Etiket arşivi: ahmet saltık

29 Ekim 2012, 1. TBMM Önünde Buluşma Çağrısı…

 

29ekim afis

Dostlar,

Çağrıya katılıyoruz..

Orada olacağız..

Ankara Valiliği’ni sağduyuya davet ediyoruz.

Ağır ve riskli bir karar ile halkı karşınıza almanın anlamı ve yararı yoktur.

Devlet olarak görevinizi yapın; programın güvenliğini sağlayın..

Hepsi bu..

Sonra siz de buyurun, birlikte kutlayalım..

Sevgi ve saygı ile.
23.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

VATAN VE CUMHURİYET BİRLİKTELİĞİ BASIN AÇIKLAMASI

Dostlar,

Basın açıklamasına katılıyoruz..

Orada olacağız..

  • Ankara Valiliği’ni sağduyuya ve hukukun özüne uygun davranmaya
    davet ediyoruz.

Çok ağır ve çok riskli, hukuku eğip bükerek zorlama bir karar ile halkın meşru istemlerini karşınıza almanın hiçbir anlamı ve yararı yoktur.

Tarih sizler lanetler..

Devlet olarak görevinizi yapın; programın güvenliğini sağlayın..

Hepsi bu..

Sonra siz de buyurun, birlikte kutlayalım, birlikte yürüyelim..

Şenliğimiz olsun..

En büyük bayramdır, KUTLU OLSUN!

Bizi dünya aleme rezil rüsva etmeyin.. diyoruz Ahmed Arif’e saygı ile..

Sevgi ve saygı ile.
23.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

SALI, 23 EKIM 2012 15:13, www.add.org.tr

Vatan ve Cumhuriyet Birlikteliği Basın Açıklaması

 addlogo

 VATAN VE CUMHURİYET BİRLİKTELİĞİ BASIN AÇIKLAMASI

Ankara Valiliğinin basın bürosundan 22.10.2012 tarihinde yapılan basın açıklamasında;
Cumhuriyet ve Vatan Birlikteliği adı altında bir araya gelen ve bugün itibariyle 33 Demokratik Kitle Örgütünün yapmayı planladığı, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramını kutlama amaçlı ortak basın açıklamasının, 2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasına aykırı olduğu ileri sürülmüş ve devletçe hipodromda düzenlenen resmi geçit töreni dışında Ankara’da başkaca yapılacak her çeşit kutlamaya izin verilmeyeceği belirtilmiştir.

Kamuoyuna şunu duyururuz k; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, 89 Yıl önce verilen milli mücadelenin cumhuriyetle taçlandırılmasının kutlanmasıdır ve milli bayramlarımızın kutlanmasının önünde hiçbir yasal engel yoktur.

Engel gibi gösterilen 2911 Sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nın 4. maddesinin b bendi “Kanunlara uymak, kendi kural ve sınırları içinde kalmak şartıyla kanun veya gelenek ve göreneklere göre yapılacak toplantı, tören, şenlik, karşılama ve uğurlamalar BU KANUN HÜKÜMLERİNE TABİ DEĞİLDİR demektedir.

Yasanın bu açık hükmü karşısında bugüne kadar yasal zeminde kalmış ve kalmaya devam edecek kuruluşlarımızın suç işleyecekleri kanısına kapılmak ve bu konuda yasak getirmek açıkça hukukun ihlali niteliğindedir. Bu konudaki görüşlerimizi valilik makamına belirtmek üzere, kendilerine yazılı başvuruda bulunduk. İstemimize henüz yanıt gelmedi. Ancak, idarenin hukuk sınırları içinde gerçekleştirilecek bir ulusal bayram kutlamasını yanlış değerlendirerek yasak getiren tavrından vazgeçeceği inancındayız.

Esasen devletin görevi gerekli önlemleri almak, halkın milli bayramlarını kutlamasını sağlamak ve kolaylaştırmaktır.

Bu inançla ve esas olarak bir hakkın kullanımı olan bayram kutlaması etkinliğimizi, bize bu hakkı tanıyan ilk TBMM önünde, ilk meclis üyelerine duyduğumuz saygıyı da ifade ederek kutlama kararındayız.

Bu kararlılıkla, cumhuriyet değerlerine inanan ve o değerleri savunan tüm yurttaşlarımızı 29 Ekim 2012 günü saat 11:00’de Ulus Birinci Meclis önüne, bayramımıza sahip çıkmaya çağırıyoruz.

VATAN ve CUMHURİYET BİRLİKTELİĞİ

Atatürkçü Düşünce Derneği 
Alevi Kadınlar Birliği
Ankara Bölgesi Veteriner Hekimleri Odası
Ankara Kız Lisesi mezunları Derneği
Ankara Kültür Merkezi
Ankara Seymenler Kulübü
Birleşik Büro –İş
Birleşik Kamu İş Konfederasyonu
Cem Vakfı Ankara Kadın Kolları
Cumhuriyet Kadınları Derneği
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği
Çağdaş Kadın ve Gençlik Vakfı
Dil Derneği
Eğitim –İş Sendikası
Engelliler Konfederasyonu
Genel Sağlık-İş
Hacı Bektaş Eğitim ve Kültür Derneği
Halk Ozanları Kültür Derneği
Kız Teknik Öğretmenler Derneği
Kültür Sanat –İş
Memleket Sevdalıları Derneği
Müzik Eğitimcileri Derneği
Tarım Orman-İş
Tüketici Hakları Derneği
Türkiye Gençlik Birliği
Türkiye Harp Malulü Gaziler Şehit Dul ve Yetimleri Derneği
Ulaşım-İş
Ankara İtfaiyecileri Kültür ve Dayanışma
ASKİ Su ve Kanal Çalışanları Derneği
Türkiye Polifonik Korolar Derneği
Ulusal Eğitim Derneği
Veteriner Hekimler Derneği
Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği
Yerel-İş

ALEVİLİK, İSLAM’IN RÖNESANSI ve REFORMUDUR!..

Dostlar,

Kendisini “Alevi yazar ve düşünür” olarak tanımlayan AÜ İletişim Fak. bitireni
Sn. Rıza Güner‘in bu sitede epey yazısı ve yorumu, şiiri yer aldı..

Uygar bir iletişim içindeyiz; yer yer ciddi görüş ayrılıklarımız olsa da..

Sayın Güner’in kendisini dile getirme olanağını sitemizde kullanmasını arzuluyor ve önemsiyoruz.

Epey de yol aldık ve uzlaştık sanıyorum temel ilkelerde.. Örn. hakaret yok, aşağılama yok.. Zaten Sn. Güner İLETİŞİM okuduğuna göre üniversitede, bu ilkeleri en iyi kendisi bilir.. Bizim “genel anlamda” kaldıramadığımız (tolere edemediğimiz) bir sorun da, megalomani.. (“genel anlamda” diyerek Sn. Güner’i tenzih ettiğimiz ortada..)

Aşağıdaki yazı 6 sayfa ve oldukça yoğun içerikli..

Düşündürücü, eğitici, silkeleyerek sorgulayıcı..

İster istemez derin bir burukluk, kırılma da içermekte tınılarında pek haklı olarak.

Bu uzun ve değerli irdelemeyi, –görüşleri kendisini bağlamak üzere
pdf olarak sunuyoruz.

