Etiket arşivi: John Steinbeck

Yazmak-Çizmek-Betimlemek

Yazmak-Çizmek-Betimlemek

Yazmak-Çizmek-Betimlemek

 

Bizde ta öğrenciliğimizden beri öğretmenlerimizin kazandırdığı bir kabul vardır; ”yazmak ve çizmek özdeştir”. Bu kazanımlarla bir eğitimci olarak, her insanın ”eğer isterse” yazabileceğini, çizebileceğini öngörürüm her zaman. Ama burada en önemli nokta ”Eğer isterse”.  İstemek, amaç ve ideal edinmek.  Elbette herkes kendine göre, kendi çapında yazar ve çizer. Bunun niteliği, yeterliği, yetersizliği de ayrı bir değerlendirme konusudur. Ama yazılmayan, çizilmeyen, yani yok olan bir şeyin de hiçbir yönü tartışmaya bile değmeyeceğine göre, var olanın tartışılması bile kazanç sayılır.

Bunları neden yazıyorum; ”ben iki cümleyi bile yan yana getiremem” ya da ”ben cin Ali bile çizemem” sözlerini çok duyarız.  Bana göre bir teslimiyet ifadesidir bunlar. Kaçamaktır, aslında yine bana göre insanın kendisine, belki de çok iyi yapabileceği bir özelliğine, niteliğine ihanettir.”Hiç beceremem,  hiç çizemem, yapamam, yazamam” diyenlerden çok başarılı olanlara da tanık olduğum için bu denli iddialı yazabiliyorum.

Konuşma uçucudur, dahası suya yazılan yazıdır. Ama yazma, çizme-betimleme kalıcıdır. Tarih bunun için önce çizilenlerle, yontulanlarla, sonra yazılanlarla okunmaya, çözülmeye başlamıştır. Çok basit bir sorgulamayla üç bin yıl önce, Kadeş Savaşı’nı yapanlar kendi aralarında neler konuştular, savaşı nasıl barışla bitirmeye karar verdiler, bilmiyoruz. Ama Kadeş Savaşı’nın bir anlaşmayla ve yazılı bir belgeyle sonuçlandığını somut olarak, tartışmasız kabul ediyoruz. Günümüzde bile herhangi bir durumda, tartışmalı bir konu olduğu zaman ”yazılı belgesi var mı”, demiyor muyuz?

Konuya bir başka açıdan daha bakarım her zaman, yazma ve betimleme eyleminde; bireyin kendini anlatacağı çeşitli anlatım yolları yanında yaşadığı aileyi, yaşadığı çevreyi, toplumu, dönemi, siyasal ve sosyal atmosferi de anlatmasının yollarını açar.  Bu gibi birikimler önce bireysel bellek, aile belleği ve toplumsal bellek için verileri oluşturur. Bunların aslında yeri ve zamanı geldiğinde tarihsel belleğin de kaynağı olabileceği, tarihin her döneminde örneklerle doludur.

Örneğin, bugün kitaplığımızda oturup, Gazap Üzümleri’ni okumaya başladığımızda beş on dakika içinde o dönemin Amerika’sının toplumsal yapısının, etik değerlerinin neler olup olmadığını anlamaya başlarız. John Steinbeck bu eserini yazarken ”Türkiye’de bir evde ya da kitaplıkta Ahmet Beyler okurken şunu, şunu düşünsünler” diye yazmadı. O yaşadığını, hissettiğini ya da hissettireceğini yazdı, o kadar. Ondan sonrasıdır işte sanatın gücü, başarısı, etkisi, yaratma, anlatma kapasitesi, evrenselliği.

Bir başka örnek verelim; Goya bir saray ressamıdır. Bir eli yağda, bir eli baldadır. İspanya iç savaşlarında saraya karşı bayrak açan isyancılara, asilere katılır; sefalet içinde ölür. Bugün Madrid Prado Müzesi’nde Goya’nın eserleri iki ayrı salonda sergilenir. Birinde saray resimleri, diğerinde ”Black Paintings” denen, saray sonrası resimleri. Her gittiğimizde bunu özellikle takip etmişimdir; saray resimleri dönemi salonunu insanlar beş dakikada geziyorsa, Kara Resimler salonunda yarım saat kalıyorlar. Bugün Goya İspanyol sanatının ve kültürünün gurur kaynağıdır; yine tüm dünya sanatında Goya denince İspanya ve 3 Mayıs katliamı resmi akla gelir, hemen.

