Etiket arşivi: Erinç Yeldan

IMF’den dünya ekonomisinin görünümü

IMF’den dünya ekonomisinin görünümü

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 21 Ekim 2020 (AS: Biraz gecikme ile, ama güncelleşen önemi nedeniyle..)

IMF’nin yılda iki kez yayımladığı “Dünya Ekonomisi Görünümü” (WEO) raporunun ardından
Dünya Bankası ile birlikte düzenlediği yıllık toplantılarının ardından gözler bir kez daha
dünya ekonomisinin Covid-19 krizi ve sonrasındaki olası seyrine çevrildi.

İkilem şudur                       :

Covid-19 krizi boyunca ülkelerin -IMF ve benzeri uluslararası kuruluşların da desteği ile- yürütmekte oldukları ekonomik destek paketlerinin yol açtığı aşırı genişleme ve borç yükü kriz aşıldıktan sonra nasıl ödenecektir? (Daha doğrusu kimlere ödettirilecektir?) IMF’nin yayımladığı mevcut rapor ve uyarılar, Covid-19 krizi sonrasında dünya ekonomisinin eskisinden de sert bir biçimde, yeniden ve iflah olmaz bir biçimde kemer sıkma (austerity) politikalarına geri dönüş çağrılarıyla dolu gözükmektedir. Bu tercih,

  • Neo-liberal muhafazakârlığın ulusların demokrasi kurumlarına, emeğin kazanımlarına ve gezegenimizin iklim kaynaklarına yönelik yaşattığı tahribatın 2020’li yıllarda daha da derinleşeceği anlamına gelmektedir.

Oysa IMF’nin icra direktörü Kristalina Georgieva, daha Eylül başında Birleşmiş Milletler’in
Maliye Bakanları toplantısında şu görüşleri ifade etmekteydi:

Bu kriz, bizlere ilerisi için daha dayanıklı bir gelecek kurmamız gerektiğini göstermektedir.
Bu da
eğitime,
dijital kapasitelere,
sağlık ve sosyal koruma sistemlerine yatırımları artırmamız

anlamına gelmektedir…

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği dahil,
her türlü eşitsizliği ve yoksulluğu,
çirkin başlarını bir daha yükseltemeyecekleri biçimde engellememiz gereklidir.

Ve geçen hafta Bloomberg’de yayımlanan bir demecinde de eklemekteydi: “Fon (IMF), ülkeleri
mali canlandırma paketlerini vaktinden önce geri çekmemeleri konusunda uyarmaktadır.

Ancak IMF’nin dönem toplantılarında ve WEO raporunda dile getirilen görüşler, bu uyarıların
tüm ülkeler” için geçerli değil, daha net olarak yalnızca “gelişmiş ekonomileri” kapsayan bir ayrıcalık olduğunu belgelemektedir.

Örneğin Avrupa Borç ve Kalkınma Ağı (Eurodad), geçen hafta yayımladığı “Bastırılmış Kalkınma: Covid Krizi Sonrasında IMF’nin Kemer Sıkma Programları” başlıklı raporunda, 2021-23 arasında 80’e yakın ülkenin, IMF’nin baskısıyla, kapsamlı olarak kemer sıkmaya yöneleceklerini ve söz konusu daraltıcı maliye politikalarının milli gelirlerin ortalama % 3.8’i düzeyine ulaşacağını öngörmektedir. Bunun %2.1’lik bölümünün ise bir şok tedavisi biçiminde 2021 içinde uygulanması planlanmaktadır.

Tahminlere göre söz konusu 80 ülkede Covid-19 krizine karşı geliştirilmiş bulunan canlandırma paketlerinin seyri ve düzeyi büyük farklılıklar göstermiş durumda olup sürdürülmesi zaten neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Söz konusu ülkelerden yarısından fazlası şimdiden yaz aylarında uygulamış bulundukları canlandırma paketlerinin maliyetlerini karşılayabilmek için kamu harcamalarını kısıtlamak zorunda kalmışlardır. Bu politika değişikliğinin önümüzdeki 3 yıl için kurgulanan boyutunun, Covid-19 krizini aşmak için uygulanan canlandırma paketlerinin 4.8 katına ulaşacağı öngörülmektedir.

Eurodad’ın öngörüleri önümüzdeki on yıl boyunca gelişmekte olan ülkelerde kamu harcamalarının milli gelir paylarının % 25.7’den % 23’e geriletileceğini öngörmekte ve
bunun da kaçınılmaz olarak daha az sağlık, daha az eğitim ve daha az sosyal korunma anlamına geleceğinin altını çizmektedir.

  • Kriz boyunca artan borçluluğun yaratacağı yükler,
    kalkınma hedeflerinin borçların idaresi için feda edilmesi demek olacaktır.

IMF’nin kemer sıkma çağrıları aslında

  • toplumsal cinsiyet eşitsizliği dahil, her türlü eşitsizliği ve yoksulluğu engellemek yerine, öncelikle küresel finansal sistemin sağlığını korumaya yönelik;

dolayısıyla kriz sonrasında küresel ekonomi için tasarımlanan yeni normal, gelişmiş ülkelerde
mali genişleme araçları ile krizin yaralarının sarılması; azgelişmiş ülkeler için ise yepyeni bir kayıp on yıl anlamına gelmektedir.

Cumhuriyetin 97. yılında sanayileşme sorunumuz

Erinç Yeldan
Erinç YeldanCumhuriyet, 28 Ekim 2020

Cumhuriyetin 97. yılında sanayileşme sorunumuz

Yukarıdaki sözler, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank’ın 14 Ekim tarihinde Dünya Standartlar Günü vesilesiyle yapmış olduğu konuşmada müjdelenmişti.

Sanayi İcra Komitesi Türk sanayiine yön verebilir mi? Türkiye’nin, birçok gelişmekte olan çevre ekonomisiyle birlikte yaşamakta olduğu, olgunlaşmamış sanayisizleşme tehdidine çare olabilir mi? Türkiye, Sayın Bakanı’nın ifadesiyle “Elektrikli otomobiller, akıllı şehirler, akıllı şebekeler, büyük veri, nesnelerin interneti, yapay zekâ ve veri merkezlerinin sürdürülebilirliği gibi çok kritik alanlarda…” çağımızın gerekli dönüşümlerini yakalayabilir mi?

Özellikle, neo-liberal hiper-küreselleşme ve piyasa fetişizminin koşullandırmaları altında,

  • Türkiye uluslararası yeni işbölümünün meta zincirleri kümesinde kendisi için biçilmiş olan taşeronlaştırılmış sanayiye dayalı ucuz işgücü ve ithalata dayalı tüketim deposu olma işlevini kırıp atabilecek mi?

