Etiket arşivi: www.ahmetsaltik.ne

Krallığın sonu

TAŞLAR yerinden oynadı bir kere. Ortadoğu o kadar kırılgan bir hal aldı ki, bir yerde kelebek kanat çırpsa diğer yerde fırtına çıkıyor ve bu etki-tepki denklemi bir hafta içine sığabiliyor.

Son iki günde Lübnan, Yemen ve Suudi Arabistan arasında gerçekleşen olaylara bakın.

3 Kasım’da İran lideri Hamaney’in danışmanı Ali Ekber Velayeti Lübnan’ı ziyaret etti ve Başbakan Saad Hariri ile görüştü. Bu görüşmeden sadece bir gün sonra Saad Hariri istifa etti ve bunu Riyad’da düzenlediği basın toplantısı aracılığıyla duyurdu. Gerekçe olarak İran’ı gösteriyordu Hariri. Hizbullah üzerinden Lübnan’ı kontrol eden İran’ın, Lübnan’daki Sünnilerin hayat alanını nasıl daralttığı bugün Beyrut’a kısa bir ziyaret düzenleyen herkesin farkına varabileceği bir realite. Hariri, söz konusu durum üzerinden geçmişi de hatırlatıyor, “Sonumun babam gibi olmasını istemiyorum” diyordu. Malum eski Başbakan Refik Hariri 2005’te bombalı saldırıyla öldürülmüş, söz konusu suikasttan Beşar Esad Suriye’si sorumlu tutulmuş, halk meydanlarda toplanıp ayaklanmış ve Suriye, Lübnan’da 30 yıldır tuttuğu askeri varlığını sona erdirmek zorunda kalmıştı. Ancak Hizbullah geçen yıllar içinde daha fazla güç kazandı ve İran’ın Lübnan’daki etkisi şahikaya vardı.

YASAK KALKTI

Saad Hariri’nin Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’dan yaptığı açıklamaya ve aslında dünyaya yaptığı çağrıya cevap Yemen’den geldi. Yapılan açıklamaya göre Yemen’deki İran destekli Husiler, Riyad’a bir balistik füze saldırısı düzenledi, füze saldırısı bertaraf edildi ve can kaybının yaşanması önlendi.

4 Kasım’ı 5 Kasım’a bağlayan gece ise Suudi Arabistan kendi tarihinde bir ilk olan dev boyutta bir operasyonla çalkalandı. Operasyon, Kral Selman bin Abdülaziz’in, yeğenini azlederek veliaht prensliğe getirdiği oğlu Muhammed bin Selman’ın başkanlığındaki “Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu” etrafında şekillendi. 11 prens ve içinde eski-yeni bakan ve yardımcılarının da bulunduğu 38 kişi; yolsuzluğa karıştıkları gerekçesiyle gözaltına alındılar.

Baba kral, Suudi Arabistan’ı hicri takvimden miladi takvime geçirmişti.

Oğlu, Veliaht Prens Muhammed bin Selman ise geçtiğimiz aylarda kadınlara araç kullanma yasağını kaldırdı. Ekim ayında ise Ilımlı İslam’a geçiyoruz açıklaması yaptı. Bu açıklamanın en önemli tarafı, İslam’ın en katı yorumlarından biri olan ve Suud hanedanlığının keyfine göre şekillenmiş bir ekol izlenimi veren Vehhabilik’ten vazgeçileceğini ima etmesiydi.

DESTEK İÇİN…

Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ı “rakipsiz” bırakan tasfiyelerin tek amacının “yolsuzlukla mücadele” olmadığı ortada. İlk akla gelenler şunlar: İran yayılmacılığını giderek daha fazla tehdit olarak gören Suudi Arabistan, Rusya destekli İran’a karşı Amerika’dan daha fazla destek almak istiyor. Ancak Amerikalılar, Vehhabiliği terörizmi teşvik eden bir unsur olarak gördükleri için Suud bu desteği almanın yolunun Vehhabilik’ten vazgeçerek daha ılımlı hale gelmekten geçtiğini biliyor. Tasfiye operasyonu da Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Suudi Arabistan’ı“ılımlı İslam” ile şekillendirmesinin önündeki engelleri izale etmesinden ibaret.

