitimde sıranın “müfredat” a geldiğini söylemişti ve hemen ardından 4+4+4  kepazeliğine sürüklenmişti Türkiye. Hem de TBMM’de CHP milletvekillerine tekme – tokat, kameralar önünde şiddet uygulayarak gece yarısından sonra bu yasa çıkarılmıştı. Bu yıl, karma eğitime darbe vurulmak isteniyor.

Türkiye artık bu çağ dışı AKP dayatmalarından çok yoruldu.
Ancak AKP = Erdoğan’ın durmaya hiç niyeti yok.. “Durmak yoook, yola devam”, tabanla arasında adeta şifreli ama herkesin anlamını bildiği bir slogana dönüştürüldü.

Ancak hem çağın hem de Türkiye’nin artık daha ötesine dayancı (tahammülü) yok.

Peki ne olacak?? AKP = Erdoğan politikalarıyla kurgulu (planlı) olarak İki düşman kampa ayrılmış halk arasında çatışmanın dozu, yöntemi, araçları… değişecek demektir.

Dilimiz varmıyor söylemeye ama bu tablo, bu kışkırtıcı pervasız dayatma, insanların yaşam biçimlerinin artık özüne dokunma.. Türkiye’de kanlı bir iç savaşa dek uzanabilir. AKP = Erdoğan ve danışmanları bu potansiyel, yakın ve açık tehlikeyi görmüyorlar mı İlle riskin gerçekleşmesi, sıcak çatışma mı çıkması yaşansın.. bu mu isteniyor!? Böylesi bir yangının AKP = Erdoğan’a ne yararı olabilir?

Eğer birtakım “danışmanlar” (!?) böylesi bir tehlikeye işaret etmeden dayatmacı politikaların yaşamın her alanında kadife eldivenli demir yumrukla – TEK ADAMIN mutlak gücü fırsat olarak değerlendirilerek önerilmekte ise, ateş çemberi daha da daralmış demektir.

Her nerede kaldı ise sağduyu, akl-ı selim, AKP akilleri eliyle mutlaka devreye girmeli ve bu korkunç irrasyonalite sarmalından Türkiye hızla kurtarılmalıdır.

Sabır da, dayanç da, tolerans da, Türkiye’nin yedekleri ve birikimi de., stratejik geleceği de… tükenmek / tüketilmek üzeredir.

Bir bütün olarak sistem, daha çok kaldıramayacağı bir kaotik negatif enerji ile yüklenmiştir. 1-2  adım ötesi muazzam bir denetimsiz sosyo-politik çöküştür ve sonuçlarını öngörmek olanaksızdır.

Sevgi ve saygı ile. 17 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Sürpriz sonuçlar ve AKP’nin kaybı

Sürpriz sonuçlar ve AKP’nin kaybı

Orhan Bursalı

Cumhuriyet, 25 Haziran 2018

Yazıyı yazarken tartışılan tek bir kurum vardı; AA diye anılan ajans. Ajans her zaman yaptığı gibi, sahibinin sesi olarak davrandı ve % 70’lerden başlattı RTE’nin oy oranını… Bu kadar ekranlarda tartışılırken, AA habercilik namusu adına, verileri hangi yöntemle toplayıp yayımladığı konusunda, yöntemi üzerine bir açıklama bile yapmadı. 
YSK’nin açıkladığı oy oranı henüz %60’ları bulmamışken, AA sonuçlarına göre %97 sandık sayımı ile oyu %52 üzerinde seyreden cumhurbaşkanı %50’nin altına düşer mi, bilinmez, ama zor gözüküyor. AKP’nin genel oyunun %40’ın altına düşebileceğine ve MHP’nin %7’lerde kalacağına ilişkin varsayımlarımız gerçekleşmemiş gözüküyor. Seçim sonuçlarını bu 3-5 puan belirledi.