1980 sonrası Türkiye’nin yaşadığı dönüşümler bu sorulara olumlu yanıt vermemizi güçleştiriyor. Örneğin, Dayanışma Meclisi’nin “Yeni Bir Cumhuriyet’e Doğru: Sanayi – Kalkınma Raporu” (http://dayanismameclisi.org/) başlıklı çalışması bize sanayileşme önündeki kısıt ve koşullandırmaları teker teker şu sözlerle hatırlatmakta:

Ülkemizde yaklaşık olarak 40 yıldır sürdürülen neo-liberal politikalar Türkiye’yi düşük büyüme batağına saplamış ve bütünüyle dışa bağımlı hale getirmiştir. Bugün Türkiye ekonomisi, ithalata bağımlı hale gelmiş tarımıyla, uluslararası işbölümünde düşük ücret yüksek sömürü oranlarıyla, taşeronluk işlevi gören sanayisiyle, güvencesiz ve örgütsüz istihdamın damgasını vurduğu hizmetler sektörüyle, doğal ve kültürel varlıkların talanı üzerinde büyüyen yapısıyla tükenmiş bir görünüm arz etmektedir.”

“Neo-liberal tutuculuğun finansal serbestleşme programları, reel sektör tasarruflarını uzun vadeli sabit sermaye oluşumu yerine kısa vadeli spekülatif yatırımlara kanalize olmasının bir aracına dönüştürerek başta imalat sanayii ve tarım olmak üzere reel sektördeki birikimi tahrip edici etkide bulunmuştur.
***
Aslında, sanayileşmenin yaklaşık 250 yıllık tarihi bize sanayileşmenin “rasgele” bir süreç olmadığını ve devletlerin bilinçli tasarımı ve sürece aktif katılımını içeren bilinçli bir politikalar kümesi içerdiğini gösteriyor. Bu bağlamda çok önemli bir tarihçe Prof. Dr. Murat Yülek’in yeni kaleme aldığı “How Nations Succeed – Ulusların Yükselişi” başlıklı kitabında (*) dile getirilmekte.

Murat Hoca’nın vurguladığı üzere sanayileşme, “ileri ve geri bağlantılarla güçlendirilmiş bir sanayi yapısını amaçlayan kamu politikalarına” bağlı. “Sanayi politikası” ile “sanayileşme stratejisi” de aslında farklı yaklaşımlar içeren, farklı anlamlar taşıyan olgular. Sanayi politikası, sanayileşmenin farklı aşamalarında devreye sokulması gereken ve devletin aktif olarak kurgulayacağı teşvik ve önlemler bütününü sergilemekte. Bu bağlamda, stratejik öncelikli sektörleri finans piyasalarının kısa dönemli ve anarşik gelgitlerine göre değil, katma değer yaratma kapasitelerine göre sıralayacak; ileri ve geri teknolojik girdi-çıktı bağlantılarını uyumlaştıracak, “yaparak öğrenme” ve “sektörler arası taşma etkilerini” geliştirecek, derinleştirecek ve yönetecek devlet müdahaleleri gerekiyor.

Bu süreci adım adım ve aktif olarak yönetebilmek için ise “iktisaden tam bağımsızlığı” ve “kalkınmacılık perspektifini başat” olarak gündemine koyan bir devlet anlayışı gerekiyor.
***
Gazi
’nin “Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” sözlerinin üstünden doksan yedi yıl geçmiş. Eşitliğe, özgürlüğe, barışa, kadınların, çocukların ve azınlıkların haklarına ve çevreye saygılı bir Cumhuriyet özlemiyle tüm okurlarımın Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarım.

(*) Murat A. Yülek. How Nations Succeed: Manufacturing, Trade, Industrial Policy and Economic Development. Palgrave. 2018.

IMF’den dünya ekonomisinin görünümü

Erinç Yeldan
Erinç Yeldan

IMF’den dünya ekonomisinin görünümü

Cumhuriyet, 21 Ekim 2020
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
IMF’nin yılda iki kez yayımladığı “Dünya Ekonomisi Görünümü” (WEO) raporunun ardından Dünya Bankası ile birlikte düzenlediği yıllık toplantılarının ardından gözler bir kez daha dünya ekonomisinin Covid-19 krizi ve sonrasındaki olası seyrine çevrildi.

İkilem şudur: Covid-19 krizi boyunca ülkelerin -IMF ve benzeri uluslararası kuruluşların da desteği ile- yürütmekte oldukları ekonomik destek paketlerinin yol açtığı aşırı genişleme ve borç yükü kriz aşıldıktan sonra nasıl ödenecektir? (Daha doğrusu kimlere ödettirilecektir?) IMF’nin yayımladığı mevcut rapor ve uyarılar, Covid-19 krizi sonrasında dünya ekonomisinin eskisinden de sert bir biçimde, yeniden ve iflah olmaz bir biçimde kemer sıkma (austerity) politikalarına geri dönüş çağrılarıyla dolu gözükmektedir. Bu tercih, neo-liberal muhafazakârlığın ulusların demokrasi kurumlarına, emeğin kazanımlarına ve gezegenimizin iklim kaynaklarına yönelik yaşattığı tahribatın 2020’li yıllarda daha da derinleşeceği anlamına gelmektedir.

Oysa IMF’nin icra direktörü Kristalina Georgieva, daha eylül başında Birleşmiş Milletler’in Maliye Bakanları toplantısında şu görüşleri ifade etmekteydi:

  • Bu kriz, bizlere ilerisi için daha dayanıklı bir gelecek kurmamız gerektiğini göstermektedir.
  • Bu da eğitime, dijital kapasitelere, sağlık ve sosyal koruma sistemlerine yatırımları artırmamız anlamına gelmektedir…
  • Toplumsal cinsiyet eşitsizliği dahil, her türlü eşitsizliği ve yoksulluğu, çirkin başlarını bir daha yükseltemeyecekleri biçimde engellememiz gereklidir”.Ve geçen hafta Bloomberg’de yayımlanan bir demecinde de eklemekteydi:
  • Fon (IMF) ülkeleri mali canlandırma paketlerini vaktinden önce geri çekmemeleri konusunda uyarmaktadır.

Ancak IMF’nin dönem toplantılarında ve WEO raporunda dile getirilen görüşler, bu uyarıların “tüm ülkeler” için geçerli değil, daha net olarak sadece “gelişmiş ekonomileri” kapsayan bir ayrıcalık olduğunu belgelemektedir.

Örneğin Avrupa Borç ve Kalkınma Ağı (Eurodad), geçen hafta yayımladığı “Bastırılmış Kalkınma: Covid Krizi Sonrasında IMF’nin Kemer Sıkma Programları” başlıklı raporunda, 2021-2023 arasında 80’e yakın ülkenin, IMF’nin baskısıyla, kapsamlı olarak kemer sıkmaya yöneleceklerini ve söz konusu daraltıcı maliye politikalarının milli gelirlerin ortalama %3.8’i düzeyine ulaşacağını öngörmektedir. Bunun %2.1’lik bölümünün ise bir şok tedavisi biçiminde 2021 içinde uygulanması planlanmaktadır.

