Günlük arşivler: 27 Eylül 2012

Türk Dil Devrimi


Dostlar,

Dil Devrimi’nin 80. yılını Dil Derneği’nin kuruluşunun da 25. yılını 26 Eylül 2012 günü, dün kutladık.

Bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği, size sitemizde dün sunduğumuz izlenceyi gerçekleştird.

26.9.12 günü büyük Atatürk ve İsmet İnönü Anıtkabir’de ziyaret edildi.

Akşam da Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde varsıl bir izlence sunuldu.

Türk diline emekveren dilseverler ödüllendirildi.. Mini bir konser izlendi..
www.dildernegi.org.tr adresinden ayrıntılar izlenebilir..

29.9.12 günü de Beşiktaş Belediyesi ve ADD Beşiktaş Şubesinin katılımıyla etinlikler İstanbul’da sürdürülecek.

Dil Derneği, Başkan Sayın Sevgi Özel ve çalışma arkadaşlarının yömetiminde çok başarılı bir çizgi izliyor.

Kendilerine teşekkür borçluyuz.

Dil Bayramımız hepimize kutlu olsun!

Aşağıda, “Türk Dil Devrimi” başlıklı bir yazıyı paylaşmak istiyoruz.
(Görseller tarafımızdan eklenmiştir..)

Bizim konuya ilişkin kapsamlı makalemiz dün, 26.9.12 günü sitemizde size sunmuştuk.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 27.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================================

Türk Dil Devrimi

Ulusal Kurtuluş Mücadelesini başarıya ulaştırmış Türk Ulusunun ve Önder Mustafa Kemal’in önünde yeni bir mücadele alanı vardı, ulusal kuruluş sürecini başlatmak.

Bu kurtuluştan kuruluşa geçiş sürecinde Türk Devriminin ve aydınlanma mücadelesinin en vazgeçilmez araçlarından birisi de dil devrimidir. Aşağıda buna ilişkin genel bir değerlendirme yapılmıştır.

1. Bilim ve Kültür Alanında Bağımsızlık, Ulusal Eğitimde Ulusal Dil

Atatürk, Türkçenin ulusal nitelik kazanmasını aynı zamanda ulusal bağımsızlığında bir gereği olarak görmekteydi. Bağımsızlığı bir bütün olarak kabul eden ve tam bağımsızlık ilkesini benimseyen Atatürk bağımsızlığın yalnız siyasal alanda değil ekonomi ve kültür alanında da sağlanması gerektiğine inanıyordu. O’na göre ulusal bağımsızlık ancak böyle tamamlanabilecekti.

Atatürk’ün değişik biçimlerde de olsa birçok kez yinelediği bu görüşü, onun tarih ve dil çalışmalarının başlıca nedenlerinden biri olmuştur.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu konuda; “Atatürk, bu çabasıyla ulusal kurtuluş mücadelemizin ikinci bir dönemini açmıştır. Bu mücadelenin birinci dönemi siyasal ve ekonomik bağımsızlığımızla sonuçlanmıştır. İkinci dönemin amacı kültürel bağımsızlığımızdır. Bunu elde etmedikçe, yani Türk Ulusu çağdaş uygarlık dünyasının bilim ve kültür alanında yeni bir zafer kazanmadıkça uygar uluslar sıralamasındaki yüksek yerine geçemeyecektir…” demiştir.

Kültürel bağımsızlık için dilin de bağımsız olması gerekirdi ve uluslararası ilişkilerde öz benliğini bulmuş zengin bir Türkçe yer alabilirdi. Atatürk, yeni Türk abece‘sinin kabulünden sonra 1 Kasım 1928’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni çalışma dönemini açış konuşmasında bunu şöyle dile getirmişti:

“Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla Türk harflerinin kesinlik ve yasallık kazanması, bu memleketin yükselme uğraşında başlı başına bir geçit olacaktır. Uluslar Ailesine, aydın, yetişmiş bir ulusun dili olarak elbette girecek olan Türkçeye bu canlılığı kazandıracak olan Büyük Millet Meclisi, yalnız sonsuzluğa varacak Türk tarihinde değil, bütün insanlık tarihinde seçkin çehre olarak kalacaktır.”

Öte yandan, yeni Türk Devleti’nin izleyeceği eğitim; ulusal eğitim, ulusal eğitimin dili de ulusal dil olmak zorundaydı. 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle konuşmasında eğitimi; amaç ve içerik yönünden dinsel, ulusal ve uluslararası diye “üç” e ayıran Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’ndan doğan ulusal devlette izlenecek eğitimin türünün ulusal eğitim olacağını belirttikten sonra şöyle devam etmişti;

“Ulusal Eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiçbir kuşku kalmamalıdır. Bir de, ulusal eğitim temel olduktan sonra, bunun dilini, yöntemini, araçlarını da ulusallaştırma zorunluluğu tartışma götürmez.”

2. Türkçeyi Yabancı Dillerin Boyunduruğundan Kurtarma

Ulusal dilin bağımsızlığı, dilin kendine özgü niteliklerini koruması ve yabancı baskısından kurtulmuş olması demektir. Bir bakıma kaçınılmaz olan diller arası etkileşimin çok ötesinde, yabancı dillerin ağır baskısı altında benliğini yitirmiş olan Türkçenin bu durumdan kurtulması için büyük bir silkinme, büyük bir çaba gerekliydi. Atatürk, Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” adlı yapıtına yazdığı değerlendirmede, zengin bir dil olan Türkçenin yeniden bu niteliğini kazanması için izlenecek ilkeyi açık seçik belirtmişti.

“Ulusal duygu ile dil arasında bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duyguların gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil bilinçle işlensin.
Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

    3. Ulusal Dili Yaratmak

    Çeşitli nedenlerle dilin ulusçuluk ve ulusalcılık içerisindeki önemli yerini belirtmeye çalışan Atatürk, ulus yaşamında ulusal dilin egemen olması zorunluluğuna da dikkat çekmiştir. 6 Şubat 1933’te Anadolu Ajansında yayımlanan demecinde ”Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk Ulusunun ulusal dili ve ulusal benliği bütün yaşamında egemen ve asıl kalacaktır” demiştir.