Burada bir başka örnekle şu soruları soralım kendimize; Hititler ve Mısırlılar Kadeş Savaşını yazıya dökmeselerdi; John Steinbeck yazmasaydı; Göbeklitepe sakinleri o devasa taşları yontmasaydı, üzerlerini betimlemeseydi; Goya 3 Mayıs katliamını, Picasso Guernica tablosunu betimlemeseydi? Bizden de çok örneğimiz olabilir; Nazım Hikmet ”Memleketimden İnsan Manzaraları‘nı, Yakup Kadri, ”Yaban” Romamını, Yaşar Kemal ”İnce Memed’i  yazmasalardı… Gerisini siz düşünün.

Yazma-betimleme hiç kimsenin tekelinde değildir. Başarı ve başarısızlık elbette tartışılır ama yazılanlar, çizilenler, yontulanlar somut çabaların varlığıyla anlamı olan bir başka boyutudur konunun. Binler, on binler, milyonlar yazmalı, çizmelidir. Bu zenginlik içinden kim bilir ne cevherler çıkabilecektir; en azından bu kültürel birikim yazanın, çizenin de anlaşılmasını, iyi okunmasını, iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır.

Paris’te yüzbin ressam olduğu söylenir, abartı da olsa. Yüzbin içinden beşbinlerin-onbinlerin çıkması ile ikibin, üçbin kişinin resimle ilgilendiği bir toplumdan kaç kişinin çıkabileceği iyi düşünülmelidir. Aynı şey yazma eylemi için de geçerli; milyonlar anı, öykü, masal, şiir, mektup, günce yazmalı ki içinden milyon sayıda gerçek okur-yazar çıksın.

Burada bir özel konuya daha değineyim; Her aileden birkaç kişi mutlaka bir ”aile belleği” yazmalıdır. ”Dedesinin dedesinin adını bilen kaç kişi var aramızda” sorularını kendi kendimize sorduğumuzda ne demek istediğim daha net anlaşılır. Aidiyet bilinci, kimin nereye, hangi aileye, anaya, ataya, kültüre ait olduğunun sorgusu ve bir yönü ile de ulusal bilincin kaynağı olacaktır.  Yazmayan, okumayan, çizmeyen, betimlemeyen, belgelemeyen toplumlar; sözel, uçucu, unutucu, unutturucu; hatta inkârcı geleneğe dayanır. Bu toplumlar tarihten, geçmişten dersler alamazlar; bu nedenle de sık sık aynı tökezlemeleri, aynı hastalıkları, aynı aymazlıkları, aynı travmaları yaşamak zorunda kalırlar.

Kişisel olarak ben; yazarak, çizerek, boyayarak; öncelikle gören, duyan, düşünen, kendine göre çözümler arayan, üreten insan olarak, kendi özüme saygı sayıyorum, yaptıklarımı.  ”Başarılı mıyım, değil miyim; iyi mi yapıyorum, kötü mü” sorgusu çok sonra gelen değerlendirmeler hanesindedir. Bunun değerlendirmesi de çoğunlukla zamana, okuyana, izleyene ve onların yargısına havale edilir. En azından ”Ustamın adı Hıdır, elimden gelen budur” diyebilme özgürlüğüne sahip olmak az şey midir?

Nihat Genç: Gösteriş için şiddet..

Nihat Genç: Gösteriş için şiddet

Balyoz davası sonrası medya yorumlarını okuduk, yüzde yüzü yani tamamı ‘sahte belgeler’ kuşkusunu dile getirdi, sağcısı solcusu yandaşı hepsi bir ‘milli mutabakat’ gibi sahte belgelerin varlığının mahkeme kararını tartışılır hale soktuğunu beyan etti.

Yandaş İslamcı liberaller sonunda şöyle bir ittifak içindeydi, mahkeme kararları doğru, az bile, ancak sahte belgeler işi bozuyor.

Peki sahte belgelerle inşa edilmiş bir davanın kararını daha nasıl alkışlıyorsunuz?

Orasını sormayın. Şöyle demek istiyorlar:

‘Hukuk yok ama özgürlük varmış.’

Sahte belgelere rağmen mahkeme kararını alkışlayanların haletini ruhiyetini bir de şöyle yorumluyorum: ‘Karnımız doyduğu için mahkeme özgür karar verdi, ama belgeler de sahte.’