MHP kilit parti 
İlginç bir şekilde MHP’nin %11’in üstünde oy alması seçimlerin tartışılacak en önemli konusudur. RTE’yi Başkanlığa taşıyan partidir ve AKP’den oy devşirmiş gözükmekte. Bahçeli son günlerde AKP’ye yönelttiği eleştirilerle seçmenini partisine yöneltme başarısını gösterdi ve ayrıca da partisi içinde yerini sağlamlaştırdı. Şimdi MHP içindeki muhaliflerin orada ne kadar kalacakları tartışılabilir. 
İnce’nin % 31’i bulması önemlidir. CHP, HDP ve İyi Parti’ye oy yitirmiş gözüküyor. Bu açıdan oy yitiren parti konumundadır. Bu sonucun CHP yönetimine nasıl yansıyacağı tartışılacak kuşkusuz, ama CHP içinde olabilecekler önümüzdeki yerel seçimlerle birlikte düşünülmeli.
HDP beklendiği gibi barajı aştı. AKP Meclis’te salt çoğunluğu yitirdi, 301’i bulamadı. MHP ile ittifak yapmak zorundadır.

İyi Parti gelişecek 
Ama Bahçeli AKP’ye yem olmayacağını gösterdi. Bunu Meclis’te de göreceğiz. Cumhurbaşkanlığı’nı dengeleme-denetleme görevinin anahtarı MHP’dir. Bu konuda MHP hem muhalefetle hem AKP ile işbirliği yapabilir. Veya AKP’ye yer yer karşı çıkabilir. 
Cumhur İttifakı’nın Meclis’te olaylara göre süreceğini söyleyebiliriz. MHP’nin Meclis’e girmek için AKP’nin ittifakına ihtiyacı olmadığını görmesi, onu daha bağımsız bir hale getirebilir. 
İyi Parti %10 oyuyla politik sahnede yeni bir oyuncu olarak yerini aldı. Bundan sonra daha yükselebilir. Henüz inşa ediliyor. İyi Parti, yeni seçmenlerden oy aldı gibi ve MHP ve AKP oylarından bir bölümünü de çekmiş gözüküyor. 
Saadet Partisi’nin beklenen veya umulan %3’ü aşma başarısı gösterememesi de, AKP ve RTE’nin galibiyetinde rol oynadı. 
RTE ve AKP, YSK seçim sonuçlarını gayri resmi desteklerse, bir dönem daha Türkiye’ye yönetecektir.

Yeni sistem yürürlüğe girdi 
Milletini tercihi böyle gözüküyor. RTE’ye olan seçmen desteğinin, bağlılık derecesinde sürdüğü net olarak ortaya çıktı 
Başkanlık Sistemi yürürlüğe girdi resmen. 
Türkiye zor bir ülke. 
Ekonomiyi nasıl toparlayacaklar, milleti vergilerle ezmeden, bilinmiyor. 
RTE ülkeyi yine bildiği kalıplarla mı yönetmeyi sürdürecek (büyük olasılıkla), veya bu kalıpları ağırlaştırarak mı sürdürecek, bilmiyoruz. 
Ama AKP oy kaybediyor. 
Böylece yeni dönemin ilk sahnesini bu yorumla açmış olalım.

‘Şiddetli maddi yoksunluk’ içinde 7.5 milyon çocuk yarattınız

‘Şiddetli maddi yoksunluk’ içinde
7.5 milyon çocuk yarattınız

Orhan Bursalı
Cumhuriyet, 15.5.18
(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
Tümüyle devletin resmi kurumundan, (TÜİK) Türkiye İstatistik Kurumu’nun verileri bunu söylüyor: Uluslararası kurumların tüm ülkelerce kabul edilen göstergelerine göre, yoksunluk ve şiddetli maddi yoksunluk kategorilerinde yaşayan milyonlarca insanımız var. Belki de bunlar arasında en önemlisi, 7.5 milyon çocuğumuzun ülkemizde “şiddetli yoksunluk” (dolayısıyla yoksulluk) içinde yaşıyor olmasıdır. Üstelik sayıları durmadan artarak!

Bu iktidarın ülkeye en büyük hediyelerinden biri! Bu kategorideki çocuklarımızın yaşamının önünde büyük engeller olduğunu hemen çıkarsayabiliriz: Ailesi yoksul, çevresi yoksul, beslenmesi yoksul, bunun sonucu beyinsel etkinlik kapasitesi başkalarına göre daha az; dar çevrede yaşadığı ve çocukluğunu çok yönlü ilişkiler – algılamalar – fiziksel temaslar içinde geçiremediği için beyninde nöronal ilişkiler ağı daha zayıf (konnektum eksikliği)…