    O tarihten kısa bir süre sonra Türkçenin özleştirilmesi yönündeki çalışmalarından ötürü İstanbul’daki Milli Türk Talebe Birliği’ne yönelik kutlama yazısında, ”öz dil”i ”ulusal ülkü”ye giden bir yol olarak nitelemişti.

    Ulusal dil, ”öz dil”e dayanacağından, dili ulusallaştırmak için halkın konuştuğu öz Türkçeden yararlanmak kadar doğal bir şey olamazdı. Bu yüzdendir ki Türk Dili Tetkik Cemiyeti adı ile kurulan Türk Dil Kurumu’nun 26 Eylül 1932’de toplanan ilk Kurultayını açan Başkan Samih Rıfat, Bu gereksinimi ve olanağı vurgulamak gereğini duymuştu; “Dilimizi ulusallaştırmak ve halka yaklaştırmak için bizim yararlanacağımız kaynaklar bütün dünya dillerinden çoktur. Elimizde kim bilir kaç yüzyıllık bir ana dil, her türlü yeteneği ve birçok lehçeleriyle girişimlerimize yardım edecektir. Her şeyde olduğu gibi, sevgili halkımızla dilde de birleşeceğiz. Tutacağımız yol, bilim ve deneme yoludur.”

    İşte yıllardan beri ortaya atılan bütün bu görüşlerin ve süregelen tartışmaların ışığı altında toplanan Birinci Dil Kurultayı’nda seçilen Yönetim Kurulu, Atatürk’ün başkanlığında yaptığı oturumdan sonra Dil Devrimi’nin amacını, 17 Ekim 1932’de yayımlanan bildiride şöyle açıklamıştı;

    “1-Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek. Türkçeyi çağdaş uygarlığın önümüze koyduğu bütün gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek,

    2-Bunun için, bugün yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış öğeleri atmak. Halkçı bir yönetimin istediği biçimde, Halk ile aydınlar arasında nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak. Ana öğeleri Öz Türkçe ulusal bir dil yaratmak.”

    Açıkça görüldüğü gibi bu bildiri; toplumsal ve kültürel gereksinmelerden kaynaklanan Türk Dil Devriminin, Türkçeyi ulusal kültürün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek ve onu çağdaş uygarlığın ortaya çıkardığı bütün kavramları karşılayacak bir yetkinliğe kavuşturmak amacının yanında, bu amaca ulaşabilmek için izlenecek yolu da bütün boyutlarıyla saptamıştır.

    TÜRKÇEMİZE VE ATATÜRK DEVRİMLERİNE SAHİP ÇIKALIM.

    Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Merkezi, wwww.add.org.tr, 27.9.12

    KAYNAKÇA
    Lord KINROSS. ATATÜRK Bir Milletin Yeniden Doğuşu. 9. bs., Sander Yay., syf. 700-711
    Prof.Dr. Şerafettin Turan. Atatürk ve Ulusal Dil, Cumhuriyet Yay., syf. 21-26, 57-63
    Uriel HEYD. Türk Ulusçuluğunun Temelleri, Kültür Bakanlığı Yay., 2. Bs. syf. 55-61, 116-121

Kamuoyu Vicdanı Tatmin Olmadı

Kamuoyu Vicdanı Tatmin Olmadı

Türk Hukuk Kurumu Başkanı Kanadoğlu’ndan eski Genelkurmay Başkanı’na tepki:
Özkök önce bildiklerini açıklasın

Türk Hukuk Kurumu Başkanı Sabih Kanadoğlu, eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün 325 kişiye hapis cezası verilen Balyoz davasına ilişkin “yargılama adil olmadı diyemem” sözlerine tepki gösterdi. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde adil yargılamanın ilkelerinin belirlendiğini vurgulayan Kanadoğlu, “Esefle karşılanması gereken, yetiştiği ocağa komuta etme onuruna erişmesine rağmen, silah arkadaşlarını yalnız bırakarak iddialar hakkında sessiz kalan, bilgilerini saklayan, eylemi nasıl, ne şekilde ve hangi tarihte önlediğini açıklamak veya iddiayı dışlamak görevini yerine getirmeyen bir kişinin, adil yargılama üzerine fikir yürütmesidir” yorumunu yaptı.

Kanadoğlu, bir yargılamanın adil olup olmadığınının ölçütlerinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve anayasada yazılı olduğuna işaret ederek bunların neler olduğunu şöyle sıraladı: “Bir yargılamanın adil olup olmadığı, ölçütleri AİHS’de ve anayasamızda yazılıdır. Öncelikle, mahkemenin bağımsız ve yansız olduğuna ilişkin en küçük bir kuşku veya bu yönde algılama varsa; yargılamalar ceza ve tutukevinin yerleşkesinde, sanıklar, tanıklar ve izleyiciler için engeller ve zorluklar çıkarılarak yapılmışsa; sanıklar hakkındaki lehte ve aleyhteki kanıtlar dikkatle ve titizlikle toplanmamış ve lehte olanlar savunmadan ısrarla saklanmışsa; savunmaya iddia tanıklarını sorguya çekmek, tanıklarını özdeş koşullar içinde çağırmak ve dinlenmesini sağlamak hakkı tanınmamışsa; iddia makamının sunduğu birçok belgenin sahteliği konusunda uzmanlar tarafından düzenlenen yansız raporlar göz ardı edilmişse; kanıtların iddia ve savunma tarafından tartışılıp, irdelenmesi ve değerlendirilmesine değinen CMK hükümleri uygulanmamışsa; sanıklar ve vekilleri disiplin bahanesiyle duruşmalara katılmaktan men edilmişse; sanıklar mahkeme heyeti tarafından oyunu belli edecek şekilde tehdit edilmişse; atılı suçun niteliğine göre, eksik teşebbüsün icrai hareketlerinin ne şekilde yarım bırakıldığı araştırılmamış ve önlediği iddia edilen kişiler tanık olarak dinlenmemişse (Aytaç Yalman, Hilmi Özkök); yargılayan mahkeme daha insani daha vicdani daha hukuki, yeni mahkemeler kurulduğundan bahisle kaldırılmasına rağmen, anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırı olarak elindeki davaya özgü görevine devam ederek hükme bağlamışsa; o yargılama ve ona bağlı kararı adil olamaz.”

