Kategori arşivi: Hekim Saltık

Lester Brown : 21. yüzyıl ‘gıda savaşları’na hazır olun!

21. yüzyıl ‘gıda savaşları’na hazır olun!

Kıtlığın egemen olduğu yeni bir çağda gıda jeopolitiği acaba neye benzeyecek?
Açlık sınırında yaşayan halklar, hububatla yüklü kamyonların liman kentlerine buradan da zengin ülkelere götürülmesine göz yumabilirler mi?

Tarımbilimci olan Lester Brown‘dan çapıcı analiz.
http://www.foreignpolicy.com/articles/2011/04/25/the_new_geopolitics_of_food?page=full

– Kıtlığın egemen olduğu yeni bir çağda gıda jeopolitiği acaba neye benzeyecek?
– Açlık sınırında yaşayan halklar, hububatla yüklü kamyonların liman kentlerine buradan da zengin ülkelere götürülmesine göz yumabilirler mi?
– İnsanların elinden topraklarını almak kadar isyanları tetikleyen başka bir şeye pek rastlayamazsınız.
– Petrol rezervlerini yitiren bir medeniyet, varlığını sürdürebilir; ancak toprak rezervlerini kaybeden yok olur…

ABD’de buğday fiyatları geçtiğimiz yıl %75 oranında yükseldiğinde, bu durum, bir somun ekmekte 2 dolarlık bir artış anlamına geliyordu ve bir somun ekmeğin fiyatı, 2,10 dolara denk geliyordu. Bununla birlikte, eğer Yeni Delhi’de yaşıyorsanız, bu tür ani fiyat sıçramaları, gerçekten önemlidir: dünya buğday fiyatlarının iki katına çıkması; pazardan eve taşıdığınız ve pideye dönüştüreceğiniz buğdayın maliyetinin iki kat artması anlamına gelir. Aynı durum, pirinç için de geçerli. Eğer dünyadaki pirinç fiyatı iki katına çıkarsa, bu durumda Cakarta’da size komşu olan pazardaki pirinç fiyatı da iki katına çıkmış demektir. Keza, Endonezyalı bir ailenin akşam sofrasında yerini alan bir kase haşlanmış pirincin maliyeti de aynı şekilde…

2011’in yeni gıda ekonomilerine hoş geldiniz! Fiyatlar yükseliyor; ancak bu durumun etkisi, her yerde eşit derece hissedilmiyor. Gelirlerinin onda birinden daha azını süpermarkette harcayan Amerikalılar için gıda fiyatlarının artışı bir facia değil, en kötüsü bir can sıkıntısıdır. Ancak, gezegenin en yoksul 2 milyarlık kesimi için –ki bu insanlar, gelirlerinin %50 ila 70’ini gıdaya harcarlar-, artan fiyatlar, günde iki öğün yerken, bunu tek öğüne düşürmek anlamına gelebilir. Küresel ekonomik katmanların en alt basamağında yer alanlar için ise, bu durum, kişisel iradelerinin tamamen yitirilmesi riski demektir. Bu durum, devrimlere ve ayaklanmaya neden olabilir –zaten oldu da…

2011 yılında bile, Birleşmiş Milletler Gıda Fiyat Endeksi, bir önce açıkladığı rekor düzeydeki küresel fiyat artışını gölgede bırakan bir açıklamada bulundu: Mart ayı itibariyle, gıda fiyatları, son sekiz ayın en yüksek noktasına ulaşmış bulunuyor. Bu senenin hasadının az olacağı öngörüsü ışığında, fiyat artışları sonucu Orta Doğu ve Afrika’daki hükümetlerin sendelemesiyle, endişeli piyasaların bir şoktan diğerine savrulmasıyla birlikte, gıda da giderek dünya politikasının gizli bir yönlendirici gücüne dönüştü. Ve bunun gibi krizler, giderek daha da tanıdık hale gelecekler.

Gıdaya dair bu yeni jeopolitik, giderek daha değişken –ve ihtilaflı- hale geliyor. Kıtlık, artık yeni norm oldu. Kısa süre önceye kadar, fiyatlardaki ani sıçramalara pek rağbet gösterilmezdi; çünkü hemen ardından göreceli olarak düşük gıda fiyatlarına bir dönüş yaşanırdı. Bu durum, 20.yüzyıl sonunda yerkürenin büyük bölümündeki siyasi istikrarın şekillendirilmesine yardımcı olmuştu. Ancak, şimdi, nedenler ve sonuçlar tamamen farklı bir hal aldı.

Birçok açıdan, 2007-2008 gıda krizinin kaldığı yerden devam ettiği bir durumla karşı karşıyayız. Tarihsel olarak, fiyat artışları, genellikle beklenmedik hava şartlarından kaynaklanır –örneğin, Hindistan’daki bir muson yağmuru, eski Sovyetler Birliği topraklarında bir sel, ABD’nin orta batısında yüksek hava sıcaklıkları gibi… Bu tür olaylar her zaman için karışıklıklara sebep olmuştur; ancak ne mutlu ki seyrek olagelmişlerdir.

Maalesef, bugün yaşanan fiyat artışları, hem talebi artıran hem de üretimin artırılmasını daha zorlaştıran eğilimler tarafından yönlendiriliyor. Bu eğilimler arasında; hızla artan nüfus, hasatları kurutan sıcaklık artışları, sulama kanallarının kuruması sayılabilir. Yerkürenin akşam sofrasında, 219.000 ilave kişinin karnının doyurulması gerekiyor.

Daha da alarm verici olanı; dünyanın kıtlıkların etkisini azaltma yeteneğini giderek yitirmesidir. Daha önce yaşanan fiyat artışlarına yanıt olarak, dünyanın en büyük hububat üreticisi olan ABD, dünyayı olası bir felaketten koruyabilmişti. 20.yüzyıl ortalarından 1995’e dek, ABD’nin elinde ya hububat fazlaları ya da sıkıntıya düşen ülkeleri kurtarmak üzere ekilebilecek boş tarlalar bulunuyordu. Örneğin, 1965 yılında Hindistan’da muson yağmurları baş gösterdiğinde, Başkan Lyndon Johnson Yönetimi, ABD’nin elindeki buğday hasadının beşte birini Hindistan’a göndermiş; böylelikle insanların açlık çekmesini başarılı bir şekilde önlemişti. Ancak bunu artık yapamayız; keza güvenlik tamponu artık yok oldu.

İşte bu yüzden 2011’deki gıda krizi son derece gerçek ve bu yüzden de siyasi devrimler vasıtasıyla daha fazla “ekmek ayaklanmalarını” beraberinde getirebilir. Peki, Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali, Mısır’da Hüsnü Mübarek ve (hububatının %90’ını ithal eden) Libya’da Muammer Kaddafi gibi diktatörlerin başına gelenler, hikayenin sonu değil, bizzat başlangıcıysa? Çiftçiler ve dışişleri bakanları! Gıda kıtlılığının giderek dünya politikalarını şekillendireceği yeni bir çağa hazırlıklı olun!

2007 başından beri dünya hububat fiyatlarının iki katına çıkmasının ardında temelde iki etmen vardı: talepteki artışın hızlandırılması ve giderek yaygınlaşan hububat üretiminin yarattığı zorluk. Bunun sonucunda; bir önceki yüzyılın eli açık küresel hububat ekonomisinden tamamen farklı bir dünyayla karşı karşıya bulunmaktayız. Kıtlığın hakim olduğu yeni bir çağda gıda jeopolitiği neye benzeyecek? Bu denli erken bir aşamada bile, ortaya yeni yeni çıkan gıda ekonomisinin temel hatlarını fark edebiliriz:

Talep tarafında, çiftçiler, artık varlıkları apaçık bir hal alan ve şiddetleri artan baskı kaynaklarıyla karşı karşıyalar. İlk kaynak; nüfus artışı. Her yıl dünyadaki çiftçilerin, ilave 80 milyon insanın karnını doyurması gerekiyor ve bu insanların neredeyse tümü, kalkınmakta olan ülkelerde yaşıyorlar. Dünya nüfusu, 1970’den beri neredeyse iki katına çıktı ve bu yüzyıl ortasında 9 milyara varması bekleniyor. Bu sırada, 3 milyar kişi, gıda zincirinde “normal”den daha fazla et, süt ve yumurta tüketiyor. Çin ve diğer ülkelerde daha fazla aile “orta sınıf” kategorisine ulaştıkları için, daha iyi beslenmeyi umuyorlar. Ancak, hububat-yoğun çiftlik hayvanı ürünlerinin dünya çapında tüketimi arttıkça, tüm bu hayvanları beslemek için gereken ekstra mısır ve soya filizi talebi de artıyor. (Örneğin ABD’de kişi başına düşen hububat tüketimi, Hindistan’ın dört katı daha fazla. Hindistan’da ise, çok az miktarda hububat, hayvansal proteine dönüştürülüyor şimdilik…)

Aynı zamanda, bir dönemler başka yerlerdeki vasat mahsullere karşı küresel bir tampon görevi gören ABD, şimdilerde devasa miktarlarda hububatı, araçları için gereken biyo yakıta dönüştürüyor. Hatta dünya üzerindeki hububat tüketimi –ki şimdiden yılda yaklaşık 2,2 milyar metrik tona yükselmiştir-, giderek artan bir hızda artıyor. On yıl kadar önce, tüketimdeki artış, yılda 20 milyon ton kadardı. Daha yakın bir zamanda, yılda 40 milyon tona yükseldi. Ancak, ABD’nin hububatı etanole dönüştürme oranı, çok daha hızlı şekilde arttı. 2010 yılında, ABD, yaklaşık 400 milyon ton hububat hasadı yaptı. Bunun 126 milyon tonu, etanol yakıt damıtma tesislerine gitti (yani, 2000’deki 16 milyon tondan 126 milyon tona çıktı). Hububatı yakıta dönüştürmek üzere sahip olunan bu devasa kapasite; hububat fiyatının artık petrol fiyatıyla bağlantılı olduğu anlamına geliyor. Dolayısıyla eğer petrol varil başına 150 dolar ve üzerine çıkarsa, hububat fiyatı da bu yükselişi takip edecektir ve hububatı petrol eşdeğerlerine dönüştürmek giderek daha karlı bir iş haline gelecektir.

Ve, bu sadece Amerika’yı ilgilendiren bir durum değildir: şeker kamışından etanol damıtan Brezilya, ABD’den sonra üretimde dünyada ikinci sırada bulunuyor; 2020 yılına kadar ulaşımda tüketilen enerjinin %10 ‘unu yenilenebilir enerjiden elde etmeyi hedef olarak belirleyen AB de, gıda mahsullerinin yetiştirildiği arazileri başka uğraşlar için kullanıyor.

