Günlük arşivler: 1 Ekim 2012

SELÇUK EREZ : Nükleer bir kaza

Dostlar,

Selçuk Erez hoca gene ince mizah yeteneği ile Türkiye’de olabilecek olası bir nükleer kaza sonrasını dikkatimize getiriyor..

Kara mizah örneği ve çok acı bir kitlesel bedel..

Bu kültür, bu bilim terbiyesi, bu dinci eğitim ile bir ülkede başka ne olabilir ki ?

Türkiye aklını başına almalı.

Türkiye Nükleer Güç Santralı yapımından vazgeçmeli..

Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeliyiz.

Enerji tasarrufu ve nüfus planlaması yapmalıyız.

HER AİLEYE 1 ÇOCUK..

gibi önlemler öncelik almalı..

Bu konuda sitemizde daha önce yayımladığımız birkaç yazımız ve kapsamlı bir power point sunumumuz oldu..
Fukuşima ve Çernobil hakkında da dosyalarımız var..
Eh artık 6. ayına giriyor sitemiz.
Dosya koleksiyonu 1050’ye yaklaşıyor.
Epey varsıllaştı..

Yaşamda en gerçek yol gösterici akıl ve bilimdir; imam ve hatipler değil!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 01.10.12

Dr. Ahmet Saltık
NÜSED Üyesi
www.ahmetsaltik.net

NÜSED : Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre İçin Sağlıkçılar Derneği
(International Physicians for the Prevention of Nuclear War – IPPNW
=====================================================================

Prof. Dr. SELÇUK EREZ

Nükleer bir kaza

www.selcukerez.com
Cumhuriyet Pazar Dergi 30.09.2012

Kanallarda FLAŞ, FLAŞ: Güzelce Nükleer Santralı’nda patlama!
Haberci ışın geçirmeyen giysiler giymiş, kafasına eski dalgıçlarınkini andıran başlık geçirmiş, bakanla telefonda konuşuyor:

Nükleer patlama (Fotoğrafı biz ekledik.. Dr. Ahmet Saltık)

– Üç ölü varmış. Müdür ve elli görevli hastanelere gönderilmiş. Sabotaj diyorlar.
– Sabotaj değil kaza. Hindistan’da da Pakistan’da da oluyor. Takdiri ilahi!.

Yine FLAŞ FLAŞ: Reaktörün müdürü, her türlü müdahaleye rağmen maalesef…
Ekranda müdürün evi. Komşular kapıda, eşi, babası ağlıyorlar.

Uzay kıyafetli haberci, Arçelik robotuna benzemiş:

– Müdür bu konuları pek bilmiyormuş.
– Nasıl olur? Rahmetli yerbilim uzmanıydı. İmam-hatipten sonra açık üniversitede okumuş ve Rusya’da bir ay kurs görmüştü.
– Rusça biliyor muydu ?
– Tercümanı vardı.

Reytingi düşük bir kanalın sadece motosiklet kaskı giymiş habercisi bakanla telefonda konuşuyor. Konuşurken ağzıyla cep telefonu arasında kolonyalı mendil tutuyor:

– Radyoaktif sızıntı varmış? Çevredeki köylüleri başka yerlere taşıyacak mısınız?
– İsteyen gitsin. Bakın 1986’da Çernobil patladığında Karadeniz kıyılarımızda kanser olguları artmıştı ama bugüne kadar bu artışla patlama arasında kanıta dayalı bir bağlantı saptanamamıştır.
– Gerekli araştırma yapılmış mıydı?
– Tüpütak (TÜBİTAK) bu konuda hâlâ çalışmaktadır.
– Danıştay, yürütmeyi durdurma kararı aldığı halde bu santralı neden açtınız?
– Danıştay’ın kararına uyduk: “Bugüne kadar yürüten yürüttü,” dedik birbirimize, bundan sonra Danıştay’ın dediğini yapalım, artık burada kimse bir şey yürütmesin! Hastaneye götürülenler radyasyondan korunmaları için yoğurt yedirilmiş çocuklardır. Bunlar ışından değil yoğurttan zehirlenmişlerdir.
– Peki, bu sabah balıkçılar santralın önünde üç kafalı balıklar avlamışlar.
Bunlar da mı yoğurttan?
– İki tanesini incelemesi için Tüpütak’a yolladık.
– Sorumlular kim? Kılıçdaroğlu, “Bakan istifa etsin!” diyor.
– PKK ağzıyla konuşuyor! Farkında değil: Suçlu birkaç saat önce yakalandı:
Rus tercümandır. Broşürü yanlış çevirerek Müdürü yanılttığı anlaşılmıştır. Ergenekon’la bağlantısı araştırılıyor.
– Öneriniz?
– Güzelceliler çocuklarını ve tavuklarını beş gün içerde tutsunlar. Beş gün sonra bahçenizdeki sebzeleri yiyebilirsiniz; ancak hela çukurlarınızın duvarlarını en az
1 metre kalınlığında çimento ile güçlendirmeniz ve tuvalete her gidişinizde,
orada kalanın üstüne iki kat beton dökmeniz gerekir.

Onur Öymen: Özgür Suriye Ordusuna destek vermek doğru mu?

Onur Öymen
Özgür Suriye Ordusuna destek vermek doğru mu?

Birleşmiş Milletler, Uluslararası Suriye Bağımsız Araştırma Komisyonu Başkanı Paulo Pinheiro, yaptığı son açıklamada Suriye Hükümetini ağır insan hakları ihlallerinde bulunmakla suçladıktan sonra muhalif silahlı grupların da cinayet, yargısız infaz ve işkence gibi savaş suçları işlediğini bildirdi.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Navi Pillay de Hükümet kuvvetlerinin sivil yerleşim merkezlerine saldırılarını kınadığını, ancak silahlı muhalif grupların da adam kaçırma ve işkence gibi insan hakları ihlallerinde bulunduğunu söyledi.