Tüm eşitsizliklerin anası 
İçinde bulunduğu durum, özellikle eğitimde fırsat eşitsizliğini de anlatıyor zaten. Yalnızca eğitimde mi eşitsizlik? Toplumsal tüm eşitsizlikler, en çok, şiddetli yoksulluk içindeki çocuk sahibi ailelerde başlıyor. Bu aileler, yaşam standartlarının yükselmesi en zor aileler. Sorunların da herhalde en çok çıktığı aile yapısı… İş sorunu çok, çocukların okuması zor… Bu aile yapısı içindeki çocuklar, genellikle ileride yine benzer aile yapılarının de üretildiği kaynaklar oluyor. 
Kuşkusuz bu aile yapılarından gerçekten içinde bulunduğu cendereyi parçalayıp yükselen çocuklar yok mu, var ama sayılarının – oranlarının dikkate alınamayacak derecede az olduğunu varsayabiliriz. Daha pek çok eşitsizlik ve sorun sayabiliriz bu bağlamda.

26 milyondan söz ediyoruz 
Biraz daha ayrıntıya girelim, çünkü AKP iktidarı ülkemizde üç beş kuruş iane ile yoksulları kendi çemberi içinde tutma politikası izlerken, yoksulluğu büyük ölçüde yok edecek önlemler almamıştır. Fotoğraf net ortada… Bu konuda ciddi araştırmayı, TÜİK verilerine dayanarak Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi (BETAM) bilgi notu olarak yayımladı. Herkese Bilim Teknoloji yazarı, iktisatçı Bayram Ali Eşiyok, dergide henüz yayımlanmamış yazısıyla, bu konuyu daha geniş çalıştı. Buna göre Türkiye’de şiddetli maddi yoksunluk yaşayanların (çocuk ayrımı olmaksızın) 
* 2014 yılında oranı % 29.4 iken, 
* 2015 yılında %30.3’e,
* 2016 yılında ise 2.6 puanlık artışla %32.9’a yükseldi: 26 milyondan çok.
* Her 3 kişiden biri şiddetli maddi yoksunluk yaşıyor… 

Yani bu iktidar durmadan yoksulluk üretip duruyor

Şiddetli maddi yoksunluğun tanımı :

Aşağıda belirtilen 9 kalemden en az 4’ünü ekonomik nedenlerle karşılayamayan bireylerin şiddetli maddi yoksunluk yaşadığı kabul ediliyor: 
1. Beklenmedik giderler, 
2. Evden uzakta bir haftalık tatil (tüm aile bireyleri için),
3. Ödeme zorluğu (konut kredisi, kira, elektrik, su, doğalgaz vb. faturalar, taksit / borçlar), 
4. İki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek (vejetaryenler için eşdeğer yemek), 
5. Evin ısınma gereksinimi, 
6. Çamaşır makinesi, 
7. Renkli televizyon, 
8. Telefon (sabit veya mobil) ve 
9. Otomobil.

Çocuk işgücü sömürüsü 
Eşiyok diyor ki: TÜİK’in “Çocuk İşgücü Anketi” bulgularına göre 6-17 yaş diliminde yer alan çocukların 8 milyon 396 bini çalışıyor. Çocukların 893 bini ekonomik işlerde (%5.9’u), 7 milyon 503’ü ise ev işlerinde çalıştırılıyor (%49.2). Çocuk işçilerin en çok kayıt dışı sektörlerde çalıştırıldığı göz önüne alındığında, aslında kayıt dışı sektörde büyük ve ağır bir çocuk emek sömürüsü ortada. Onlar, gelecekte hangi toplumsal sınıfı üretecekler? 
Kuşkusuz ki imam hatiplere yönlendirilecek, din sömürgeni vakıfların elinde biçimlendirilecek, ağır sömürü altında ezilecek… Tam da iktidarın istediği seçmen kitlesine zemin hazırlayacak. 
Zaten adamları ne demişti:

  • Eğitimli nüfus iktidarımıza yaramaz, bize karşı oy verir!