Kapsamlı irdeleme çarpıcı bir paragrafla şöyle başlamakta :

  • Türkiye’de Laik Cumhuriyet kurulup, sözde Hilafet kaldırıldığında, Engizisyon Alimleri derin bir oh çektiler. Tevhid-i Tedrisat çıktığında, Şeyh-ül İslamlık Diyanet İşleri Başkanlığı adını alıp devlet çatısı altında kendine yer bulduğunda havalara uçtular… Çünkü; Engizisyon için, karın  karşısında  güneş gibi olan Alevilik, gene karanlıkta kalmış, Aleviler, Sünni Yezitçi din adamlarının insafına bırakılmıştı. Yezid Efendilerinin döneminde olduğu gibi, gene bölücü ve bozguncu” denilecek; gene Yasal ve Anayasal güvenceleri olmayacak, gene hiçbir Hak ve Hukuk tanınmayacaktı.

…………………………..

Yazısını şöyle bağlıyor Sn. Güner :

Ama, gene de; Aleviliğin karşısında, Hz. Muhammed’in yıktığı 370 Put gibi güçsüz ve çaresizdirler. Mehmet Görmez de, Ali Bardakoğlu da, Fethulah Gülen de, Mahmut Efendi de, Cübbeli de, gerçeğin söylenebildiği yerde, güneşin karşısında kar gibi kalırlar… Görünüşteki güçleri, Türkiye’nin yanlış politikalarından, Türkiye bütçesini hortumlama yeteneklerinden gelmektedir. 

  • “Akıl aya, bilim yıldızlara, bunları kullanma becerisi güneşe benzer… Kullanma becerisi edinmediğiniz akıl ve bilim size yıldızlar kadar uzaktır…”

Akıl ve bilimin yıldızlar kadar uzak olması, İslam’dan önceki Putperestliği, Türkiye’de CANLI PUTLARA TAPINMAK biçiminde yeniden yaratmış,
Aleviliği Çağdaş Uygarlıkla birlikte bu İLKÇAĞ KARANLIĞINA gömmüştür!.. Budur işte ol hikaye… 2010-12-04

Okumak için erişkeyi (linki) tıklamak gerekecek..

ALEVILIK_ISLAM’IN_RONESANSI_VE_REFORMUDUR

Sevgi ve saygı ile.
22.10.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net


 

Bir Ömer Hayyam Cıvıltısı ve Fazıl Say

 

Deniz Kavukcuoglu


Bir Ömer Hayyam Cıvıltısı ve Fazıl Say

Dünyaca ünlü piyano virtüözü ve besteci Fazıl Say, İstanbul 19. Sulh Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor. Kendisine yöneltilen suç büyük: “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak.” Cezası 1.5 yıla dek hapis!

Bu suçu nasıl işlemiş Fazıl Say?

Kendisine gönderilen bir cıvıltıyı (tweet) o da başkalarına göndermiş. Cıvıltı, Ömer Hayyam’a bir dörtlük; içeriğinde cennette çeşmelerden akan şarapların ve salınan hurilerin varlığı sorgulanıyor ve dünyada dinen yasak olan bu görüntülere ilişkin olarak “Bu nasıl iştir, Ulu Tanrım? Orası meyhane midir, genelev midir?” sorularına varılıyor.

1048-1131 yılları arasında yaşayan İranlı filozof, matematikçi, astronom ve şair Ömer Hayyam, “evreni anlamak için, içinde yetiştiği İslam kültüründeki egemen anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri eşine az rastlanır bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktaran” bir düşünürdür.

Ömer Hayyam “Rubailerinde, dünya, var oluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme biçimleri gibi yaşam ve insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir biçimde akıl yürüttüğü görülmektedir. Akıl yürütürken ne içinde yaşadığı toplumun ne de daha önceki zamanlarda yaşamış toplumların kabul ettiği hiçbir kurala bağlı kalmamış, kendinden önce yaşayanların insan aklına koymuş olduğu sınırları kabullenmemiştir. Bir anlamda dünyayı, insanı, var oluşu kendi aklıyla baştan tanımlamış; bu nedenle de çağını aşarak ‘evrenselliğe’ ulaşmıştır”.

Fazıl Say’ın karşılaştığı sorun da işte bu “evrensellik” ile doğrudan ilişkilidir. Ömer Hayyam’dan bu yana dokuz yüzyıl geçmiş, fakat yaşadığımız coğrafyada yeşeren her düşünce evrenselliğe ulaşamadan bastırılmış, yok edilmiştir, yok edilmektedir.

Bu topraklarda özgür düşünenler, soran, sorgulayanlar ya ezilir ya da deli muamelesi görürler.

Hükümet içindeki en “çağdaş” görünümlü bakanlardan biri olan Egemen Bağış’ın bile, Fazıl Say’ın yargılanmasıyla ilgili olarak söylediklerine bir bakın:

“Ben eğer yargı mensubu olsaydım, bunun Fazıl Say’ın ‘saçmalama özgürlüğü’ içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünürdüm… Böylece Türkiye böyle bir davayla da karşılaşıp, bunu uluslararası platformda anlatmak durumuna düşmezdi.” Kafa budur!

Neyse, Sayın Avrupa Birliği Bakanı şu sıralar zaten işsiz, aldığımız duyumlara göre hacca gitmeye hazırlanıyor. Giderayak canını sıkmayalım. Gitsin, günahlarından arınsın, hele bir salimen dönsün, bakarız.

Yazımıza Hayyam’la başladık, onunla sonlandıralım:

Adil davranmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun kaç para
Hırka, tespih, post, seccade güzel ama
Tanrı kanar mı bunlara

(Sabahattin Eyüboğlu çevirisi) (Cumhuriyet, 21.10.12)

=========================================

Dostlar,

 Dileğim Fazıl Say gibi deha düzeyinde bir sanatçının rahat bırakılmasıdır.
Yetmez,  üretebilmesi için her türlü toplumsal, kamusal kurumsal desteğin verilmesidir.

2 çizim eklemek istiyorum, Musa Kart üstafa teşekkür ederek..

Not : Yaklaşık 18-19 yıl önce, İslamiyet ve Kuran bağlamında birkaç A4 sayfasından oluşan bir derleme nedeniyle birlikte, Edirne ADD’de bu yazı için birlikte çalıştığımız arkadaşımızla bizim hakkında eski yasadaki aynı ceza yasası maddesine dayanarak suç duyurusunda bulunulmuştu. Aklı başında bir Cumhuriyet Savcısı, koğuşturma aşamasında dava açmaya gerek görmeyerek izlemsizlik (takipsizlik) kararı vermişti.. Fazıl ile duygudaşlık (empati) kurabiliyoruz.. Umar ve dileriz ki dava çok uzamasın ve Fazıl’ı coşku kırımına (demotivasyon) sokmadan aklanma (berat) ile sonlansın..

(Musa Kart, Cumhuriyet, 21.10.12)

(Musa Kart, Cumhuriyet, 19.10.12)

Sevgi ve saygı ile.
22.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

İskandinav ülkeleri sünneti tartışıyor..

Dostlar,

Erkek çocuklar İslam ve Musevi inancında sünnet edilmektedir.

Ehil olmayan ellerde sünnet çok ciddi komplikasyonlara neden olmaktadır.
Kimi kez cerrahi olarak düzeltim de çok zor olmakta ya da yeterli olamamaktadır.
Kimi doğumsal pipi (penis) anomalilerinde (örn. Hipospadias) sünnet yapılmaması, sünnette kesilip atılacak “prepusiyum” denilen parçanın rekonstrüktif cerrahide kullanılması gerekmektedir.