Türk Hükümeti şimdiye kadar Esad yönetiminin sivil halka saldırılarını kınadı ama silahlı muhalif grupların işledikleri cinayetlere değinmedi. Hatta Başbakan dün, Suriye’deki muhalif gruplara lojistik destek sağlandığını söyledi.

Silahlı muhalif Gruplardan biri olan Özgür Suriye Ordusu üç gün önce yaptığı açıklamada karargahını Türkiye’den Suriye’deki kurtarılmış Bölgelere taşıdığını bildirdi. Demek ki, şimdiye kadar bunların karargahı Türkiye’deymiş!

Anayasamız ve yasalarımız yabancı silahlı grupların Türkiye’de karargah kurmalarına izin veriyor mu? Bu izni hangi makamdan almışlar? Her halde muhalefet partileri bu soruları soracaklardır.

Türkiye insan haklarını ihlal eden, cinayet işleyen, işkence yapan hiçbir grubun destekçisi ve koruyucusu olamaz.

Hele Birleşmiş Milletlerin bu açıklamaları ortadayken bu konuda daha da dikkatli olmak zorundadır. Unutmayalım ki, Özgür Suriye Ordusunun karargahını taşıdığı “Kurtarılmış Bölgelerin” çoğu PKK’nın uzantısı konumundaki PYD’nin denetimindedir. Başbakanın dünkü televizyon programında PKK’yı desteklemekle suçladığı ülkelerden biri olan Fransa, bu kurtarılmış bölgelerin güvenliğinin Birleşmiş Milletler tarafından sağlanmasını önermiştir.

Türkiye kanlı ve acımasız bir iç hesaplaşmaya dönüşen bu çatışmalara sürüklenmemeli ve Türkiye’nin güvenliğini de tehdit eden bir oyunun parçası olmamalıdır.

Sevgiler, saygılar.
28.9.12
Onur Öymen

Bekir Coşkun; Aklın Arkadan Geleni..

Aklın Arkadan Geleni…

Kenan Evren’den hesap sormak:

32 yıl sonra…
Özal’ın zehirlenip zehirlenmediğine bakmak:
19 yıl sonra…
Ecevit nasıl öldü?
6 yıl sonra…

*
Sivas sanığı hakkında tutuklama kararı verilip de kırmızı bültenle aranması:
19 yıl sonra…
*
İzmir’i kim yaktı?
80 yıl sonra…
*
Dersim…
75 yıl sonra buldular suçluyu…
O arada milli kahramanımız Sabiha Gökçen’in adını uluslararası hava meydanına verdikleri için, neyse ki silemediler…
Ama Muğlalı Paşa’nın “suçlu” olduğunu öğrenip adını askeri kışladan kaldırdılar…
68 yıl sonra…
*
Sarıkamış…
Destan değil katliam olduğundan şüphelenilmesi:
98 yıl sonra…
*
Nâzım Hikmet’in vatan haini olmadığının anlaşılması:
49 yıl sonra…
Sabahattin Âli’nin katilinin araştırılması:
64 yıl sonra…
Onun için belki peşin söyledi:
“Aldırma gönül aldırma…”
*
1 Mayıs’ın İşçi Bayramı olduğu:
120 yıl sonra…
*
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının suçsuz, günahsız yere idam edildiklerinin devlet tarafından anlaşılması:
40 yıl sonra…
Erdal Eren’e TBMM kürsüsünden ağlamaları:
32 yıl sonra…
*
Mardin’in kimse tarafından işgal edilmediğinin anlaşılması ve kurtuluş günü kutlamalarından vazgeçilmesi…

21 Kasım “Mardin’in düşman işgalinden kurtuluş” günü olarak kutlanıyordu…
Vali “İşte yiğitler diyarı, düşmanı önüne katmış da kovalıyor, kahraman Mardin efeleri…” diye konuşma bile yapıyordu…

Temsili kurtuluş sahnesi de yaptılar…
Demek birisi “Hangi düşman” diye sorunca…
Anlaşıldı ki düşman zaten gelmemiş…
“Kurtuluş” kutlamalarından vazgeçildi:
91 yıl sonra…
*
Pekiii…
Bugünlerde başına gelenleri ne zaman anlayacaksın?..
Aklın başına ne zaman gelecek?..
Ne zaman gülüm?..

Doğu Perinçek : Halkı horozlar uyandırmaz

Halkı horozlar uyandırmaz

Doğu Perinçek
Aydınlık, 30 Eylül 2012

Merakla izliyorum Osman Özbek generalimizi.

23 Eylül 2012 Pazar günü Ulusal Kanal beyazcamından “Milletimiz artık uyanmalı” diye alışılan çağrısını yaptı.

Halkı kim uyandırır ?

Millet, çağrılarla uyanmaz Sayın Komutanım.

Millet uyandırılır.

Millet, örgütle uyandırılır, Partiyle uyandırılır.
Şöyle bir dünya tarihine bakalım, kendi tarihimize bakalım. Kendiliğinden uyanmış bir millet var mı? Bireysel çağrılarla yerinden doğrulan bir halk görülmüş mü?
“Uyan Yâr” diye Yukarı Fırat havzasında olağanüstü bir maya vardır. En güzel Zülküf Altan söyler.

Sevgiliyi karşı yamaçlardan veya balkonunun altından “Uyan yâr” diye seslenerek uyandırabiliriz. O yâri hatta horozlar bizden önce uyandırmış da olabilir.
Ancak halkı horozlar uyandırmıyor; örgütler uyandırıyor; siyasal partiler uyandırıyor.

Uyandırmak nedir?

Çünkü halk için uyanmak, bir işe uyanmaktır, hayatı değiştirmeye kolları sıvamaktır.
O nedenle halk, ancak o işe önderlik edecek örgütün çağrısına ikna olur. Tarihte bütün uyanışlar, yedi iklimde böyle olmuştur.