Ancak şöyle bir sorun var: Kadınlara verilen haklar gibi sosyal hayatta yapılacak değişimlerin müjdesi ne kadar sevindirici olsa da Vehhabilik, Suud krallığını ayakta tutan en önemli unsur. Vehhabilliği çıkarıp attığınızda devletin ülkeyi bir arada tutmasını sağlayan temellerini de sarsmış oluyorsunuz. Dahası; çok büyük ihtimalle verilen özgürlükler, gerçekleştirilen esneklikler de öteden beri gözünü Kâbe’ye dikmiş olan IŞİD tarafından “davetiye” olarak algılanacak. İlle de IŞİD olması gerekmiyor. Suudi Arabistan’ın radikal bir dönüşüm geçirmesi, yeni rotadan hoşnutsuz olanları hareketlendirip karışıklığa, giderek iç çatışmalara yol açabilir. Bu risk var ve gerçekleşirse, öyle ya da böyle işin ucu krallığın devrilmesiyle sonuçlanabilecek bir sürece evrilebilir. Bu süreci endişe verici bulmak için de kralın muhibbi olmak gerekmiyor, olmuş olanların olmakta olanlara nasıl karine teşkil ettiğine bakmak yeterli.
===================================

Dostlar,

Acaba,
Sayın Nihal Bengisu Karaca‘ya göre,
Çağdışı Suudi Arabistan Krallığı azıcık da olsa uygarlaşmamalı mı??
Çoooook mu karışıklık (!) çıkar bölgede?? Ne olur acaba bu “karışıklık” tan (!)  çıkarsa??

Sıkı duralım : Trump, uydusunu terbiyeye başladı.. Radikal İslam artık Batı’nın canına etti..
Kendi yarattığı canavarı boğmanın zamanı geldi.. İSLAMOFOBİ önlenemez bir afet!

  • S. Arabistan bile Hicri takvimi bırakıp miladi takvime geçti..
    Ama Türkiye hala Riyad’a göre saatini ayarlıyor ve yaz saatine geçmiyor.. RTE inadını sürdürüyor.. Danıştay kararına karşın.. Fakat sessiz sedası 2018 Ekim’inde yaz saatine geçilecekmiş..
    Kadınlara araba kullanma ehliyeti…
    Mısır ile ortak dev serbest ticaret bölgesi kuruluyor.. Kadın – erkek medeni koşullarda birlikte çalışacak.. S. Arabistan ekonomisi çöküşte.. Petrol fiyatları düşüyor ve petrol de bitiyor.. Bıçak kemiğe dayanıyor..
    S. Arabistan bile çağın koşullarına zorunlu uyum sağlıyor..
  • Türkiye’de AKP = RTE’nin dinci – gerici dayatma için hangi dayanakları olabilir ki??
  • “Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona kayıtsız kalanları yakar mahveder..”
    Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK… 

Sevgi ve saygı ile. 08 Kasım 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

İlker Başbuğ: Lozan Konferansı Cumhuriyetin tapusudur!

İlker Başbuğ: Lozan Konferansı Cumhuriyetin tapusudur!

26. Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ, 36’ncısı düzenlenen TÜYAP Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nda ‘Bir Dönüm Noktası Lozan’’ konulu panelde konuştu. (YURT04 Kasım 2017)

İlker Başbuğ: Lozan Konferansı cumhuriyetin tapusudur!
Başbuğ, Lozan Barış Antlaşması’nın Türkiye Cumhuriyeti’ nin tapusu olduğunu vurgu yaparak; “Lozan Konferansı, bugün üyesi olmaktan gurur duyduğumuz ve gurur duymaya devam edeceğimiz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tapusudur. Buraya bir zarar getirirseniz o zaman devletinize, cumhuriyetine zarar vermiş olursunuz. Bu hiç unutulmamalıdır.” diye konuştu.

