Kategori arşivi: SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ
Özdemir İnce : Lozan.. (24 Temmuz 2009)
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12137360.asp?yazarid=72&gid=61, 24.07.09
Özdemir İNCE
Lausanne yazılır Lozan okunur
YAPTIĞIM yazı programına göre salı ve çarşamba günleri yayınladığım dizi yazıya devam edecektim. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması konusunda dizinin akışını bozmamak için bu konuda yazmayı düşünmüyordum.
Ama çok önemli bir şey oldu ve programı değiştirmek
zorunluluğu doğdu. Ne mi oldu?
DURUM DEĞİŞTİ
Gürbüz Evren’in Kanal B’de yayınlanan Bekleme Odası programını dikkatle izlerim. 17.07.09 tarihli programlarını bir hafta önceleyerek Lozan Antlaşması’na ayırmışlar. Programa Gazi Üniversitesi’nden tarihçi
Prof. Dr. Semih Yalçın ile Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Saltık uzman olarak katılıyor. Ankaralıları severim!
Kanal B’nin muhabiri Kızılay’da on kadar insana “24 Temmuz 1923’te ne oldu?” diye soruyor.
Soruya doğru cevabı sadece bir delikanlı veriyor. Aynı delikanlı röportajın daha sonra yayınlanan ikinci bölümünde Lozan Antlaşması’nın önemini belirten bilgiler veriyor. Geri kalanların tarih konusunda herhangi bir fikri yok,
ama Lozan konusunda bazılarının küçük de olsa bilgisi var.
İçinde bulunduğumuz ortamda, içinden geçtiğimiz ulusal ve uluslararası süreçte, bu, hiç de iç açıcı bir durum değil. İnsanların epeycesinde
tarih belleği ve bilinci olamayacağını kabul ediyorum, ancak 1950’lerde
orta ve lise öğrenimini tamamlamış biri olarak, ulusal eğitimin hedef yapıldığı fesatları elbette biliyorum. 1950’lerden itibaren ulusal bilinç yerine ümmet biatının çıkartılması politikasına önem verildi.
Ancak o tarihlerde Cumhuriyet kuşağı öğretmenlerinin görevde olması nedeniyle bu politika 1970’lere kadar çok etkili olmadı. Cumhuriyet kuşağı öğretmenlerinin emekli olmasından ve elenmesinden sonra, imam-hatip kökenli ve Fethullahçı öğretmenler öğretim kadrolarına girince durum değişti.
SEVR’İ YIRTTILAR
Lozan’ın artık heyecanla öğretildiği kanısında değilim. Lozan’ın bir zafer değil bir bozgun olduğu öğretiliyor. Kanıt olarak Musul ve Kerkük, 12 Ege adası gösteriliyor.
İsmet Paşa başkanlığında Ankara delegasyonu Lozan’da Sevr (Sevres) Antlaşması’nı yırtıp attığı için bu antlaşmadan Kürtçüler nefret etmektedirler. Günümüzde, Sevr’in uygulanmasını isteyen yerli ve yabancı Kürtçüler bile var.
Yeni mürteciler, travesti solcular, naylon liberaller ise Lozan
Antlaşması’nın yalnızca azınlık haklarıyla ilgili maddesini hatırlamakta.
İslamcı kesime gelince: Lozan Antlaşması’na gönül verenine rastlamak neredeyse mümkün değil.
Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin atıldığı Lozan Antlaşması başından itibaren horlandı, ailenin gayrimeşru çocuğu olarak görüldü. Pan Türkçü,
Pan İslamcı irredantist konuşma ve yazıları biraz inceleyin,
dediklerimin ne kadar doğru olduğunu görürsünüz.
AŞAĞILIK DÖNEM
Öylesine bir aşağılık dönemde yaşamaktayız ki Lozan’ı savunmak ve
onu saygı ile anmak “Sevr Paranoyası’na tutulmak” ile suçlanmakta.
Ergenekoncu iddianamesine girmediyse eli kulağında.