Uyan çağrısı, hayatı değiştirelim çağrısıdır, uygulamaya yönelik bir çağrıdır.
O zaman o uygulamanın aracını millete göstereceksiniz.
Yani Arşimet gibi bir manivelanız olacak ki, dünyayı yerinden kaldırasınız.
O kaldıracı, o örgütü göstermeden, halkı uyandıramazsınız.
Halk, toplumun siyasal iktidar mevzisinden değiştirildiğini biliyor.
Halkı bugün, “sivil toplum kuruluşu” diye adlandırılan dernekle, cemiyetle iktidar mücadelesine seferber edemezsiniz.

O nedenle biricik uyandırma aracı, siyasal partidir.

Bunu en iyi askerlerin anlaması gerekir.

Mangalar, takımlar, bölükler, taburlar, alaylar, tugaylar, tümenler halinde örgütlenmeyen ve piyade, topçu, istihkâm, levazım, hava ve deniz kuvveti diye sınıflandırılmayan bir ordu, nasıl savaşamazsa, halk da örgütlenerek siyasal mücadeleye seferber edilir.

Halkı harekete geçirecek olan işte o örgüttür; daha doğrusu partidir.
Önüme hangi örgütle hangi kişi koyuyorsunuz?

E. Tümg. Osman Özbek, sevdiğim, saydığım, mert, cesur, birikimli bir aydınımızdır.
Elinde demir asa, ayağında demir çarık gitmediği yer kalmadı.

Banu Avar da öyledir.

Gider ve millete “uyanın” derler.

Millet ise, içinden “Peki uyandım, benim önüme hangi teşkilâtla, hangi görevi ve hangi işi koyuyorsun” diye kendi kendine konuşur ve coşkulu söylevi alkışlar.
Yalnız E. Tümg. Osman Özbek değil, konferanstan konferansa koşan nice aydınlarımız var.

Sonra bu milletin büyük yazarları var.

Hepsi tek at tek mızrak uyan çağrıları yapıyor ve nerdeyse her gün “Bu millet niçin uyanmıyor” diye yazıklanıyorlar.

Peki sen niye örgütlü değilsin?

Örneğin çok sevdiğim, çok değer verdiğim Oktay Akbal ağabeyim, Bekir Coşkun, milletin uyanmayışından en çok acı çeken yazarlarımızdandır.

Millete uyan çağrısı yapan aydınlarımız, haklarını yememek gerekir, “örgütlenin” nasihatinde de bulunuyorlar. Hep aklıma gelmiştir.

Onların konuşmalarını dinleyen, yazılarını okuyan insanlar, içlerinden “Peki sen niye örgütlü değilsin” diye sormuyor mu?

Yani partileşmek, ayak takımına gereklidir de Oktay Akbal ve Bekir Coşkun’a gerekli değil midir?

Halka örgütlenin öğüdü verenler, kendilerini bu öğüdün üstünde mi görüyorlar?
Halkı örgütleyenler önce kimi örgütledi?

Milleti uyandıranlara, halkı örgütleyenlere bakalım, önce kendilerini örgütlediler ve o örgütle halkı uyandırıp örgütlediler ve harekete geçirdiler.

Halkın öncüsü, halkı örgütlemeye kendisinden başlar.
Namık Kemal ve arkadaşları, Belgrat Ormanlarında Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ni (ilk adı
İttifakı Hamiyyet) kurmasalardı, milleti kim, nasıl uyandıracaktı ve örgütleyecekti?
O genç devrimciler Askeri Tıbbiye’nin bodrumunda İttihat Terakki’yi kurmasalardı, 1908 Hürriyet Devrimi’ni kim, hangi milletle yapacaktı?

Mustafa Kemal Paşa, niçin Müdafaai Hukuk Teşkilâtına katıldı?

Çünkü milleti uyandırmanın çağrılarla olmayacağını biliyordu.

Sivas Kongresi’nden sonra yapılan Heyeti Temsiliye toplantısının 13 gün süren müzâkere tutanakları, İstiklâl Savaşı’nın başarı sırlarını verir.
Orada Mustafa Kemal Paşa, kurulan Millî Teşkilâtın iktidar hedefli bir siyasal parti olduğunu ısrarla vurgular
(Bkz. Atatürk’ün Bütün Eserleri, c. 5, s. 163 vd, 182 vd, 197 vd, 212 vd, 242 vd, 250 vd, 273 vd, 291 vd, 300 vd).

Milleti o Teşkilât uyandırmış, örgütlemiş ve seferber etmiştir.

Aydın tanımı

Partili olmak, yalnız uyandırma yeteneği değil, aynı zamanda aydın tanımıdır.
Mustafa Kemal Harbiye sıralarından başlayarak İhtilâl örgütü üyesiydi.
Vatan ve Hürriyet, İttihat ve Terakki, Müdafai Hukuk, Cumhuriyet Halk Fırkası içinde örgütlü mücadele, Atatürk’ün genç zabitlikten son nefesine kadar siyasal hayatının özetidir.

Ve kendi parti üyeliğini, Cumhurbaşkanlığından daha önemli gördüğünü de ifade etmiştir.
Partili olmak, hayata müdahale için biricik konumdur.

Bu nedenle Lenin ve Gramsci aydını, sınıfların öncü kesiminde yer alma eylemiyle, partili olmakla tanımlamışlardır.

Uyandırma Servisi

Fikret Otyam, gazetecilerin piri, bu toprakların ressamı ve Partili.

Prof. Dr. Özdemir Nutku, tiyatromuzun kıdemlisi ve teorisyeni, hem Shakespeare’i Türkçeye kazandırdı, hem Partili.

İrfan Yalçın, Türk romanının ustalarından ve Partili.

E. Tuğg. Servet Cömert, E. Korg. Yaşar Müjdeci E. Kur. Alb. Cemalettin Korkut ve E. Tuğg. Noyan Umruk; vatan görevine Partide devam ediyorlar.