Sahte belgelere rağmen mahkemenin bu meşum kararını onaylayanların ruh hallerini daha başka nasıl yorumlayabiliriz, şunun için de olabilir, ekonomideki bırakın yapsınlar’ın hayata geçebilmesi için önce ‘hakimleri de bırakalım yapsınlar’ın devreye girmesi şarttır.

şte böyle bilinmez saçma sapan bir yere geldiniz.

Bence işleri doğru tahmin edemediniz. Taraf Gazetesi tezgahınız tutmadı. Artık yeni deli danalara yeni uçuk virüs gençlere ihtiyacınız var.

Oysa geçmişten ders alacak çok zamanınız vardı.

Hem size hem PKK’ya hem de Amerikalı dostlarınıza selamım olsun, Türkiye’nin fiyatı çok yüksektir, hukuk ondan da yüksek. Taraf Gazetesi’ne giydirdiğiniz özgürlük don’u tutmadı, b.k içindesiniz.

Türkiye’yi bir hukuk bataklığına kim düşürdü? Şimdi yukarlarda aranızda konuştuğunuz tek çare, bunların hepsini yeni anayasayla affettirip bir mutabakat zemini işte yeni bir fırıldakla buluruz düşüncesi.

Geçin bunları, hukuk dışında ‘don’ yoktur. İnsanlığın yolundan şaşmayın.

John Steinbeck’in meşhur lafıdır, Amerika’da sosyalizm niye tutmuyor sorusuna karşılık: ‘Çünkü Amerika’da öyle bir atmosfer yaratıldı ki yoksullar kendilerini geçici olarak dara düşmüş milyonerler olarak görür.’

Türkiye’de en akıllısından en aptallına kadar yarattığınız atmosfer şuydu: Darbecileri cezalandıralım özgürlük gelir. Balyoz ve Ergenekon ve ODA TV tutuklularına küfreden herkes kendini ‘özgürlükler içinde dans ederek yüzüyor’ sandı.

Bir yere geldik ama nereye geldik, budalalar cennetine hoş geldiniz.

Sahte belgelere cinnetle sarılmış bir iktidar ve onun yandaşlarınızı izledik.

Sahte belgelerle dolu uçaklarının düştüğünü birkaç sene daha kabul etmekte zorlanacaklar. Ancak bu süre içinde sadece Türkiye değil tüm dünya, tezgahın bütün pisliklerini okumuş anlamış ve yeterince bizler kadar şaşırmış olacak.

Bence siz eski günlerdeki gibi ekranlarda ‘mehdi’nin yeniden dönüşü tartışmalarına’ başlayın, başka yolunuz kalmadı.

Adolf Hitler’in lafıdır, düşünemeyen insanlar yöneticiler için ne büyük şans.

Taraf ve yandaş basın, yöneticilerinize geçtiğimiz on yıl içinde çok çok büyük şanslar verdiniz.

Özgürlük diye tepinip yeterince eğlendiniz ancak şimdi şarap ve saçmalık stoklarınız tükendi.

Yeni Yalanlar’a Yeni Tezgahlar’a ihtiyacınız var.

Yeni yalanlar yeni tezgahlar da buluşmak üzere, bekleriz, biz yine burada olacağız.

Şuraya bakın, on yıldır sabah akşam Türkiye’yi oyaladınız, gömdüğünüz silahlar, yerleştirdiğiniz virüsler, sahte belgeler hepsi açığa çıktı, şimdi de, sahtelermiş ama olsun, bir ceza verilmeliydi. Yani ‘gösteriş için şiddet’. Yani göz korkutma, sindirme için.

İşte benim de Balyoz yorumum: ‘Atlar gitti bu eşekler kaldı.’

On yıl içinde köyde tavuk ot sığır kalmadı, iktidar ve sizler, tarımla, toprakla, bereketle değil işte bu zırva belgelerle uğraştınız, sonuç, ülke diye elinizde sadece bu keçilerin yaşayabildiği çorak değneksiz araziler kaldı.

Bu yüzden yine de Kafka’nın lafını hatırlatmak lazım: ‘Umut var ama bizim için değil.’ Özgürlük keçileri ve özgürlükçü eşekler, sizler varken bu iktidarlar hiç bitmez, korkmayın.

Açılmış tarlalar bakımsız kalırsa yeniden dikenliklere dönüşür. Gün gelir dikenler de yurdunu ister, dikenler istila ederek saldırır.