Avrupa Birliği, Lozan Antlaşması ile öteki ikili anlaşmaların AB mevzuatına uymamaları durumunda geçersiz sayılacağını ileri sürüyor.
İleri sürmeyi bırakın, bile bile, seçe seçe Lozan’ı çökertebilir.
Çökertiyor.
Bir başka yönden ele alırsak, Avrupa Birliği sanki Sevr’in bazı maddelerini gündeme getirme çabasında.
Böyle giderse, Gürbüz Evren gelecek yıl Lozan programı yapamayabilir!
70 yıl önce Lozanın 19. yıldönümünde yazılan bir makale..
Mutlu bir yıldönümü : LOZAN
Prof. Dr. Bülent Nuri ESENİst. Üniv. Hukuk Fak. http://bulentnuriesen.com/gazete/lozan.htm,
Ulus Gazetesi, 24.07.1942
Bir milletin hak fikri, onun mensuplarında şahsa hürmet ve millet halinde yaşamak iradesinin temelini teşkil eder.
İsviçre’nin önemli bir adalet şehri olan Lozan 24 Temmuz 1923’de tarihine ün katan bir törene sahne oldu: Barış kurultayına gönderilmiş bulunan Türk elçileri başlarında Edirne mebusu, Hariciye Vekili İsmet Paşa olduğu halde Lozan antlaşmasını imzaladılar. Bir yanda “yedi düvel”, bir yanda da biz vardık. Günler gelip geçti. Biz “zaferlerimizle mağrur” olmadık. Durmadan çalıştık.
Bugün dünyaya dal budak salan afet bizi çarkları arasına alamıyorsa bunu milletçe namuskâr ve faziletli yaşayışımıza, antlaşmalarımıza bağlılığımıza, Türklük şuurumuzdaki beraberliğe borçluyuz. On dokuz yıl, onu geçmiş zaman diye seyrettiğimiz vakit ne kadar uzak görünüyor. Mesafenin uzun sanılması yaptığımız işlerin, başardığımız devrimlerin, başka Miletler ölçüsünde asırlık oluşundandır. Böyle olmasa idi, 24 Temmuz Türk ulusal hayatında bir tarih günü diye anılmaz ve kutlanmazdı.
Her milletin hayatında tarihini işaretleyen takvim yaprakları vardır. Halk bunları koparıp kendi inanışları âlemindeki kutsal yere asar. Ve sonra, dünyanın güneşi her dolanışında o da kendini hatıranın heyecanı içine bırakır. Geçmişteki başarıyı anmak yarına daha iyi hazırlanma kudretini aşılar.
Millet cesareti ve millet gururu köklerini tarihin büyük günlerine salmışlardır. Kökü besleyen toprak ne kadar sağlam ve bereketli ise milletçe çalışma kabiliyeti ve topluluk şuuru da o kadar verimli ve yüksek olur.
24 Temmuz günü bütün bu özellikleri gösterir.
Lakin, bu kadarla kalmaz. Onda millet hayatının yalnız bir cephesi saklı değildir. Bu tarih,
millet hayatının çeşitli cephelerini kucaklamıştır. Milletin ekonomik, sosyal ve hukuk varlıklarında,
kültür durumunda en büyük ve en feyizli evrimlerin ilerlemelerin başlangıcı, hareket noktası olmuştur.
Bu derece geniş tesirleri haiz bir olayın bilhassa gösterdiği vasıf hukukidir, denebilir. Bunun içindir ki
24 Temmuza “Lozan günü” dendiği gibi “hukuk günü” adı da veriliyor. Lozan antlaşması ile Türk hukuk hayatında baştanbaşa bir değişme meydana geldi. Bu değişmeyi antlaşma değil, biz yaptık.
Antlaşma, yenileşme kararımızı göstermek bakımından önemlidir.
Büyük devletler Türk milli benliğinde saklı kuvvetleri aşağı yukarı tahmin etmiyor değillerdi.