Hayati Asılyazıcı, tiyatro eleştirmenlerimizin kıdemlisi ve Partili.

Osman Şahin, sonsuza yürüyen hikâyeci ve Partili.

Sarper Özsan, müziğimizin ustalarından Parti üyesi.
Levent Kırca, tiyatromuzun ustası ve yüz akı. “Kararım karardır” diyor.

Hüseyin Haydar, zor günlerin usta şairi ve Partili.

Ve Öner As’ın pusulası:

Değerli Başkanım,

1962-65 senelerinde tam 36 ay askerlik yaptım.
19 Mayıs günü Partimize katılarak,bundan böyle ASKERLİĞİME, PARTİMİZDE devam kararı aldım. Kadıköy Şubesi askerliğimi kabul ettiler,
Çok mutluyum. Saygılarımı kabul etmenizi rica ederim. Öner AS

Türkiye halkını Uyandırma Servisi, İşçi Partisi’dir.

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski : Suç ve Ceza

(Rusçası: Преступление и наказание)

Yorumsuz..

YAPIT HAKKINDA:

Suç ve Ceza, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’nin en güzel yapıtlarından biridir. Romandaki ana düşünce, “başkalarına karşı işlenen suçun cezası mutlaka çekilir” esasına dayanmaktadır. Rusya’nın büyük kentlerinden birindeki yoksul halkın yaşamı dile getirilmektedir.

Bu romanını paraya duyduğu gereksinim nedeniyle yazdı. Yapıtı yazmaya başladığı zaman karısı ağır hastaydı. Karısının başucunda beklerken bu şaheserini yarattı. İlk kez 1886 yılında yayımlandı. Romanın kahramanı Rodion Raskolnikov’un Rus Faust’u olduğunu söyleyenler vardır. Ortak yönleri ikisinin de yoksul öğrenci; gururlu ve ihtiraslı olmalarıdır. Her ikisi de üstün zekalarından ötürü duydukları gururla suç işlerler. Kendilerine bağlı bir kadının aşkı ile doğru yolu bulurlar.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 01.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Rıza Güner : KEŞKE BÜYÜKLERİMİZ BİLSEYDİ!..

KEŞKE BÜYÜKLERİMİZ BİLSEYDİ!..

Rıza GÜNER

Din üzüme, Şeriat şaraba, Engizisyon, afyona eroine benzer… Hz. Ali’ye göre Halifelik de; Allah’ı, Peygamber’i, küçümsemekten doğan bir ruhsal bozukluk; devletin ve milletin mutlaka korunması gereken bir ruh hastalığıdır!..

İslam; Mitolojisi, efsaneleri, hikayeleri oluşmadan, en büyük kahramanları hayattayken, Peygamberi, “Abdullah’ın yetimi,” diye küçümsenirken, Allah’ı, “Abdullah’ın yetiminin Allah’ı” diye küçümsenirken; on üç yılda devlet düzeni haline geldi.

Bu nedenle; “İslam’a gerçekten inananlar oldu, İnanmış gibi görünenler oldu!..” (Hz. Ali)

Hz. Muhammed’den sonra; İslam’a gerçekten inanlar “Velayet Davası’nı,” inanmış görünenler de “Hilafet Davası’nı” savundular… İki taraf arasındaki savaşı, İslam’ı iktidar ve ikbal kapısı haline getirmek isteyen Halifelik taraftarları kazandılar… Böylece, İslam’ın yönetimi, inanmış gibi görünenlerin eline geçti.

Bu nedenle de; İslam Tarihi, ikiyüzlü yöneticilerin tarihi oldu. İslam Ülkeleri, ikiyüzlü yönetimlerle bugüne geldi. Osmanlı’nın dışında; hiçbir İslam ülkesi, bu dünyanın devleti olamadı; gerçek anlamda sosyal, siyasal ve askeri bir sistem kuramadı. “Peygamber Ocağı” denilen ilkel asker ocaklarından başka ordu da kuramadı.

Selçuklulardan sonra Anadolu’da, 17 Beylik kuruldu. 16’sı Sünniliğe göre; biri Aleviliğe göre… Aleviliğe göre kurulan küçücük Osmanlı, büyüdü, koca Osmanlı İmparatorluğu oldu. Diğerleri, Engizisyon baskısı altında kalarak tarihten silindiler.

Kuruluş felsefesi Alevilik olduğu için; Osmanlı, dine ve inanca karışmadı!.. Şeriat çalışmalarını gerektiğinde yasakladı, Engizisyon çalışmalarını sürekli olarak yasakladı. Halifelik çalışmalarını ise; hem yasakladı,
hem de yapılabilirlik koşullarını ortadan kaldırdı.

Bir İslam ülkesinde Halifelik çalışması yapılamazsa; Engizisyon çalışması yapılamaz. Engizisyon çalışması yapılmazsa, Şeriat çalışması da yapılmaz.

Hz. Ali, Halifelik Makamını işgal ederek kimsenin gerçek anlamda Halifelik yapmasına izin ve fırsat vermedi.. Osmanlı Padişahları, bunu bir kural haline getirdiler; Halifelik adına bir tek söz söylemediler, bir tek iş yapmadılar… Ve Halifeliği fiilen ortadan kaldırdılar.

Osmanlı’da, gerçek anlamda Halifelik yapılmadığı için. Müçtehit İmamlığı; Müçtehit İmamlığı yapılmadığı için Tarikat Şeyhliği, Tarikat Şeyhliği yapılamadığı için, Müftülük yapılamadı. Din faaliyeti, Camide, imamın bildiğini okumasıyla sınırlı kaldı…

Halifeliğin Osmanlı’da olduğu dört yüz yıl ve bütün Osmanlı Tarihi boyunca; Halifelik yapılmadı, Müçtehit İmamlığı yapılmadı, Şeyhlik yapılmadı, Müftülük yapılmadı!.. Yalnızca imam bildiğini okudu. İmamın bildiğini okumasından, devlet ve millet zarar görmedi… Ve Osmanlı bu dünyanın devleti oldu.