Katılım beklenenin çok üstünde oldu

TÜYAP ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle bu yıl 36’ncısı gerçekleştirilen Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’na Büyükçekmece Belediyesi de yerini aldı. Büyükçekmece Belediyesinin Kitap Fuarı kapsamında düzenlediği ‘Bir Dönüm Noktası Lozan’ adlı panelde eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’u ağırladı. Panele Büyükçekmece Belediye Başkanı Dr. Hasan Akgün’ün yanı sıra Avcılar Belediye Başkanı Dr. Handan Toprak Benli ve çok sayıda vatandaş katıldı. Büyükçekmece Belediyesinin konuğu olarak katılan İlker Başbuğ’un paneline vatandaşlar yoğun ilgi gösterdi.

“Şeyh Sait İsyanı İngiliz destekli bir ihanettir”

‘Bir Dönüm Noktası Lozan’ konulu panelde konuşan İlker Başbuğ

  • Mustafa Kemal’in hayatına bakın, bir saniye bile yaşamının içinde umutsuzluk yok, her zaman mücadele var. Osmanlı Devleti 1911’de savaşın içine giriyor ve 1922 yani Yunan ordusunun İzmir’den denize dökülmesi. Baktığınız zaman arada 11 yıl var. Aslında biz her cephede yenilmiyoruz, baktığınız zaman baştanbaşa bir zafer abidesi olan Çanakkale Cephesi var. Ancak savaşa beraber girdiklerimiz yenilince biz de yenilmiş sayılıyoruz. Süreç Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile devam ediyor. Daha sonra Lozan heyetinin belirlenmesi sürecinde Rauf Orbay, Mustafa Kemal’e danışıyor ve sorusuna yanıt olarak İsmet İnönü’nün katılması gerektiği talimatını alıyor. Mustafa Kemal bu öneriyi Mudanya Mütarekesi’ni göz önünde bulundurarak vermiştir. Lozan Konferansı 21 Kasım 1922’de başlar, şunu çok net olarak ifade edelim; Lozan Anlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur. Lozan’da önemli olan konular Kapitülasyonlar ve Musul konusudur. Tabii ki diplomatik konularda bu tarz anlaşmalarda her istediğinizi alamazsınız. Musul’u İngilizler bizim elimizden hırsız gibi haksız yere almışlardır. Bunda da en önemli malzemeleri Şeyh Sait isyanıdır. Şeyh Sait İsyanı İngiliz destekli bir ihanettir. Kıbrıs da aynıdır aslına bakarsanız. Şeyh Sait Cumhuriyet’e karşı bir isyan çıkarmıştır” dedi.

“O günkü şartlarda en iyisini yaptık”

Eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ, o günkü şartlarda Cumhuriyet Hükümeti’nin en iyisini yapmaya gayret ettiğini ve yaptığını belirterek  sözlerini şöyle sürdürdü: “İngiltere demiş ki Musul’u sana bırakacağım. Fransa ve İngiltere arasında da ciddi rekabet var. Kurtuluş Savaşı’na da bakarsanız, Lozan’da da aynı şeyi görüyorsunuz. Fransa Türkiye’nin isteklerine daha yakın, İtalya’da da aynı durum var. İtalyanları rahatsız eden nedir? İtalya’ya 1. Dünya Savaşından sonra söz veriyor. İzmir Ege Bölgesi senin, diyor. Yunanların gelmesi aslında ikinci şansımız. Birinci şans ise Rusya’da Ekim 1917 Devrimi olmasıdır. 2. şansımız biraz ağır olsa da sonucu önemli, İzmir’i, Anadolu’yu işgali ve Yunan askerinin çıkması. Olmadığını düşünün eğer işgal olmasaydı Anadolu’da o direnişi ve bilinci sağlayabilir miydik?” şeklinde konuştu.