Öyleyse öncelikle vurgulayalım ki;

Sünnet ciddi bir tıbbi işlemdir ve mutlaka sağlık kuruluşlarında hekimlerce yapılmalıdır.

İkinci olarak sünnetin yaşı önemlidir :

2. yaşın bitimi ile 6. yaş bitimi arasındaki 4 yılda sünnet yapılmamalıdır.

Çünkü bu yaş dilimindeki oyun çocuğu (toddler) yapılan işlemin gerçek doğasını, niteliğini kavrayamamakta, “phallus” una (pipisine, penisine) dönük işlemle cezalandırıldığını, kastre edildiğini (kısırlaştırıldığını!) düşünebilmektedir. Bu tablo “kastrasyon (iğdiş edilme) kompleksi”  olarak bilinir ve giderimi çok zor olabilir.
Bu yaş çocuğu “fallik” dönemdedir, ilgisi “phallus” u (pipisi, penisi) üzerinde odaklanmıştır.

  • 2-6 yaş çocuğu Mastrübasyon bile yapmaktadır !

Bu dönemde (2-6 yaş arası) yapılacak sünnet, “Phallik dönem takıntısı” nedeni olabilecektir. Bütün bunlar, ileriye dönük ruh sağlığı açısından olumsuz birikimlerdir.
Bu tür çözümlenmemiş olaylar ve takıntılar bilinç altında birikerek nedeni açıklanamayan sıkıntı, gerginlik, davranış bozuklukları vb. nedeni olmaktadır.

Dolayısıyla ya 2. yaş bitmeden önce sünnet yapılmalıdır,
çocuk çok küçük olduğundan ne olup bittiğini algılamayacaktır.

Ya da 6. yaş bittikten sonra sünnet edilmelidir ki, ne olup bittiği kendisine anlatılabilecektir.

Phymosis” denilen bir durum sünneti erkene almayı gerektirebilir.
Bu sorunun doğmaması için bebek-çocuk yıkanırken her banyoda pipinin ucundaki “fazlalık” deri (prepusiyum) iyice geri çekilerek penis ucu (glans) tümüyle ortaya çıkarılmalı ve iyice temizlenmelidir. Bu temizlik yeterli yapıl(a)mazsa enfeksiyon yerleşmekte ve prepusiyum glansa yapışarak ağrılı – sancılı idrara neden olmaktadır. Dahası, penis ucundaki delikten yukarı doğru enfeksiyonun ilerlemesi riski de vardır. Aile fimozis ile başedemiyor ve sorun süregenleşiyor (kronikleşiyor) ise sünnetin öne alınması için tıbbi indikasyon doğabilir.

Belki de ideal olanı çocukların büyümesine bırakmak ve 18 yaş sonrası reşit olan küçüğün kendisinin kararı ile sünnet olup olmayacağının belirlenmesidir.

KADIN SÜNNETİ (FİRAVUN SÜNNETİ) !

Tarihsel kayıtlara göre Mısır kökenlidir, ve çok eskidir. O yüzden FİRAVUN SÜNNETİ” denmektedir.

Kabul edilir yanı yoktur!
İnsanlığa karşı ağır suçtur.
Dinsel bir dayanağı olmayıp, sapkın bir gelenek-töre ürünüdür.
Özellikle çok geri kalmış kimi İslam ülkelerinde kız çocuğunun cinsel duygularının köreltilmesi amacıyla bu arkaik uygulama hala yapılmaktadır.

Güya, kadının cinsel dürtüleri yok edilecek ve erkeği baştan çıkarması engellenecektir! Oysa cinsel organları ciddi biçimde tahrip edilen kadınla nasıl olağan – normal bir cinsel ilişki kurulabilecektir?

İkincisi cinsel açıdan çok kolay uyarılabilen (uyarılma eşiği düşük) olan erkektir.
Bu bağlamda “kadını rahatsız etmemesi” için erkeğin dürtü denetimi  ne alınması gerekmez mi? Öyleyse, örn. testislerinden 1’ini almaya (burmaya!) ne buyurulur?
Ya da başkaca yabanıl (vahşi, brütal) yöntemler keşfetmeye ?

Şakası bir yana; insanın normal fizyolojisine uygun bir toplumsal düzen kurmaktan başka bilimsel, akılcı yol yoktur.. Ataerkil (patriyarkal) ilkel baskıcılık (dominans) bırakılmalı kadın – erkek eşitliğine dayalı bir toplumsal işleyiş hedef olmalıdır. İnsanlar toplumsal yaşam içinde yeterince sosyalleşmeli, erdeme dayalı eğitimle de dürtülerini denetleyecek donanıma eriştirilmelidir.

Kadın sünneti” adı altında bilmem kaç bin yıllık ilkel Firavun uygulamasını günümüzde hala sürdürmek, geldiğimiz aşamada uygarlık adına utanç vericidir..

Yıllık uygulama DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) verilerine göre 80-130 milyon arasındadır.
Özellikle klitoris kesilmekte, o arada hoyrat ellerde büyük ve küçük dudaklar da ölçüsüz ve kalıcı zarar görebilmektedir. Kadının cinsel yaşamı ömür boyu zedelenmekte, hiç zevk alamamakta, dahası ağrılı ilişki kurabilmekte ve olağanüstü doğal estetiği yok edilmektedir.

Bu vahşi ve insanlığa karşı suç sayılması gereken eylemin en çok korkulan ve sık görülen 2 komplikasyonu kanama ve enfeksiyonlardır. Bu yüzden yitirilen kadın sünneti olguları hiç de az değildir. Enfeksiyonlar ise yukarıdan aşağı çıkarak kısırlık nedeni de olabilmektedir (assenden enfeksiyon).

Kadın sünneti insanlığın önemli halk sağlığı sorunlarından biridir ve küre genelinde bir seferberlikle kökünün kazınmasına çalışılmalıdır.

Sizlere, çok sayıda “erkek” sünneti yapmış bir hekim olarak temel düzeyde bilgiler sunduktan sonra, İsveç’ten gelen bir iletiyi paylaşmak istiyoruz :

– İskandinav ülkeleri sünneti tartışıyor

Bu bölümü bağlarken hoşgörünüzle yinelemek isteriz :

Sünnet ciddi bir tıbbi işlemdir ve mutlaka sağlık kuruluşlarında hekimlerce yapılmalıdır.

Sevgi ve saygı ile.
22.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================================

İskandinav ülkeleri sünneti tartışıyor

ALİ HAYDAR NERGİS 

alinergis@yahoo.se
MALMÖ / İSVEÇ
(21.10.12, Cumhuriyet)

Adamın başında takkesi vardı. Çember sakallıydı. Kocaman karnının üzerinden ayak bileklerine dek uzanan beyaz bir entari giymişti. Naylon terliklerinin içindeki ayakları çıplak; tırnakları uzun ve kirliydi. Gerçek adının Davut mu, David mi; Müslüman mı, yoksa Musevi mi olduğunu hiç sormadığım arkadaşım, iri kıyım o adamı göstererek sordu:

“Çevrende sünnet edilecek çocuk var mı?”