Türkiye ise; bu dünyanın devleti olamadı. Dini; Şeriat’la, Engizisyon’la, Halifelikle bir tuttu… Ve bir Cennete Adam Gönderme Bürosu oldu… (5 Mart 2010)

Türker Ertürk : Kahlenberg..

Türker Ertürk
Kahlenberg
29 Eylül 2012, İLK KURŞUN

Geçen Salı günkü yazımda size Suriye konusunda düzenlenen bir panele katılmak için Viyana’da olduğumdan bahsetmiştim. Bugünkü yazımdan ise size burada bulunuyor olmamı fırsat bilerek Avusturya ve başkenti Viyana hakkında ilginizi çekeceğini düşündüğüm bazı bilgiler vermek isterim.

Tarihte Germen İmparatorluğu’nun bir parçası olarak kurulan, daha sonra Habsburg Hanedanı’nın başa geçmesi ile büyüyen ve 15. Yüzyılda Avrupa’nın ve Hıristiyanların en güçlü devleti haline gelen Avusturya, Osmanlılara karşı ardı arkası kesilmeyen saldırılara liderlik etmiştir.

Osmanlı Devleti’nin batı komşusu olan Avusturya 1867’de Macaristan ile birleşerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu kurdu. I. Dünya Savaşı’nda müttefikimiz olan Avusturya-Macaristan savaş sonunda yenilgi üzerine parçalandı. Savaştan Macaristan’ı kaybederek ve küçülerek çıkan ve Cumhuriyet haline gelen Avusturya, Almanya ile birleşmek istemesine rağmen galip devletler buna müsaade etmediler.

Avusturya II. Dünya Savaşı’nda Hitler tarafından Almanya’ya katıldı. Savaş sonunda Almanya’nın yenilmesi üzerine Avusturya, ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere ve Fransa tarafından işgal edildi. 1955’de bu ülkelerle bir antlaşma yapıldı. Buna göre; Avusturya hiçbir devletle birlik kuramayacak ve bir siyasi bir bloka dahil olamayacaktı. Bu şartlarda bugünkü Avusturya Cumhuriyeti kurulmuştur.

Resmi dili Almanca olan Avusturya’nın nüfusu 8,3 milyon, yüzölçümü ise 83.858 km²’dir. Bugün bu ülkede 300 bin Türk yaşamaktadır. Türkler Avusturya’da yaşayan yabancılar içinde en büyük grubu oluşturmaktır. Özellikle Viyana’da nereye giderseniz gidiniz mutlaka bir Türk’e rastlamanız mümkündür.

Avrupa’da Irkçılık tırmanışta

Avrupa’daki ekonomik daralmadan ve artan işsizlikten Avusturya’da yaşayan Türkler epeyce etkilenmişler. Türkler arasındaki işsizlik her geçen gün daha fazla artmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri insanlarımızın eğitimsiz olması ve yeterince vasıflı olmaması.

Avusturya’da artan işsizlik yabancı düşmanlığını beraberinde getirmiş. Yabancı düşmanlığının en fazla hedef aldığı grup Türkler! Irkçılık Avrupa’da tarihsel kökeni olan eski bir hastalık. Yaşanan ekonomik zorluklar ve işsizlik bu hastalığın yeniden nüksetmesine neden olmuş. Yabancılar içinde en fazla nefret edilen ve horlanan kesimin Türkler olmasının birçok nedeni var ama en başta geleni hiç şüphesiz tarihi geçmişimizdir.

Viyana’ya gidip de geçmişte atalarımızın burada bıraktıkları izleri sürmemek ve onları görmemek yanlış olurdu. Biliyorsunuz Türkler Viyana’yı iki kez kuşatırlar ama ikisinde de başarısız olurlar. Birincisi 1529’da Kanuni Sultan Süleyman tarafından ikincisi ise 1683’de Padişah IV. Mehmet zamanında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından. Özellikle ikicisinde bazı hatalar yüzünden başarının ucundan dönülmüştür.

II. Viyana kuşatmasını yenilgiye dönüştüren 12 Eylül 1683’de yapılan Kahlenberg diğer adıyla Almandağı savaşının yapıldığı araziyi gezme fırsatını buldum. Türklerin kuşatma sırasında Kahlenberg tepesi yamacına kurduğu garnizonun yerini inceledim. Daha sonra Viyana Askeri Tarih Müzesi’nde kuşatmadan geriye kalanları görmek şansını yakaladım. Ayrıca müzede Lehistan (Polonya) Kralı Sobieski’nin Leh, Alman ve Avusturya birliklerinden oluşan 25 bin kişilik orduyla Kahlenberg tepesine arkadan çıkarak yamaçlarda tertiplenen Türkleri arkadan nasıl baskına uğrattığının savaş planlarını inceledim.

Sevgili okurlar,

Kırım Hanı Murat Giray’ın Tuna nehri kuzeyinden Sobieski komutasında gelen yardımı önlemekte yetersiz kalmasını yenilginin nedeni olarak göstermenin başarısızlığa ve yapılan hatalara mazeret aramak olduğunu düşünüyorum.

Osmanlı değil Türk

Kahlenberg tepesi yamaçlarına konuşlandırılan ordunun baskına uğramaması ve iki ateş altında kalmaması için yeterince emniyet tedbiri alınmamıştır. Başarı ayrıntıda gizlidir. Başarısızlığın diğer bir nedeni de kuşatmanın komutanı olan Merzifonlu’nun şahsi ihtirasları, ganimet paylaşımı nedeni ile Viyana’yı teslime zorlamak istemi ve kesin sonuçlu öldürücü darbeyi vurmakta gecikmesidir.