Bu, salt gıda talebinin patlamasıyla ilgili bir olay değil. Daha ziyade, dünyanın gıda tedarikinin hepimizin artan gıda iştahını karşılayamayacak durumda olmasıyla ilgili. İklim değişikliğini ele alın: Ekoloji uzmanlarının tahminine göre, mevsim normallerinin üzerinde her 1 derecelik sıcaklık artışı karşılığında, çiftçiler hububat hasadında %10’luk bir azalış bekleyebilirler. Keza, Rusya’da 2010 yılında yaşanan sıcaklık dalgası sırasında ülkedeki hububat rekoltesi yaklaşık %40 oranında düştü.

Sıcaklıklar artarken, su tabakası seviyeleri de azalıyor; keza çiftçiler sıcaklık arttıkça, sulama amaçlı olarak gereğinden daha fazla su çekiyorlar. Bu durum kısa süre içinde gıda üretiminde yapay bir artışa neden olur; akiferler (Yeraltı suyunu tutan ve ileten kayaç ortamı – Editör Notu) tükendiğinde bir anda bir “gıda balonu” yaratır. Kurak Suudi Arabistan’da, sulama, ülkenin 20 yıldan uzun süre boyunca buğday konusunda kendi kendine yetmesini sağlamıştı. Şimdilerde buğday üretimi çöküşe geçti; çünkü ülkenin sulama amaçlı kullandığı ve ikmal edilemeyen akifer, büyük oranda kurudu. Suudiler, kısa süre içinde tüm hububatlarını yeniden ithal etmeye başlayacaklar.

Suudi Arabistan, su-kaynaklı gıda balonlarının olduğu 18 ülkeden sadece biri… Dünya nüfusunun yarıdan fazlası, su tabakası seviyelerinin azaldığı ülkelerde yaşıyorlar. Siyasi açıdan çalkantılı Arap Orta Doğu ülkeleri, hububat üretiminin zirve noktasına ulaşıp daha sonraları su kıtlıkları nedeniyle azalışa geçtiği, ancak nüfus artışının devam ettiği ilk coğrafi bölge olarak kabul ediliyor. Hububat üretimi, Suriye ve Irak’ta azalışa geçti ve kısa süre içinde Yemen’de de azalabilir. Ancak, en büyük gıda balonları Hindistan ve Çin’de görülüyor. Çiftçilerin 20 milyon kadar sulama kuyusunu sondaladığı Hindistan’da su tabakası seviyeleri düşüyor ve kuyular kurumaya başlıyor. Dünya Bankası raporlarına göre; 175 milyon kadar Hintli, gereğinden fazla pompalama sonucu üretilen hububatla besleniyor. Çin’de en fazla Kuzey Çin Platosu’nda aşırı pompalama gözlemleniyor ve bu bölge de, Çin’in buğday üretiminin yarısına, mısır üretiminin ise üçte birine karşılık geliyor. Yaklaşık 130 milyon Çinli, halihazırda aşırı pompalama sonucu üretilen buğdayla besleniyor. Peki, akiferler kuruduğunda kaçınılmaz olarak gerçekleşecek olan su kıtlıklarıyla bu ülkeler nasıl başa çıkacaklar?

Bir yandan kuyularımız kururken, bir yandan da topraklarımızı kötü yönetiyoruz; yeni çöller yaratıyoruz. Gereğinden fazla sürülme ve arazilerin kötü yönetimi sonucunda oluşan toprak erozyonu, yeryüzündeki tarım alanlarının üçte birinin verimliliğini zedeliyor. Peki, bu durum ne kadar ciddi? Devasa boyutlarda iki yeni şiddetli toz fırtınasını gösteren uydu görüntülerine bakın: biri, kuzey ve batı Çin ve batı Moğolistan’a uzanıyor; diğeri ise Orta Afrika’ya… Çöller konusunda uzman Çinli bir akademisyen olan Wang Tao’ya göre; her yıl kuzey Çin’deki 1400 mil karelik arazi, çölleşiyor. Moğolistan ve Lesotho’daki hububat hasadı, son on yıldır yarıdan fazla azaldı. Kuzey Kore ve Haiti de, ciddi toprak kayıplarından muzdarip. Her iki ülke, uluslararası gıda yardımını yitirmeleri durumunda, açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar. Petrol rezervlerini yitiren bir medeniyet, varlığını sürdürebilir; ancak toprak rezervlerini kaybeden yok olur…

Dünya gıda tedarikinin sıkılaştığı bu dönemde, gıda üretim yeteneği, giderek yeni bir jeopolitik manivela şeklini alıyor ve ülkeler, “ortak mal”ın aleyhine, kendi yerel çıkarlarını güvence altına alma uğraşındalar…

Sıkıntının ilk işaretleri, 2007’de alınmıştı. Bu tarihte, çiftçiler, küresel hububat talebindeki artışa yanıt vermede zorluklar yaşamaya başlamıştı. Hububat ve soya filizi fiyatları artıyordu ve 2008 yılı ortasında üç katına çıkmıştı. Buna karşın, birçok ihracatçı ülke, ihracatları sınırlandırmak suretiyle ülke içindeki gıda fiyatlarının artışını kontrol altına almaya çalışıyorlardı. Bu ülkeler arasında; Rusya ve Arjantin de bulunmaktaydı, keza bu iki ülke, öncü buğday ihracatçılarındandı. Dünyada ikinci büyük pirinç ihracatçısı olan Vietnam ise, 2008 yılı başında birkaç aylığına ihracatları tamamen yasaklamıştı. Diğer küçük hububat ihracatçıları da benzer bir yol izlediler.

İhracatçı ülkelerin 2007 ve 2008 yıllarında ihracatlarını kısıtlamasıyla birlikte, ithalatçı ülkeler panik yaşamışlardı. Artık gereksinim duydukları hububatı tedarik etmede piyasaya güvenemeyen birçok ülke, ihracatçı ülkelerle uzun vadeli hububat tedarik anlaşmalarının pazarlıklarını yapmaya girişmişlerdi. Örneğin Filipinler, yılda 1,5 milyon ton pirinç karşılığında Vietnam ile üç yıllık bir anlaşmanın müzakerelerini yürütmüştü. Benzer bir hedef doğrultusunda Avustralya’ya giden Yemenli bir heyet ise, elleri boş dönmüştü. İhracatçılar, uzun vadeli taahhütler altına girmede çekinceli davranıyorlardı.

Piyasaları için gereken hububatı satın alamayacaklarından korkan bazı daha zengin ülkeler –ki başlarını Suudi Arabistan, Güney Kore ve Çin çekiyor- 2008 yılında beklenmedik bir adım atarak, kendileri için hububat üretmek üzere diğer ülkelerden toprak kiralamaya veya satın almaya başladılar. Bu toprak iktisaplarının büyük bölümü Afrika’da oldu. Hatta bazı hükümetler, yılda dönüm başına 1 dolardan az bir meblağa tarım arazisi kiralıyorlardı. Başlıca destinasyonlar arasında; Etiyopya ve Sudan bulunuyordu. Bu ülkelerde milyonlarca insan, Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’ndan elde ettikleri gıda ile yaşamlarını geçiriyorlardı. Bu iki ülkenin hükümetlerinin, kendi halkları açlıktan kıvranırken yabancılara toprak satmaları ise, talihsiz bir girişim olarak değerlendiriliyor.

2009 yılı sonu itibariyle, yüzlerce toprak iktisabı anlaşmasının müzakereleri yapıldı. İçlerinden bazıları, bir milyon dönümü geçiyordu. Dünya Bankası’nın bu “toprak gaspları”na dair 2010 yılında yayımladığı bir analizde; toplamda yaklaşık 140 milyon dönümlük arazinin söz konusu olduğu belirtiliyordu. Yani, ABD’de mısır ve buğdaya ayrılan tarım arazilerinin toplamından bile fazla… Bu iktisaplar kapsamına, genellikle “su hakları” da giriyor. Bunun da anlamı; toprak gasplarının, potansiyel olarak tüm alt-kullanıcı ülkeleri etkilemesidir. Örneğin, Etiyopya veya Sudan’daki mahsülleri sulamak üzere Nil Nehri havzasının üst bölümünden çıkarılan su, artık Mısır’a kadar ulaşamayacak. Bu durum da, Nil’deki hassas su politikalarını baş aşağı ediyor ve Mısır’ın pazarlık etmesi gereken yeni ülkeleri sahneye çıkarıyor.

Bu süreçte anlaşmazlık potansiyeli –ki sadece su ile ilgili de değil- yüksektir. Arazi anlaşmalarının çoğu gizlice yapılıyor ve birçok durumda bahis konusu edilen araziler, satıldıklarında veya kiraya verildiklerinde çiftçiler tarafından kullanımda oluyor. Çoğu zaman arazide çiftçilik yapan kişilere herhangi bir şekilde danışılmıyor ve hatta bu kişiler, yeni düzenlemelerden haberdar edilmiyor. Ve, birçok gelişmekte olan ülkenin şehirlerinde arazilerin resmiyeti/tapu bulunmadığı için, arazilerini kaybeden çiftçiler, davalarını mahkeme önüne taşımak konusunda fazla bir desteğe sahip olamıyorlar. İngiltere’de yayımlanan Observer’da yazan muhabir John Vidal, Etiyopya’daki Gambella bölgesinden Nyikaw Ochalla’nın ifadesini aktarıyor: “Buraya oldukça fazla sayıda yabancı şirket geliyor ve insanları, yüzyıllardır kullandıkları, işledikleri topraklardan mahrum bırakıyor. Yerel halkla herhangi bir istişareye gidilmiyor. Düzenlemeler, gizlice yapılıyor. Yerel halkın gördüğü tek şey ise; topraklarını istila etmek üzere bir sürü traktörle gelen insanlar oluyor.”

Bu tür arazi gaspları karşısında duyulan yerel düşmanlık, bir istisna değil, genel kuraldır. 2007 yılında, gıda fiyatlarının artmaya başladığı bir sırada, Çin, Filipinlerle 2,5 milyon dönümlük arazi kiralama anlaşması yapmıştı. Ancak, halkın tepkisi –ki büyük bölümü Filipinli çiftçilerden geliyordu- Manila’yı anlaşmayı askıya almaya mecbur bırakmıştı. Benzer bir arbede de Madagaskar’da yaşanmıştı: burada Daewoo Lojistik isimli bir Güney Kore firması, 3 milyon dönümden fazla toprak üzerinde hak iddia etmişti. Bu anlaşma sonucu yaşanan huzursuzluk, hükümetin devrilmesine ve anlaşmanın fesh edilmesine yol açmıştı. İnsanların elinden topraklarını almak kadar isyanları tetikleyen başka bir şeye pek rastlayamazsınız.