Kanadoğlu, Balyoz davasındaki karar karşısında kamuoyu vicdanının tatmin olmamasının nedeninin de
bu gerekçeler olduğuna işaret etti.

İki hava saldırısı

Türker Ertürk

İki hava saldırısı

ABD‘de gerçekleştirilen ve dünya tarihinde çok bü­yük değişikliklere neden olan ve bazı bakımlardan milat sayılabilecek terörist saldırının 11′inci yılını id­rak etmemiz nedeniyle geçen 11 Eylül tarihinde planladığım bu yazıyı daha güncel ve ivedilikli ko­nular nedeniyle ancak bugün yazabildim.

Sevgili okurlar,

Sonuçları bakımından dünya tarihi­ni en çok etkileyen ve hâlâ etkilemeye devam eden iki büyük hava saldırısı olmuştur. 56 yıl ara ile olan bu saldırılardan birincisi Amerikan malı B-29 tipi bombardıman uçakları ile yapıldı. 2 sortide (Sorti; havacılıkta uçağın her bir kalkışı için kullanılan te­rimdir) gerçekleştirilen bu saldırının ilk sortisi:

6 Ağus­tos 1945′de Little Boy kod adlı Uranyum-235 ti­pi atom bombasının Hiroşima‘ya atılması ile ikin­ci sortisi ise; 3 gün sonra 9 Ağustos 1945′te Fat Man kod adlı Plütonyum-239 tipi atom bombası­nın Nagazaki‘ye atılması ile gerçekleştirildi.

Japonya‘nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine yapılan bu Amerikan katliamında yaklaşık 225 bin sivil insan yaşamını yitirdi.

İkinci büyük hava saldırısı ise 4 sorti halinde yi­ne Amerikan malı ama bu sefer sivil yolcu uçakları ile 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştirilmiştir. 1. ve 2. sortiler; Boeig-767 tipi iki uçakla New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kuleleri­ne, 3. sorti; ABD Savunma Bakanlığı’nın Was­hington DC’de bulunan karargahı Pentagon’a ya­pılmış, 4. sorti ise; yolcularla teröristler ara­sında çıktığı söylenen mücadele sonucunda hede­fine varamadan Pennsylvanya kırsalına düşmüştür.

ABD‘de 4 sorti halinde yapılan ancak birisi başarısız olan bu saldırıda toplam 2974 insan yaşa­manı yitirmiştir. Fakat bu saldırı gerekçe gösterile­rek ve teröre karşı tüm dünyada savaş ilan edildi­ği söylenerek İslam dünyasına karşı başlatılan sa­vaşta yalnız Irak‘ta yaşamını yitiren Müslüman sayısı bugün itibarıyla 1.455.590′dır.

Saldırı öncesinde ihbar vardı

Geçtiğimiz günlerde New York Times Gazetesi’nin verdiği habere göre 6 Ağustos 2001’de yani saldırıdan 35 gün önce Başkan Bush‘a veri­len günlük brifingde “Usame Bin Ladenin ABD’yi vurmak için kararlı olduğunu ve çok yakında sal­dıracağı” istihbaratı CIA tarafından “Top Secret” (Çok Gizli) gizlilik derecesi ile rapor edilmiştir. Böy­le bir rapor olmasına karşın alınan önlem ve gös­terilen tepki bir hiçtir. Çünkü hesap başkadır!

11 Eylül 2001 saldırısı hem ABD hem de dünya tari­hinde gerçekten büyük değişikliklere neden ol­muştur. ABD bu saldırıyı bahane ederek tek kutuplu küresel liderliğini ve hegemonyasını sürdürmek için sahip olduğu askeri üstünlüğü kural tanımaz bir bi­çimde kullanabilme şansını elde etmiştir.

ABD yine bu saldırı sayesinde ülke içinde daha çok polis devleti olabilme ve sivil özgürlükleri güvenliği gerekçe göstererek kısıtlama fırsatını yaka­lamıştır.

Bu saldırının ABD’ye verdiği başka bir kazanım da “Soğuk savaş” bitiminden sonra gerek duyduğu düşman için yapay olarak yarattığı “Köktendinci İs­lam tehdidini” somutlaştırma ve dünya kamuoyu­nu bununla inandırma olanağıdır.

Saldırının hemen sonrasında Bush tarafından te­rör düşman ilan edilmiş ve teröre karşı küresel sa­vaş başlatılmıştır. Bugüne dek 11 yıl geçmesine karşın bu savaş artan ve yayılan boyutlarda hâlâ sürmektedir.

ABD‘nin bir başka açmazı terörü düşman ilan et­mektir. Çünkü terör düşman olamaz, ancak muh­temel düşmanlar için kullanılabilecek bir yöntem ve­ya silahtır. Örneğin bugün Suriye‘de günlük yaşa­mın bir parçası haline gelmiş olan terörizm Suri­ye’nin düşmanı değildir. Buradaki terör Suriye’ye düşmanca tutum takınan, ABD, İsrail, Türkiye, Suu­di Arabistan ve Katar gibi ülkelerin hedeflerine ulaş­mak için yöntemi veya silahıdır.

11 Eylül saldırısı olmasaydı?

“Düşman terörizmdir” demek ve düşmanı belirsizleştirmek dünyanın her yerine kural tanımaz bir biçimde müdahale edebilmenin gerekçesini yarat­mak içindir.