Şaşırdım; “Sünnet mi, ne sünneti!” diye sorarken gözlerim uzun entarili o adama takıldı. Bir sünnetçiden çok, semirmiş bir kasabı andırıyordu. Yanında taşıdığı el çantasında makası, usturası, sargı bezleri hazırdı. “Haydi!” dendiğinde, oracıkta yatırıp keserdi adamı. Birden çocukluk günlerime uzandı usum… Köy meydanında davul, zurna çalınıyordu. Dört amca çocuğu aynı anda sünnet edilecektik. Küçüktük, henüz ilkokula başlamamıştık. Korkuyorduk, ağlıyorduk. Tek avuntumuz, sünnetten sonra artık “erkek” sayılacaktık. Birden amca oğullarımdan biri fırladı, kavağa tırmandı. Yalvar, yakar indiremiyorlardı. Şeker, lokum önerileri fayda etmiyordu.

“Erkek olamazsın, kız çocukları gibi entari giydirirler sana” dediler, öyle indi…

Yabancılar “sünnet” olayını kavrayamıyor, dinle bağlantısını kuramıyor. İsveç başta olmak üzere, İskandinavya ülkelerinde, çocuklar yuvaya başlarken sağlık ekiplerince tepeden tırnağa sağlık denetiminden geçiriliyor. Erkek çocuklarda travmatik izler bırakan “hatalı sünnet” ler işte o zaman ortaya çıkıyor. Sağlık ekipleri, raporlar düzenleyerek durumu üst kuruluşlara ve okul yönetimlerine bildiriyor. Bazı durumlarda, “hatalı sünnet” olan çocuk yeni bir operasyon geçirmek zorunda kalıyor. İsveç’te her yıl ortalama 3 bin Müslüman ve Musevi kökenli çocuk sünnet ediliyor.

Mahkemeler, sağlık kuruluşları, yalnızca hatalı “erkek sünneti” ile değil, “kadın sünneti” ile de uğraşıyor. Özellikle, Mısır, Sudan, Somali, Etiyopya, Kenya gibi ülkelerden gelen bazı göçmen aileler, “geleneklerini” de birlikte getiriyor; gelişme çağındaki kız çocuklarını, cinsel duyarlıklarını yok etmek amacıyla sünnet ettiriyor. Bu uygulamanın suç sayılması ve ağır cezaları gerektirmesi nedeniyle, son yıllarda bu işlem, kız çocukları ülkelerine götürülerek gerçekleştiriliyor. İskandinav polisi ve sosyal kuruluşları, İskandinav ülkelerinde oturma iznine sahip kız çocuklarına, ülkelerinde sünnet edilme olasılığıyla karşılaşmaları halinde en yakın İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya büyükelçilik veya konsolosluklarına sığınmaları önerisinde bulunuyor.

  • UNICEF verilerine göre, dünyada her yıl yaklaşık 3 milyon kız çocuğu
    firavun sünneti yöntemiyle sünnet edilerek cinsel duyarlıkları köreltiliyor.

İskandinav ülkelerindeki çoğu doktor, “çocuğun bedenine dışarıdan zorla müdahale” olarak değerlendirdikleri için sünnet yapmıyor. Yüz binlerce Müslüman ve Musevi aile, erkek çocuklarını, yaz aylarında ülkelerine götürerek sünnet ettiriyor; ya da bulundukları ülkelerde, ellerinde çantalarla dolaşan yasadışı “merdiven altı” sünnetçilere teslim ediyorlar. “Hatalı sünnet” nedeniyle her yıl yüzlerce çocuk sakat kalıyor. Danimarka Ahlak Konseyi, 

15 yaşından küçük erkek çocukların sünnet edilmesinin yasaklanmasını istedi. Çocuk Konseyi Başkanı Charlotte Guldberg, “Erkek çocukların doğar doğmaz veya küçük yaşlarda sünnet edilmeleri kabul edilemez bir durumdur.” dedi. Ahlak Konseyi Başkanı Agger ise erkek çocukların sünnet olup olmayacaklarına kendileri karar verinceye dek beklenmesi çağrısı yaparak “Müslümanlar ve Musevilerin, sünnet geleneğini değiştirerek çağımıza uygun hale getirmelerini” istedi. Sünnet, yaz aylarında Danimarka parlamentosunda da tartışmaya açıldı. Kristlight Dagbladet gazetesi, muhalefet başta olmak üzere, parlamentoda grubu bulunan büyük partilerin, sünnetin yasaklanmasından yana olduklarını yazdı. Eleştirileri yanıtlayan Başbakan Helle Thorning Schmidt, “Bundan böyle sünnetlerin, sağlık müdürlüğünce denetleneceğini, sünnet sırasında doktor bulundurulmasının zorunlu hale getirileceğini” söyledi.

İsveç Tabipler Birliği de, “küçük yaştaki çocukların sünnet edilmelerinin yasaklanmasını” istedi. İsveç Çocuk Doktorları Derneği, Sosyal Sağlık Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği mektupta, “sünnetin, çocuk haklarının ihlali anlamına geldiğini ve etik olmadığını” savundu. İsveç Cerrahlar Birliği Başkanı Gunnar Göthberg sünneti “çocuklara açık saldırı” şeklinde değerlendirdi. Sünnet konusu Norveç gündeminin de ön sıralarında yer alıyor. Norveç Çocuk Hakları denetçisi pedagog Anne Lindboe, sünnetin tıp etiğine aykırı olduğunu savunarak, “Müslüman ve Musevi ailelerin sünnet yerine sembolik bir dini tören yapmalarını” istedi. Finlandiya’da ise İngiltere’den getirilen bir haham, doğumunun 8. gününde Helsinki’deki Musevi bir ailenin çocuğunu sünnet ederken kanamayı durduramadı. Helsinki Mahkemesi, çocuğun anne ve babasıyla, hahamı hapis cezasına çarptırdı. Finlandiya’da halen yürürlükteki uygulamaya göre, okul çağındaki erkek çocuklar, kendi onayları olmadan sünnet edilemiyor.

‘Batağa doğru sürükleniyoruz’ : İzlenen dış politikanın mantığı yok!

Dostlar,

Değerli gazeteci (saygıdeğer bir meslektaşımızın eşi) Sayın Leyla Tavşanoğlu, önemli bir “Pazar Söyleşisi” ne daha imza atmış..

Emekli Büyükelçi Süha Umar ile görüşmesini sunuyor. Dış politika uzmanı
Sayın Büyükelçi de, olağanüsütü hatalı Suriye politikaları yüzünden

* Gelişmeler Türkiye’yi bir bataklığın içine çekiyor.”

kritik uyarısında bukunuyor..

Aşağıda metni sunuyoruz. Ayrıca pdf olaral okumak isterseniz lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Suriye’de_bataga_surukleniyoruz

Okumalı, paylaşmalı ve düşünmeliyiz..

AKP İktidarı, bir an önce Suriye’ye dönük taşeron saldırgan poltikadan vazgeçmeli
..

Sevgi ve saygı ile.
22.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

‘Batağa doğru sürükleniyoruz’

Emekli Büyükelçi Süha Umar, Türkiye’nin Lübnanlaşma-Yugoslavyalaşma felaketinin eşiğine geldiğini söylüyor.
Emekli büyükelçi Süha Umar, Türkiye’nin Suriye konusunda bir bataklığın içine çekilmekte olduğuna işaret ediyor. Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’nın tutarsız bir dış politika izlediğine dikkat çeken büyükelçi Umar,“Ulusal çıkarlarımıza ters olan bu dış politika bizi giderek Lübnanlaşma-Yugoslavyalaşma batağının içine çekiyor”diyerek önemli bir uyarıda bulunuyor.
– Bulunduğumuz bölge tam anlamıyla kanın gövdeyi götürdüğü bir alana dönüştü. Bu koşullar altında sizce Türkiye nereye doğru gidiyor?
S.U.- Ne söylenebilir ki? Herhalde sözün bittiği noktaya çoktan geldik. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu durum, “yalnızlaşma” ve “kuşatılmışlık”. İşin ilginç tarafı, politikalarımızla, söylemlerimizle, duruşumuzla, her an değişen tavrımız ve uygulanması olanağı bulunmayan hayalci düşüncelerimizle buna en büyük katkıyı kendimiz yaptık.