Tahminlere göre söz konusu 80 ülkede Covid-19 krizine karşı geliştirilmiş bulunan canlandırma paketlerinin seyri ve düzeyi büyük farklılıklar göstermiş durumda olup, sürdürülmesi zaten neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Söz konusu ülkelerden yarısından fazlası şimdiden yaz aylarında uygulamış bulundukları canlandırma paketlerinin maliyetlerini karşılayabilmek için kamu harcamalarını kısıtlamak zorunda kalmışlardır. Bu politika değişikliğinin önümüzdeki üç sene için kurgulanan boyutunun, Covid-19 krizini aşmak için uygulanan canlandırma paketlerinin 4.8 katına ulaşacağı öngörülmektedir.

Eurodad’ın öngörüleri önümüzdeki on yıl boyunca gelişmekte olan ülkelerde kamu harcamalarının milli gelir paylarının %25.7’den %23’e geriletileceğini öngörmekte ve bunun da kaçınılmaz olarak daha az  sağlık, daha az eğitim ve daha az sosyal korunma anlamına geleceğinin altını çizmektedir.

  • Kriz boyunca artan borçluluğun yaratacağı yükler,
    kalkınma hedeflerinin borçların idaresi için feda edilmesi demek olacaktır.

IMF’nin kemer sıkma çağrıları aslında toplumsal cinsiyet eşitsizliği dahil, her türlü eşitsizliği ve yoksulluğu engellemek yerine, öncelikle küresel finansal sistemin sağlığını korumaya yönelik.

Dolayısıyla kriz sonrasında küresel ekonomi için tasarımlanan yeni normal, gelişmiş ülkelerde mali genişleme araçları ile krizin yaralarının sarılması; azgelişmiş ülkeler için ise yepyeni bir kayıp on yıl anlamına gelmektedir.
=============================
Dostlar,
Sn. Prof. Yeldan’ın bu makalesini okumadan önce, 24 Ekim 2020 akşamı, BM’nin kuruluşunun 75. yılı nedeniyle, Karantina TV‘den Sn. Recai Aksu ile söyleşimizde KOVİT-19 salgınının küresel ekonomik boyutlarını, IM-DB ikizlerine (Twin Sisters) ve BM-DSÖ ikilisine, küresel sistemin öncü ülkelerine, Dolar – Avro milyarderlerine.. çağrılarda bulunmuştuk.- IMF’nin gelişmekte olan ülkelerin borçlarının en yarısını silmesini,
– kalanını uzun erim (vade) ile yeniden yapılandırmasını,
– bunca yoksulluk ve işsizlikle salgınla başedilemeyeceğini,
– DSÖ’nün finansal olarak desteklenmesi gerektiğini,
– BM’nin salgın yönetiminde DSÖ ile daha yakın – destekçi durması gerektiğini…
– Türkiye vb. ülkelerin artan yoksulluk karşısında sosyal devlet desteklerini gözden geçirerek iyileştirerek sürdürmelerinin zorunlu olduğunu..
– ………
veeee…
BM Genel Kurulu ya da Güvenlik Konseyi aracılığıyla

Tüm Dünyada Eşzamanlı 14 Günlük KÜRESEL TAM KAPATMA çağrısı – uygulaması

yapılması gerektiğini vurgulamıştık.

Bu konuşmamızın yaygın olarak izlenmesi, paylaşılması, gündem kılınması ve uluslararası toplumun gereğini yapması dileğiyle bir kez daha dikkatinize sunuyoruz :

http://ahmetsaltik.net/2020/10/24/katrantina-tv-programimiz-24-ekim-2020/

Sevgi ve saygı ile. 26 Ekim 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı,
Kamu Yönetimi Siyaset Bilimi (Mülkiye)

www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

Türk Tabipleri Birliği Uyarıyor

Erinç Yeldan

Türk Tabipleri Birliği Uyarıyor

09 Eylül 2020, Cumhuriyet
İnsan mı, ekonomi mi?
Covid-19 salgınının patlak verdiği günlerden bu yana yedi ay geçti. Siyaset, bu ortamda hâlâ insan yaşamının her tür çıkar kaygısının üstünde olduğu ve olması gerektiği gerçeğini kabullenebilmiş değil. Bu satırların yazıldığı sırada dünyada toplam olgu sayısı 27 milyon 436 bin kişiyi aşmış; virüs nedeniyle yaşamını kaybedenlerin sayısı 896 bin kişiye ulaşmış idi. 7 Eylül itibarıyla, Sağlık Bakanlığınca yayımlanan resmi verilere göre, ülkemizdeki aktif olgu sayısı 281 bin 509 kişi; yaşamını kaybedenlerin sayısı ise 6 bin 730 idi.
Türkiye, dünyanın en kalabalık 17. ülkesidir. Aynı tarih itibarıyla, ülkemiz dünyada Covid-19 doğrulanmış¸ olgu sayısında 18. sırada, Covid-19 doğrulanmış¸ ölüm sayısında 22. sırada, milyon kişi başına düşen doğrulanmış¸ olgu sayısında 76. sırada (3331), milyon kişi başına düşen doğrulanmış¸ ölüm sayısında ise 58. sırada (80) yer almaktaydı.

Covid-19 pandemisinin ülkemizde de görülmeye başlandığının resmi olarak açıklanmasının üzerinden yaklaşık altı ay geçmiş durumda. Ancak, özellikle haziran başından bu yana izlenmiş bulunan resmi yaklaşım, salgının yayılmasına karşı alınmış olan önlemlerin “ekonominin gerçekleri doğrultusunda” gevşetilerek, hastalıkla mücadelede vatandaşın birincil derecede sorumlu ilan edilmesi ve salgınla baş başa bırakılması stratejisine dönüştü. Nitekim, bu gerçekler ışığında Türk Tabipleri Birliği (TTB) ne yazık ki bizimle şu satırları paylaşmak zorunda kalmış idi:

“… ülkemiz genelinde ne çalışma yaşamı, ne sağlık, ne eğitim ne de üniversite vb. herhangi bir alana yönelik olarak bütünlüklü, bilimsel bilgiye dayalı ve toplumsal gereksinimleri önceleme özelliklerini birlikte taşıyan herhangi bir kamusal düzenleme gerçekleştirildi.” 

TTB, 26 Ağustos tarihinde Cumhurbaşkanlığı tarafından yayımlanan “COVID-19 Kapsamında Kamu Çalışanlarına Yönelik Tedbirler” genelgesine yönelik olarak, Salgın Çalışma Yaşamında Ayrım Yapmıyor! uyarısını yapıyor ve şu tespitleri bizlerle paylaşıyordu:

“Genel bütçeden doğrudan kamusal mali destek kararıyla işverenler öncelenirken, tüm emekçiler, esnaf ve işsizler görmezden gelindi. Çalışma koşullarına ve çalışanlara yönelik düzenlemelerde de özel sektör, tarım sektörü ve kayıt dışı alanlar yok sayıldı. 