Bu tür anlaşmalar sadece riskli değildir; aynı zamanda yabancı yatırımcılar, aç insanlarla dolu bir ülkede gıda üretirken, hububatı nasıl toplayacakları gibi bir başka siyasi sorunla karşı karşıya kalırlar. Açlık sınırında yaşayan halklar, hububatla yüklü kamyonların liman kentlerine işlenmek üzere götürülmesine göz yumabilirler mi? Köylülerin topraklarını ve geçim kaynaklarını yitirdikleri ülkelerdeki siyasi istikrarsızlık potansiyeli son derece yüksektir. Yatırımcılar ile ev sahibi ülkeler arasında kolaylıkla anlaşmazlıklar doğabilir.

Bu iktisaplar, kalkınmakta olan ülkelerde tarıma 50 milyar dolarlık potansiyel bir yatırım imkanı tanırlar. Ancak, kayda değer üretim kazançları sağlamak, yıllar alır. Modern piyasa yönelimli tarım için gerekli altyapı, halen Afrika kıtasının çoğu ülkesinde yoktur. Bazı ülkelerde, zirai girdileri (suni gübre gibi) sağlamak ve arazi ürünlerini ihraç etmek için gereken karayolu ve limanları kurmak, yıllar alıyor. Bunun da ötesinde, modern tarım, kendi altyapısını gerektirir. Altyapıdan kasıt; makine hangarları, hububat ekipmanları, silolar, suni gübre depolama antrepoları, yakıt depolama tesisleri, ekipman tamir ve koruma hizmetleri, kuyu sondaj ekipmanı, sulama pompaları ve pompalara güç vermek üzere gereken enerji… Genel olarak, bu zamana değin iktisap edilen arazi, son derece yavaş şekilde geliştiriliyor.

Peki, tüm bunlar dünyadaki gıda üretimini ne ölçüde yaygınlaştıracak? Henüz bilmiyoruz; ama Dünya Bankası analizine göre; projelerin sadece %37’si, gıda mahsullerine tahsis edilecek. Bu zamana değin satın alınan arazilerin büyük bölümü, biyo-yakıt ve diğer endüstriyel mahsullerin üretimi için kullanılacak.

Her ne kadar bu projelerin bazıları arazi üretkenliğini güçlendirse de, bundan kim yarar sağlayacak? Eğer tüm girdiler (arazi ekipmanı, suni gübre, pestisitler, tohumlar) yurtdışından getirilirse ve eğer tüm üretim, ülke dışına gönderilirse, ev sahibi ülkenin ekonomisine fazla bir katkıda bulunulmayacaktır. En iyi ihtimalle, yerel halk, çiftlik çalışanı olarak kendilerine iş bulacaktır. Ancak makine-yoğun işlemlerde, insanlar daha az istihdam edilecektir. En kötüsü de, Mozambik ve Sudan gibi yoksullaştırılmış ülkelerin elinde, kendi aç nüfusunu beslemek üzere çok daha az sayıda toprak ve su bulunacaktır. Tarihten bugüne toprak gaspları, gıda üretimindense ayaklanmaları tetiklemeye daha fazla hizmet etmiştir.

Ve, zengin/yoksul ülke ayrımı, kısa süre içinde daha da ön plana gelebilir. Bu Ocak ayında, gıda güvenliğini sağlamak üzere ithalatçı ülkeler arasındaki rekabet tırmanmaya başladı. Keza, hububatının %70’ini ithal eden Güney Kore, bu hububatın bir bölümünü iktisap etmekten sorumlu olacak yeni bir kamu-özel sektör ortaklığı oluşturduğunu açıkladı. Böylelikle, doğrudan Amerikalı çiftçilerden hububat satın almak suretiyle, büyük uluslararası ticaret firmalarının “baypas” edilmesi planlanıyor.

Gıda tedariki konusunda yaşanan bu rekabetin nereye kadar devam edeceğini kimse bilmiyor; ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen uluslararası işbirliği ortamından giderek uzaklaşıldığı görülüyor. “Gıda milliyetçiliği”, münferit zengin ülkeler için gıda tedarikini güvence altına alabilir; ancak dünya çapındaki gıda güvenliğini güçlendirmeye fazla katkısı olmayacaktır. Keza, arazi gasplarına konu olan veya hububat ithalatı yapan düşük-gelirli ülkeler, gıda konusundaki durumlarının giderek kötüleştiğine tanık olacaklardır.

İki dünya savaşının yarattığı katliamın ve Büyük Buhran’a yol açan ekonomi hatalarının ardından, 1945’te bir araya gelen ülkeler Birleşmiş Milletler’i kurarak, geç de olsa modern çağda artık tecrit halinde yaşanamayacağını fark etmişlerdi. Para sistemini yönetmek ve ekonomik istikrar ile ilerlemeyi teşvik etmek üzere Uluslararası Para Fonu kurulmuştu. BM sistemi içinde, Dünya Sağlık Örgütü’nden Gıda ve Tarım Örgütü FAO’ya dek birçok uzmanlaşmış ajans, günümüz dünyasında önemli roller üstleniyorlar. Tüm bunlar ise, uluslararası işbirliğini güçlendiriyor.

Ancak, FAO küresel tarım verilerini toplayıp analiz ederken ve teknik destek sağlarken, dünya gıda tedarikinin yeterliliğini sağlamak üzere herhangi bir organize çaba söz konusu olmadı. Gerçekten de, tarım ticaretine dair birçok uluslararası müzakere, kısa süre öncesine dek, piyasalara erişim noktasına odaklanmıştı. ABD, Kanada, Avustralya ve Arjantin; yüksek koruma duvarlarına sahip tarım pazarlarını açmaları konusunda Avrupa ve Japonya üzerinde baskı uyguluyordu. Ancak bu yüzyılın ilk on yılında, gıda fazlalarından gıda yoksunluğuna doğru dünya çapında yaşanan dönüşüm sonucunda, gıda tedarikine erişim öncelikli bir mesele haline geldi. Aynı zamanda, bir dönemler açlıkla mücadele doğrultusunda çaba gösteren ABD gıda yardım programı, yerini büyük ölçüde Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’na bıraktı. BM Dünya Gıda Programı’ndaki başlıca maddi katkı ise, ABD’den geliyor. Program, halihazırda 70 kadar ülkede gıda destek operasyonları sürdürüyor ve 4 milyar dolarlık bir bütçeye sahip.

Öte yandan, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy –ki halihazırda kendisi G-20 Başkanı’dır-, emtia piyasalarındaki spekülasyonu sınırlandırmak suretiyle, artan gıda fiyatlarıyla mücadele etmeyi öneriyor. Bu öneri her ne kadar yararlı görünse de, artan gıda güvensizliğinin belirtilerini ele alıyor; nedenlerini (örneğin, nüfus artışı, iklim değişikliği gibi) değil… Dünyanın artık sadece tarım politikasına değil, aynı zamanda onu enerji, nüfus ve su politikalarıyla entegre eden bir yapıya odaklanması gerekiyor; keza bu politikalardan her biri, doğrudan gıda güvenliğini etkiliyor.

Ancak, arazi ve su kıtlığı yaşanırken, dünyanın ısısı yükselirken ve dünya gıda güvenliği bozulurken, gıda kıtlığına dair tehlikeli bir jeopolitik çıkıyor ortaya… Arazilerin ve su kaynaklarının gaspedilmesi ve doğrudan ihracatçı ülkelerdeki çiftçilerden hububat satın alınması; artık gıda güvenliğine dair küresel güç mücadelesinin ayrılmaz birer parçası haline gelmiş bulunuyor.

Hububat stoklarının düşük olduğu, iklimin ise hızla değiştiği bir ortamda, riskler de artıyor. Artık, gıda sisteminin herhangi bir noktasında her an bir aksaklık yaşanabilir. Örneğin, 2010 yılında Moskova merkezli yaşanan sıcaklık dalgasının, Chicago merkezli olduğunu düşünün. Yuvarlak rakamlarla hesaplamak gerekirse; Rusya’nın yaklaşık 100 milyon tonluk mahsulünde %40 oranında bir düşüş, dünyaya 40 milyon ton hububata mal olur. Ancak, ABD’nin 400 milyon tonluk mahsulünde %40 oranındaki düşüşün maliyeti 160 milyon ton olacaktır.

Peki ya sonra? Dünyadaki hububat piyasalarında bir kaos yaşanırdı. Hububat fiyatları zirve noktasına ulaşır; hububat ihraç eden bazı ülkeler, bir yandan ülke içindeki gıda fiyatlarını sabit tutmaya çalışırken, bir yandan da 2007 ve 2008’de yaptıkları gibi, ithalatı kısıtlamak veya hatta yasaklamak zorunda kalabilirlerdi. TV’de çıkan haberlerde sadece Rusya’daki yüzlerce yangın konu edilmezdi; ayrıca düşük gelirli ve hububat ithal eden ülkelerdeki gıda ayaklanmaları ve açlığın denetimden çıkması sonucu devrilen hükümetler de ön plana gelirdi. Hububat ithal eden petrol ihracatçısı ülkeler ise, hububat karşılığında petrol takasında bulunmaya çalışırlardı. Hükümetler devrilirken ve dünya hububat piyasasına duyulan güven tahrip olurken, küresel ekonomi de bir çözülme sürecine girerdi.

Her zaman bu kadar şanslı olamayız. Şu anki mesele; dünyanın, bozulan gıda koşullarının belirtilerine odaklanmanın ötesine geçip geçemeyeceği ve bu duruma sebep olan gerekçelere çözüm bulup bulamayacağıdır.

Eğer daha az su kullanımıyla daha fazla mahsul toplayamazsak ve verimli toprakları muhafaza edemezsek, birçok zirai alan artık sürdürülebilirlikten uzaklaşacaktır. Ve bu durum, çiftçilerin de ötesine taşınacaktır. Eğer iklim koşullarında bir istikrar sağlayamazsak, gıda fiyatlarındaki değişkenliği önleyemeyiz. Çekirdek ailelere dönüşü hızlandıramazsak, dünya nüfusunu er ya da geç istikrarlı bir noktaya taşıyamazsak, aç nüfus giderek büyüyecektir. Artık harekete geçme zamanı -2011’deki gıda krizinin, artık herkesin alıştığı bir gerçeklik olmaması için… (Foreign Policy)

Kaynak: http://www.foreignpolicy.com/articles/2011/04/25/the_new_geopolitics_of_food?page=full
 
* Tarımbilimci olan Lester Brown, 1974 yılında Rockefeller Brothers Fonu’nun yardımları ile küresel çevre sorunlarına çözüm üretmeyi hedefleyen Worldwatch Institute’i kurdu ve uzun yıllar Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yürüttü.
 
Lester R. Brown’ın Türkçeye çevirilmiş bir kitabı, İş Bankası Yayınları: “Dünyayı Nasıl Tükettik?” Bu makale Turquie Diplomatique tarafından tercüme edilmiştir.