Israrla dile getirilen, Ortadoğu’daki gelişmelerin Türkiye’ye de yansıyacağı beklentisi giderek gerçek oluyor.

* Gelişmeler Türkiye’yi bir bataklığın içine çekiyor.

Bataklığın kıyısındaydık. Olaylar ve bazı güçler bizi bataklığa doğru itiyordu. Biz de adeta özel çaba gösterdik. Bir defa bataklığa adımınızı atarsanız artık kurtuluş yoktur.

– Peki, bu nasıl olacak?

S.U.- Türkiye açısından baktığımızda büyük olasılıkla Suriye’de, en azından kısa sürede bir çözüme varılamayacak. Esad hemen gitmeyecek. Çok sık dile getirildiği gibi, Suriye “Lübnanlaşacak.”

“Suriye ne hali varsa görsün” diyebilirsiniz ama biz bunu diyebilecek noktadan artık çok uzağız çünkü Suriye’deki gelişmelerin içine kendi isteğimizle ve büyük bir hevesle girdik.

Endişem, Suriye’nin Lübnanlaşması halinde bu sürecin Türkiye’ye de yayılmasıdır. Nitekim bunun göstergeleri fazlasıyla var. Bugün Türkiye’de, en azından belli bir bölgede ama diğer bölgelere de yayılma istidadı gösteren ciddi bir çatışma var. Üstelik bu çatışmanın her geçen gün yoğunluğu artıyor. Bu da Türkiye’nin yapısını, birliğini, geleceğini,psikolojisini etkiliyor. İzlenen dış politikayla bu durumun düzelmesi olanaksız. İç politikada tutarsız olduğumuz gibi dış politikada da tutarsızız. Ama dış politikada tutarsızlığın çok daha ağır bir bedeli var çünkü dış politika yalnızca sizin denetiminizde değil. Sizin dışınızda başka aktörler var. Üstelik bazıları sizden çok daha güçlü.

– Peki, bu tutarsızlık Türkiye’yi nereye götürür?

S.U.- Bunun bedeli çok ağır olur. Suriye’yi örnek vermek istiyorum. Suriye’de bir tutum alındı. Bu yanlıştı. Yanlış olmanın dışında gereksizdi de. Çünkü bu tutum büyük bir risk taşıyordu.

– Kim için risk taşıyordu?

S.U.- Elbette Türkiye için. Bir ülke bu tür riskler alabilir. Bazen alması da gerekebilir. Bunun tek koşulu, yaşamsal bir çıkarının söz konusu olmasıdır. Suriye’deki rejim değişikliğinde ya da bir adamın iktidardan gidip gitmemesinde Türkiye’nin ne gibi yaşamsal bir çıkarı olabilir?

Benim gördüğüm kadarıyla burada Türkiye’nin hiçbir yaşamsal çıkarı yoktur. Aksine, gelişmeler eski durumun Türkiye’nin çıkarlarına daha uygun olduğunu düşündürmeye başladı. O zaman biz neden bu politikayı izledik ve izliyoruz? Neden kendimizi bu kadar sıkıntıya soktuk?

Davutoğlu’nun vizyonu tam anlamıyla çöktü

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun iç içe geçen ya da birbiriniçevreleyen halkalarla bütün dünyaya hükmedecek, dış politika vizyonu tam tersine döndü. Bu halkalar Türkiye’yi kuşatan halkalar haline geldi.

– Sizce acaba abimiz bu işe girmemizi mi öğütledi?

S.U.- “Abimiz” kim bilmiyorum ama birileri bizi bu bataklığa soktu. Belki de içimizden birileri.

– İyi de neden kendimizi buna mecbur hissetmiş olabiliriz?

S.U.- Ya bizi yönetenlerin gelişmeleri doğru algılayamaması yüzünden ya da bu yapılmazsa başka kayıplarımız olacağı düşünüldüğünden.

– Ülke olarak mı yoksa hükümet olarak mı kaybetmekten korktuk?

S.U.- AKP’nin iktidara geldiği günden beri izlediği dış politikanın temel unsurunun ülke çıkarı olduğunu söylemek çok zor. Bu politika, sanki tümüyle bir grup, parti, iktidar çıkarı gözetilerek izleniyor görüntüsü vermektedir.

Sonuçta geldiğimiz nokta ne yazık ki iyi değil. Üstelik bu yalnızca Ortadoğu’da, çevre bölgelerde değil daha uzak bölgelerde de böyle. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, iç içe geçen ya da birbirini çevreleyen halkalarla bütün dünyaya hükmedecek, dış politika vizyonu dikkate alınırsa bu beklenti tam tersine dönmüştür.

– Neden?

S.U.- Bütün bu halkalar Türkiye’yi kuşatan halkalar haline gelmiştir. Yakın çevremize bakalım; Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu. Hepsinde yapılan hatanın bini bir para. Bugün geldiğimiz yer, ülke çıkarları açısından kabul edilebilir değildir.

Kafkaslar’da bundan on yıl önce bulunduğumuz yerle bugün bulunduğumuz yer arasında olumsuz açıdan dünya kadar fark vardır. Ermenistan’a karşı zemin kaybettik. Azerbaycan’la neredeyse birbirimize girecektik. Üstelik Ermenistan açılımı ile Azerbaycan’ı Rusya’nın yanına ittik. Bölgede savaş çıkmış, Gürcistan’ın canına okunurken Kafkas İstikrar Paktı diye ortaya atıldık. Tabii kimse kulak asmadı. Sonunda, Fransa’nın, hiç sevmediğimiz eski Cumhurbaşkanı Sarkozy, sözcükleri mazur görün, “malı götürdü”. Tabii Nabucco’da, diğer enerji hatlarında da zararlı çıktık.

Arap Baharı’nın üstüne atladık. Cumhurbaşkanı büyük bir telaşla Mısır’a gitti. “Hemen seçim yapın” dedi. Anladığım kadarıyla beklentimiz Arap Baharı yaşayan ülkelerde Müslüman Kardeşler’in işbaşına gelmesi ve Türkiye’nin onlara liderlik etmesiydi. Ama geçenlerde Mısır Cumhurbaşkanı Mursi, “Biz Suriye konusunda Erdoğan ile aynı fikirde değiliz” dedi. Bu kadar temel bir konuda bile bizimle aynı fikirde olmayan bir yönetim herhalde ilerde kendisini Türkiye’nin liderliğine teslim edecek değil. Kaldı ki, Türkiye’nin çağlar boyu Ortadoğu’da doğal rakibi olan Mısır’dan böyle bir teslimiyet beklemek, tarih de bilmemek anlamına geliyor.

İzlenen dış politika sonunda Irak da Türkiye için büyük bir sıkıntı kaynağı haline geldi.

– Hangi bakımlardan?

S.U.- Her bakımdan.

– Tutarsız davranıp ABD ile ayrıştık.
– Şimdi Kuzey Irak’ta PKK üzerinden bedel ödüyoruz.
PKK terörü ağırlaştı ve nitelik değiştirdi.
– Irak merkezi hükümeti de AKP’nin “gurur duyduğu” Barzani de Esad’a destek veriyor. PKK’ye, Kuzey Suriye’de Kürtlere verilen destek ayrı.
Barzani’nin İsrail’den silah alması ise dış politikamızın başarısı konusunda başka söze gerek bırakmıyor.