Şimdi soralım: Hızla artan milyonlarca yoksul aile, Boğaziçi’ne köprü mü ister, yoksa koşullarının iyileştirilmesini mi? Muharrem İnce, ne dersiniz?!
==============================================
Dostlar,

Değerli dostumuz Sayın Orhan Bursalı‘dan gene gene çok nitelikli (klas!) bir makale. Kendisine ve yazıya temel (esas) verileri üretenlere saygı ile.
Sevgili halkımız da dileyelim yaşadıklarından bir “çıkarım” yapabilsin.
Öngörü” den çoktan vazgeçtik; hiç olmazsa deneme – yanılma üzerinden öğrensin artık.
Ben neden bu durumdayım?” sorusunu kendine yüksek sesle sorsun..
Sonra aynaya bakarak bu soruyu yinelesin..
Sonra… yakınlarına, çevresindekilere, güvendiği dürüst dostlarına yöneltsin bu soruyu.
Son olarak kendisinden “OY” unu isteyen politikacıların yüzüne haykırsın ve nasıl çözeceklerini sorsun bu asla yazgı olmayan insanlık dışı yabanıl (vahşi) sömürü düzenini!

Sevgi ve saygı ile. 17 Mayıs 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Doğan Kuban: Umutsuzluk Yakışmaz

Doğan Kuban: Umutsuzluk Yakışmaz

Orhan Bursalı
obursali@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet, 01.04.2018

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Kırmızı Kedi, “Cumhuriyet Bilgeleri” başlığı altındaki serisinin ilk kitabını Doğan Kuban Hoca’nın yazılarına ayırdı: İflah olmaz iyimser bir bilge olan Kuban Hoca’nın kitabının adı: Umutsuzluk Yakışmaz.
Önce kitabın başlığının çağrıştırdıklarının peşinden gidelim: Doğan Hoca’nın bir umut insanı olduğunu bilirim. Türkiye, Osmanlı ve Rönesans tarihine, Türkiye’nin kuruluşuna ve yarattıklarına ve geleceğe yaklaşımı, derin analizleri hep umut taşır. Kuban, tarihin üzerinden adeta koşar adımlarla geçer, dönemleri birbirine bağlar ve vardığı sonuçların hakikatin bir parçası olmasına ve yeni geleceğin kurulmasında basamaklar oluşturmasına çaba gösterir ve hepimizin önüne ödevler koyar.

Toplumların yönü nereye? 
Kitabın adı Karamsarlığa Yer Yok da olabilirdi. Hocanın bu umudunun kaynağı, tarihe geniş zaman dilimlerinden bakışıdır. Geçmiş gerçekten geriye değil ileriye, kötüye değil daha iyiye, kötümserliğin yoğunlaştığı zamanlarda birden iyimserliğin çiçek açtığı zamanlara doğru ilerler.
“Geçmiş daha iyiydi” sözü bazen özlemle dile getirilir ama gerçekten geçmiş daha iyi miydi ve neye göre, hangi açıdan, yaşamın hangi kalemine göre? Toplumların ve insanlığın gerilediğini mi söyleyeceğiz yoksa ilerlediğini mi… Her ne denli insanlık çok temel sorunlarına henüz kalıcı çözümler ortaya koyamamışsa da ve geleceğin meşalesi gürül gürül yanıyor olmasa da, geleceğe yaklaşımımızın iyimser olmasından vazgeçebilir miyiz?

İyilik ve kötülük birlikte var
İyilik ve kötülük iç içedir. İnsanlığın çabası iyiliğin hep üstün geleceği, ağırlıkta olduğu bir yaşam varlığını hedefler. Felsefe de iyiyi, güzeli, hakikati arayış içindedir. Öyle midir gerçekten, yoksa salt umudu koruma düşüncesinin dışavurumu mudur? Umut, yaşamın, daha iyiyi arayışın ve güzelliğin adıdır. Bundan vazgeçmemiz mümkün mü?
Yitirdiğimiz eleştirel düşünen aydınlarımızdan Ahmet Cemal, Kuban’ın yazıları için “Türkiye’nin yakın kültür tarihinin ender rastlanır bir saydamlıkta çözümlemesidir.” diyordu; “Tarihimizin gerektiğinde en uzak köklerine kadar uzanan bu çözümleme, bütünüyle eleştirel düşünce temeli üzerinde yükselmiştir.”
Kuban’ın haftalık yazıları, önce Cumhuriyet Bilim ve Teknik’de, iki yıldır da Herkese Bilim Teknoloji’de büyük bir merakla okunuyor ve toplumda derhal binlerce paylaşıma konu oluyor. İki Bilge konferanslarının meraklıları tanıktır: Yaşadığımız kötücül siyasi ve toplumsal durumlar karşısında yükselen “Eyvah!” söylemlerine karşı, Doğan Kuban bilgece umudu yeşertmiştir ve çağdaş yaşamı belirleyen ögelerin herkesi birleştireceğini ve kimsenin bunun dışında kalamayacağını söylemiştir.