“Birlik ve bütünlüğümüzü en ileri noktaya taşımalıyız”

Panelin açılış konuşmasını yapan Büyükçekmece Belediye Başkanı Dr. Hasan Akgün, ülkemizin içinde bulunduğu koşulları herkesin çok iyi bildiğini ifade ederek; “Çok zor bir tünelden geçiyoruz. İnşallah birlik ve beraberliğimizi daha da pekiştirerek, ülkemizin Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün göstermiş olduğu aydınlık yolda tekrar ilerlemesini sağlamak, Cumhuriyetin temel ilkelerini daha sağlamlaştırmak, demokrasimizi de taçlandırmak üzere çalışmak zorundayız. Birlik ve bütünlüğümüzü en ileri noktaya taşımak zorundayız. Ben bu salonda daha önce pek çok konuşmacının paneline katıldım. Ancak bugünkü kadar kalabalık olduğuna şahit olmadım. Sayın İlker Başbuğ Paşa’nın konuşmasında oturacak sandalye kalmaması, arkadaki arkadaşların ayakta olmasının sebebi, İlker Başbuğ’un ağzından çıkacak sözlerinin gerçeklere yakın ve iç içe olmasıdır. Ayrıca kısa bir süre önce yaşanan ve vuku bulan olaylara en derin şekilde tanık olan kıymetli İlker Başbuğ’un ağzından çıkacak sözlerin, düşüncelerin heyecanı bu denli büyük ilgiyi de beraberinde getirmiştir.” dedi.
======================================
Dostlar,

Türkiye Cumhuriyeti‘nin 26. Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ, doğrultu tutarlığını koruyarak ülkemize hizmetini emeklilik yaşamında da sürdürüyor. Kendisine şükran borçluyuz. 2,5 yıla yakın hukuk skandalı ile, iftira ve tertip ile 70 yaşından sonra hapse atılan Sayın Başbuğ, sebatla savaşımınız sürdürdü ve masum olduğunu kanıtladı. Konferanslarını ve kitap yazımını sürdürüyor. O’ndan yararlanalım kitaplarını okuyalım, konferanslarını izleyelim..

Sevgi ve saygı ile. 04 Kasım 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Orhan AYBER : Dünyada olağan dışı gelişmeler

Dünyada olağan dışı gelişmeler, Suudi Arabistan ve NEOM projesi,  Ulusal kahramanımız Vecihi Hürkuş, Çin Komünist Partisi’nin son kongresi

Dünyada olağan dışı gelişmeler
Küresel güçlerin (ki bunlar şimdilik ABD, Rusya ve Çin) aralarındaki mücadelenin adı jeopolitik savaştır. Biliyorum kaçıncı kez bu başlığı kullanıyorum. 

NATO ve ABD’nin, “Türkiye ile Rusya’nın S 400 anlaşmasının kabul etmeyeceklerini, bunun bedeli olacaktır” yorumuna karşı Rus askeri uzmanı Aleksandr Jilin;

ok2“Delinin biri, (muhtemelen Trump’ı kastetti) Türkiye’yi baş eğmeye zorlamaya kalkar ise S 400’ler devreye girer ve ABD uçaklarını engeller”dedi. yatay
Rusya’nın gerekirse büyük bir savaşı göze almasının nedeni; ne Sayın Cumhurbaşkanımızın hatırı, ne Kılıçdaroglu’nun adaleti, ne Meral Hanım’ın batı hayranlığı, ne de Bahçeli’nin başka bağımsız ülkeler kentlerine plaket vermesi nedeni iledir. Rusya, Anadolu coğrafyası ile ilgili olarak bu riski almıştır bu nedenledir ki BU JEOPOLİTİK SAVAŞTIR. Çünkü eğer Anadolu ABD veya NATO’nun denetimine geçerse;

1) Rusya Karadeniz’e hapsolur, Kırım riske girebilir
2) NATO etkinliği Gürcistan sınırlarına ulaşır. Orta Asya’da Rusya’nın güvenliği tehlikeye girebilir ve ayrıca Rusya’nın Sibirya’da hedeflerini engelleyebilirler. (Sibirya’nın zenginliği tüm dünyanın geri kalanından fazladır.) Sibirya ekonomiye açılırsa kapitalist sistem yerle bir olur.

O zaman Rusya ile ilişkilerimiz çok kötü olsa bile Rusya kendi ulusal çıkarı için Anadolu’nun NATO veya ABD tarafından işgaline izin vermez. Geçmiş yıllarda ülkemiz ABD yüzünden çok ağır bedeller ödedi. Şimdi halkımız %80 ABD’ye karşı.  Artık ABD’den NATO’dan kurtulma şansını yakaladık bu şansımızı değerlendirmeliyiz.