Özellikle Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu bir dakika durup da “Biz neredeyiz? Ne oluyor?” demiyorlar mı acaba? Diyorlarsa nasıl bir sonuca varıyorlar ki hâlâ bu politikayı sürdürmeye çalışıyorlar.

Dayılanma siyasetinin sonuçları vahim!

– ABD’deki etkili düşünce kuruluşlarından Near East South Asia Center for Strategic Studies’in (NESA) önümüzdeki yaza dek Suriye’den 400 bini Türkiye’ye olmak üzere 1.5 milyon kişinin bölge ülkelerine sığınacağı hesaplamaları var. Buna ne diyorsunuz?

S.U.- Esad’a yönelik tehditlerimizin göçmen sayısının artmasına yol açtığı kesin. Başbakan Erdoğan’ın esip gürlemesine rağmen Esad’ın yerinde durduğu görüldükçe Suriyeliler korkup ülkelerini terk ediyor. Öbür yandan göçmenler gün geçtikçe Türkiye için her bakımdan sorun olmaya başladı. Bu sorun büyüyecek ve kimse Türkiye’ye maddi destek için bile kılını kıpırdatmayacaktır.

* Bizim hem kıpırdayamayan hem “dayılanan” politikamız Suriye’nin giderek Lübnanlaşmasına neden oluyor.

Bu politikamız Suriye’deki Kürtlerin de güçlenmesine, çevre ülkelerdeki Kürtlerle işbirliği yapmasına yarıyor. Yine bu politikamız,

* Kürtlerin Türkiye’de artık bir iç savaş haline gelmek üzere olduğunu yadsıyamayacağımız harekâtlarına yeni ve güçlü destekler yaratıyor.

Dolayısıyla, yaşamsal çıkarlarımıza ters dış politika,

Türkiye’yi de giderek bu “Lübnanlaşma-Yugoslavyalaşma” batağının içine çekiyor.

Türkiye açısından ölüm kalım meselesi                                 :

– Burada işin başka ilginç bir boyutu var. Bütün bu gelişmelerdeki başaktör olan ABD’nin artık sahaya silahlı kuvvetlerini sürmeyeceğini, bölgesel krizlerde ve çatışmalarda özel kuvvetleri, insansız hava araçlarını (drone) ve siber diplomasi olanaklarını kullanacağını beyan etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

S.U.- Aferin! Demek Vietnam, Afganistan ve Irak’tan epeyce ders almışlar. Ancak yeni olan insansız hava araçlarını, siber diplomasiyi bırakırsanız, “Özel Kuvvetler” bütün silahlı kuvvetlerin MÖ beri bilinen ve kullanılan “yardımcı” unsurlarıdır. Savaşta kesin sonuç almanın tek unsuru ise kara kuvvetleridir. Yani yeterli güçte ve süre ile alanda bulunmaktır. Bu her savaşın temel kuralıdır. ABD bunu yapmayacaksa söylemek istediği şudur:

“Ben dilediğim ülkeye gideceğim. Orayı karıştıracağım. Gerektiğinde ve istediğim zaman belli kişileri ve hedefleri vuracağım. Ama o ülkenin benim öngördüğüm düzene kavuşması için dahi gereğini yapmayacağım”. Bunun Türkçesi, “Ben bütün dünyada istikrarsızlık yaratmaya karar verdim.”dir. ABD bunu açıkça söylediğine göre Türkiye’nin daha da iyi düşünmesi gerekiyor.

İzlenen dış politikanın mantığı yok!

– İyi de birilerinin de yaşamsal çıkarlarına yaraması gerekiyor ki hâlâ bu politikada ısrar ediliyor?

S.U.- Bizi bu işe iten, belli kısıtlamalar içinde işin içinde tutmaya çalışanların çıkarına olduğu kesin. Bizim sorumuz, bu durum Türkiye’de kimin çıkarınadır?

Bizi yönetenler hâlâ bu politikayı niye izliyorlar? Biraz olsun aklı, mantığı, dış politika bilgisi ve deneyimi olan hiç kimsenin bu soruya mantıklı bir yanıt vermesi olanağı yok.

Şu anda görülebilen, bu dış politika nedeniyle Türkiye’nin başının, neredeyse her yerde ve her ülke ile ciddi biçimde derde girdiğidir.

=====================================

Süha Umar

İstanbul, 1945 doğumlu. Yükseköğrenimini A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamladıktan sonra 1967’de Dışişleri Bakanlığı’na 3. kâtip olarak girdi. Arjantin’de başkâtip, Bulgaristan’da maiyette başkonsolos, Strasbourg’da (Avrupa Konseyi) müsteşar, NATO ve AGİT nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği’nde Daimi Temsilci Yardımcısı gibi önemli görevlerde bulunduktan sonra 1995’te Ürdün’e büyükelçi atandı. Kral Hüseyin tarafından Ürdün’ün en büyük nişanı, 1. Derece İstiklal Madalyası’yla taltif edildi. 1999’da kendi isteğiyle emekli oldu. 2002’de Dışişleri bakanının isteği üzerine büyükelçilik görevini tekrar üstlendi. 2004-2008 arası Dışişleri Bakanlığı İkili Siyasi İşler (Afrika ve Doğu Asya) Genel Müdürü oldu. 2008’de Belgrad Büyükelçiliği’ne atandı. 2011’de emekli oldu. Çevre, doğal yaşam ve avcılık konusunda pek çok gazetede köşe yazıları ve makaleler yazdı. Çevre korumayla ilgili çok sayıda ödül aldı.

(Cumhuriyet, 21 Ekim 2012)

Kışlalı Ne Yazmıştı ? ABD ATATÜRK’E NİÇİN KARŞI?

 


Dostlar,

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, 13 yıl önce bu gün, 21 Ekim 1999’da sabah saatlerinde kalleşçe öldürülmüştü.

Evinin önünde, arabasının camına konan bir paketi atarken patlamyan bomba, kolunu koparmış ve kan yitiminden kendisini yitirmiştik.

Tam 60 yaşında idi.

Yekta Güngör Özden‘in Genel Başkanı olduğu ADD’nin Genel Başkan Yardımcısı idi  Ahmet Taner Kışlalı hoca ve ülkeyi aydınlanma konferansları için dolaşıyordu.

İlerleyen yıllarda O’nun ADD’deki koltuğuna biz oturduk ama O’nun yerini doldurmak ne mümkün?! Elimizden geleni yaptık.. 1996 – 2012 arası 1400’ü aşkın aydınlanma konferansı da biz vermişiz.. Ülkemize helal olsun..

Biz de o aralar ADD Edirne Şubesi Başkanı idik ve kendisini Edirne’ye konferansa çağırmıştık.

Trakya Üniversitesi’nin Türkan Sabancı Kültür Merkezinde 75 dakika süren bir konuşma yapmıştı. Salon doluydu. 28 Şubat süreci yaşanıyordu. Türban temel sorunlardandı.

Konferans sonunda, başörtülü – türbanlı öğrenciler çevresini sarmış sorulara boğmuşlardı O’nu. Güleryüzü ve tüm insancıllığı ile onları yanıtlıyordu.