Ancak, bu kuvvetlerin ne yapısını bilebiliyorlar ve ne de ölçüsünü takdir edebiliyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğunu yıkmış olan çeşitli sebepleri dolambaçlı çarelerle yaşatmak emelini gizleyen (kendi vatandaşlarına adalet teminatı sağlamak endişesi) suretiyle iddialar ortaya attılar.
Onlara bugünkü samimiyetimizin sıcaklığı ile garp medeni milletleri seviyesine yükselmiş bir kültür hayatını yaşamak kararında olduğumuzu bildirdik.
On dokuz yılda kaydettiğimiz ilerlemeler ve tırmandığımız basamakların sayısı sözümüzün eri olduğumuzu bir daha ispat etti. Bugün birbirleriyle vuruşmakta olan milletlerle dostluğumuzun sırlarından biri de buradadır. 24 Temmuzun hukuk hayatımızda açtığı alanları devlete şeklini ve kuruluşunu veren hukuk düşünüşünden gündelik yaşayışımızı düzenliyen büyük kanunlara kadar olan tekmil yenilikler diye gösterebiliriz.
Bir halk ve hukuk devleti yaratmak azmimizi Lozan’da bütün cihana haykırdık. Gene orada memleketimiz adalet mekanizmasına yeni bir yapı vermek kararımızı belirttik. Bugünkü Türk hâkimi Lozan’ın kendisine aşıladığı ruhla adalet işini görüyor. Kafasını kaplıyan hak düşüncesi Lozan’dan önce bu memleket hukuk adamlarında görülen bir hak düşüncesi değildir.
Eski zihniyet, menfaatleri hak tanımak yolunda yürüyordu. Bugünkü hukuk görüşümüzde haklar menfaat teşkil ederler. Lakin her menfaat, hak meydana getirmez. Eski düşünüş, menfaatte hak gördüğü için ferdin menfaatini topluluğun hakkına feda etmekten çekiniyordu. Lozan’ın açtığı hukuk yenileşmesi devri halk diline kadar geçen “birimiz hepimiz için” fikrini yerleştirdi. Bir milletin hak fikri onun mensuplarında şahsa hürmet ve millet halinde yaşamak iradesinin temelini teşkil eder.
Bu temelin sağlamlığı milletlerin hakka bağlılığından ve adalet duygusunun temizliğinden çıkar. “Lozan zaferi” bu bağlılığı ve bu duyguyu dünyaya izhar edişimizin ifadesi ve delilidir.
Büyük bir millet layık olduğu halde kendisinden esirgenmiş olan saygıyı Lozan’da tekrar kendi gücü ile kazandı. Ne kadar övünsek az, ne kadar kıskansalar yeridir.
Cemil Denk’ten değerli bir kitap : TÜRKÇE İBADET, HİLAFET, ÖRTÜNMEK
Türkiye Sonunda Türklere Kalır…
Tuncay ÖZKAN : Silivri zindanından çağırıyorum…
LOZAN: BARIŞIN ve ÖZGÜRLÜĞÜN TARİHTEKİ EN GÜZEL ÖRNEĞİ..