Eğer 11 Eylül saldırısı olmasaydı uluslararası ku­rallar hiçe sayılarak Afganistan’a, Irak’a, Libya’ya müdahale edilebilir miydi? ABD Ortadoğu’ya ve Körfez’e tüm ağırlıklarıyla yerleşebilir miydi? Suri­ye’ye ve İran’a karşı şu anda sürdürülen örtülü sa­vaş yapılabilir miydi?

11 Eylül saldırısının akşamında “Usame Bin La­den ve El kaide” sorumlu ilan edildi.
Bir hafta geç­meden Afganistan’ın istilası gündeme geldi. Afganistan‘a karşı yıllarca sürebilecek savaş planları ha­zırdı bile!

Halbuki ”Soğuk savaş” döneminde Sovyetler Birliği’nin Afganistan işgaline direnilmesi için El Kai­de ABD tarafından kurdurulmuş, lideri Usame CIA kamplarında eğitim almıştır.

CIA, Arap orjinli ajanları vasıtası ile daha önce kendisi tarafından kurdurulan El Kaide içinde hep var oldu. 11 Eylül 2001 öncesi neler planlandığı­nı öğrendiler. Belki de bu planlamayı içeride bu­lundurduktan ajanlar vasıtası ile özendirdiler! Daha sonra derin ABD devleti bu planın gerçekleştiril­mesinin önünü açtı.
2974 Amerikalı, ABD‘nin bü­yük çıkarları için kurban edilebilirdi!

Evet, her iki hava saldırısından da ABD so­rumludur. Birincisinde doğrudan sorumludur, ikin­cisinde ise sorumluluk azmettirici ve özendirici ol­ma düzeyindedir.

1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye yapılan ha­va saldırısı; Uzakdoğu’nun yükselen bölgesel gücü Japonya’yı dize getirmek, uydu yapmak ve bölge­ye yerleşmek içindi.

2001’de yapılan hava saldırı­sı ise; düşmanı somutlaştırmak ve ABD kamuoyunu düşmanın varlığına inandırmak, Ortadoğu bölge­sine yerleşmek, tek kutuplu dünya düzenini sür­dürebilmek ve küresel hegemonyaya direnen güç­lere terör bahanesi ile müdahale edebilmek için ya­pıldı.

Saygılar sunarım.

(İLK KURŞUN, 19.9.12)

Maskeler Düşüyor…

Cüneyt ARCAYÜREK

Maskeler Düşüyor…
26 Eylül 2012, Cumhuriyet

Egemen olan kanıya göre, Balyoz mahkemesi hukuksal gerekleri yerine getirmedi. Sanıkların dinlenmesini istedikleri tanıkları reddetti. İç ve dış, adı bilinen bilirkişilerden alınan raporları dikkate almadı ve fakat:

Bir kişi, üstelik Genelkurmay Başkanlığı yapan bir asker; mahkeme kararları açıklandıktan sonra üstelik iktidara yandaş gazeteye (Star) verdiği demeçte, “Adil yargılama olmadı diyemem” dedi.

Mahkeme boyunca gerçekleri söylemekten özenle kaçınan bir asker bu.

Görev yaptığı sırada, Genelkurmay Başkanlığı’na oturmasını sağlayan AKP hükümetine yakınlığını, hatta iç içeliğini emekli orgenerallerin sürekli eleştirdiğine tanık olduğumuz bir orgeneral; mahkemeyi haklı, sanık arkadaşlarını suçlu buldu:
Adı, Hilmi Özkök!

Kamuoyu vicdanının haksız ve insafsız diye değerlendirdiği kararı övme görevini üstlendi: “Mahkeme bu davada titiz davrandı. Tanıklar dinlendi, bilirkişi görevini yaptı” dedi.

***

Pes doğrusu. Tanıklar dinlendi diyor, Balyoz sanıklarının ısrarlı tanıklık çağrılarını mahkemenin reddetmesinden sonra; tanıklık yapmak istiyorum diye mahkemeye başvurmuyor.

Kararlardan sonra dün Milliyet’e verdiği demeçte “Çağrılsaydım Balyoz davasında da tanıklık ederdim.” diyor.

Ne ki, Genelkurmay Başkanlığı yapan bir askerin yakasından düşmeyecek birbirine tezat açıklama ve davranışlarla…

…karakolda doğru söyler mahkemede şaşar deyişini anımsatan bir kimlik sergiliyor.

Gazetecilere çok kez “Balyoz Planı konusunda bilgi ve belgesi olmadığını” söylüyor ama Balyoz mahkemesinin bu kez darbe girişimi olduğunu içeren kararını onaylıyor.

Star’a verdiği demeçte, “yargıçların müebbet vermek istemediklerini, beraat da veremeyeceklerine göre ortasını bulduklarını” söyleyerek sanık sandalyesindeki silah arkadaşlarının darbe hazırlıkları yaptığını kaygan üslubuyla doğruluyor.

Sureti haktan görünmenin ustası, simgesidir Hilmi Özkök!

***

Balyoz davası başladığından beri Hilmi Özkök’ün de darbe girişimiyle suçlanan emrindeki komutanlar, subaylar kadar, hatta onlardan da öteye suçlu olduğunu Güncel’de aylarca her fırsatta yazdık.

Buyurun bakın Cumhuriyet koleksiyonlarına:

Darbe girişimi duyumu aldığını açıklamasına karşın komutan olarak davada adı geçenler hakkında askeri savcılığı yazı ile harekete geçirmeyen…

…açılan davayla birlikte kendini aklayan ama gerçekleri açıklamaktan da, askerlik arkadaşlarını savunmaktan da veya mertçe suçlamaktan da özenle kaçınan…

…oysa, en azından görevi ihmalden, bildiği gerçekleri adaletten saklamaktan sanık olarak, “komutan” Genelkurmay Başkanı Org. Özkök’ün kalacağı yerin; tutuklanan orgenerallerin, amirallerin, üst düzey komutan ve subayların konuldukları Hasdal Cezaevi olması gerektiğini yazdık.