Kendisinin bombalı tuzakla alçakça öldürülmesinin ardından biz de Edirne’de yakın korumaya alındık. 1 yıl boyunca yakın korumalı bir yaşam sürdürdük.. Gün olur onu da yazarız, nasıl bir şey diye..

Ahmet Taner hocaya çok şey borçluyuz. Cumhuriyet’teki makaleleriyle, kitaplarıyla ve konferanslarıyla bir dönem Türkiye’ye ışık tuttu.. Bıraktıkları hala yolumuzu ışıtıyor.

Kendisini, dostluğunu, tadına doyamadığımız yazılarını çok özlüyoruz.

“ABD ATATÜRK’E NİÇİN KARŞI?”

başlıklı yazısını aşağıda sunuyoruz..

Hep olduğu gibi, gerçekte faili meşhur bu cinayet de faili meçhul olarak tarihe gömüldü. Tetikçilerin gerisindeki azmettiriciler bir türü bulun(a)madı.. Zamanın dinci-gerici bir gazetesi hedef göstermişti. Fotoğrafının üstüne kocaman bir çarpı işareti ile..

Sevgin anısı önünde saygı ile eğiliyoruz.

Bir saptamasını özellikle unutmuyoruz :

  • Kemalizm geçmişin bekçiliği değil; geleceğin öncülüğüdür..  

Sevgi ve saygı ile.
21.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================================

AHMET TANER KIŞLALI

www.kemalistler.com
Cumhuriyet, Haziran 1996 (Bir Türkün Ölümü adlı kitabında da yer verdi)

ABD ATATÜRK’E NİÇİN KARŞI? 

Önceki yazımda bazı somut bilgiler vardı.

ABD’li bazı “servis”lerin, Türkiye’ye yönelik çabaları ile ilgili bilgilerdi bunlar. Atatürk’ü ve Kemalizm’i yıkmak için gösterilen çabalar yanyana geldiğinde, ortaya yadsınamayacak bir tablo çıkıyordu. Ama bu tabloya eklenecek, birkaç fırça darbesi daha kalmıştı.

Varan bir   :

“CIA İstasyon Şefi” Paul Henze, 1993 yılında bir rapor hazırlıyor; ama “yeni dünya düzeni” ile birlikte gerekliliği de kalmamıştır. “Klasik Atatürkçülük” ölmüştür… Aydınların imam hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen köktendincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir…

Atatürk’e “deccal” diyen Said – i Nursi ve Nurcular ilericidir… Nakşibendiler geriye dönük değillerdir; Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile bağlantıyı sağlayabilirler…

Varan iki   :

Samuel Huntington gibi “bazı” ABD’li yazarlar, Kemalizme karşı “ılımlı İslam”a sahip çıkıyorlar. Türkiye’nin batı ile bütünleşmesini istemiyorlar. Türkiye’nin “yeni dünya düzeni” içindeki yerinin “ılımlı İslam” olması gerektiğini düşünüyorlar. Batının çıkarının bunu gerektirdiğini savunuyorlar…

Varan üç   :

CIA Türkiye ve Ortadoğu masa şeflerinden Graham Fuller de, üç yıl önce bir Türkiye raporu hazırlıyor… Ve özellikle “Kürt sorunu”na elatıyor:

Irak’ın “üniter” yapısını koruması ABD çıkarlarına uygun değildir. Türkiye Kürtlere özerklik verirse, Kuzey Irak’taki Kürtlerle bir bütünleşme gerçekleşebilir. En kötü şey, Türkiye’nin Irak’a yakınlaşmasıdır.

Şimdi gelelim sorunun yanıtına: ABD “servis”leri Atatürk’e niçin düşman?

Bunun dört temel nedeni var.

Birincisi…

Laik – demokratik Kemalist model, “ihraç” etmeye elverişli değildir. Türkiye’nin toplumsal kültürel altyapısına sahip bulunmayan İslam ülkeleri bu modeli uygulayamazlar. “Ilımlı İslam” ile bütünleşmiş, yarı çağdaş bir Türkiye, ABD çıkarlarına daha uygundur!

Üstelik, petrol zengini Ortadoğu ülkelerindeki çağdışı rejimlerin varlığını koruması açısından, Kemalist model tehlikeli bir örnektir. Bu rejimlerin varlığı, Amerikan çıkarlarının güvencesindedir!

İkincisi…

Kemalizmin temelinde ulusal birlik ve tam bağımsızlık ilkeleri vardır. Bu ise, ABD’nin ve genel olarak batının çıkarlarına terstir. Türkiye ne yıkılmalı, ama ne de bağımsız hareket edebilecek kadar güçlenmelidir. Türkiye Ortadoğuda büyük bir güç olmamalıdır!

Üçüncüsü…

Türkiye’nin Kürtlere özerklik vermesi giderek federasyonu peşinden getirir.
Bir adım sonrası ise, komşu devletlerin de parçalanması ile, “bağımsız” bir Kürt devletinin oluşturulmasıdır. Her zaman ABD’ye muhtaç böyle bir devlet… Amerikan çıkarları için en iyi çözümdür. Ama bu formülün uygulanabilmesi için ilk koşul, Türkiye’de Atatürk’ün ve ilkelerinin yıkılmasıdır!

Dördüncüsü…

Yeni dünya düzeninde, uluslararası sermayenin karşısında kalan tek engel “ulusal devlet”tir. Türkiye’de Atatürk yıkılmadan ulusal devletin yıkılamayacağı ise bir gerçektir!

1994 Aralığında, Yeni Demokrasi Hareketi kurulurken çıkan bir yazım şöyle noktalanıyordu:

“Özal – 12 Eylül sayesinde – boşaltılmış bir meydanda işe başlamıştı… ‘Dört eğilimi’ birleştirip, ABD’nin çizdiği yolda kararlılıkla yürüdü. Ama bugün artık ne dünya o günün dünyası, ne de Türkiye o günün Türkiyesi… Özal öldü, yaşasın Boyner!.. Doğru isim, yanlış zaman… Ve tarihi, isimler değil ‘zaman’lar belirler!..”

Suç, bir buçuk yılda tükenen Boyner’de değil, “zaman”da!

Ve zamanlar hep Atatürk’ü haklı çıkarıyor!

Prof.Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı Anma Programı : 13. Yıl..

 

 

 

 


ADD Genel Başkan Yardımcısı
Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı Anma Programı

addlogo

20 Ekim 2012 Cumartesi

Saat: 14.00 – Gazetesindeyiz
Konferans: Günümüzde Laiklik ve Hukuk
Konuşmacı: Yekta Güngör Özden (Anayasa Mahkemesi E. Başkanı)
Yer: Cumhuriyet Kültür Merkezi
Ahmet Rasim Sok. No:14 Çankaya Ankara

21 Ekim 2012 Pazar

Saat 09.30 – Evinin Önündeyiz (Çayyolu, Kışlalı Sokak)
Saat 10.00 – Heykeli Önündeyiz (Çayyolu Kışlalı Parkı)
Saat 12.30 – Gömütü Önündeyiz (Karşıyaka Gömütlüğü)
Saat 19.00 – ADD Batıkent Şubesi, Ahmet Taner Kışlalı Kültür Merkezi, anma paneli

Katılımcı Kuruluşlar     :

– Atatürkçü Düşünce Derneği
– Cumhuriyet Gazetesi
– Cumhuriyet Halk Partisi
– Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği

=============================================

Dostlar,

Kışlalı Dostarını bekliyoruz…

Sevgi ve saygı ile.
21.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Ahmet SALTIK

21 Ekim 2012


Geleneksel Türk Dış Politikasında Savaşın Yeri

© Ulusal egemenlik, geleneksel Türk dış politikasının hem hedefi hem de aracıdır.  Bundan dolayı, dış politikayı yönetecek olanlar, en büyük güç kaynağı olan ulustan yetki almalılar ve ulusun gücüne dayanmalıdırlar.