Hükümet, sorumluluğunu yerine getirmekten, sermaye gruplarıyla karşı karşıya gelmekten salgının yayılması, ölümlerin artması pahasına ısrarla kaçınıyor. … Çalışma koşulları ile çalışanlara yönelik olarak, pandeminin gerektirdiği nitelik ve nicelikteki düzenleme ile denetimler özel sektör söz konusu olduğunda yok sayılmaya devam ediliyor.” 

Türk Tabipleri Birliği, salgının ülkemizde denetim altına alınamamasının önemli nedenlerinden bir tanesinin bu tutumun sürdürülmesi olduğunun altını çizmektedir. TTB “… hem çalışma koşulları hem de çalışanların özlük haklarına ve sağlıklarına yönelik bütünlüklü, bilimsel bilgiye dayalı ve toplumsal gereksinimleri önceleme özelliklerini birlikte taşıyan düzenlemelerin zaman geçirilmeden yapılması” gerekliliğini vurgulamakta; sağlık emekçilerine yönelik olarak da şu tedbirlerin ivedilikle alınmasını talep etmektedir:

1. COVID-19 hastalarıyla ilgili birimlerde görevli çalışanların çalışma saatleri ve iş yükleri fiziksel ve ruhsal sağlıklarını koruyacak şekilde düzenlenmelidir.

2. Sağlık çalışanı ebeveynlere, çocuğunun bakımı ve sağlığı ile mesleğini icra etme ve geçimini sağlayabilme arasında seçim yapmaya zorlamadan ücretsiz kreş, çocuk bakım desteği ya da ücretli idari izin gibi olanaklar sağlanmalıdır.

3. Temel ücretlerinde emekliliğe de yansıyacak şekilde düzenleme yapılmalı; performans ödemeleri Ocak 2021’e kadar en üst seviyeden ödenmeli, çalışanların hastalık izni ve rapor nedeniyle ücretlerinde kesinti uygulamasına son verilmelidir.

4. COVID-19 hastalığı, bütün sağlık çalışanları için meslek hastalığı olarak kabul edilmelidir. Düzenleme geriye dönük olarak da geçerli olmalıdır.

Yazımızı bitirirken ilk satırlara geri dönmek elzem: Önce insan!

Döviz sorunu

Erinç Yeldan
05 Ağustos 2020, Cumhuriyet

  • Dövizin fiyatının ucuz kılınması on yedi yıllık AKP hükümetlerinin en önemli kaygısı olageldi. Dövizin fiyatının (Dolar ya da Avro kurunun) ucuzluğu bir yandan tüketim talebini kamçılayarak genişleyici bir konjonktür yaratıyor, bir yandan da ithal edilen ara ve yatırım mallarının fiyatlarını ucuzlatarak, enflasyonist baskıların hafifletilmesi işlevi görüyordu. Yerli sanayinin çökertilmesi ve işsizliğin yapısal olarak kalıcı hale dönüştürülmesi pahasına yaratılan bu sanal genişleme, AKP’nin ekonomik mucize öyküsünün temelini oluşturmaktaydı.

Okumaya devam et

İstihdamın Çöküşü

İstihdamın Çöküşü

Ulusal ekonomide sanayi üretiminin nisan ayında % 40 ile 60 arasında daralmış olduğu, 3.5 milyon işçinin “kısa çalışma ödeneği” programı altında “istihdam ediliyor” diye nitelendirildiği koşullar altında TÜİK’in paylaşmakta olduğu “açık” işsizlik verileri, işgücü piyasalarında yaşananları açıklamaktan uzaktır. Türkiye ekonomisi ne yazık ki karşılaştırmalı gelişmekte olan piyasa ekonomilerine görece Covid -19 salgınının yarattığı ekonomik ve sosyal krizden en derin etkilenen ülkeler arasındadır. Resmi veriler ise “Avrupa standartları” ve benzeri savlarla ulusal ekonomide yaşanan tahribatı istatistik tanımlarının ardına gizlemektedir.

İşgücü piyasalarına ilişkin alternatif istatistiksel hesaplamalar, bağımsız araştırmacılar yanında DİSK’in Araştırma Dairesi tarafından da düzenli paylaşılmaktadır. DİSK-AR uzmanları en son olarak Birleşmiş Milletler Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Covid -19 salgınının yarattığı iş kayıplarını yakından izlemek üzere geliştirdiği metodolojiyi kullanmaktadır. Buna göre Covid -19 nedeniyle çalışılmayan su¨reler istihdam kaybı olarak hesaba katılmakta ve salgın nedeniyle meydana gelen toplam fiili iş kayıpları bulunmaktadır.

Bu metodolojinin ulaştığı sonuçlar çarpıcıdır:

  • Covid -19 nedeniyle meydana gelen fiili iş kaybı 9.4 milyon kişidir. Böylelikle, nisan ayı itibarıyla yeniden hesaplanan geniş tanımlı işsiz sayısı (tam zamanlı istihdam kaybı dahil) son bir yılda 10 milyon 759 artış göstermiş ve 17 milyon 722 bin kişiye yükselmiştir.  

  • İstihdamdaki daralma cinsiyet eşitsizliklerini de beraberinde yansıtmaktadır. DİSK uzmanlarının bulgularına göre geniş tanımlı işsizlik oranı erkeklerde Nisan 2019’da %16.5 iken 2020’de %25.9’a, kadınlarda ise Nisan 2019’da %26.5’ten 2020’nin nisan ayında %34.1’e yükselmiştir. 

  • Kadın emeği, işgücüne katılmaktan giderek vazgeçerken bir yandan da evde artan sosyal sorumluluklarla baş etme uğraşındadır. Nitekim kadınlarda Nisan 2019’da toplam işgücüne katılma oranı %52.9 iken, Nisan 2020’de bu oran % 47.2’ye değin gerilemiş durumdadır.

Resmi verilere geri dönersek, son derece dar kapsamlı tanımlamalar altında dahi TÜİK verileri Nisan 2019’da 28 milyon 199 bin olan toplam istihdamın, son bir yılda 2 milyon 585 bin kişi azalarak 25 milyon 614 bine gerilemiş olduğunu belgelemektedir. Gerçekten işbaşında olanların sayısı ise bir yılda tam 7 milyon 100 bin kayba uğrayarak, 20 milyon 456 bin kişiye gerilemiştir.

  • 80 milyon nüfuslu “yeni” Türkiye, nüfusunun sadece dörtte birini işbaşında tutabilmektedir!

Cin şişeye sığmıyor

Cin şişeye sığmıyor

Erinç YELDAN
Cumhuriyet, 17 Haziran 2020

Geçen hafta içinde TÜİK 2020 Hanehalkı İşgücü Araştırması (HİA) şubat-mart-nisan ayları ortalaması sonuçlarını açıkladı. Buna göre işsizlik oranı 0.9 puanlık azalış ile % 13.2 düzeyinde gerçekleşti. TÜİK’in resmi verileri Türkiye genelinde 15 ve daha yukarı yaştakilerde işsiz sayısının 2020 Mart döneminde geçen yılın aynı dönemine göre 573 bin kişi azalarak 3 milyon 971 bin kişiye gerilemiş olduğunu dile getirmekteydi.