Osmanlı yerine hep Türk ifadesini kullanmam mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Bu benim seçimim değil, Avusturyalı tarihçilerin tercihi. Buradaki kayıtlar hep bu şekilde. Avusturyalıya göre Osmanlı ordusundaki Boşnak, Rum, Arnavut, Arap, Makedon, Karadağlı Türk’tür. Ve karşılarında Türk ordusu vardır.

Viyana’da en çok horlanan yabancı Türk’tür ama çok sevilen yabancı ise Polonyalıdır. Bunun tarihsel derinliği vardır. Viyana kuşatmasında tam 300 yıl sonra 12 Eylül 1983’de Polonyalı Papa II. Jean Poul Kahlenberg’e gelir burada bulunan kilisenin duvarına Türkleri buradan nasıl kovduklarının nişanesini çakar.

Hiç unutmam, 1999’da Polonya Dışişleri Bakanı Roma’da bulunan NATO Savunma Koleji’nde ülkesini tanıtmaya çalıştığı brifingde “Bizi NATO’ya almak zorundasınız sizi Türklerden biz kurtardık.” demişti. Aynı argüman Avrupa Birliği’ne girmek için de kullanıldı.

Gerçekten de Avrupalıları birleştiren ve bugünkü Avrupa Birliği’nin kurulmasına kadar giden gelişmelerde Türklere karşı verilen mücadelenin ve bunun tabii sonucu olan Türk düşmanlığının çok önemli bir yeri vardır.

Şimdi siz bu birliğe girmek için kapıda beklemeyi, meleşmeyi, yalvarmayı ve çıkarlarımızla çelişen nasihatleri dinlemeyi içinize sindirebiliyor musunuz?

İVAN DENİSOVİÇ ŞART DEĞİL..

Dostlar,

Değerli meslektaşım Sevgili Yıldırım Beyatlı Doğan’ın enfes bir denemesini daha sunuyorum.

İnsan duyarlığı ile hece hece, bilgece örülmüş..

“İVAN DENİSOVİÇ ŞART DEĞİL:
BENİM HAYATIMDA BİR GÜN: ÖRNEĞİN YARIN ÖRNEĞİN PAZAR GÜNÜ”

Keyifli okumalar..

Teşekkürle sevgili Yıldırım ve lütfen devam..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 01.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================================

Prof. Dr. Yıldırım Beyatlı Doğan

İVAN DENİSOVİÇ ŞART DEĞİL

İVAN DENİSOVİÇ ŞART DEĞİL:
BENİM HAYATIMDA BİR GÜN: ÖRNEĞİN YARIN ÖRNEĞİN PAZAR GÜNÜ

YILDIRIM B. DOĞAN

Bu hafta zor geçti. Bu bahar haftalar zorlu ve zor geçmeye başladı. Görüp göreceğin
bu bahar!

Gördüğün baharları öylesine bitirdin. Değerini bildin sanki!
Zor geçerse günlerin; sona doğru yaşayacağın zorluk/lar her gününü ilkyazın torbasından düşmüş bir gün olarak ve ‘hak etmediğin bir buluntu’ olarak yaşarsın.

Dertli görünen bu satırlar iç sesim. Kaderin benimle konuştuğu iddiasında değilim.
Hem konuşacak olsa konuşmak üzere seçeceği en son kişi ben olurdum. Ben olsam öyle yapardım.

Ersin’i öldürdüler. Başka bir arkadaşım dayak yedi. Bir başkası hakaret ve tehdide uğradı. Tehdit, bugünlerde her birimizin birinci dereceden zorunlu akrabası oldu. Bizimle yatıp kalkıyor. Nesebi meşkûk (taşıdığı dölün kalıtsal izi sürülemeyen hukuksal bir terim) olmasına karşın tehdit, her birimizle akrabalık ilişkisi- hem de birinci dereceden, kan akrabalığı- tesis etmeye çalışıyor. Bizimle yaşasın, ruhumuzdan eksik olmasın istiyor! Kim bilir kimlerin işine yarıyor! Neden mi? Şer ustası post-modern züppelerin, iktidar olma adına birincil tercihi, hekimle tehditle kurduğu yakın bağdır. Tehdit ürküntü yaratır. Beden ısısına karşın insan ruhu dona kalır. İktidar olma hırsı demem hükümet olma ile sınırlı değil. Her türlü oligark pislik, tanımladığım durumun doğrudan sorumlusudur. Ne olursa olsun:

Diploması hekim; unvanı şef, profesör; yola erken çıktığı var sayılarak kıdemlenen dolayısı ile eskiliği ediminin sorgulanmasına engel kabul edilen dokunulmazlık atfedilen ve benzeri daha binlerce çürük yumurta! Örgütlerin hiç uyanmayan ama sürekli erken kalkan havasında ortalığı gürültüye boğan kıtıpiyos ibibikleri. Aynı sepette birbirlerinin kokularına alıştılar ama adam gibi adama, alnı ak olduğu için diploması ak olan hekimlere alışamadılar. Ivan Denisoviç’ in hayatındaki bir gün ile onların erk peşinde koşarken eskiyip hortladıkları her gün birbirine benzer mi bilmiyorum. Bu aralar günlerimin zor ve zorlu geçmekte olduğunu biliyorum.