Suudi Arabistan ve NEOM projesi
Suudi veliaht prensi Muhammet bin Selman’ın açıkladığı 500 milyar dolarlık NEOM Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün’ü kapsayan 26.500 km2 bir alanda yeni bir ekonomik bölge oluşturma projesi. Bu alanda kadın ve erkekler birlikte çalışacakları ofisler, dronlar, robotlar, futuristik yaşam alanları olacak. Ve ekliyor “Bu bölge dünyanın hayal kuranları için özel bir bölge olacaktır.”

Şimdi Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde başlayan ve özellikle kadınların yaşamlarını etkileyecek devrim niteliğindeki gelişmeler olurken dünyanın gelmiş geçmiş en büyük devrimcisi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ülkesindeki gelişmelere bakalım :

Rektör, “Yabancı kadının eline değen cehennem ateşi ile yanar” diyebiliyorsa, Fransız Okulu Saint Joseph okulunu denetleyen müfettiş, doğa müzesini gezerken Evrim bölümünde “Kaldırın bu bölümü” diyebiliyorsa, laik eğitimden uzaklaşmış, kuran kurslarında beyni yıkanmış çocuklar, annelerinin maaş almasına karşı çıkarak “Cehennemde yanacaksın” diyebiliyorsa, ülkemizdeki bu utanç verici gelişmelerin örnekleri çok. Şimdi ülkemizdeki bazı yorumcular Arap ülkelerindeki bu gelişmelere kayıtsız kalmakta bu gelişmelere İsrail tuzağı veya ABD projesi gibi yaklaşımlar göstermektedirler. Türkiye’deki bu geriye gidişi görmemek için de ısrar edebilirler ancak bu proje içindeki Mısır’a dikkatinizi çekiyorum.

Mısır’da çağ dışı önerileri olan Mursi’nin askeri bir darbe ile devrilmesini onaylamayan hem iktidar hem muhalefet nedeni ile Mısır ile ilişkilerimiz en alt düzeydedir. Mısır’ın rol aldığı Ortadoğu’daki gelişmelerde ülkemiz aleyhinde gelişmelere dikkat etmeliyiz.

Ulusal kahramanımız Vecihi Hürkuş 
Şimdi sizlere İzmirlilerin oldukça yabancı olduğu bir kahramanımızdan söz etmek istiyorum.

1) Kafkas cephesinde ilk Türk hava zaferini kazandı.
2) İstiklal savaşında uçak kanatları için jelatin imal etti.
3) İstiklal savaşımızda İzmir (Seydişehir) hava alanını tek başına işgal etti.
4) İstiklal savaşımızda ilk uçuşu ve son uçuşu yapan pilot oldu.
5) İlk Türk tayyaresini imal etti. 1924 İzmir
6) İlk sivil uçak inşasını gerçekleştirdi.
7) İlk Türk tayyare fabrikasını kurdu. Vecihi Fiham Hava ve Deniz Tayyare Fabrikası 1932
8) İlk Türk havacılık mektebini açtı. 1932 İstanbul
9) İlk Türk deniz tayyaresini inşa etti. 1933 İstanbul
10) İlk Türk tayyare pilotu Bedriye Gökmen’i yetiştirdi.
11) Türkiye’de ilk planör inşasını (us4 ve ps2) gerçekleştirdi. 1936 Ankara
12) İlk Türk havayolu şirketini kurdu (Hürkuş hava yolları) yurt içi hatlarda yolcu taşıdı. 1954
13) İstiklal savaşında her sınıf muharipler arasında üç kez TBMM takdirnamesi verilen tek kişi olarak istiklal madalyası sahibidir.
14) Uluslararası havacılıkta 50 yıl madalyası ile ödüllendirildi.

Vecihi Hürkuş’la ilgili bazı ayrıntıları da paylaşmak isterim.