BARIŞIN ve ÖZGÜRLÜĞÜN TARİHTEKİ EN GÜZEL ÖRNEĞİ
ADD Sarıyer Şubesi Konferansı, 24 Temmuz 2012
PROF. DR. ÖZER OZANKAYA
Toplumbilimci
KONFERANSIN ÖZETİ
1. En büyük saldırı olan Batı Sömürgeciliğinin yenilip aşılabileceğini kanıtladığı için;
2. Bunun ancak özgürlük (ulusal egemenlik) ilkesini bayrak yapan bir “Bağımsızlık Savaşı” ile başarılabileceğini gösterdiği için;
3. Özgürlük olmadan ne ulusal toplum, ne bağımsız devlet, ne toplumsal dayanışma, ne güvenli yurt, ne ekonomik-toplumsal-kültürel gelişme, ne barış, ne de insan onuru olabileceğini (olamayacağını!) gösterdiği için;
4. Sömürgeciliğin ütün bunları engellemek için baskıcı-gerici güçleri satın alarak, kendine bağlayarak, etnik, dinsel, feodal ayrılıkları kışkırtarak, iç savaşlar çıkartıp ülke halkının dayanışma gerçekleştirmesini engelleyip kendi boyunduruğualtına aldığını sergilediği için;
5. Özgürlük altında bütün insanlığın ulusal dayanışma, yurt güvenliği, barış, siyasal, eğitsel, kültürel, ekonomik,
toplumsal ilerleme sağlayacağını ve “yurtta da, dünyada da barış” içinde yaşayabileceğini eylemli olarak kanıtladığı için;
6. Lozan’da bütün bunları engellemek isteyen Batı sömürgeciliğinin, özgürlükle beslenen “ulusal bağımsızlık savaşı” inancıyla yenilgiye uğratılabildiğini kanıtladığı için
7. 21. YÜZYILDA DA İNSANLIĞIN BAŞ ÖZLEMİ OLAN SÖMÜRGECİLİĞİN YENİLGİYE UĞRATILMASI, İNSANLIĞI MUTLU EDECEK TEK YOLUN ONLARI BİRBİRİNE BOĞAZLATMAK DEĞİL, BİRBİRİNE YAKLAŞTIRIP SEVDİRMEK OLDUĞUNUN KAVRANMASI VE BUNU SAĞLAMANIN YOLLARINI GÖSTERMESİ ÖZELLİĞİ İLE ÇAĞIN RUHUNU TEMSİL EDEN ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DİZGESİNE DAYALI OLDUĞU İÇİN İNSANLIK TARİHİNDE ÖZGÜRLÜK VE BARIŞIN EN GÜZEL ÖRNEĞİDİR.
SÖMÜRGECİLİĞİN YENİ ADI OLAN BOP ve YERLİ İŞBİRLİKÇİLERİNİN LOZAN’A SALDIRMALARININ NEDENİ,
BU NİTELİKLERİNDEN DOLAYIDIR!
LOZAN, BU ÖZLERİYLE ANLATILMALI, KUTLANMALI ve KORUNUP YÜCELTİLMELİDİR!
TEMA Vakfı’ndan : KÜRESEL ISINMA Yansıları..
İhanetin Bataklığına Çekilen Lozan’a Sahip Çıkmak..
SELATİN (SALTANAT) CAMİSİ…
Zeki Sarıhan
22 Temmuz 2012, Ankara
Başbakan Erdoğan İstanbul’un Doğu yakasında Mimar Sinan’ın adı verilen büyük bir camiyi açarken “Selâtin Camileri”nden söz etti. Boğaz’ın Anadolu yakası böyle bir camiden yoksundu ve onu da kendisi ibadete açmaktan mutluydu (21 Temmuz 2012).
Bu olay çocukluğumda ve gençliğimde cuma namazları için gittiğimiz köyümüzün camisini hatırlamama vesile oldu. Bu iki katlı ahşap binanın saçaklarında kuş yuvaları bulunurdu. Oralarda hayvan güderken, mısır kazarken, fındık toplarken her zaman açık olan kapısından girer, içinde oyun bile oynardık. Yürürken tahtaları gıcırdardı. Köylüler onun avlusundaki çimenlikte bayram kutlamaları yapar, çeşitli oyunlar da oynardı. Börek kapmaca, “kale kale” bu eğlencelerin en ünlüleriydi. Köyün camisi, yapısındaki sadeliği, dışındaki atmosferiyle köylülerin ayrılmaz bir parçasıydı. Onlar kendilerine göre bir cami yapmışlar ve onu sevmişlerdi.