Ne ki yazdıklarımızla yalnız kaldık.

Zira o günlerde, medya ve iktidar çevreleri, hele TV’lerde boy gösteren çokbilmişler için Org. Özkök ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, darbe önleyen demokrasi kahramanlarıydı.

Ama aylarca önce yazdıklarımızı bugün: (1)- Artık gündeme oturan soruyla TBMM eski Anayasa Komisyonu 2. Başkanı Süha Özkan, “Silahlı Kuvvetleri’nin en yüksek rütbelisi olarak haberdar olduğunuz ortaya çıkan darbe hazırlıklarını neden ihbar etmediniz ve kanaatinizi açıklamak için bir gazetecinin yıllar sonra belirsiz bir kaynaktan edindiği bavul dolusu askeri belge ve dokümanları savcılığa iletmesini beklediniz” diye soruyor.

(2)- “En çok Balyoz davasında ceza alan genç subaylar için üzüldüğünü” söyleyen Özkök’ü, cezaevindeki daha düşük rütbeli subaylar zehir gibi bir açıklama ile yanıtlıyor.

Açıklama, Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığı dönemini “bugün çok da gururla anmadıklarının” altını çiziyor ve “Karargâhta yüzbaşı ve binbaşı kişiler olarak kendisinden gizli olarak bir darbe hazırlığına katkı sağladığımızdan bu kadar nasıl emin olabildiğini, neden zamanında hakkımızda işlem yapmamıştır, eğer Balyoz darbe girişimi gerçek ve haberi var idiyse Ergenekon davasındaki ifadesinde neden doğru söylememiştir” sorularını yöneltiyor, tanıklık etmekten neden kaçındığını sorguluyorlar.

Erdoğan: İmralı ile görüşme olabilir..

Erdoğan: İmralı ile görüşme olabilir

Bir televizyon kanalında soruları yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Oslo görüşmeleriyle ilgili soruları yanıtladı. Erdoğan, “İmralı ile görüşmeler yine olabilir.” dedi.

Kanal 7 televizyonunda soruları yanıtlayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yeni bir Oslo görüşmeleriyle ilgili şunları söyledi: “Ben MİT Müsteşarım Emre Bey zamanında başlattım görüşmeleri. Ve şu anda kesilmenin bazı sebepleri oldu. İletişimdeki samimiyetsizlik nedeniyle burada bu işi keselim dedik. Burada çok ciddi yanlışı bölücü terör örgütü uydurma bir metin ortada ama bunu belge olarak sundular. Oradaki görüşmelerin içerisinde yok mu? Vardır. Ama tarafların imzası yok. Bunu yazılı ve görsel medyaya pas ettiler. Bakıyorsunuz hemen yargı devreye gitti hemen ardından benim üzerime geleceklerdi. Onun üzerine niye gidiyorsunuz benim üzerime gelin dedim.Eğer imzası olsaydı niye attın diye sorardın. Görüşmelerdeki detaylar bize anlatılıyor. Biz devlet yönetiyoruz bakkal dükkanı yönetmiyoruz.”

Erdoğan, Star gazetesi yazarı Fehmi Koru‘nun “Oslo görüşmeleri ne noktaya gelmişti? CHP’liler bir metinden bahsediyorlar son zamanlarda?” sorusuna ise şu yanıtı verdi: “O aslında bir belge değil, kendilerine göre uydurdukları bir yazı ama bunu belge olarak sundular, burada o görüşmelerden şeyler varmıdır? Vardır elbette ama bir belgenin belge olması için altında tarafların imzası olması lazım. Terör örgütü bir takım medyaya, çevrelere servis ettiler görüşmeyi. İntikal edince bu olaylar benim müsteşarımın üstüne gittiler, bende dedim ki; Ne yapacaksanız bana yapın, onu oraya gönderen benim’ dedim. Adayla ilgili olarak bunların her görüşmeden sonra görüşmeler bize geliyor, özetleniyor dünyanın neresinde istihbarat teşkilatları yan gelip yatar? Onlar sadece terörü bırakın, adi suçlar, anarşi ile ilgili herşeyde istihbarat elemanları kullanılır. Biz şimdi burada çözüm için yapılması gereken neyse bunu yapmak durumundayız. Biz medyadanda yazılı, görsel bu konuda istifade etmek isteriz. Onların da bu konuda bize katkısı olabilir.”

“İmralı ile görüşmeler olabilir”

“CHP’ye iki parti arasında ortak çalışma yapılması teklifde bulunduk. MHP’den olumsuz tavrına karşın, CHP hala bir cevap vermedi. Biz yine de CHP’ye aynı teklifi yineleyeceğiz. Bu arada İmralı ile görüşmeler yine olabilir. İmralı’da avukatlarını kendisi de kabul etmiyor, zaman zaman bizim de kabul etmediğimiz de oldu. Çünkü görüşmeleri manüple edilerek dışarıya haberler aktarıldı.”

(Cumhuriyet portal, 26 Eylül 2012)

Türkiye iş kazalarında Avrupa birincisi oldu!

Türkiye iş kazalarında Avrupa birincisi oldu

Üzerine düşen vinçten yaşamını yitiren Gülseren Yurttaş’tan 5 yıl sonra değişen bir şey yok…

Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin, İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine dayanarak verdiği bilgiye göre, Türkiye, iş kazalarında Avrupa birincisi.

T24.com.tr’den Hülya Karabağlı’nın haberine göre,

Türkiye’de günlük 172 iş kazası meydana geliyor ve bu kazalarda 3 işçi yaşamını yitiriyor,
5’i ise sakat kalıyor.

Verilere göre, 2000-2012 yılları arasında Türkiye’de toplamda 12 bin 686 işçi kazalarda yaşamını yitirdi.

Uluslararası Çalışma Örgütü -ILO verilerine göre Türkiye iş kazaları sonucu ölümlerde sadece El Salvador ve Cezayir’i geçemiyor.