Ersin ‘in ardından kesilmeyen öksürüğüm, konuşmamı olanaksız kılıp ta işimi yapamaz hale gelince doktora gittim. Ve o an; hayret, şimdi yalnızca duyar gibi yaşıyorum. İlk seferinde duyar duymaz öldüğümü hissetmiştim. “ Önce bir akciğer çekilsin. Ardından göğüs tomografisi. Tamam çekildi. Ama şimdi sonuçlar PACS sistemi içinde –rapor olmaksızın- doğrudan bilgisayar ortamına düşüyor. Bakar mısın? Baksan ne anlayacaksın? O zaman bakacak birini olacaksın. Ama bunu anladığın anda mesai zamanı tükenmiş oluyor. Ertesi günü bekleyeceksin. Ne kadar süre var? Kalan sürede sinopsisini yazdığın beş romandan hangisini bitirebileceksin. Dosya olarak bitmiş diğer çalışmalarından hangileri öncelikli? Ya eksikliği seni daraltacak, öngörmene, çabalamana karşın gerçekleşmeyen karşılaşmalar, nereyi tavaf edeceksin; hangi kenti, hangi durumu, hangi zamanı, hangi şarkıyı hangi şiiri ve hangi duyguyu? Hangi acıyı, hangi öfkeyi?
Yanıt yok. Bekleyeceğim. Bekledim. Zatürree imiş. İlaçlarımı alıyorum. Canlılığı harfleri, sözcükleri koşturan anlamları tık nefes bırakan duygularımı tımar ediyorum.

Ne zaman kadar? ‘Sana bir tomo çekelim. Sigarayı gerçekten içmiyorsun değil mi?’ özlü sözünü duyacağım zaman kadar.

Dedim ya bugünler zor geçiyor. O günlerle dolu son haftamı paylaşmak istedim sizinle. Oyaladım zihninizi. Bağışlayın. Günlerimden söz ederken hayatımızdaki herhangi bir gün diyerek başladım anlatmaya. Ne ki yarın hayatımızdaki günlerden biri. Yalnızca yarın mı? 29Nisan 2012 günü de hayatımızdaki günlerden biri. Günler aynı değildir. Aynı ismi taşırlar ama aynı değildir. Aynı ismi taşımalarına karşın onları farklı kılan nelerdir?
Kentler. Örneğin İstanbul’un Cumartesi ve Pazar’ı Ankara’nın yarınki cumartesi ve sonraki günkü Pazar’ından farklıdır. Şöyle ki; ne İvan Denisoviç‘in ne de benim hayatımdaki bir güne benzeyecektir.

Tarihler. Örneğin 1970li yılların sonlarında başlayan slogan çığlıkları ile bezenmiş üfürükten sosyal balonların Cumartesi ve Pazarları ile yarın ve bir gün sonrası cumartesi ve Pazar farklıdır. Farklı olmak zorundadır.

Zamanlar. Örneğin evvelsi zamanların NATO, CENTO, SEATO günleri kendinden önceki komünizm korkusu basılan günlerinden farklıydı. Hiçbir zaman gelmeyecek olan komünizm, her gece iştahla altına işeyenlerin korkulu rüyası olmaktan çıkınca post-modernizmin rüzgârında önce YENİ DÜNYA DÜZENİ (NEW DEAL) ardından küreselleşme aldı başını gitti. Sonra ne oldu? Kültürün yok edildiği, siyasanın infaza uğradığı, siyasi partilerin yerini STÖ’lerin aldığı demler başladı. Günler farklılaştı mı?. İsimlerinin ayrı olmasından başka bir farkı kalmadı. Her gün her gün gibi geçmeye başladı. Yalnızca isimleri değişiyordu.

Şimdiki Zaman. Örneğin bugün, yarın, ertesi gün şimdiki zamandır. Şimdiki zamanda her gün, yalnızca adından doğru değil, geleceğin doğacağı belli bir niteliğin döllenmesi içindir. Başka bir deyişle her gün, öncekini tekrar etmek yerine bir sonrakini doğurur. Dün bugünü doğurmuştur. Bugün yarına gebedir.Cuma Cumartesiyi doğurmaya başladı bile. Ve Cumartesi aklımızla, duygumuzla, coşkumuzla Pazar gününe hamile kalmıştır.

Yazıyı bitirirken şunu da söylemeliyim. Ankara’dayım. Bugünleri yaşıyorum. Şimdiki zamanı solumak durumundayım. Zor geçen haftalarım kendimle daha çok vakit geçirmeme yol açtı. Anlattım. Ancak hayatımdaki bir günü paylaşmam gerekiyordu. Birden İstanbul‘un Cumartesi ve Pazar’ı için hissettiklerimi yazayım dedim. Yazdım. Bu da benim hayatımda bir gün işte. Hem de çok önemli.

NOT 1: İvan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün adını taşıyan bir anlatı vardır.

NOT 2: Kimlik denetimi harc-ı alem bir zevzeklik oldu. Bunun özel güvenlik görevlisi diye bir meslek bile icat edildi. Olur a takılır kalırım diye sorulmadan söyleyeyim:

SOL DÜŞÜNCEDE VE EYLEMDE BİR İNSANIM.
[BEN BÖYLE DEDİĞİM İÇİN DEĞİL ELBETTE; MESLEĞİM, YAŞAMA ŞEKLİM. TEVAZUYA GEREK YOK; İSTENİRSE ANLATIRIM DA! BİR KOŞUL VAR; SORAN VE DİNLEYEN DÜŞÜNEMEDİĞİ ÖLÇÜDE BİR SORUMLULUĞUN ALTINA GİRMİŞ DEMEKTİR. BU SORUMLULUK, BOYUNU,BOSUNU, NATIKASINI,
AKLINI ZORUNLU VE ZORLU OLARAK ETKİLEYECEKTİR.]

HEKİMİM. RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI UZMANIYIM
TIBBİYEYİ, (ATILDIĞIM, CEZA ALDIĞIM İÇİN ve KEYFE KEDER EDİMLERİM NEDENİYLE) 2.5 YIL GECİKMEYLE BİTİRİDİM. TARİH 13 KASIM 1975. ERTESİ HAFTA TABİP ODASI ÜYESİ OLDUM.
HALA ÖYLEYİM.