Ankara’da oturduğumuz bir tarihte annem bizi ziyarete geldi. Bir çiftçi karısı olan, okuma yazma bilmeyen annem çok dindar bir kadındı. Kendisinin ve çocuklarının ileri yaşlarında bile, onlara beş vakit namazlarını kılmalarını telkin ederdi.
Evimiz Kocatepe Camii’nin hemen yanındaydı. Cami ibadete yeni açılmıştı. Hoşuna da gideceğini düşünerek onunla birlikte camiyi gezdik. Sütunlara, kubbeye ve diğer müştemilata (eklentilere) dikkatle baktı. Eve döndüğümüzde:
— Camiyi nasıl buldun? diye sordum. Övgü dolu sözler duyacağımı sanıyordum.
— Beğenmedim! demez mi?
Nesini beğenmemişti acaba? Mimarisini mi? Akustiğini mi? Caminin ne kusuru vardı? Bu cami için dünyanın parası ödenmiş,
Ankara’nın her yerinden görünsün diye de Kocatepe’ye dikilmişti. Büyük bir törenle de açılışı yapılmıştı. Annem dedi ki:
— İbadet etmek için bu kadar büyük bir yapıya, dünya kadar masrafa ne gerek var?
Onun bu sözü bana halk İslamlığı ile hâkim sınıfların İslamlığı arasındaki farkı daha yakından düşündürdü.
Halk dediğimiz köylüler, işçiler, emeğiyle geçinen, toprakla uğraşan insanların Allah’ı, yoksulların, çaresizlerin koruyucusu,
yolda kalanın imdadına yetişen, zalimleri cezasız bırakmayacak bir hâkimdi. Zalimler bu cezalarını dünyada değilse bile öteki dünyada kesinlikle çekeceklerdi. Çocukluğumda köyün yoksul çocuklarından “Yarın ahrette zenginler cehenneme, fakirler cennete gidecekler..” dediğini hatırlıyorum.
Selâtin camileri bilindiği gibi sultan ailesine mensup olanların yaptırdığı camilerdir. Bu camilerin harcında emekleri yağmalanmış binlerce insanın alın teri, gözyaşı ve kanı vardır. Her birinin giderleri, Saltanat mensuplarının bir gün bile emeğini içermez. İstila edilen yerlerden yağmalanan zenginlikler, yıllık bilmem şu kadar bin veya milyon altına bağlanan haraçlar, köle olarak getirilip çalıştırılanların emekleri vardır. Anadolu köylüsünden alınan vergiler de buna dâhildir.
Padişahlar bu görkemli ibadethaneleri niçin yaptırmışlardır? Kuşkusuz ki, kendi saltanatlarının gücünü ve devamını sağlamak için. Onların savunduğu İslam, zulmü, sömürüyü, köleleştirmeyi meşru ve şart görüyordu. Onlar, bu düzenlerinin Allah tarafından emredildiğini, yağma seferlerini Allah için yaptıklarını ileri sürüyorlardı. Tarihçiler sultanlardan söz ederken “Cennetmekân” ifadesini kullanırlardı. Koskoca Padişah cehenneme gidecek değildi herhalde! Zaten bu dünyada sıradan halk için yasaklanmış bir ortamı saraylarında da kuruyorlardı. İçki, kadın onlar için yasak değildi.
Selâtin camileri, Osmanlı devleti zamanında “Yüksek” sanatın da bir örneğidir. Mimarlar, devletin emrindeydiler. Nef’inin,
Baki’nin, Nedim’in şiirleri de bu yüksek kültürün örnekleridir. Fakat halk da kendi sanatını kilimlere dokumaktan, Pir Sultan’ın, Karacaoğlan’ın dilinden, anonim türkülerle ifade etmekten geri kalmadı.
“Selâtin Camileri” özentisi bende bu duyguları uyandırdı. Ben annem gibi köyün küçük ahşap camisini daha çok sevdim…
Bu duygularımın kökeninde bir sınıfa bağlılık yatıyor. Emekçilerin tanrısı bile zalimlerin tanrısından çok farklıdır.
(22.07.2012)