 

Kömür Karası Değil YÜZ Karası…

Kömür Karası Değil YÜZ Karası…

soma_650000

Kader değil, cinayet!

Tıp Dünyası – HABER MERKEZİ – Manisa’nın Soma ilçesindeki Soma Holding’e bağlı Soma Kömürleri Maden Ocağı’nda 13 Mayıs 2014 tarihinde gerçekleşen
trafo patlaması (AS: sonradan bu doğrulanmadı!) sonucunda 800’e yakın maden işçisi toprak altında kaldı, yüzlerce maden işçisi yaşamını yitirdi. Patlama sonrası çıkan yangında 300’e yakın maden işçisi karbonmonoksit gazından zehirlenerek yaşamını yitirdi, yüzün üzerine maden işçisi ise toprak altında.

Yastayız…

DİSK-KESK-TMMOB-TDB ve TTB; Soma’daki işçi kardeşlerimiz için tüm işçi sınıfına, emekçilere ve emek dostlarına 15 Mayıs 2014 tarihinde iş bırakma çağrısında bulundu. Ayrıca, halk siyah giyinmeye, siyah kurdeleler takmaya, balkonlarına siyah bezler asmaya, evinin, işyerinin balkonuna, aracına siyah bezler asmaya çağrıldı.

Tüm yurtta iş bırakıldı

DİSK-KESK-TMMOB-TDB ve TTB, Soma’da yaşanan facianın ardından 15 Mayıs günü tüm yurtta iş bırakarak iş cinayetlerini protesto eden basın açıklamaları yaptı.
Hekimler, sağlık çalışanları ve tüm işçi ve emekçiler siyah giyinip, siyah kurdeleler takarak işyerlerinde sabah saat 09:00’da 3 dakikalık saygı duruşu yapmalarının ardından bulundukları illerde bir araya gelerek basın açıklamaları düzenlediler.

Ankara’da işçi ve emekçiler, siyasi partiler ve demokratik kitle örgütlerinin de katılımı ile Milli Kütüphane önünde toplanıp Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı
önüne yürüdü.

İstanbul başta olmak üzere birçok ilde sabah saatlerinden başlayarak çok sayıda
işyerinde iş bırakıldı. Hastanelerde, fabrikalarda, belediyelerde, okullarda iş bırakan emekçiler polisin biber gazlı müdahalelerine karşın bulundukları illerde
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı Bölge Müdürlükleri önüne giderek
basın açıklamaları yaptı.

“AKP Hükümeti bu cinayetin failidir”

Tüm illerde okunan DİSK-KESK-TMMOB-TDB ve TTB imzalı ortak basın açıklaması metninde ise;

  • “Çok açıktır ki, yaşanan bu katliamın sorumlusu, güvencesiz çalıştırmayı yaygınlaştıran, işçi sağlığını bir maliyet ögesi olarak gören sermaye ve
    AKP Hükümetidir. İşçi sağlığı ve güvenliğinin tümüyle bir maliyet yükü olarak görüldüğü ve maksimum kârı elde etmek için en acımasız üretim süreçlerinde çalışmak zorunda bırakılan Soma’daki yüzlerce işçi kardeşimiz, başından beri ölüme terk edilmişlerdir. Özelleştirme, taşeronlaştırma politikalarını sürdürenler, maliyet düşürmek için işçilerin yaşamına kast edenler,
    onlara cesaret verenler, daha önceki madenci katliamlarını sözleriyle ve icraatlarıyla aklayanlar, İş Güvenliği Yasasıyla işyerlerindeki denetimleri bile özelleştirenler, Soma katliamının failidir ve hesap vermelidir.”  
    denildi.

Özelleştirme ve taşeronlaştırma can alıyor!

Açıklamada, Türkiye işçi sınıfının iş cinayetlerine, güvencesiz çalıştırmaya karşı
sabrı kalmadığı ifade edilerek, yıllarca kamu eliyle üretimin yapıldığı madenlerin,
özel sektöre devredilmesinden sonra iş kazalarında patlama yaşandığı,
2002’den 2011’e dek kömür madenlerindeki iş cinayetlerinin %40 arttığı bildirildi.

“Bu dönüşüm sayesinde Soma’da katliamın yaşandığı işletmenin patronun övündüğü rakamlar ortaya çıkmış, kömürün tonunun maliyeti 130 dolardan
23 dolara düşmüştür. Bunun tasarrufun bedeli de yüzlerce işçinin ölümüyle ödenmiştir.”

denilen açıklamada, özelleştirme ve taşeronlaştırma politikaları sonrası

  • Türkiye’nin ölümlü maden kazalarında Avrupa’da 1.sıraya yükseldiği, Dünya’da ise bu alanda ilk üç sırada yer aldığı belirtildi.

AKP’nin Soma’daki iş cinayetlerinin araştırılması için 6 ay önce verilen bir önergeyi reddettiğinin anımsatıldığı açıklamada,

“İş Sağlığı ve Güvenliği Yasasıyla bu alanı da piyasaya devreden, denetimi yapanın işverenden maaş aldığı bir sistem kuran, yine tüm uyarılarımıza karşın bu alandaki denetim yetkisini bağımsız emek ve meslek örgütlerine vermeyi reddedenler,
hiç mi vicdan azabı çekmemektedir?” diye soruldu.

Başbakan açıklamalarıyla katliamı meşrulaştırıyor!

Açıklamada şöyle denildi:

“Daha önceki cinayetlerin ardından ‘Bu mesleğin fıtratında ölüm vardır’ diyerek
yeni katliamları meşrulaştıran hükümet üyelerine, Soma’da Başbakan da katılmıştır. 19’uncu yüzyıldan, 20’nci yüzyıl başından örnekler vererek zihniyetinin 150 yıl öncesinde kaldığını gösteren Başbakan’a 21. yüzyılda olduğumuzu anımsatmayı
bir borç biliriz. “Hedef 2023” diye yola çıkanların 1862’deki bir kazayı örnek göstererek ‘Bu işin fıtratında var’ demesi, ülkemizin içinde bulunduğu tabloyu oldukça net özetlemektedir.

Bu ülkenin 77 milyon insanı, teknoloji bu denli gelişirken insana değil ölüme yatırım yapan bir anlayışı hak etmemektedir. Soma’da yitirdiğimiz işçilerden bize kalan yalnızca acı değil, böylesi katliamların yaşanmaması için mücadele görevleridir.
‘Kader’, ‘fıtrat’ diyerek sorumluluklarını unutturmaya çalışanlara ilan ediyoruz ki; unutmayacak, güvenceli iş ve insanca yaşam hakkımız için mücadeleyi büyüteceğiz”.

İSTRMLER

-İş cinayetlerinin artışına neden olan taşeron çalıştırma derhal yasaklamalıdır.
-Özelleştirildikten sonra seri cinayetlerle gündeme gelen tüm madenler derhal yeniden kamulaştırmalıdır.
-İşçi sağlığı ve iş güvenliğini piyasaya devreden İş Güvenliği Yasası kaldırılmalı,
tüm denetim yetkisi emek ve meslek örgütlerine verilmelidir.
-Başta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı ile Enerji ve Sanayi Bakanı olmak üzere hükümet derhal istifa etmelidir.

TTB Heyeti Soma’daydı

Patlamanın hemen ardından TTB Merkez Konseyi Üyesi Dr. Fatih Sürenkök,
TTB Olağandışı Durumlarda Sağlık Hizmetleri Kolu üyesi Dr. Mustafa Vatansever, Manisa Tabip Odası Başkanı Dr. Derya Pekbayık, Manisa Tabip Odası önceki
genel sekreteri ve Psikiyatri Uzmanı Dr. Şahut Duran ve Manisa Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Bülent Kundak ile Sağlık Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası
Manisa Şubesi Yönetim Kurulu Üyesi Zeynel Abidin Kaplan’dan oluşan bir kurul
olay yerine gittiler ve incelemelerde bulundular.

TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Özdemir Aktan, TTB 2. Başkanı Prof. Dr. Gülriz Erişgen, TTB Genel Sekreteri Dr. Bayazıt İlhan, TTB Merkez Konseyi Üyeleri,
Dr. Arzu Erbilici, Dr. Filiz Ünal İncekara, Dr. İsmail Bulca, Dr. Zülfükar Cebe, Dr. Fatih Sürenkök, Dr. Melda Pelin Yargıç ile Manisa Tabip Odası Başkanı Dr. Derya Pekbayık, Manisa Tabip Odası önceki genel sekreteri Psikiyatri Uzmanı Dr. Şahut Duran,
Manisa Tabip Odası yönetim kurulu üyeleri ve Türk Dişhekimleri Birliği Merkez Konseyi Üyesi Mustafa Oral ise 15 Mayıs 2014’te Soma’ya giderek temaslarda bulundu.
Kurul önce Soma Devlet Hastanesi Başhekimini ziyaret etti ardından hastane önünde basın açıklaması yaptı.

Daha sonra patlamanın yaşandığı madene giden kurul, Soma Holding’e bağlı
Soma Kömürleri’nin işyeri hekimi ile görüştü. Kurul, bölgedeki Maden Mühendisleri Odası yöneticileri ile de temaslarda bulundu. 14 Mayıs 2014 tarihli Soma Eynez
Maden Faciası TTB Olağandışı Durumlarda Sağlık Hizmetleri Kolu Hızlı Değerlendirme Raporu’na ise http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/rapor-4570.html adresinden ulaşabilirsiniz.

Makina Mühendisleri Odası : Türkiye iş kazalarında Avrupa lideri

Makina Mühendisleri Odası                     :

  • Türkiye iş kazalarında Avrupa lideri!
Makina Mühendisleri Odası (MMO) genel merkezinin hazırladığı
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Raporu‘na göre,
 

  • Türkiye ölümlü iş kazalarında Avrupa birincisi, dünya üçüncüsü!
Türkiye iş kazalarında Avrupa lideri

MAKİNA Mühendisleri Odası (MMO)
genel merkezinin hazırladığı
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Raporu’na göre,
  • Türkiye ölümlü iş kazalarında Avrupa birincisi, dünya üçüncüsü.

Rapor, Türkiye genelinde en çok iş kazasının kömür ve linyit çıkartılması
faaliyet grubunda yaşandığını ortaya koydu.

Türkiye genelinde meydana gelen iş kazalarına ilişkin önemli bilgilere yer verilen rapor, Manisa’nın Soma ilçesinde 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan faciadan yalnızca 8 gün önce, yani 5 Mayıs 2013’te yayımlandı.

Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi‘nin verilerinden yararlanılarak hazırlanan raporda,İş kazaları ve meslek hastalıklarının                        :

sermayenin azami kar hırsı ve
– emek aleyhine politikalardan kaynaklandığına vurgu yapılırken,
– neo-liberal serbestleştirme,
– özelleştirme,
– sendikasızlaştırma,
– taşeronlaştırma,
– esnek istihdam politikaları,
– çalışma koşullarının ağır oluşu,
– kadın, genç, çocuk emeği sömürüsü ve
– kayıt dışı istihdamın

iş kazaları ve meslek hastalıklarının artmasına neden olduğuna dikkat çekildi.

İŞ KAZASI ve MESLEK HASTALIĞI ÖLÜM NEDENİ

SGK verilerine göre Türkiye genelinde yaşanan iş kazası ve meslek hastalığı sonucu ölüm rakamlarının 2011’de 1710, 2012’de ise 745 olduğu belirtildi. İşçi Sağlığı ve
İş Güvenliği Meclisi‘nin verilerine göre ise 2013’te en az 1235 işçinin iş kazası ve meslek hastalığı sonucu yaşamını yitirdiği, 2014 yılının ilk üç ayında ise en az
276 işçinin öldüğü ifade edildi.

İŞ KAZALARINDA AVRUPA BİRİNCİSİ

Son yıllarda iş kazaları sonucu toplu ölümlerin arttığı vurgulanan raporda,
Türkiye’nin 100 bin çalışan başına ölümlü iş kazalarında Avrupa birincisi ve
Dünya üçüncüsü olduğuna yer verildi.

2012’de iş kazalarının %49.5’inin 1-49 arası çalışanı olan işyerlerinde yaşandığı aktarılan raporda, kazaların %9.3’ünün 50-99 arası işçi çalıştıran işyerlerinde, %22.5’inin 100-499 arası işçi çalıştıran işyerlerinde, %18,7’sinin 500 ve üzeri
işçi çalıştıran işyerlerinde yaşandığı anlatıldı.

KAZALAR VARDİYANIN İLK VE SON SAATLERİNDE YAŞANIYOR
İş kazalarının en yüksek olduğu anların genelde iş gününün ilk saatleri ile son saatleri olduğu ifade edilen raporda, 2012’de 8 saatlik iş günü üzerinden yapılan saptamalara 12 304 kazanın 1. iş saatinde, 34 200 kazanın ilk 3 saatte, 8 289 kazanın
son iş saatinde, 23 235 kazanın ise son 3 iş saatinde yaşandığı kaydedildi.

KÖMÜR VE LİNYİT ÇIKARILMASI BİRİNCİ

İş kazalarının etkinlik kümelerine göre dağılımında ise 8 828 iş kazası (%11.79) ile kömür ve linyit çıkarılmasının 1. sırada yer aldığı belirtilen raporda; 7 045 iş kazası ile (%9.4) fabrik metal ürünlerinin ikinci, 5 127 iş kazası ile (yüzd% 6.84) ana metal sanayinin 3. sırada yer aldığı bilgisine yer verildi.
İSTANBUL 1. SIRADA
Türkiye genelinde en çok iş kazası meydana gelen iller arasında İstanbul’un 1. geldiği, İstanbul’u sırasıyla İzmir, Bursa, Manisa, Zonguldak, Tekirdağ, Kocaeli, Ankara, Denizli, Kayseri, Adana, Antalya ve Kütahya’nın izlediği belirtildi. Raporda, iş kazası sonucu ölümlerin en çok olduğu iller ise; İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Gaziantep, Konya, Kocaeli, Adana, Hatay, Manisa, Antalya, Erzurum, Zonguldak, Mersin, Elazığ, Kayseri ve Tekirdağ olarak sıralandı.===================================

Dostlar,

Raporun tümünü pdf olarak okumak – indirmek için aşağıdaki erişkeyi (linki) kullanınız…

Makina_Muhendisleri_Odasi_basin_aciklamasi

Bir teknik düzeltme yapmak zorundayız..
Metinde Türkiye’de iş kazası ölüm hızı yüz binde 17 dolayında veriliyor.2014 başlarında SGK’ya bağlı çalışan sigortalı sayısı 20 milyona dayanmıştır.
Bunlardan 50+ işçisi olan, sanayiden sayılan ve 6 aydan uzun süreli çalışılan, dolayısıyla İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulu kurulan (4857 sayılı İş Yasası md. 81-82) işyerlerinde çalışan işçi sayısı paydaya konarak hesaplama yapmak gereklidir.
20 milyon toplam “işçi” içinde bu rakamı net olarak bilemiyoruz.

Ancak 2013 içinde iş kazalarında yitirdiğimiz “kayda giren” işçi sayısı 1235’tir ve bunların büyük çoğunluğu bu işyerlerinde çalışmaktadır.

Öte yandan 4 kayıtlı çalışana karşılık en az 1 kayıt dışı iyimser verilerle sürüyor ve
bu kesim iş kazaları açısından riskli!.. KOBİ’ler ise tam bir bilinmez..
Sayıları yüzbinlerce ve doğallıkla denetimsiz.

Çalışma Bakanlığı İş Teftiş Kurulu‘nun 600’nun dolayında denetçisisi
1,6 milyon dolayında işyerini nasıl denetleyebilir?

  • Yaklaşık 2500 işyeri denetimi / yıl / 1 denetçi..

Olacak şey midir??

Türkiye KOBİ ölçek çapını büyütmelidir. Uygun kamu bankası kredileri ile Birleştirme, kooperatifleştirme, halka açma.. gibi yöntemlerle. Bu süreç iş sağlığı – güvenliğine de çok katkı sağlayacaktır. İş Sağlığı – Güvenliği Birimlerini kurmak ve etkin olarak işletmek daha da kolaylaşacak, maliyet – etkinlik artacaktır.

12 milyon 350 bin işçide (öyle varsaysak) 1235 ölüm ise yüz binde 10 gibi bir iş kazası ölüm hızı karşılığıdır. Çalışma (ve Sosyal Güvenlik) Bakanlığı İş Sağlığı ve
Genel Müdürlüğü bu hızı yüz binde 8 dolayında vermektedir. Makine Mühendisleri Odası verisi ise 17 dolayındadır. Görülüyor ki, öncelikle temel göstergelerimizi
sağlıklı – güvenilir, sürekli, güncel toplamak zorundayız. Sonrasında bu ham verilerden (raw data), alan bilgisi ve epidemiyolojik yöntemlerle standart hızları hesaplamalı ve bunlara dayalı “bilimsel yönetim politikaları” geliştirmeliyiz.

Herkesin “bana göre” si bir yanda durmalı, “… şu şu şu verilere göre..” diye başlayan bilimsel çıkarıma (statistical infrence) dayanan tümcelerle konuşulmalıdır..
Böylesi bir ortamda Devlet düzeni kaçınılmaz olarak sekülerdir..
Yaşama yol veren yalnızca akıl ve bilimdir (Büyük ATATÜRK’ün sözü!)..
Ya da “bilimsel akılcılık”tır..

Batı yazınında (literatür) bu süreç “Sayısal karar verme süreci” (quantitave decision making procedures) adını alıyor..

YASTAYIZ_MAKINA_MUH._ODASI_SOMA-13.5.14

 

Sevgi ve saygıyla
24.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

SOMA FACİASI İÇİN UMUT ORAN’ın SORU ÖNERGESİ; OKMEYDANI’nda 2 YENİ KURBAN ve BAŞBAKAN ERDOĞAN’ın HALKA “KAN TACİRLERİ” DEMESİ ÜZERİNE AKP’ye ÇOOOK KRİTİK UYARILAR

 

SOMA FACİASI İÇİN UMUT ORAN’ın SORU ÖNERGESİ;
OKMEYDANI’nda 2 YENİ KURBAN ve BAŞBAKAN ERDOĞAN’ın HALKA
“KAN TACİRLERİ” DEMESİ ÜZERİNE AKP’ye ÇOOOK KRİTİK UYARILAR..

Prof.Dr. AHMET SALTIK
www.ahmetsaltik.net  

CHP’nin çalışkan ve üretken İstanbul milletvekili Sayın Umut Oran, büyük emek isteyen bir soru önergesi hazırlamış. Pek çok uzmanın bile tümüyle oku(ya)madığı 600 sayfaya yakın DDK (Devlet Denetleme Kurulu; Anayasa md. 104 ve 108) raporunu (17 Mayıs 2010’da 30 madenciyi kurban alan Zonguldak Karadon faciası üzerine..) özenle incelediği ve can alıcı sorun noktalarını saptayarak sıkı bir soru önergesi durumuna getirdiğini sevinçle izliyoruz. (Bu Rapora http://www.tccb.gov.tr/ddk/ddk49.pdf adresinden erişilebilir..)

Bu arada hükümetin 2 sorumlu bakanlığı olarak Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın görevlerini gereğince yapmadığı da
hemen anlaşılıyor..

Yine de ortalıkta siyasal sorumlu yok değil mi?? Sorumluluk teknik düzeyde
birkaç elemana yüklenecek ve ilahların gazabı sönümlendirilecek değil mi?

Yok, yok, bu kez o denli kolay değil.. “Resmi” 301 (fazlası??!) kurbanın 5’i maden mühendisi.. Bu kez güneş balçıkla sıvanamayacak..

  • AKP kadroları bu toplu cinayetin ilk elden ve 1. derece
    asıl sorumlusudur. 

Ceza hukuku deyimiyle “asli fail” dirler.. Siyasal ve hukuksal hesabını verecek ve bedelini er ya da geç ödeyeceklerdir.

Sayın Oran’a bu başarılı ve zamanlaması yerinde soru önergesi (Anayasa md. 98) için teşekkür ederken, ilgili bakanların dürüst ve kapsamlı yanıtlarını bizim de tez elden beklediğimizi belirtmek isteriz.. Sanırız ilgili kamuoyu da öyle.. Cumhurbaşkanlığı
Devlet Denetleme Kurulu’nun 600 sayfaya yakın hazır reçete uzman raporunun bile gereklerini hızla yapmayıp da ne yapacaksınız siz ey AKP iktidarı?

AKP’nin her düzeyden sadık yandaşları, müritleri.. söyleyecek hiç sözünüz yok mu?Vicdanlarınızı mühürlediniz mi, Soma madenlerinin kuytularında betonlayarak
gömdünüz mü?

Türkiye’de her gün birkaç insan ölür – öldürülür duruma geldi!.. 

Son olarak dün İstanbul Okmeydanı’nda 2 yurttaşın öldürülmesi nasıl açıklanacak?
Uğur Kurt (30 y.) ve kimliği belirsiz (neden hala belirsiz??!) 2. bir yurttaş..
Cemevi önünde.. Rahmetli Umut da Alevi.. Gezi’den bu yana öldürülenlerin
hemen hemen hepsi Alevi!?
Ve savcı, neredeyse 24 saat sonra olay yerine gelebiliyor! Yazıklar olsun!
Oysa HSYK, Soma faciasına inanılmaz bir elçabukluğuyla 28 savcı birden
hemen görevlendirebiliyor..