Resmi verilerde paylaşılan işsizlik oranı ve sayısı, Covid-19’un yarattığı depremi yansıtmamaktadır.

Ancak sözlerimize devam etmeden önce, 13 Mayıs tarihli yazımızda da özetlediğimiz üzere, resmi istatistiklerde geçen “işsiz” tanımını anımsamamızda yarar var. TÜİK uluslararası düzeyde kabul alınan biçimiyle, işsiz nüfusu şu şekilde tanımlıyor: “Referans dönemi içinde istihdam halinde olmayan (kâr karşılığı, yevmiyeli, ücretli ya da ücretsiz olarak hiçbir işte çalışmamış ve böyle bir iş ile bağlantısı da olmayan) kişilerden iş aramak için son 4 hafta içinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve 2 hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan 15 ve daha yukarı yaştaki fertler işsiz nüfusa dahildirler.”

Dolayısıyla, işsiz sayılmak için iş arıyor ve işbaşı yapmaya hazır olmak gerekiyor. İş aramaktan vazgeçen ve işgücüne katılmayan nüfus “işsiz” tanımına dahil değil. Böylelikle TÜİK’in yöntemine göre, kısa çalışma ödeneği ve ücretsiz izin ödeneği alan işçiler iş aramadıkları için işsiz kapsamında sayılmamaktadır. Ancak, İŞKUR verileri bugüne değin 3.5 milyon işçi için kısa çalışma ödeneği başvurusu yapıldığını ve 1 milyona yakın işçinin de ücretsiz izin ödeneği almakta olduğunu belgeliyor. Dolayısıyla bu tanımlar dahilinde hesaplanan işsizlik verileri, krizin istihdam ve iş kaybına yönelik olumsuz etkilerini doğru olarak yansıtamamaktadır.

Nitekim, DİSK Araştırma Dairesi Haziran 2020 İstihdam Raporu’nda TÜİK verilerinde istihdamın Mart 2019’dan bu yana 1 milyon 662 bin azalmış olduğunun altını çizmektedir. Ancak bunun da ötesinde DİSK araştırmacıları ILO tarafından kullanılan eşdeğer tam zamanlı istihdam kaybı yönetimi aracılığıyla Covid-19 döneminde yaşanan istihdam kaybını daha açık ve kapsamlı olarak hesaplamaktadır. DİSK’in, ILO metodolojisinden yararlanarak “geniş tanımlı işsizlik” kavramı altında hesaplamış olduğu verilere göre Covid-19 nedeniyle meydana gelen eşdeğer iş kaybı 5.6 milyon olarak gerçekleşmiştir.

Bu arada Mart 2019’a görece, revize edilmiş geniş tanımlı işsiz sayısı (tam zamanlı istihdam kaybı dahil) 13 milyon 385 bine yükselmiş durumdadır. 33 milyon 966 bin olarak kabul edilen geniş işgücüne göre hesaplandığında, geniş tanımlı işsizlik (istihdam kaybı dahil) oranının %39’a ulaştığı görülecektir.”
***
Diğer yandan, Cumhurbaşkanlık Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nca (SBB) TÜİK’ten derlenmiş olan veriler, üretim sektörlerinde yaşanan kayıpların boyutunu ortaya koyuyor. SBB verilerine göre nisan ayında, bir önceki yılın aynı ayına göre toplam sanayi üretimi %31.4, imalat sanayii ise %33.2 daralma göstermiştir. Sanayi sektörlerindeki gerileme, ara mallarında %27.8; yatırım mallarında % 42.5; dayanıklı tüketim mallarında ise %49.3’e ulaşmıştır.

  • Türkiye, aynı bundan önce 2009 küresel finans krizinin yansımalarında da olduğu üzere, dünya ölçeğinde Covid-19 krizinden en derin olarak etkilenen ekonomiler arasındadır.

Bu olgu Türkiye ekonomisinin yıllardır uğratılmış olduğu neoliberal tahribatın ve kırılganlığın doğrudan sonucudur.

  • Aksine tüm resmi söylemlere karşın, cin şişeye sığmamaktadır.

***
Not  : Covid-19 salgınının yaratmış olduğu ekonomik krizin işsizlik ve üretim tahribatının boyutları ODTÜ’den Profesör Ebru Voyvoda ile ulaşmış olduğumuz öngörülerle örtüşmektedir. Salgının ekonomik etkilerinin geniş ölçekli bir makro ekonomik modelleme ile incelendiği ve krize karşı geliştirilebilecek emek yanlısı ekonomi politikalarının daha geniş bir sunumunun yer aldığı rapora, Bilim Akademisi yayın organı Sarkaç sitesinden başvurulabilir:  https://sarkac.org/2020/06/ salgin-turkiye-ekonomisi-ve-gercekci-bir-kamu-politikasi-onerisi/  

İŞSİZLİK

İŞSİZLİK

Erinç YELDAN
Cumhuriyet, 20.11.19

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi (DİSK-AR) her ayın 15’inde Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıklamakta olduğu “Hanehalkı İşgücuü Araştırması” sonuçları üzerine “İşsizlik ve İstihdam Raporu”nu kamuoyu ile paylaşmakta. Türkiye’de sürekli olarak yayımlanmakta olan ve kanımca en kapsamlı ve güncel veriler ile donatılmış söz konusu raporun 15 Kasım tarihli sayısı Türkiye ekonomisinin en derin sorununu açıklıkla ele almakta. Satırbaşlarıyla özetlemek gerekirse;

  • Krizin 1. yılı geride kalırken işsizlik artmaya devam ediyor, istihdamdaki azalış sürüyor. Ağustos 2018’de 3 milyon 666 bin olan mevsim etkisinden arındırılmış dar tanımlı işsiz sayısı, Ağustos 2019’da 976 bin artarak 4 milyon 642 bine yükseldi.
  • Mevsim etkisinden arındırılmış işsizlik oranı bir önceki yılın aynı ayına göre 2.9 puan artarak %11.3’ten % 14.2’ye yükseldi.
  • İşsizlikte en yoğun artış ise genç ve kadın işsizliğinde gerçekleşti. Genç kadın işsizliği Ağustos 2018’de %26.4 iken 8.2 puan artarak % 34.6 oldu.
  • Türkiye işgücü piyasalarındaki tıkanma yalnızca işsizlik oranları ile sınırlı değil. İstihdamda da büyük bir daralma yaşanmakta. Ağustos 2018’de 28 milyon 830 bin olan mevsim etkisinden arındırılmış istihdam, 762 bin kişi azalarak Ağustos 2019’da 28 milyon 68 bine geriledi. Aktif sigortalı olarak çalışanların sayısı son bir yılda 413 bin kişi azaldı.