Umut, yaşamın adıdır 
Kötülükler, önünde sonunda hep yıkılmıştır, bunun nedeni belki de, insanlığın akış yönü iyilikten yana olduğu içindir.
Bu akışın, yazgısal bir yaklaşımda bulunursak büyük bir bilgelik içerdiğini söyleyebiliriz. Yani, tek tek bireylerin düşüncesinden bağımsız, uzun erimde iyiliğe koşan, umudu içselleştirmiş bir bütünsel insaniliğin varlığını belki düşünmeliyiz… Çünkü yıkıntılar arasından toplumların dünyası her zaman yeniden kurulur.
Belki insanlığın geçmiş yaşamından yeterince ders alamadığından veya kötülüğün geçici egemenliğini engelleyemediğinden, sistemde bir yanlışlıktan bahsetmeliyiz.
Umutsuzluk Yakışmaz kitabının konuları ve içerdiği düşünceler üzerine iz sürüyorum kaçıncı kez. Toplum, Çağdaşlık, Kültür, Düşünce, İslam, Kent, Kaos, Cumhuriyet başlıkları altında toplanmış 58 yazının her biri, bir Rönesans insanının eleştirel süzgecinin nasıl çalıştığının ders dolu örnekleridir. Kimi kez cehaleti ele alır yerden yere vurur, kimi kez de kurtuluşun yolu olarak halkın aydınlatılmasını önerir.
Ben ise halkın yüz binlerce öncü kadrosunun adanmışlığıyla toplumun değişebileceğini düşünürüm.
Umutsuzluk dağıtır, bireyi içine kapatır, onun tüm ilişkilerini kopartır ve salgın hastalık gibi yayılmasını sağlar. Kötülüğün sürmesine yarar.
Oysa düşünceye, insana, aydına Umutsuzluk Yakışmaz, hiç mi hiç!
Kuban kitabıyla hepimizi her şeyi yeniden düşünmeye çağırıyor.
=========================================
Dostlar,

Gecenin 04:23’ünde dostumuz sevgili Orhan Bursalı’ya da, bu nefis kitabı yazan hocamız bilge insan Doğan Kuban’a da selam olsun.. Alıp okuyacağız hızla..

Biz de Kuban hoca ve Bursalı gibi iyimseriz..;

Batı emperyalizminin ve yerli maşalarının sömürgeleştirmek istedikleri halkların öncelikle UMUDUNA SALDIRDIĞINI düşünüyoruz. En stratejik hedef budur.. Sömürgelerde UMUT KIRILMALIDIR öncelikle ve hızla.. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir..

Dolayısıyla, sömürgelerde – sömürgeleştirilmek istenen coğrafyalarda ve de post-modern sömürü dizgesinde AYDINA YARAŞAN, umudunu asla ver-me-mek-tir!

  • Umut, direnenlerin en büyük ve etkili silahıdır. O kale “düşmediği” sürece sömürgenlere geçit yoktur..

Savaş bu eksende yürütülür hep..

ODTÜ Felsefe bölümünden Prof. Ahmet İNAM hocamızın da enfes bir kitabı var :

  • UMUTSUZLUK AHLAKSIZLIKTIR!Bu da okunmalı..
    İnsanlık onuru, geç de – güç de olsa hep ama kazanıyor, kazandı ve kazanacak!Mustafa Kemal ATATÜRK‘ten yaklaşık 100 yıl sonra, tuhaf – ilginç bir döngüsellikle gene kuşatmadayız içeriden – dışarıdan; ancak diyalektik bir zorunluk ki; gene biz = AYDINLANMA kazanacağız..

    İnsanlık onurunun bitmeyen enerjisiyle savaşıma devam :

  • Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacak..

    Gazi’ye vefa borcumuz, çağcıl Rönesans işlevimiz – yükümümüz bu, 21. yy. şafağında; Türkiye’de, kadim Anadolu’da..

    Kolay gele!

    Sevgi ve saygı ile. 02 Nisan 2018, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com