Meksika’da dün polise karşı sularını savunan halk direniyor..
Çok sayıda polis yaralı ama hiç ölen yok.
Halktan çok güvenlik güçleri yaralanıyor.. Başbakan ise halka “kan tacirleri” diyor.. Berkin Elvan adlı 14-15 yaşındaki masum yavrunun öldürülmesini 1. yılında acılarıyla anmak isteyenleri ayrıştırıyor, dışlıyor…

Başbakan bilerek ve isteyerek nefret suçu işliyor.. İnsanlığa karşı suç.. Zaman aşımı yok, hafifletici nedeni de.. Özellikle kaçınması gerekirken taammüden politik tercih bu.. Tabanını dağılmadan kurtarmak biricik tasası!

Bunlar size 12 Eylül öncesini anımsatmıyor mu? Başbakan Erdoğan inanılmaz bir siyasal körlükle -hatta hışımla- yurttaşının can güvenliğini savunmak yerine,
polisin kendini savunma hakkından söz edecek ölçüde kendinden geçmiş ve sağduyudan çok ama çok tehlikeli biçimde uzaklaşmış durumda..
Bir provokasyon varsa onu önlemek ve ayırdetmek de polisin görevi değil mi?
Oysa tüm belirtiler, provokasyonun da sivil giysili polis kökenli olduğu yönünde!
Ne kadar acı..

Siyasal hırs ve hesap verme korkusu Erdoğan’ı çıldırtmış durumda..

Bütün AKP örgütü aynı frekansta mı?
Bu vahim gidişe kim, nasıl ve ne zaman “DUUURRR!” diyecek ?

Siz parti olarak bunu yapmazsanız ülke daha ağır bedeller öder ama bu vahşeti durdurmanın bir yolunu da mutlaka bulur.. İşte o zaman siz hiç ama hiç kimsecikler kurtaramaz..

Artık yeter, artık yeter, artık yeter!..

Duyuyor musunuz, işitiyor musunuz??

Kör gözlerinizi, sağır kulaklarınızı, kilitlenmiş ağızlarınızı ve de mühürlediğiniz vicdanlarınızı açınız..

Ülke giderek kan gölüne sürükleniyor ve siz AKP’liler körü körüne sadık müritler gibi, “sürü psikolojisi” ile, afsunlanmış – illüzyon içinde, hatta şizoid – yaşamın gerçekliğinden kopmuş biçimde sürüklenmektesiniz..

Vebaliniz öyle büyük öyle büyük ki; insanlık tarihinde sizin kadar siyasal mücrim bir kadro örneği göstermek giderek güçleşiyor..

Fakat ne söylesek boş, ne yapsak değersiz ve anlamsız. Duvara çarpıp dönüyor.
80 yaşında, 60 yıllık bilge hukukçu Yargıtay Onursal Başkanı Prof.Dr.Sami SELÇUK’un Başbakan’a açık mektubu taptaze ama hükümsüz!

Siz hiç aynaya bakmaz mısınız?
Siz hiç başınızı yastığa koyduğunuzda vicdan muhasebesi yapmaz mısınız?
Siz hiç Allah’tan korkmaz mısınız??
Size ne oldu, ne yapmak istiyorsunuz bu ülkeye ve halka ne, ne, ne ??

12 yıldır yapageldiklerinizin neredeyse tamamının dine – imana – kitaba – peygambere asla sığmadığını ve uymadığını; tersine az eğitimli saf kitleleri ALLAH İLE ALDATMAYI hiç sıkılmadan sürdürdüğünüzü algıla(ya)mıyor musunuz?
Yoksa her şey takiyye mi? Ne uğruna?
Ülke çook kötü yönetiliyor, hatta yönetilemiyor!

Her 2 durumda da bilesiniz ki; insan aklı – idraki yeryüzünde tarihin hiçbir diliminde sonsuza dek tutsak alınamamıştır, alınamaz.. Örneği yoktur.

Her-kesi ve yaşama ilişkin her-şeyi rehin mi alacaksınız?

Gazetecileri kovdurmayı sürdürecek, tazminat-ceza davaları ile teslim alacak;
olmadı ulusun asker – sivil öncülerini sizin de itiraf ettiğiniz üzere tertip/kumpas davalarla zindanlara mı tıkacaksınız? Nereye dek??

Artık insanlar sokaklarda ölümü göze alıyor ve öl-dü-rü-lü-yor-lar!

Çok ama çok emin olunuz ki, kesin sosyolojik olgudur ki;
bu masum insanların ölüsü canlısından daha çok fatura ödetecektir size!

İnsanlar önünde sonunda kralın çıplaklığını görür, haykırırlar ve ayağa kalkarak hesabını da sorarlar.. Tarih de gerçekte bu kanlı ve hazin öykülerin ta kendisidir..
Tabii okumasını bilenlere.. O, kendisinden ders almasını bilmeyenler için hep ama hep “aptallara özgü” biçimde tekerrür edegelmiştir.

Kadim Anadolu halkı – Türk Ulusu ise hep Tarihin yapagalen – yazagelen öznesi olmuştur, nesnesi değil.

*****
Bu dizelerin yazarı 60 yaşını geçmiş, hekimlikte 37 yılını bitirmek üzere olan
çok kıdemli bir tıp hocasıdır.

Ülke ve Ulus için giderek artan çok derin kaygı duymaktadır.
AKP iktidarına bir yurttaş ve bir Halk Sağlığı Uzmanı olarak çok sayıda nesnel – yansız öneride bulunmuş, uyarı iletileri yazmıştır, arşivlerdedir.

Bilmem tüm bunlar sizlere birşeyler söylüyor mu?

Uyarmadınız, söylemediniz, yazmadınız.. denilmesin..

Üstelik çoook türlü tehditler(iniz) altında yaptık bunları ve yapmaktayız.

Elimizden gelen boynumuzun borcudur, böyle biline.

Sevgi, saygı deriiin ACI ve KAYGI ile.
23 Mayıs 2014, Ankara

Not     : Yazıyı pdf olarak okumak için lütfen tıklayınız..

SOMA_FACIASI_ICIN_UMUT_ORAN’in_SORU_ONERGESI_OKMEYDANI’NDA_2_YENI_KURBAN_ERDOGAN’IN_HALKA_KAN_TACIRLER_DEMESI_AKP’YE_UYARILAR

Türkiye’de Ortalama Yaşam Nasıl 10 Yıl Artabildi??


Türkiye’de Ortalama Yaşam Nasıl 10 Yıl Artabildi?? 


WHO (Dünya Sağlık Örgütü)
, yaşam süresini 10 yıl artırarak 75 yıla çıkartan Türkiye’nin, birçok ülke tarafından araştırılmaya başlandığını açıkladı.

Türk mucizesini dünya araştırıyor

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO), yaptığı yıllık yaşam süresi istatistiklerinde Türkiye’de 2012 yılında doğan birinin, 1990’da doğanlara göre 10 yıl daha fazla yaşayacağı ortaya çıkmıştı. WHO istatistiklerine göre, son 20 yılda Türkiye’de
ortalama yaşam süresi 75 yıla çıkarken, Türk kadınları 78 yıl, erkekleri ise 72 yıl yaşadığı belirlenmişti.

Türkiye’nin, dünya genelinde ortalama yaşam süresi istatistiklerine bakıldığında,
en fazla gelişme gösteren ülkelerden biri olduğunu belirten WHO Sağlık İstatistikleri
ve Enformasyon Sistemleri Bölümü Başkanı Ties Boerma,
“Birçok ülke Türkiye’de son 20 yılda sağlık alanında yaşanan bu büyük değişimin nasıl başarıldığını araştırıyor.” dedi.
80’e çıkabilir

Türkiye’de yenidoğan ölümlerinin azaldığını ifade eden Boerma, genel olarak ülkedeki can kaybı oranının yüksek gelirli ülkelerin seviyelerine çok yakın olduğunu kaydetti. Boerma, Türkiye’de yaşayanların, sağlığı tehlikeye atacak alışkanlıklardan uzak durması halinde, ortalama yaşam süresi 80’li yaşlarda bulunan yüksek gelirli ülkeler düzeyine çıkabileceğinin altını çizdi. Boerma, Türklerin bunun için sigaradan uzak durması ve obezite ile diyabete neden olan yetersiz spor yapma alışkanlığını terk etmesinin önemini vurguladı.Japonya birinciWHO istatistiklerine göre, Japon kadınları ortalama 87 yıl ile en uzun yaşıyor.  İspanyaİsviçreSingapur ve İtalya85’er yılla Japonya’yı takip ediyor. Erkeklerde ise en çok yaşayanlar 81 yıl ile İzlandalılar. İsviçre, Avustralya,İsrail ve Singapur 80’er yılla İzlanda’yı izliyor. (AA, 22.5.14)

‘İş güvenliği eğitimi bir günlük’.. Denetlemeler göstermelik..


‘İş güvenliği eğitimi bir günlük’.. Denetlemeler göstermelik..

İş Teftiş Kurulu Başkanlığı, çalışmalarını ve denetimlerini aklayıp topu işverene atarken, Soma’da özellikle katliamdan sağ çıkan işçilerin açıklamaları ise aksi yöndeydi.

Soma’da katliamın yaşandığı madende 2,5 yıldan bu yana makine ustası olarak çalışan ve arkadaşları ile akrabalarını defneden Engin Dağlı, Sendika.Org’a verdiği röportajda iş güvenliği eğitimleri ve denetimleri hakkında da konuşmuştu.

Madende iş güvenliği uzmanları olduğunu ama 2,5 yıl önce işe girdiğinde yalnızca
1 (bir) gün eğitim aldığını söyleyen Dağlı, bir sonraki eğitimin 1,5 yıl sonra yapıldığını aktarmıştı. Dağlı, eğitimlerin göstermelik yapıldığını, gidip imza attıktan sonra eğitimi almış göründüğünü belirtti.

Adı ‘denetleme’: 200 m gidip geliyorlar, en çok  1 (bir) saat duruyorlar

Dağlı, madendeki denetlemeler ile ilgili ise şöyle konuşmuştu:

Denetlemeler düzenli oluyordu ancak muhtemelen denetleme için gelecekler şirketi arayıp haber veriyordu. Çünkü denetlemeden önce şirket yetkilileri madene gelerek bize çevreyi temizlememizi söylüyorlardı. Yerlerdeki suları kurutmamızı söylüyorlardı. Denetlemeye gelenler de en çok 1 saat duruyor, 1.5 km içeriye giriyor. Zaten üstünkörü yapılan denetlemelerde patronlar, denetçileri galerilerden (madenin içindeki bölümlerden her biri)
en düzgün olanına götürüyor.