Yılda yaklaşık bin 100 işçi iş kazasından ölüyor

Son on yılda 11 bin işçi iş kazalarında yaşamını yitirdi.

Bu her yıl yaklaşık 1.100 işçi ölümü anlamına geliyor.

Günde ortalama 3 işçi iş kazaları nedeniyle yaşamını yitirirken, 6 işçi de işgöremez hale gelmektedir.

En fazla işçi ölümü inşaat sektöründe

Türkiye’de en çok işçi ölümü ve iş kazalarının üçte biri inşaat sektöründe meydana geliyor.

Tüm iş kazalarının yüzde 1,6’sı ölümle sonuçlanırken inşaat sektöründeki iş kazalarının yüzde 4,7’si ölümle sonuçlanmaktadır. İnşaat sektörünü taşımacılık, madencilik ve metal sektörleri takip etmektedir.

‘Para cezasıyla sonuçlanan dava’

TMMOB- Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi, 5 yıl önce yitirdikleri meslektaşlarını etkinliklerle anacak. Vinç bomunun altında kalarak yaşamını yitiren Gülseren Yurttaş için 27 Eylül günü saat 11.00‘da Sarayburnu Eski İSKİ Şantiyesi önünde TMMOB İstanbul İl Koordinasyonu bileşenleriyle ortak bir basın açıklaması yapacak. Yurttaş için, 29 Eylül Cumartesi günü de “Gülseren Yurttaş Anısına: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği” etkinliği düzenlenecek.

Gülseren Yurtaş’ın ölümü ve etkinliklere ilişkin TMMOB- Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi tarafından yapılan yazılı açıklamada, açılan davanın sonucu, iş kazaları hakkında çarpıcı bilgiler dikkat çekiyor.

2002-2007 arasında İstanbul Şube Müdürlüğü görevini yürüten, odadaki görevinin ardından İSKİ Melen Çayı Boğaz Geçiş Projesi Sarayburnu Şantiyesindeki Müteahhit firma Kutay İnşaat Taahhüt Tic. Ltd. Şti. firmasının taşeronu olan DETEK (Deniz Teknolojisi Ltd. Şti) adlı firmada çalışmaya başlayan değerli meslektaşımız ve arkadaşımız Gülseren Yurttaş, 27 Eylül 2007 tarihinde, gerekli iş güvenliği önlemlerinin alınmaması nedeniyle boru taşıyan vinç bomunun kopması sonucunda meydana gelen bir “iş cinayeti” ile aramızdan ayrıldı.

Açılan kamu davasında “taksirle adam öldürme” suçu ile yargılananların cezaları diğer “iş kazaları”nda olduğu gibi para cezasına çevrilerek dava sonuçlandı. Bu dava kamu vicdanını ve bizleri yaraladı.

“Takdir-i ilahi söylemleri ile örtülmek isteniyor”

Onu kaybettiğimizden bu güne ihmaller can almaya, yakınlarını, geleceği, başka hayatları da beraberinde karartmaya devam ediyor. “İş kazaları” sonucu ölümler ve yaralanmalar hız kesmeden artarak devam ediyor.
2012 yılı eylül ayı itibariyle “iş kazaları”nda yaşamını yitiren işçi sayısı en az 600‘iken, yetkililer her “iş kazası”nda olduğu gibi “takdir-i ilahi” söylemleri ile aklı ve bilimi hiçe sayarak sorunun asıl kaynağının üzerini örtmeye devam ediyorlar.

Aradan geçen beş yıla karşın işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında olumlu bir ilerleme kaydedildiğini söylemek olanaksız.

‘İş cinayetlerine kurban gidiyorlar’

Aksine çalışma yaşamındaki ihmaller sonucunda binlerce insanımızın da benzer iş cinayetlerine kurban gitmesi, bu ihmaller zincirinin arkasındaki asıl sorumluların ortaya çıkarılmaması, sorumluların yasaların öngördüğü en üst sınırdan caydırıcı cezalarla cezalandırılmaması, kamusal denetim mekanizmalarının daha etkin bir şekilde işletilmemesi, mevcut yasal düzenlemelerin uygulanmaması, iş güvenliği konusundaki tüm yasal ve yönetsel çerçevenin önce insan yaşamı ekseninde şekillenmemesi ve taşeronlaşmanın giderek yaygınlaşması gibi gelişmelere bağlı olarak meydana gelen ve kayıtlara “iş kazası” olarak geçen cinayetlerin ülke genelinde yaygınlaşması gibi çeşitli olumsuzluklar acımızı her geçen gün daha da derinleştiriyor.

(Cumhuriyet portal, 27.9.12)

İnsanlık Sivas’ta zamana yenildi..

İnsanlık Sivas’ta zamana yenildi

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara 11’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nin, 19 yıldır yargılamaları süren
7 sanık yönünden verilen düşme kararlarının onanmasını istedi.

Tebliğnamade, “İnsanlık suçu yok, terör suçu var” denilerek davanın zamanaşımından düşmesi talep edildi. Tebliğname kararı verecek olan Yargıtay 9. Ceza Dairesi’ne gönderildi. Yargıtay da bu kararı onarsa, bu sanıklar yönünden de dosya kapanmış olacak.

İTİRAZ EDECEĞİZ

Müdahil avukatlarından Şenal Sarıhan, “Dümdüz bir onama kararı verildi. Tebliğname bana bugün tebliğ edildi. İtiraz edeceğim. Cevap hakkımızı kullanacağız. Bunu kabul etmemiz mümkün değil. Tebliğnamede hiçbir gerekçe gösterilmeden suç insanlığa karşı suç değil, terör suçu kapsamındadır diyen mahkemenin kabulünün onanması istenmiş” dedi.

SÜREÇ NASIL İŞLEMİŞTİ?

Sivas’ta 2 Temmuz 1993’te Madımak Oteli’nde 37 kişinin yakılarak öldürülmesinden sonra başlayan 19 yıllık yargı sürecinin son sanıkları için “zamanaşımı” kararı çıkmıştı.