2018 Ağustosu’ndan, 2019’a…

DİSK-AR raporunun işsizlik türlerinin özetlendiği grafiği ise bir eylem afişi niteliğinde. Türkiye ekonomisinde derinleşmekte olan reel üretim ve sistemsel krizin emekçileri ilgilendiren en temel boyutu olan istihdam tahribatı ve işsizlik sorununu aşağıda paylaşıyorum.

Şekilde, elimizdeki son veri olan Ağustos 2019 (temmuz-ağustos-eylül ayları ortalaması) ile 2018’in aynı döneminin karşılaştırılması var. DİSK-AR çalışanları tarafından TÜİK’in resmi verilerinden derlenen şekil, ekonomide giderek derinleşmekte olan işsizlik sorununu tüm çıplaklığıyla özetlemekte. İsşizlik sorununun artık yapısal ve sistematik bir boyutta olduğunun en çarpıcı göstergesi, “ne eğitimde ne de istihdamda olan gençlerin oranı”. Bu rakam %34 ile OECD ülkeleri arasında en yüksek orana ulaşmış konumda. Atıl olarak sistemin dışına itilmiş gençlerin, tüm genç nüfusun üçte birine ulaştığını belgeleyen bu rakam, Türkiye’nin gelecek potansiyeline ilişkin kaygılarımızı derinleştiriyor.

Kaynak: DİSK-AR, İşsizlik ve İstihdam Raporu, Kasım 2019.

Türkiye’de “toparlanma / dengelenme” gibi söz oyunlarıyla geçiştirilmeye çalışılan ekonomik ve sosyal krizin en somut göstergesi işsizlik ve “insan onuruna yakışan işin tahribatı” olarak gözleniyor. İşsizlik sorunun yapısal nitelikli boyutları ise finans burjuvazisinin spekülatif dünyasının çıkarlarına indirgenen ve “önce enflasyonu düşürelim gerisi hallolur” mantığına dayandırılan kemer sıkma politikalarıyla çözülemeyecek ölçüde derin ve ciddi.
===================
Dostlar,

Bu gün gazetelerde BASİSEN‘in tam sayfa ilanları vardı. Banka – Finans ve Sigorta İşçileri Sendikası, deyim yerinde ise “feryat” ediyor, işten çıkarmalara isyanını haykırıyordu. Bu sektörün patronlarının, “değişen müşteri davranışı ve teknolojik gelişmeler” i gerekçe göstererek işten çıkarmaları yaygınlaştırmışlardı..

Sendika, patronları banka emekçilerinin ekmeğiyle oynamamaya çağırıyor, “fesihin son çare olması” ilkesini anımsatıyor. Bu yakıcı olay bize, 1760 Sanayi Devrimi ile üretimin makineleşmesiyle işsiz kalan emekçilerin “makine kırma eylemleri” ini anımsattı..

AKP iktidarının başı, nüfusun artmasını, her ailenin 3,4, 5.. çocuk yapmasını istiyor. Öte yandan, Türkiye nüfusu geçen yıl (2018’de) %1,47 hızla büyüdü ve net olarak 1,2 milyon kişi daha arttı. Nüfus artış hızının Dünya ortalaması ise %1,1 (UNFPA, 2018). Bankacılık – finans sektöründe işverenlerin emekçileri işten çıkarma gerekçesi “değişen müşteri davranışı ve teknolojik gelişmeler” olup, yakıcı da olsa, acı da gelse bir gerçektir.

Öte yandan robotlar giderek üretimde yaygın yer almaktalar. Yapay zeka yüklenen son kuşak robotlar, yazında (literatürde) MER kısaltmasıyla tanımlanmaktadır : Men Equivalent Robot.. / İnsan Eşdeğeri Robot! Bu teknolojik sıçramalara koşut olarak MER‘ler, önümüzdeki birkaç on yıla kalmadan, 800 milyon dolayında insanı işsiz bırakacaktır. Şimdiden, simgesel birkaç canlı işçi ve gerçek mühendis dışında üretimin tümüyle robotlara dayandığı dev fabrikalar vardır. Mercedes, BMW fabrikaları tipik örneklerdendir.

Hele fabrikalardaki bu yapay zekalı akıllı robotlar hatta insansı Androidler ve öbür üretim gereçleri birbiriyle internet üzerinden iletişim kurabilir aşamaya ulaştıklarında, IOT devrimi ile (nesnelerin interneti) kol gücüne gereksinim iyice azalacaktır.

Türkiye’de AKP iktidarı ve bu iktidarın başı muktedir, andığımız güncel çarpıcı gelişmelerden tümüyle habersiz midir? Neden hala nüfusun hızla artmasını akıl almaz biçimde teşvik etmektedirler? AKP = Erdoğan neden “..3, 4 hatta 5 çocuk, Allah ne verdiyse yapın..” diyebilmektedir? 2018’de nüfus artış hızımız %1,47 ile dünya ortalaması %1,1’in (UNFPA 2018) neredeyse 1,5 katıdır ve net olarak 1,2 milyon artmıştır. Aynı sürede 1 milyona yakın insan işsiz kalmıştır (istihdam yitimi). Artık AKP’nin de yadsıyamadığı biçimde işsizlik %14 gibi korkunç bir orana varmıştır. 7 milyonu aşkın insan işsizdir! Bu tablo hiçbir zırva ile tevil edilemez.

Aşırı hızlı, gereksiz ve akıl dışı nüfus artışı frenlenmek zorundadır. HER AİLEYE BİR ÇOCUK SEFERBERLİĞİ başlatılmalıdır hemen.. Sayıları 200’ü aşan her ile 1 “üniversite” (!?) poitikası çirkin bir popülizm örneği idi ve ülkemize anlamlı hiçbir katkısı olmamıştır. Oysa maliyet korkunç büyüktür. Yükseköğrenimde 8 milyona yakın genç vardır ve 18. yılında tek başına iktidarda olan partini başı, üniversite bitiren herkes iş güvencesi olmadığını / olamayacağını belirtebilmektedir.

Türkiye İHO – İHL – İlahiyat Ön lisans / Lisans kuşatması ile eğitimde – yaşamda dincileştirmeye son vermek zorundadır. Gençler, iş sahibi olabilecek biçimde günümüzün ağır rekabetçi küresel koşulları gözetilerek eğitilmelidir. Geçerli meslekler edinmeli, yetkin bilgi – beceri kazanmalı, temel yabancı dilleri öğrenmelidirler.

Türkiye neden bu denli kötü yönetilmektedir?

Bunca ağır tabloya sürükleniş “rastlantı” olabilir mi?

Yöneticiler bu denli aymaz (gafil) – sapkın (dalalet içinde) hatta hıyanet içinde olabilir mi? Böylesi bir kritik sorunun akla gelmesi bile başlı başına ürkünç (vahim) bir durumdur.