BAŞKA ŞEY SORMANIZA GEREK YOK. HEM İZİN VERMİYORUM HEM NE GEREK VAR; GÜNLERİMİZ GÜZEL GEÇSİN. ÖRNEĞİN BENİM CUMARTESİ ve PAZARIMIN GÜZEL GEÇECEĞİNE İNANCIM TAM. ÖZEL GÜVENLİKÇİ ZEVZEKLİĞİNE BİLE HER ZAMANKİNDEN BEŞ SANİYE DAHA UZUN KATLANABİLİRİM.

BİTİRİRKEN SAYGILAR vs. DİYEREK PANAYIR KİBARLIĞI YAPMIYORUM. BEN KENDİME SAYGI DUYMAYI BİLDİĞİM İÇİN, MUHATABIN ONA GÖRE DAVRANACAĞINI BİLİYORUUM. KENDİNE DUYMADIĞI SAYGIYI BOL KESEDEN DAĞITANIN ÇAKMA ASALETİ KATLANIP, BİR TARAFINI TIKAYABİLİR.

Mustafa Balbay; Yargıtay’dan Dönmez!

Mustafa Balbay
ankcum@cumhuriyet.com.tr

Yargıtay’dan Dönmez

Balyoz davasında verilen hüküm, Silivri yargılamalarının nasıl yapıldığını da ortaya koydu. Durum şöyle özetlenebilir:

Dava açılırken kesinleşen karar 21, Eylül günü açıklandı!

Davayı sonuna dek destekleyenler bile, şu 2 saptamayı yüksek sesle dile getirmek durumunda kaldılar:

1- Biraz ağır olmuş…

2- Biraz özensiz olmuş…

Oysa hukukta, özellikle ceza hukukunda “biraz” diye bir şey olmaz.

Matematikte toplama ya da çıkarma işlemini düşünün. Biraz yanlış diye bir şey olur mu? Yapılan işlem ya yanlıştır ya doğru.

İki kere iki dört eder, bilemedin beş, ama altıyı geçmez, diye bir cümlenin mantığı olabilir mi?

Bizdeki hukuk tartışmalarında oluyor.

***

Balyoz davasındaki usul hataları için “E o kadar da olur” diyenlerin yaptığı yorumlar, yukarıda verdiğimiz örnekten daha mantıklı değil.

Oysa ceza yargılamalarında usul, esasın kapısıdır.

Bahçe kapısını mutfağa taktığınızda, “Ben bu kapıyı açarsam bahçeye çıkarım” diyebilir misiniz?

Bir futbol maçında, topun çizginin içinden mi dışından mı çıkarıldığı niçin uzun uzun tartışılıyor?

Çünkü gol sayılabilmesi için topun çizgiyi tam geçmesi, vuruşun da kimseye faul yapmadan ve el değmeden yapılması gerekiyor.

Örnekleri uzatmamızın nedeni, usulün, yargılama kurallarının ne kadar önemli olduğunu, memlekette konuşulan her dilden aktarmak.

Medyadaki tartışmalarda kim konunun bu yönünü öne çıkarsa, çoğunlukla şöyle bir karşılık alıyor:

“Bunlar tamam da sen davanın özüne gel…”

Eğer Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu iddia ediyorsak, yargılama usulü davanın en az özü kadar önemli. Bir suçun işlendiğine dair çok somut, hiçbir tartışmaya meydan vermeyecek bir delilin bile usulüne uygun olarak mahkemeye getirilmemesi nedeniyle dosyadan çıkarıldığı pek çok dava vardır. Hukuk tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Balyoz davasında, hukukiliği tartışmalı olan deliller tartışmaya dahi açılmadı.

Bu aşamadan sonra kamuoyunun önüne şu konulmak isteniyor:

“Daha Yargıtay aşaması var. Bu dosya Yargıtay’dan döner.”

Döner mi?

Aklımızdan geçenleri Rıza Türmen çok net ifadelerle dile getirdi.

Türmen’in 26 Eylül’de Cumhuriyet’e verdiği demeçten altını çizdiğimiz bölümleri aktaralım:

“Yargı süreci bitmemiş diyorlar. Bu bir aldatmacadır. Şov yargılamalarda sonuç bellidir. Sonuç değişmeyecek. Yargıtay böyle bir şeye cesaret edebilir mi? Adil yargılama olmamıştır diyebilir mi? Bugünkü kompozisyonuyla imkânsız bir şey…

Bu yargılamaların özelliği şudur; karar önceden bellidir. Hâkimler bu kararı bilirler, onu uygularlar. Yargılamanın amacı, gerçeği ortaya çıkarmaktan çok, kamuoyuna mesaj vermektir, bir ikazda bulunmaktır, gözdağı vermektir.”

***

Türkiye’de hukukun nasıl işlediğini, Avrupa’daki durumu çok iyi bilen Türmen’e göre bu karar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) döner.

Bu saptamanın gösterdiği gerçek şu:

Bugünkü tabloda Türkiye içinde hukuk aranamaz.

Hukuk mücadelesini bu gerçeği gözardı etmeden yapmak gerekiyor. Bu durum karamsarlık nedeni de olmamalı. Ben de “Ankara’da yargıçlar var”demeyi çok isterdim. Öyle değilse, hukuk mücadelesini ona göre biçimlendirmeli.

Ne yapmalı?

Benim hukuksuzluğum bana, senin hukuksuzluğun sana demeden bütün hukuksuz yargılamalara karşı çıkmalı. Bıkmadan, usanmadan halka anlatmalı.

Ankara-Silivri yargılama hattının, hukukun çiğnendiği tüm davaların kabul edilemezliğini haykırmalı.

Hukukun kaynaklarından başlıcası, halktır.

Böylesi ortamlarda hak aramanın, haklı olmanın yolu, halkla olmaktan geçer.

29 Eylül 2012 – Cumhuriyet

Şiir; Ahmed Arif, HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM / Poem by Ahmed Arif : I weared out fetters by missing you

Dostlar,

Özgün dosya olarak okumak için lütfen tıklar mısınız??

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 01.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Hasretinden_prangalar_eskittim_ahmed_arif