On yılda hukuku siyaseti dikenler gibi istila ettiniz. Ve sonunda:

İskambilden yapılmış dijital virüs kuleniz çöktü.

Bir de, kendi aralarında dahi kalleşler, Taraf Gazetesi ve yandaş İslamcılar mahkeme kararından sonra hakimleri yalnız bıraktı. Hakimler sizlerin bavulları ve manşetlerinizi karara bağladı ama şimdi onları sahipsiz bırakıyorsunuz. Pişmemiş ördekleri hakimlerin ağzına tıktınız, insan modern bir uygarlıkta birazcık zeki birazcık akıl işi ‘belge’ uydurur, sizler zeki akıllı, Türkiye ve dünya aptal, öyle mi, şimdi, yut yutabilirsen?

Sonunda selametle çıktığınız yol, sizler ve hakimler ‘hukuksuz’ kupkuru çıplak firavunvari bir ‘şiddet gösterisine’ razı oldunuz… Aferin size.

Tabii bu şiddet gösterisiyle yalnız canavarlaşmadınız, bu arada, servetlerinize servet ekranlarda ününüze ün kattınız, ihaleler, kadrolar, sınav yerleştirme merkezleri dahi kendi cemaatinizin tayin merkezleri çoktan oluverdi, kardeşim bir değil iki değil yüzlerce liberal yazar bin fantom gücünde özgürlükçü yazar oldu, onlarcası ekranlarda bulaşık temizleyici persil kahramanı oldu.

Bakın lideriniz sayın Tayyip bey şehid sayılarını artınca tek bildiği çözüm olarak, çocuk sayısını üç’ten beş’e çıkarttı, ne demek bu, böyle yaltakçı sessiz yazarları gördükçe, annelerinize yeni siparişler veriyor, ne üçü ne beş’i düzinelerce istiyor.

Neydi meşhur tekerlemeniz: ‘Mahkeme safhasına müdahale etmeyelim karışmayalım’, ‘iddialar var efendim’ diye diye bugüne geldiniz, geldiğiniz yerde tren şu anda kontrolden çıkmıştır.

Tek becerinizin belge uydurma olduğunu gördük. Belge uydurarak toplumu sindirme tutuklama yoluna girdiniz.

İnsan soruyor, bu kadar aç İslamcıyı liberali yandaşı doyuracak başka bir sihirbaz çözüm niye bulamadınız, bizden ne istediniz, yıllarca yatıyor arkadaşlarımız.

Ama olsun, hayırlı da oldu. Katlettiğiniz hukukla dünyaya kepaze oldunuz, kendi kendinizi ıslah etmiş oldunuz. Ne sizi döven ne sizi yasaklayan olmadı. Kendi kararlarınızla kendinizi infilak ettirdiniz, bunun adına artık bizler bir isim takalım: Özgürlük Bombası.

Bilmem siz kime güvenerek asker olsun yazar olsun yurttaşlarımızı savunmasız zavallı tahtakuruları gibi ezip yok etmeye karar verdiniz.

İşte korktuğunuz kabus başınıza geldi sonunda dize geldi konuştu sahte belgeler.

Hepinize tekrar tekrar ders olsun. Hayatlarımız sizin sinsi iktidar pazarlıklarınızın tertiplerinizin konusu olmayacak.

Sahte belgelerle gerçekte postmodern bir Frenkeştayn yaratıp üstümüze saldınız.

Bu Frenkeştayn şimdi sizi yavaş yavaş yiyecek.

Bunun adına ‘hıyarcıklı veba da’ denir, eski dünyaları yok eden.

Canavarlar sadece vahşi ortamlarda karın doyurur.

Onu bunu şunu kurumları yazarları hepsini basıp tutuklayıp bu hukuksuz vahşi ortamı bu yüzden planladınız.

İnsanoğlu, mısır, pirinç, buğday ektiği günden beri ‘hukuk’a güvenir, hukuk’tan üstün yoktur.

Ancak uyanmamış hala sahte belgelerin üstüne bir de keyifle kahvelerini içen köşe canavarları var.

Bırakalım içsinler, kahve ikramımız olsun afiyet olsun, son bir kahveye idam mahkumlarında dahi izin verilir, tadını çıkartsın şu son birkaç yılının.

Nihat Genç
Odatv.com
, 25.9.12