Bir dönem madende çalıştıktan sonra işten ayrılan inşaat işçisi 26 yaşındaki
Erdem Efe de hiçbir şeyin dışarıdan göründüğü gibi olmadığını söylemiş ve eklemişti:

Denetim için gelenler yalnızca ana koridorda 200-300 m gidip, geri döndükleri gibi, denetim yapılacağı da iki hafta önceden biliniyordu. Denetçiler işçilerin çalıştıkları galeri ve bacalara kesinlikle girmiyorlar. Orada yaşama ve çalışma şartlarını bilmiyorlar. Acımız tabii ki çok büyük ama bu tür facialar hiçbir zaman nedensiz olmuyor.

Sendika.Org, 18.5.14

============================================

Dostlar,

Sendika.Org‘da yer alan kısa alıntılar yukarıda yalın gerçeği yansıtıyor.

Bakalım mevzuat ne diyor ??
(2003 tarih ve 4857 sayılı İş Yasası)

İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri : İş Yasası md. 77 :

  • “İşverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için
    – gerekli her türlü önlemi almak,
    – araç ve gereçleri noksansız bulundurmak,
    – işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymak la yükümlüdür.
  • İşverenler işyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine uyulup uyulmadığını denetlemek, işçileri karşı karşıya bulundukları mesleksel riskler, alınması gerekli önlemler, yasal hak ve  sorumlulukları konusunda bilgilendirmek ve
    gerekli iş sağlığı – güvenliği (İSG) eğitimini vermek zorundadır.

Bu madde kapsamında “yaşam odası” nın yeraltı madenlerinde “zorunlu” olmadığı
ya da bu konuda mevzuatımızda bir düzenleme olmadığını savlamak olanaklı mıdır?

İSG Yasası (2012 tarih ve 6331 sayılı İş Güvenliği Yasası) md. 4 de benzer içerikli :

  • “Çalışanların iş sağlığı ve güvenliği alanındaki yükümlülükleri,
    işverenin sorumluluklarını etkilemez.

Bu maddenin hukuksal anlamı, işverenin “kusursuz sorumluluk” ile yüklendiğidir.
İşveren örneğin kişisel koruyucu donanımı sağlamakla kalmayacak,
işçi tarafından kullanımını da sağlayacaktır. Bu hususu izleyecek, denetleyecek,
bu donanımı kullanmayan işçiyi tutanakla uyaracak, olmadı gündeliğini kesecek,
olmadı… çalıştırmayacaktır. Olumsuz sonuç doğarsa, işveren kendisini bu bağlamda savunamayacak, özür – gerekçe ileri süremeyecek ve her durumda işçiyle birlikte zincirleme (müteselsilen) sorumlu tutulacaktır.

  • İSG Yasası md. 4(1) : (İşverenin sorumluluklarıd) Yeterli bilgi ve talimat verilenler dışındaki çalışanların yaşamsal ve
    özel tehlike bulunan yerlere girmemesi için gerekli tedbirleri alır.
  • İş Sağlığı Güvenliği Yasası, çalışanların kapsamlı ve sürekli İSG eğitimini
    zorunlu kılıyor.

Daha pek çok net düzenleme İSG (İş Sağlığı Güvenliği) Yasasında yapılmış ancak her nasılsa yaşama geçiril(e)miyor..

Mevzuat, içerik olarak yeterli ama; eğitim – denetim – yaptırım eksikliği nedeniyle
etkin uygulanamıyor. Bu 3’lünün uyumu zorunlu.

Türkiye bu iklimi nasıl ve ne zaman yakalayabilecek??
% 99’u Müslüman olarak tanımlanan, zorunlu din derslerinin çoook uzun onyıllardır sürdürüldüğü bir ülkede insanların nasıl  ahlaklı – erdemli kılınacağı
çok temel ve yakıcı bir sorun..

Geçelim hukuk devletini, hiç olmazsa yasa devleti olabilsek..

Sevgi ve saygıyla
19.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

TMMOB’den Basın Açıklaması ve Düşündürdükleri..


TMMOB’den Basın Açıklaması ve Düşündürdükleri..

Dostlar,

SOMA MADEN KATLİAMI ve KÜRESEL EMPERYALİZMİN MAŞASI İKTİDARLAR

TMMOB Maden Mühendileri Odası‘nın yukarıdaki açıklamasına biz de katılıyoruz.

Yeraltı maden işletmesi dahil, yıllarca işyeri hekimliği yapmış, 37 yıldır işçi sağlığı – güvenliği, meslek hastalıkları ile uğraşan bir hekim – bir uygulamacı ve akademisyen olarak yazılanların doğru olduğunu “içeriden biri” olarak çok iyi biliyoruz..

  • Sorun; ölçüsüz ve hızla kâr hırsının türevidir.

Bu riskli işletmede kömür çıkarımı Devletçe ertelenebilirdi.

Ülkedeki öbür kaynakları (rezervler) tüketildikten sonraya ertelenebilirdi.

Çünkü daha önce burada çalışılmış ve “yanar ocak” (gizli yangınlı) olarak tanımlanmıştı. Yani Ocak’ta sürekli olarak içten içe kömür yangını vardı ve büyük bir özenle
denetim altında tutulması, özel önlemlerle izlenip denetim altında tutulması zorunluydu. Elbette ek bir maliyetle.. Isı ölçümleri, COx (karbon monoksit ve öbür karbon oksitleri), CH4 (metan) ölçümleri.. gibi. Gerektiğinde yerel yangını soğutma,
söndürme girişimleri gibi.. Tahkimatın ahşap değil çelik konstrüksiyon yapılması gibi..
Özellikle havalandırma sisteminin kusursuz ve mükemmel kurgulanması.. gibi.

Bu sahayı işletmeye alan Park Grubu, söz konusu riski ve maliyeti göze alamayarak çekilmiş, TKİ bu kez ihalesiz olarak sahayı şimdiki Soma Holding’e vermişti.
Bu Holding gözünü karartarak, TKİ’ye tonu 30 Dolardan ham kömür vermeyi üstlenmişti. 15 milyon ton kömür kaynağı (rezervi) kestirilmekteydi ve şirket “bir an önce” TKİ’ye yüklenimini gerçekleştirmek için saldırgan (agressif) üretime geçti.

Teknik önlemler yetersiz, teknik donanım ve işçiler aşırı zorlanarak, uzun çalıştırılarak, eğitim ve uzmanlaşma ile denetim göstermelik kılınarak, sendikasız, iş güvencesiz….
öngörülen 1,5 milyon ton / yıl üretim yerine neredeyse 2’ye katlanan üretim rakamları..

Şirketin, TKİ’nin kârı ve arada dönen “komisyonların” bedeli, şimdilik 301 “can” dır!
Bir de sadaka kültürü ile yıllardır “bedava” kömür dağıtılan milyonların suskunluğu – küntlüğü!

 

Devletin de göz yumaması..

Bunca neden yetmez mi??

Gerekli önlemleri yerinde ve zamanında almayarak bu toplu cinayete
neden olanları lanetliyoruz bir kez daha!

Onlar ki; küresel emperyalizmin eli kanlı taşeronlarıdır.

Halkımız ve her-kes çok iyi kavramalıdır ki, bu yürek yakan tablonun
temel nedeni küreselleşen emperyalizm = KüreselleşTİRmedir!..

Ara ve son nedenler türevdir.
Tanıyı doğru koymak zorunludur.

  • Ve Türkiye’de Küresel emperyalizmin iktidara getirdiği
    bir siyasal kadro işbaşındadır. 

Başbakan R.T. Erdoğan, “Bu işin fıtratında var..” diyerek
apaçık din sömürgenliği yapmakta ve kesin siyasal sorumluluğunu ve suçunu saklamak istemektedir. Bir yığın yandaş da bu yolda “hizmete” koyulmuştur!
Bu durum mide bulandırıcı ve utanç vericidir.

Küresel sermaye, eline geçirdiği hükümetler eliyle artık halkından,
bunca adaletsiz – eşitsiz – ağır ve hizmete dönüşmeyen vergiye ek olarak yepyeni 2 vergi türü daha dayatmaktadır :

1. KAN VERGİSİ!
2. CAN VERGİSİ !

Çare, sermayeden yana siyasal kadroları hızla tasfiye etmek ve halkın iktidarını kurmaktır!

Haydi Türkiye, sen de iş başına!

Sevgi ve saygıyla
18.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===========================================

TMMOB’den Basın Açıklaması


TMMOB Maden Mühendisleri Odası, 13 Mayıs 2014’te Soma’da yaşanan facia ile ilgili olarak yaptıkları incelemeler sonrası değerlendirmelerini
15 Mayıs 2014’te düzenlenen bir basın toplantısı ile kamuoyuyla paylaştı.

TMMOB‘de düzenlenen basın toplantısına TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı
Mehmet Soğancı, Maden Mühendisleri Odası Başkanı Ayhan Yüksel,
Maden MO II. Başkanı Can Doğan, Yazman Üye Necmi Ergin, YK Üyesi
Emra Ergüzeloğlu Karataş ve Maden Mühendisleri Odası Eski Başkanı
Mehmet Torun katıldı.

YAŞADIKLARIMIZ KÖMÜR KARASI KADAR KARA GÜNLERDİR

Kamuoyuna;

Ruhsat hukuku Türkiye Kömür İşletmelerine (TKİ) ait olan Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından hizmet alım yolu ile işletilen Manisa İli Soma İlçesi Eynez bölgesinde bulunan yeraltı kömür ocağında, 13 Mayıs 2014 Salı günü saat 15:10 dolayında meydana gelen olay sonucunda aralarında 5 maden mühendisi meslektaşımızın da bulunduğu yüzlerce maden emekçisinin yaşamını yitirdiği bir facia yaşanmıştır.

Ülke olarak acımız çok büyüktür. Bu kazada yaşamlarını yitirenleri saygıyla anıyor, ailelerine, yakınlarına ve ülkemize başsağlığı, yaralı olarak kurtulan canlarımıza
acil şifalar diliyoruz.

Odamız uzmanları tarafından faciayla ilgili olarak yapılan saptamalar
aşağıda maddeler halinde belirtilmektedir.

-Kazanın meydana geldiği yer altı kömür ocağında 3 vardiya halinde çalışma yapılmaktadır.
-Vardiyalarda yaklaşık 800 işçi ve toplamda da yaklaşık 3.000 işçi çalışmaktadır.
-Kazanın olduğu 13.05.2014 günü 08:00/16:00 vardiyasında yaklaşık
787 işçi çalışmakta olup, bu işçilerin yaklaşık 440‘ı yeraltında tertip edilmişlerdir.
-Ocakta göçertmeli ve dönümlü uzun ayak yöntemi ile üretim yapılmaktadır.
Faciayı tetikleyen yangın ocak hava girişinde meydana gelmiştir.
-Kurulumuzca yangını tetikleyen neden olarak kamuoyuna duyurulan
trafo patlamasının doğru olmadığı belirlenmiştir.