 

Prof. Dr. Metin KALE
Osmangazi Üniv. Tıp Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi

  • “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir.” Atatürk

Prensipleri ve ilkeleri Atatürk tarafından saptanan Türkiye’nin dış politikası ve uluslararası ilişkileri gelenekselleşmiş bazı özellikler gösterir.

Bu ilişkileri düzenlerken Atatürk’ün, eylemini olayların akışına bırakmayıp önceden planladığı, bu ilişkilerde maddi değerlerden çok manevi değerlere önem verdiği,
bütün kararlarının altında halka inanç, güven ve saygının yattığı, ulusal egemenlik ve tam bağımsızlığı vazgeçilmez koşul saydığı ve bu ilişkileri realizm ve akılcılık temelleri üzerine inşa ettiği görülür.

Cumhuriyetin kuruluş aşamalarında Atatürk’ün maddi değerlere çok önem vermemiş olması, O’nu, Osmanlı devlet adamlarından ayıran özelliklerinden biridir. İmparatorluğun çöküş dönemleriyle Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen devrede Osmanlı devlet adamlarında akıllılığın ve becerikliliğin ölçütü Avrupalılardan borç bulabilmekti. Bu kişilere göre, borç bulunmadıkça devletin yaşayabilmesine olanak yoktu. Hatta bazıları işi daha da ileri götürerek, devletin yaşayabilmesi için Türkiye’nin başka bir devletin güdümü altına girmesini istiyordu. Bu tür düşünceleri asla benimsemeyen ve şiddetle reddeden Atatürk, bir ulusu maddi yıkımdan çok, moral değerlerin yozlaşmasının çöküntüye götüreceğini belirtiyordu.

O’nu bu şekilde düşünmeye iten, özgün ruh yapısı ve Türk ulusuna olan engin sevgisi ile halkta gördüğü mücadele ve dayanma gücüydü.

Ulusal egemenlik, geleneksel Türk dış politikasının hem hedefi hem de aracıdır. Bundan dolayı dış politikayı yönetecek olanlar, en büyük güç kaynağı olan ulustan yetki almalılar ve ulusun gücüne dayanmalıdırlar. Ulustan yetki almayan, ona dayanmayan veya inanmayan kişi ve kurumların ulus adına, yabancı uluslarla görüşmeye ve konuşmaya yetkileri olamayacağı bellidir. Diğer taraftan, yabancı uluslar da giriştikleri taahhütleri ulusuna benimsetebilecek kişi ve kurumları muhatap sayarlar.

Atatürk’e göre ulusal iradeye dayanmayanların, bir ülke adına hareket etmeleri yasal değildir ve yetkisiz şekilde yapılan uluslararası işlemler de adına yapılan ülkeyi bağlamaz. Bu düşünce, yabancı devletlerin de ciddiye aldığı bir yöntemdir.

Atatürk döneminin dış politikasının vazgeçilmez ana hedefi “tam bağımsızlık”tır.

Bu görüşünü 9 Haziran 1921’de Ankara’ya gelen Fransa temsilcisi Franklin Bouillon’a

  • “Tam bağımsızlık bugün bizim üzerimize aldığımız görevin özüdür.
    Bu görev bütün tarihe ve ulusa karşı yüklenilmiştir.” şeklinde ifade eder.

Tam bağımsızlığın önemli bir koşulu, dünyadaki güç dengelerini iyi hesap edebilmek ve büyük bir devletin etkisi altına girmemeye özen göstermektir. Tam bağımsızlık ülkeyi, uluslararası ilişkilerde tek başına ulusal sınırlar içine hapseden bir anlayış olmadığı gibi, “Dış yardımla çatışır, onu engeller” görüşü de yanlıştır. Ulusal bağımsızlığı ve ulusal çıkarları tehlikeye sokmayacak dış yardımdan kaçınılmaz.

Geleneksel Türk dış politikasında çok önemli ilkeler söz konusudur.
Bunların başında, başka ulusların içişlerine ve ülke bütünlüğüne karışmama gelir. Bu ilkeye başta İslam ve Ortadoğu ülkeleri olmak üzere bütün komşularımızla olan ilişkilerde özen gösterilmelidir. Bu özellik büyük güçlüklerle ve uğraşlarla dış politikaya kazandırılabilmiştir. Bu ilkeye bağlı kalınmadığı takdirde neler olabileceğini Atatürk şöyle dile getiriyor:

  • “Ulusa şunu ihtar ettim ki; kendimizi dünyanın hâkimi zannetmek gafleti,
    artık devam etmemelidir. Gerçek yerimizi, dünyanın vaziyetini tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz felaketler yetişir.
    Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.”

Yurtta barış, dünyada barış” uluslararası ilişkilerdeki diğer bir ilkedir. Yurtta ve dünyada barışı savaşta olsun, zaferden sonra olsun Atatürk kadar gerçekten isteyen ve koşullarını sağlayan başka bir lider yoktur. Yaptığı bütün savaşlar aslında, barışın gerçekleştirilmesine yöneliktir. Ondaki barışçılık yurt ve ulus bilinciyle, tarihi doğru yorumlamasının bir sonucudur. Bu barışçı anlayışladır ki, ulusal savaş “Misakı Milli veya Ulusal And” sınırları içinde kalmıştır. Türk ulusal Kurtuluş Savaşı yasal bir savaş olup, uluslararası hukukun bir devlete izin verdiği yegâne savaştır. Atatürk, “Vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikeye düşmedikçe” savaşı bir cinayet olarak gören bir anlayışa sahiptir.

Hayalci ve maceracı davranışlardan çok, çile çeken Türk milletinin ıstıraplarını çok iyi bilen Atatürk serüvencilikten uzak bir dış politika izlerken, aynı zamanda aktif olmayı da ihmal etmemiştir. 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi öncesi dönemde görüldüğü gibi aktif bir diplomasi uygulanmış, Türkiye 1930’larda Avrupa gelişmeleri hakkında fikrine değer verilen bir ülke olmuştur. 1928 tarihli Briand Kellog Paktı konusundaki Türkiye’nin ilgi ve desteği, 1934’te Balkan Antantı ve l937’de Sadabat Paktı konusundaki öncü rolü aktif politikanın bir göstergesidir.

Ayrıca 1937’de Hatay’ın anavatana katılması sorununda izlediği aktif politika ile yine dost ve komşu bazı İslam ülkelerinin Milletler Cemiyeti’ne katılmasındaki Türkiye’nin çabaları ve başarısı bu çerçeve içinde değerlendirilebilir.

Türk dış politikasında kamuoyunun ulusal sorunlarda önceden hazırlanmasına da
çok önem verilir. Kamuoyunu inandırmadan eyleme geçmek dış politikada çoğu zaman talihsizliklere yol açar.  Bir ulusun bölünmez bütünlüğü çeşitli şekil ve davranışlarla saldırı emelleri besleyenlere gösterilebiliyorsa, saldırı heveslileri bu emellerinden vazgeçebilirler.

İçine düşeceğimiz her karanlık durumda;

  • Işığımız her zamanki gibi Atatürk ilkeleri ve devrimleri olacaktır.

(Cumhuriyet, 20.10.12)