Mahkeme, “Anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışma suçuna iştirak” suçundan yargılanmakta olan sanıklar Şevket Erdoğan, Köksal Koçak, İhsan Çakmak, Hakan Karaca ve Necmi Karaömeroğlu hakkındaki davaların 15 yıllık zamanaşımı süresinin 2 Temmuz 2008’de dolduğunu belirterek bu sanıklar yönünden “zamanaşımı nedeniyle düşürme” kararı vermişti.

Mahkeme, sanıklar Şevket Erdoğan, Köksal Kocak, İhsan Çakmak, Hasan Karaca ve Necmi Karaömeroğlu’nun kamu görevlisi olmadığını, kaldı ki eylemlerinin de “Anayasal düzeni değiştirmeye kalkışmaya katılma” olduğunun altını çizip bu nedenlerle davalarının zamanaşımına uğradığına hükmetmişti.

Mahkeme sanıklardan Cafer Erçakmak ve Yılmaz Bağ’ın ölmüş olmaları nedeniyle davalarının düşürülmesine karar vermişti. (Hürriyet)

http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/insanlik-sivasta-zamana-yenildi-h5634.html, 25.9.12)

Nihat Genç: Gösteriş için şiddet..

Nihat Genç: Gösteriş için şiddet

Balyoz davası sonrası medya yorumlarını okuduk, yüzde yüzü yani tamamı ‘sahte belgeler’ kuşkusunu dile getirdi, sağcısı solcusu yandaşı hepsi bir ‘milli mutabakat’ gibi sahte belgelerin varlığının mahkeme kararını tartışılır hale soktuğunu beyan etti.

Yandaş İslamcı liberaller sonunda şöyle bir ittifak içindeydi, mahkeme kararları doğru, az bile, ancak sahte belgeler işi bozuyor.

Peki sahte belgelerle inşa edilmiş bir davanın kararını daha nasıl alkışlıyorsunuz?

Orasını sormayın. Şöyle demek istiyorlar:

‘Hukuk yok ama özgürlük varmış.’

Sahte belgelere rağmen mahkeme kararını alkışlayanların haletini ruhiyetini bir de şöyle yorumluyorum: ‘Karnımız doyduğu için mahkeme özgür karar verdi, ama belgeler de sahte.’

Sahte belgelere rağmen mahkemenin bu meşum kararını onaylayanların ruh hallerini daha başka nasıl yorumlayabiliriz, şunun için de olabilir, ekonomideki bırakın yapsınlar’ın hayata geçebilmesi için önce ‘hakimleri de bırakalım yapsınlar’ın devreye girmesi şarttır.

şte böyle bilinmez saçma sapan bir yere geldiniz.

Bence işleri doğru tahmin edemediniz. Taraf Gazetesi tezgahınız tutmadı. Artık yeni deli danalara yeni uçuk virüs gençlere ihtiyacınız var.

Oysa geçmişten ders alacak çok zamanınız vardı.

Hem size hem PKK’ya hem de Amerikalı dostlarınıza selamım olsun, Türkiye’nin fiyatı çok yüksektir, hukuk ondan da yüksek. Taraf Gazetesi’ne giydirdiğiniz özgürlük don’u tutmadı, b.k içindesiniz.

Türkiye’yi bir hukuk bataklığına kim düşürdü? Şimdi yukarlarda aranızda konuştuğunuz tek çare, bunların hepsini yeni anayasayla affettirip bir mutabakat zemini işte yeni bir fırıldakla buluruz düşüncesi.

Geçin bunları, hukuk dışında ‘don’ yoktur. İnsanlığın yolundan şaşmayın.

John Steinbeck’in meşhur lafıdır, Amerika’da sosyalizm niye tutmuyor sorusuna karşılık: ‘Çünkü Amerika’da öyle bir atmosfer yaratıldı ki yoksullar kendilerini geçici olarak dara düşmüş milyonerler olarak görür.’

Türkiye’de en akıllısından en aptallına kadar yarattığınız atmosfer şuydu: Darbecileri cezalandıralım özgürlük gelir. Balyoz ve Ergenekon ve ODA TV tutuklularına küfreden herkes kendini ‘özgürlükler içinde dans ederek yüzüyor’ sandı.

Bir yere geldik ama nereye geldik, budalalar cennetine hoş geldiniz.

Sahte belgelere cinnetle sarılmış bir iktidar ve onun yandaşlarınızı izledik.

Sahte belgelerle dolu uçaklarının düştüğünü birkaç sene daha kabul etmekte zorlanacaklar. Ancak bu süre içinde sadece Türkiye değil tüm dünya, tezgahın bütün pisliklerini okumuş anlamış ve yeterince bizler kadar şaşırmış olacak.

Bence siz eski günlerdeki gibi ekranlarda ‘mehdi’nin yeniden dönüşü tartışmalarına’ başlayın, başka yolunuz kalmadı.

Adolf Hitler’in lafıdır, düşünemeyen insanlar yöneticiler için ne büyük şans.

Taraf ve yandaş basın, yöneticilerinize geçtiğimiz on yıl içinde çok çok büyük şanslar verdiniz.

Özgürlük diye tepinip yeterince eğlendiniz ancak şimdi şarap ve saçmalık stoklarınız tükendi.

Yeni Yalanlar’a Yeni Tezgahlar’a ihtiyacınız var.

Yeni yalanlar yeni tezgahlar da buluşmak üzere, bekleriz, biz yine burada olacağız.

Şuraya bakın, on yıldır sabah akşam Türkiye’yi oyaladınız, gömdüğünüz silahlar, yerleştirdiğiniz virüsler, sahte belgeler hepsi açığa çıktı, şimdi de, sahtelermiş ama olsun, bir ceza verilmeliydi. Yani ‘gösteriş için şiddet’. Yani göz korkutma, sindirme için.

İşte benim de Balyoz yorumum: ‘Atlar gitti bu eşekler kaldı.’