  • Ölümlerin büyük bölümü, kömürün oksidasyonu (AS: yanması) nedeniyle çıkan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu oluşmuştur.

Ocak havalandırması mekanik havalandırma ile sağlanmaktadır.
-Facia sonrası kurtarma operasyonunda ciddi bir organizasyon bozukluğu yaşanmış ve bununla ilgili olarak Odamız müdahalede bulunmuş,
gerekli düzenlemeler yapılmıştır.
-İşveren şirket, ruhsat sahibi ve ilgili Devlet kurumları tarafından etkin denetimler sağlanamamış ve gerekli sonuçlar elde edilememiştir.
6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu‘nun, işçi ölümlerinin,
meslek hastalıklarının önlenmesinde tek başına yeterli olmadığı bu facia ile
bir kez açığa çıkmış ve bu facia, fiili olarak yasanın iflasının kanıtı olmuştur.
Facianın gerçekleştiği işyerinde çalışan meslektaşlarımızın olay öncesinde,
yoğun çabalarıyla tüm zorunluluklar yerine getirilmiş ve yasal uygunluk sağlanmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Teftiş Kurulu Müfettişlerinin kısa bir süre önce yaptıkları denetim bunu göstermektedir.
– Madenciliği, mühendisliğin bilim ve tekniğinden uzaklaştıran ve mühendisi işverenin insafına bırakan yanlış madencilik politikalarıdır. Odamızın 2010 yılında hazırlamış olduğu ‘Madencilikte Yaşanan İş Kazaları Raporu‘‘nda Soma Havzasına ilişkin belirlemeler yapılmış ve burada bir facia yaşanabileceği belirtilmiştir.

  • Ancak işçi ölümlerinin asıl nedeni, mevzuatın yetersizliği değil,
    neoliberal devlet politikalarıdır.

80‘li yılların başından başlayarak uygulamaya konulan
– özelleştirme,
– taşeronlaşma,
– rodövans vb.
– neoliberal politikalar ve uygulamaları;

kamu madenciliğini küçültmüş, kamu kurum ve kuruluşlarında uzun yıllar sonucu
elde edilmiş olan madencilik bilgi ve deneyim birikimini dağıtmıştır.

Yoğun birikim ve deneyime sahip olan kurum ve kuruluşlar yerine üretimin, teknik
ve altyapı olarak yetersiz, deneyim ve uzmanlaşmanın olmadığı kişi ve şirketlere bırakılması; buna ek olarak kamusal denetimin de yeterli ve etkin bir biçimde yapılamaması, iş cinayetlerinin ve ölümlerin katlanarak artmasına
neden olmuştur.

Kamu yararı gözetmeksizin daha çok kâr hırsı ile yapılan üretim zorlamaları,
uzun çalışma süreleri, sağlıksız çalışma ve barınma koşulları,
çalışanların sosyoekonomik durumları bu faciaların oluşmasına katkı koymuştur.

Yaşadığımız son olay bunu bize bir kez daha göstermiştir.
Karadon, Kozlu, Elbistan ve son olarak Soma maden faciaları,
emekçilerin yaşamının piyasanın insafına bırakılamayacağının kanıtıdır.

– Hükümet yetkililerinin, ocakta henüz süren yangın söndürülmeden ve arama-kurtarma çalışmaları sürerken, “bu işin fıtratında vardır” söylemleri,
bilimin ve tekniğin karşısında aldıkları konumu özetlemekte olup,

  • Hükümet sorumluluk ilkeleri gereği derhal istifa etmelidir.

Bu faciada yaşamını yitiren tüm maden emekçilerini ve meslektaşlarımızı
saygıyla anıyor, yakınlarına ve tüm maden emekçilerine başsağlığı diliyoruz.

TMMOB
Maden Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu

=============================================

TMMOB Maden Mühendileri Odası’nın yukarıdaki açıklamasına biz de katılıyoruz.

Yeraltı maden işletmesi dahil, yıllarca işyeri hekimliği yapmış, 37 yıldır işçi sağlığı – güvenliği, meslek hastalıkları ile uğraşan bir hekim – bir uygulamacı ve akademiyen olarak yazılanların doğru olduğunu “içeriden biri” olarak çok iyi biliyoruz..

Maden Mühendislerinin Kara Günleri…

Maden Mühendislerinin Kara Günü…

Güncellenme Zamanı: 14.05.2014 18:21:00

Manisa‘nın Soma İlçesinde özel bir şirkete ait kömür ocağında meydana gelen
maden faciasında, üyelerimiz

Maden Müh. Koray KARADAĞ,
Maden Müh. Burak KARAYEL,
Maden Müh. Mehmet EFE,
Maden Müh. İbrahim ÇELİK ve
Maden Müh. Sinan YILMAZ

yaşamlarını yitirmişlerdir.

Üyemiz Koray KARADAĞ‘ın cenazesi 14 Mayıs Çarşamba günü,
üyelerimiz Burak KARAYEL ve Sinan YILMAZ‘ın cenazeleri ise 15 Mayıs Perşembe günü toprağa verilmiştir.

Üyemiz Mehmet EFE‘nin cenazesi 17 Mayıs Cumartesi günü,
İbrahim ÇELİK‘in cenazesi ise 18 Mayıs Pazar günü toprağa verilecektir.

Üyelerimize Allah‘tan rahmet, kederli ailelerine ve camiamıza başsağlığı dileriz.

TMMOB Maden Mühendisleri Odası
Yönetim Kurulu

==============================

TMMOB Maden Mühendisleri Odası‘nın ve yaşamlarını yitiren Maden Mühendisi kardeşlerimizle ailelerinin, yakınlarının, halkımızın acısını paylaşıyoruz..

Sabır ve dayanç diliyoruz.

Sevgi ve saygıyla
18.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

İş Sağlığı ve Meslek Hastalıkları Sempozyumu

Dostlar,

SOMA maden kırımının acıları yüreğimizin derinliklerinde iken bir duyuru yapmak istiyoruz..

Duyuru posteri aşağıda..

İş Sağlığı ve Meslek Hastalıkları Sempozyumu

Sevgi ve saygıyla
18.5.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

İş Sağlığı ve Meslek Hastalıkları Sempozyumu

(5 – 7 Haziran 2014)


http://www.solunum.org.tr/TusadData/userfiles/image/05-06-2014.png

Prof. Dr. A. Gürhan Fişek’ten Soma Felaketi Hakkında Duyuru


Prof. Dr. A. Gürhan Fişek’ten Soma Felaketi Hakkında Duyuru

TOPLUMA DUYURU

portresi_genc

 

Prof. Dr. A. Gürhan Fişek
Fişek Enstitüsü Çalışan Çocuklar Bilim ve Eylem Merkezi Vakfı Genel Yönetmeni

 

Soma halkına başsağlığı ve sabır diliyoruz.
Hala kurtarma çalışmaları sürüyor; canını dişine takarak çaba gösteren
kurtarma görevlilerine güç, kuvvet diliyoruz.

Ama Soma Felaketi’ne bakarken iki konuyu gözardı etmemeliyiz :

  1. Buna benzer kazaların bir daha olmaması için ne yapmamız gerek?
    Yani ders çıkarmalıyız. Gördüğümüz şudur:Daha önce kamu işletmesi olarak çalışan madende
    iş güvenliği özelleştirildikten sonra kötüye gitmiştir.Üstelik taşeron uygulaması ile “kâr için insan hiçe sayılmıştır.”

    O zaman bu kazaların tekrarlanmaması için,
    ivedilikle özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamasına son verilmelidir.

  2. Türkiye’de iş kazalarında her gün 4 kişi ölmektedir.Teker teker işçiler ölmektedir. Ama ne zamanki, iş kazası sonucu böylesi toplu bir ölüm
    ortaya çıkmıştır; o zaman toplum konuya ilgi göstermiştir.O zaman toplumun bu duyarsızlığını da önemli bir kaza nedeni olarak göstermemiz gerekir.“Bana bir şey olmaz” diyerek, gördüğü yanlışlara itiraz etmeyen maden işçilerini de eleştirmeliyiz. Onların iş güvencelerinin yetersiz olması, bir işe ihtiyaçlarının olması, borçlarının çok olması, gördükleri “yaşamsal tehlikeler” karşısında susmalarını haklı göstermez. Bu toplumda nice insan “doğru bildiklerini söyledikleri için bedel ödemiştir”. O zaman işçiler de seslerini yükseltecekler.Olumlu bir adım olan İş Sağlığı Güvenliği Yasası işçilere,
    “yaşamlarını tehdit eden bir tehlike gördüklerinde işi bırakma hakkı” tanımıştır.
    Hangi maden işçisi, tehlikeyi gördüğünde, işi bırakma hakkını kullandı?

Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun 2011’de yayınladığı raporda, bu işletmelerde “risk değerlendirmesi” yapılmadığı yazılmış.

Yani ne işveren, ne madenciler daha o madende ne tehlike var onu bilmiyorlar.

Bunu bilmeden işveren nasıl önlem alacak, nasıl işçileri tehlikelere karşı eğitecek?

Her şeyin baştan aşağı yanlış olduğunun ve işverenin baş sorumlu olduğunun
en önemli kanıtı işte bu saptama.

Bu noktada Avrupa ülkelerindeki iş sağlığı güvenliği yaklaşımı ile Türkiye’deki yaklaşım arasındaki farka değinmek gerekiyor.

Neden girmek istediğimiz AB ülkelerinde bu kadar iş kazası ve iş kazası sonucu
ölüm olmuyor?

Bunu Türkiye’nin örnek aldığı AB Çerçeve Direktifi’ne (89/391) bakarak anlayabiliriz.

Bu direktifin ağırlık merkezinde işçi katılımı yatmaktadır.

Demek ki, Avrupa ülkeleri, iş sağlığı güvenliği sorunlarının çözümünde işçi katılımını, işçilerin kendi sorunlarına sahiplenmesini öne çıkarıyor. Buna karşın, bu Direktife özenerek çıkarılan İş Sağlığı Güvenliği Yasası’nın ağırlık merkezinde iş güvenliği uzmanları ile işyeri hekimleri var. İşçi katılımına değiniliyor ama öne çıkarılmıyor. İşçilerin örgütlü olarak denetim sürecine katılmaları önemsenmiyor.
O zamen ivedilikle atılması gereken adım işçilerin ve sendikaların,
iş sağlığı güvenliği alanında öncü konuma getirilmesi.

Yoksa daha çok ağlarız, daha çok bahane üretiriz.