Böylesine katlanılmaz ve artık sürdürülemez politikalarda ısrar edilirse, Türkiye’yi içinden çıkılmaz çok daha ağır sorunlar, bunalımlar (katastrofi) beklemektedir. Siyasal tarihte benzer örnekler yok değildir. Böylesi bir tabloda AKP’nin molekülleri bile kalmaz. Örn. 2001 bunalımı sonrası siyasal yaşamdan silinen partiler gibi.. AKP yönetimini bir kez daha sağduyuya, bilimsel akılcılığa çağırıyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 21 Kasım 2019, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Halk Sağlığı Uzmanı
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

İki Latin Amerikalı: Arjantin-Türkiye

İki Latin Amerikalı: Arjantin-Türkiye

Erinç Yeldan
Cumhuriyet
, 11.9.19
Yakın tarihçelerinde birçok ortak yazgıyı paylaşmış iki Latin Amerikan ekonomisi, Arjantin ve Türkiye… (Buradaki “Latin Amerikalı” kavramı, kuşkusuz coğrafi anlamda değil, izlenen iktisadi ve sosyal politikaların ortak noktalarına vurgu yapmak için kullanılmakta. Hatta bu ikilinin yanına Asya coğrafyasından bir de Filipinler’i eklemek mümkün.) Uzun süreli ithal ikameci sanayileşme, Peronist” popülizme dayalı devletçilik ve göreceli güçlü sendikalı işçi örgütleri, siyasette ordunun ağırlığı gibi birçok ortak ögenin yanında, 2001 yılında her iki ülke de IMF tarafından yönlendirilen bir “dez-enflasyon ve istikrar” programı izlemekte iken krize sürüklenmişti.
Kriz sonrasında IMF, Türkiye’yi ülke kotasının yaklaşık 8 katı oranında krediyle desteklerken Arjantin, devlet başkanı Nestor Kirchner’in önderliğinde IMF’nin neoliberal nitelikli istikrar programlarını reddederek, dış borçlarının yarısından çoğuna moratoryum ilan etti; yoksullukla mücadeleyi ve emeğin istihdam ve ücret kazanımlarını öne çıkaran özgün bir ekonomik programı izledi. Arjantin ekonomisi 2002-2010 arasında birikimli olarak % 94 oranında reel büyüme sağladı; gelir yoksulluğu neredeyse üçte iki oranında gerileme gösterdi.
Arjantin’in 2002 sonrasında uygulamış olduğu büyüme modeli, dış borç moratoryumuna misilleme olarak uygulanmakta olan kredi boykotlarına ve göreceli olarak düşük doğrudan yabancı sermaye yatırımı girişlerine rağmen, doğrudan doğruya emek gelirlerinin artışına dayalı iç talebe dayandırılmıştı. Buna ek olarak, Arjantin Merkez Bankası aktif bir döviz kuru ve sermaye hareketlerinin denetimi politikaları aracılığıyla gerçekçi ve reel devalüasyonist bir kur politikası izlemiş ve uluslararası iktisat yazınında istikrarlı ve rekabetçi reel döviz kuru diye adlandırılan modelin geliştirilmesine öncelik etmişti. Böylelikle Türkiye, yapısal olarak cari işlemler açığı vererek ulusal ekonomisinin ithalata bağımlılığını sürdürürken, Arjantin cari işlemler fazlaları yaratmaktaydı.
Bunun ötesinde 2002 sonrasında Arjantin’de maliye politikası, rastgele hedeflere dayalı ve öncelikle finans burjuvazisinin çıkarlarını korumaya yönelik faiz dışı mali bütçe fazlası stratejisi yerine, sosyal harcamalara dayalı bir genişleyici maliye politikası izledi. Bu program uyarınca sosyal harcamalar milli gelirin % 10.3’ü ile 14.2’si arasında tutulmuş ve 2009’da ilan edilen Asignacion Universal por Hijo (Çocuk Başına Evrensel Dağıtım) programıyla birlikte çocuklara yönelik sosyal yardımlaşma fonları artırılmıştı.
2015 sonrası neoliberal karşıdevrim Ancak 2001 sonrasında Arjantin yalnızca yoksullukla değil, bir yandan da çoğunluğu ABD kynaklı olan ulus-ötesi bankaların ve finans şirketlerinin Arjantin’deki kayıplarını geri almak için yürüttükleri yıpratıcı hukuk savaşıyla da mücadele etmek zorunda kaldı. Akbaba- bankalar diye adlandırılan uluslararası bu finans şebekesi, Arjantin’e karşı yürüttüğü savaşımı şiddetlendirerek sürdürdü. 2009 küresel krizi sonrasında dünya emtia piyasalarında artan belirsizlikler ve dalgalanmaların yarattığı yıkıcı etkiler Arjantin’in izlediği bir dizi politika hatası ile birleşince sonuç ciddi bir resesyon ve kriz oldu.
Bu koşullar altında, ABD’nin de politik desteğini yanına alan inşaat yatırımcısı, mühendis Mauricio Macri, neoliberal bir program vaadiyle başkanlık seçimlerini kazandı. 2018’de IMF ile 56 milyar dolarlık bir stand-by anlaşması imzalanarak, geleneksel kemer sıkma ve daraltıcı maliye ve sosyal politikalar uygulanmaya konuldu. Öncelikle yabancı bankalara olan borçların ödenmesi ve “finansal sistemin sağlığı” adına atılan bu adımların amacı Arjantin ekonomisine sağlanan “kurumsal çıpa” aracılığıyla sıcak para girişlerini canlandırmak ve ulusal ekonomide spekülatif büyüme yönlü yeni bir ivme yaratabilmek idi.
Ancak söz konusu programın sonucu muazzam bir ekonomik ve sosyal yıkım oldu: enflasyon % 60’a, faizler %75’e yükselirken Arjantin Pezosu yaklaşık % 31 oranında değer yitirdi. Reel sektör derin bir resesyona sürüklendi; sanayi üretimi %10 (imalat sanayii % 20), milli gelir %5 geriledi. İşsizlik oranı %20’ye fırlarken yoksulluk hızla yükseldi.

IMF’nin sunduğu 56 milyar dolarlık kredi ekonomiyi canlandırmaya neden yetmemişti?
Çünkü IMF’nin kredileri hiçbir zaman “reel ekonomiye” değil, öncelikle bankacılık kesimine ve finansal kurumların bilançolarını yeniden dengelemeye yönlendirilir ve piyasaların “rasyonalitesinden” optimum kararlara dayalı büyüme beklenir. Arjantin’de de bu beklenti oldu ve hemen her kezinde yinelendiği üzere, sonuç daha da derinleşen kriz ve ağırlaşan sosyal sorunlardı.
Nitekim bu “genişleyici, daraltıcı maliye ve kemer sıkma” politika öyküsünün gerçekleştirilebilmesi için küresel ekonominin koşulları artık söz konusu bile değil. Ticaret savaşları, (anlaşmalı ya da anlaşmasız) her ne pahasına Brexit; düzensiz göç ve sosyal dışlanmaya dayalı milliyetçilik ve bunun yarattığı açık faşizm ve hukuksuzluk tüm dünyada kırılganlıkların arttığı, dengesizliklerin şiddetlendiği bir konjonktür yaratmakta. Küresel piyasaların yaklaşık 15 trilyonluk mali varlığın negatif getiriler ile sarsıldığı bu konjonktür altında IMF’nin spekülatif sıcak para girişlerine dayalı neoliberal reçetelerinin başarılı olma olanağı yok.
Arjantin’in bizlere sunduğu en önemli ders de bu.