On yıl içinde köyde tavuk ot sığır kalmadı, iktidar ve sizler, tarımla, toprakla, bereketle değil işte bu zırva belgelerle uğraştınız, sonuç, ülke diye elinizde sadece bu keçilerin yaşayabildiği çorak değneksiz araziler kaldı.

Bu yüzden yine de Kafka’nın lafını hatırlatmak lazım: ‘Umut var ama bizim için değil.’ Özgürlük keçileri ve özgürlükçü eşekler, sizler varken bu iktidarlar hiç bitmez, korkmayın.

Açılmış tarlalar bakımsız kalırsa yeniden dikenliklere dönüşür. Gün gelir dikenler de yurdunu ister, dikenler istila ederek saldırır.

On yılda hukuku siyaseti dikenler gibi istila ettiniz. Ve sonunda:

İskambilden yapılmış dijital virüs kuleniz çöktü.

Bir de, kendi aralarında dahi kalleşler, Taraf Gazetesi ve yandaş İslamcılar mahkeme kararından sonra hakimleri yalnız bıraktı. Hakimler sizlerin bavulları ve manşetlerinizi karara bağladı ama şimdi onları sahipsiz bırakıyorsunuz. Pişmemiş ördekleri hakimlerin ağzına tıktınız, insan modern bir uygarlıkta birazcık zeki birazcık akıl işi ‘belge’ uydurur, sizler zeki akıllı, Türkiye ve dünya aptal, öyle mi, şimdi, yut yutabilirsen?

Sonunda selametle çıktığınız yol, sizler ve hakimler ‘hukuksuz’ kupkuru çıplak firavunvari bir ‘şiddet gösterisine’ razı oldunuz… Aferin size.

Tabii bu şiddet gösterisiyle yalnız canavarlaşmadınız, bu arada, servetlerinize servet ekranlarda ününüze ün kattınız, ihaleler, kadrolar, sınav yerleştirme merkezleri dahi kendi cemaatinizin tayin merkezleri çoktan oluverdi, kardeşim bir değil iki değil yüzlerce liberal yazar bin fantom gücünde özgürlükçü yazar oldu, onlarcası ekranlarda bulaşık temizleyici persil kahramanı oldu.

Bakın lideriniz sayın Tayyip bey şehid sayılarını artınca tek bildiği çözüm olarak, çocuk sayısını üç’ten beş’e çıkarttı, ne demek bu, böyle yaltakçı sessiz yazarları gördükçe, annelerinize yeni siparişler veriyor, ne üçü ne beş’i düzinelerce istiyor.

Neydi meşhur tekerlemeniz: ‘Mahkeme safhasına müdahale etmeyelim karışmayalım’, ‘iddialar var efendim’ diye diye bugüne geldiniz, geldiğiniz yerde tren şu anda kontrolden çıkmıştır.

Tek becerinizin belge uydurma olduğunu gördük. Belge uydurarak toplumu sindirme tutuklama yoluna girdiniz.

İnsan soruyor, bu kadar aç İslamcıyı liberali yandaşı doyuracak başka bir sihirbaz çözüm niye bulamadınız, bizden ne istediniz, yıllarca yatıyor arkadaşlarımız.

Ama olsun, hayırlı da oldu. Katlettiğiniz hukukla dünyaya kepaze oldunuz, kendi kendinizi ıslah etmiş oldunuz. Ne sizi döven ne sizi yasaklayan olmadı. Kendi kararlarınızla kendinizi infilak ettirdiniz, bunun adına artık bizler bir isim takalım: Özgürlük Bombası.

Bilmem siz kime güvenerek asker olsun yazar olsun yurttaşlarımızı savunmasız zavallı tahtakuruları gibi ezip yok etmeye karar verdiniz.

İşte korktuğunuz kabus başınıza geldi sonunda dize geldi konuştu sahte belgeler.

Hepinize tekrar tekrar ders olsun. Hayatlarımız sizin sinsi iktidar pazarlıklarınızın tertiplerinizin konusu olmayacak.

Sahte belgelerle gerçekte postmodern bir Frenkeştayn yaratıp üstümüze saldınız.

Bu Frenkeştayn şimdi sizi yavaş yavaş yiyecek.

Bunun adına ‘hıyarcıklı veba da’ denir, eski dünyaları yok eden.

Canavarlar sadece vahşi ortamlarda karın doyurur.

Onu bunu şunu kurumları yazarları hepsini basıp tutuklayıp bu hukuksuz vahşi ortamı bu yüzden planladınız.

İnsanoğlu, mısır, pirinç, buğday ektiği günden beri ‘hukuk’a güvenir, hukuk’tan üstün yoktur.

Ancak uyanmamış hala sahte belgelerin üstüne bir de keyifle kahvelerini içen köşe canavarları var.

Bırakalım içsinler, kahve ikramımız olsun afiyet olsun, son bir kahveye idam mahkumlarında dahi izin verilir, tadını çıkartsın şu son birkaç yılının.

Nihat Genç
Odatv.com
, 25.9.12

Savcılığın “Ergenekon Örgütü” iddiası çöktü

Kilit tanık mahkemede açıkladı!

Savcılığın “Ergenekon Örgütü” iddiası çöktü

Ergenekon davasında tanık olarak dinlenen gazeteci Aslı Aydıntaşbaş

“Ergenekon Analiz ve Yeniden Yapılanma” belgesini Doğu Perinçek’e kendisinin verdiğini açıkladı.

Savcılar, Ergenekon davasının temel belgelerinden olan bu belgeyi
Doğu Perinçek‘in örgüt yöneticliğinin kanıtı olarak değerlendiyor.

Ancak Aydıntaşbaş’ın ifadesiyle Doğu Perinçek’in Ergenekon’un yöneticisi olduğu iddiası çürümüş oldu.

(http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/kilit-tanik-mahkemede-acikladi-savciligin-ergenekon-orgutu-iddiasi-coktu-h5651.html, 26.9.12)