Bu ulusal kahramanımızın İstanbul Kadıköy’de değerli arkadaşım heykeltıraş Ersal Yavi’nin yaptığı çok güzel bir anıtı vardır. Ayrıca Ankara’da Çankaya belediyesi tarafından yaptırılan adını taşıyan Vecihi Hürkuş minyatür havaalanı vardır. Oysa bu kahramanımızın çalışmalarını yaptığı yer İzmir Gaziemir’dir. Sayın Büyükşehir Belediye Başkanımız Aziz Kocaoğlu’ndan bu İzmirli kahramanımızın anısını yaşatacak bir çaba göstereceğine inanıyorum.

Orhan Ayber
İnş. Müh.
Vecihi Hürkuş Derneği İzmir temsilcisi
—————————————————————
Son Sözler
Son günlerde iç siyasetimizde daha çok belediye başkanlarının istifaları tartışılıyor, açıkça hiç ilgilenmiyorum. Oysa daha çok Çin Komünist Partisi’nin son kongresine yoğunlaşmalıyız. Bu kongrede tüm dünyayı etkileyecek kararlar alındı. Ülkemizin geleceği ile ilgili çok önemli gelişmeler olabilir. Tüm siyasi partilerimizin bu kongreyi yakın izlemelerini öneriyorum.

Şu bulunduğumuz döneme bir ad vermek gerekirse etkin diplomasi çağı diyebiliriz. Ülkemizdeki siyasi partilerimizde boş tartışmaları bir kenara bırakıp, ülkenin diplomasisini geliştirmekte ortak hareket etmesini öneririm. Tabii ki yüreklerinde birazcık ülke sevgisi varsa.

Bir dahaki yazımda Çin komünist partisi kongresini ve hidro-politik derneği başkanı Durmuş Yıldız’ın Cenevre’deki izlenimlerini paylaşacağım.

 31 Ekim 2017 (Yazı gönderi:  Orhan ÖZKAYA)
=========================================
Dostlar,

Konuk yazar Sayın Orhan AYBER’in iletisini yukarıda sunduk..
AKP = RTE, ülkemizi daha fazla dincileştirici adımları – girişimleri kesmelidir.

Konya’da bir ilahiyat profesörünün kadınlar hakkında basına yansıyan sözleri alarm vericidir :
Bu zavallıya göre,

* kadınların örtünmesi yetmez, peçe takmalı, evden çıkmamalıdırlar!?
YÖK, iktidar ve yargı bu kişi hakkında gereken hukuksal işlemi hızla yapmalı ve çıkıp kamuoyu önünde açık seçik, net ve kararlı biçimde bu tür yaklaşımları çağ dışı ve laiklik düşmanlığı, ulusu bölücü… gördüklerini vurgulamalıdır. Tersi durumda, böylesi ilkel saldırıların iktidardan cesaret aldığını düşünme dışında seçenek var mıdır?? Hatta şimdiden böyle değil midir?

Gerek iç gerek dış siyasette günübirlik ucuz ve sığ siyaset kendilerinin de sonudur.
Türkiye, son 15 yılda hemen her alandaki yedeklerini, birikimlerini, sabrını… tüketmiştir.
Başta ekonomi ve içbarış olmak üzere olağanüstü kritik bir döneme girilmiştir.
Yüz yıla yaklaşan Cumhuriyet döneminin “en zor” dönemeçlerinden birine sürüklenmiştir.
Bu ürküntü veren topludurumdan (konjonktür) doğrudan ve başlıca AKP = RTE so-rum-lu-dur!

Mutlaka ama mutlaka ve hızla bu yarı felç – politik konfüzyondan çıkılması zo-run-lu-dur.

Sevgi ve saygı ile. 02 Kasım 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Av. Esin ÖZBEY : Müftüye-İmama nikah kıyma yetkisi

Ulusal Eğitim Derneğimizden
haftalık Cumartesi konferansları başlıyor..

İlki aşağıda.. AKP’nin dinci dayatmasının bir halkası daha..

  • Müftüye-İmama nikah kıyma yetkisi..