İki ‘başarı’ öyküsü

İki ‘başarı’ öyküsü

Erinç Yeldan
Cumhuriyet, 10.7.19
AKP ekonomi yönetimince dile getirilen iki adet “başarı” öyküsü var:
Enflasyon gerilemekte ve cari işlemler açığı kapatılmakta, hatta fazlaya dönüşmekte.
Bu yazıda bu iki savı tartışacak ve aslında olan bitenin krizin geriletilmesi değil, bilakis biçim değiştirerek derinleşmesi anlamına geldiğini açıklamaya çalışacağım.

Enflasyon ve baz etkisi
Önce okurlarımdan özür dileyerek,
şu çok basit ama gerekli teknik örneği paylaşmama izin veriniz. Varsayın ki bir ailenin harcamaları 100 lira tutmaktadır. Bu yıl fiyat artışlarından dolayı söz konusu malların toplam maliyeti 20 TL artsın ve 120 lira olsun. Dolayısıyla bu yılki (tüketici fiyatları) enflasyonu % 20’dir. Bir yıl sonra diyelim ki fiyatlar gene 20 TL arttı ve bu paketin toplam fiyatı 140 TL oldu. Bu dönemde fiyatların “artış oranı”, yani “enflasyon oranı”, fiyatlar 120 liralık düzeyden başlatıldığı için %16.67 olacaktır: (140 – 120) / 120.
Hiçbir tedbir alınmamasına ve fiyatların 20 lira artmaya devam etmesine karşın, 2. yıl fiyat “artış oranı” sanki kendi kendine %20’den, %16.67’e gerilemiş durumdadır. Aritmetiğin mucizesi!
Hesabı bir kere daha yapalım. Fiyatlar 3. sene gene 20 TL artmış olsun ve 160 liraya ulaşsın. 3. senenin enflasyon oranı da, 140 liralık harcama düzeyine görece, %14.29 olarak hesaplanacaktır.
Eğer yeterince sabırlı davranırsanız, ekonomide istikrara ilişkin herhangi bir müdahalede bulunmadan, her sene malların fiyatları 20 TL artmaya devam etse dahi, enflasyon oranı altıncı sene “tek haneli” sayılara; on altıncı senede de T.C. Merkez Bankası’nın hedeflediği %5 düzeyine gerileyecektir. (Not düşelim, TCMB’nin açık enflasyon hedeflemesine geçtiği 2006’dan bu yana %5 enflasyon hedefi henüz tutturulmuş değildir.)
Sonuç: Enflasyon oranının geçen yılın yüksek baz etkisine dayanarak, beklendiği üzere geriliyor olması enflasyonla mücadelede başarı elde edildiği anlamına gelmemektedir.

Cari İşlemler Dengesi’nde iyileşme “Cari İşlemler Dengesi” gündemimizdeki yerini koruyor. Ancak bu kez “açık” boyutuyla değil, “Cumhuriyet tarihimizin rekor fazlasını vermek” hedefiyle. Cari İşlemler Dengesi”nde fazla veriyor olmak ulusal ekonomide süregelen dengesizliğin artık düzelmekte olduğunun bir işareti sayılır mı?
Yanıtı “hayır”! Bilakis, söz konusu gelişmeler krizin derinleşmesinin bir başka işaretidir. Şöyle ki, “Cari İşlemler Dengesi” bir ülkenin yurt dışı ekonomilerle sürdürdüğü üretim ve harcama faaliyetlerinden kaynaklanan döviz alışverişlerinin bilançosunu özetlemektedir.
Milli gelirin tanımlanmasında kullanılan muhasebe özdeşlikleri bakımından ise cari işlemler açığı (ya da dış açık) ulusal tasarruflar ile yatırım harcamaları arasındaki farka eşittir. Eğer yatırım harcamaları için ulusal tasarruf düzeyi yeterli olmamışsa, dış tasarruflara, yani cari işlemler açığını finanse eden sermaye girişlerine ihtiyaç doğacaktır. Söz konusu sermaye girişleri portföy hareketlerini yansıtan spekülatif nitelikli sıcak para akımlarından ve örneğin özelleştirmeler yoluyla elde edilen döviz gelirlerinden kaynaklandığı gibi, merkez bankasının rezervlerinin eritilmesi ya da net hata ve noksan kalemi altında yer alan kaynağı belirsiz “meçhul” sermaye girişleri ile karşılanabilir.
Türkiye geleneksel olarak yüksek cari işlemler açığı veren bir ekonomi değildi. Ancak 2003 sonrasında AKP ekonomi idaresi altında o dönemde izlenmekte olan yüksek faiz politikası uyarınca ulusal ekonomiye yoğun sıcak para girişi olmuş; dövizin fiyatı reel olarak yarı yarıya ucuzlamış ve Türkiye’nin ithalata ve dış borçlanmaya dayalı tüketim talebi patlamış idi. Bir yandan AVM çılgınlığı, öbür yanda konut inşaatı ve çılgın projeler tasarımlarıyla sürdürülen bu “Lale Devri” nihayetinde “tasarruflar geriledi”; tasarruf yatırım açığı derinleşti; cari işlemler açığı milli gelirin %10’una değin çıktı.
2018’den bu yana yaşananlar, artık cari işlemler açığını finanse edecek sermaye girişlerinin sürdürülememesi nedeniyle açığın zorunlu olarak kapanmasıdır.

  • Ulusal ekonomideki daralma ve kriz sürecinde yatırımlar da çöküntü içindedir.

Örneğin 2018’in ilk çeyreğinden bu yana geçen altı çeyrek dönemde yatırım harcamalarının büyümesi hep negatiftir. Sırasıyla, %-1.2; -3.0; -6.6; -4.1; -0.7…
Dolayısıyla, yatırımlar gerilemekte ve zaten düşük düzeydeki tasarruflarla eşitlenerek, dış açık kapanmaktadır.

  • Yani ulusal ekonomide daralma sürmekte,
    kriz reel ekonominin sermaye birikimi kararlarına sirayet etmektedir.
  • Türkiye’de yaşanmakta olan, reel ekonominin krize küçülerek intibak etmesi sürecidir. 

    Bütün bunların “başarı” olarak nitelendirilmesi; “hedeflerimizi tutturuyoruz” diye savunulması ise gerçeklerin gizlenmesi ve algı operasyonundan ibarettir..