Hedef giderek dini yaşamda daha etki kılmak, toplumu dincileştirerek uyuşturmak ve en ağır sömürüyü insan onurunu ayaklar altına alarak sürdürmek.. Dindarlık, dine bağlılık değil! Giderek laik yaşam biçimini ve seküler devlet düzenini din kurallarına dayandırmak :
Ya – ni; sormayan – sorgulamayan, körü körüne iman – biat eden müritler ümmeti yaratmak.
Cumhuriyetin başı dik, sorgulayan, özgür, laik, itiraz eden, reddedebilen.. demokratik bireyinden kul – ümmet – mürit ilkelliğine Türkiye’ye batırmak..

Bu sefil plana izin verilemez..
Büyük ATATÜRK; “Fikri hür – vicdanı hür – irfanı hür kuşaklar yetiştireceğiz..” diyordu.
İnsana ve onun onuruna, kişiliğine saygı, çağın koşulları bunu zorunlu kılıyordu.

AKK = RTE ise “Dininizi ve kininizi eksik etmeyin..”
“Dindar ve kindar bir nesil yetiştireceğiz” diyerek kendisini ve partisini ele veriyor..

Karşılaştırılabilir mi bu 2 insan ve felsefe, politika, ideoloji? Geçelim, abestir!

Neciiiip milletimiz AKP = RTE‘ye 20 milyonu aşkın oyu gözü kapalı boca ederken nasıl bir vebal yüklendiğini, ülkemizi parçalayabilecek bir suça ortak olduğunu görecek elbet.. Ama gecikmeden!

Toplantıyı düzenleyen,
emek veren herkese şükran borçluyuz..

Türkiye bu Vahabi ilkelliğine teslim olmayacak.. Karanlıkları aşacak ve Anadolu Rönesansını bu topraklarda er ya da geç yaşama geçireceğiz. Yarasalar da dahil olmak üzere her-kes bu aydınlığın nurundan yararlanarak insanlaşacak..

Sevgi ve saygı ile. 19 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

Mine Söğüt : Çocuk ve devlet

Çocuk ve devlet

Mine Söğüt 
(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
Birileri… 
Gönderildikleri sübyan mekteplerinde öğretilenler yüzünden cennete gitmek için bir an önce ölmek isteyen bebeklere bir bakacaklar. 
Sonra üniversitelerde Kadın eli sıkmak ateş tutmaktan daha korkunç” diyen rektörlere bakacaklar. 
Ve kendi kıymetli çocuklarını bu devletten korumanın gittikçe zorlaşan hatta imkânsızlaşan yollarını arayacaklar. 
Becerebilirlerse belki onu bu ülkeden kaçıracaklar.
Bu sayede Müslüman bir Ortadoğu ülkesinin bir avuç kara bahtlı laik çocuğu kendisini, kendisine ait olmayan yabancı bir medeniyetin kollarında bulacak ve görece bir şekilde kurtulacak. 
Ya geri kalanlar… 
Kaçamayanlar ya da kaçmaya ihtiyaç duymayanlar… 
Onlar… 
Bu ülkede okumak, bu ülkede büyümek zorunda kalan ve artık “kayıp” olan çocuklar… 
Onlar… 
Ya yoksulların, o eğitimi almaktan başka çaresi olmayanların çocukları; 
Ya da din tacirliğinin ne anlama geldiğini hâlâ anlayamayanların çocukları. 
Sokaktaki simitçinin, yanınızdan geçen taksicinin, bir fabrika işçisinin, bir temizlik görevlisinin, postanedeki memurun, hastanedeki hemşirenin, otobüsteki şoförün, çarşıdaki kadının, yan dairedeki göçmenin… 
Yani artık sisteme uyum sağlamış, baş eğmiş, yılmış, ikna olmuş olan çoğunluğun çocukları. 
Yüz yıl önce kendi coğrafyasında devrimleri ve eğitim seferberliğiyle çağdaşlık yolunda benzerlerine fark atmış bu Cumhuriyeti yıkmayı kafasına koyanların hedefinde o çocuklar var
Eğitimi kabuğundan çekirdeğine kadar bunun için dinselleştiriyorlar. 
Yeni nesilleri korkunç bir projeye kasten ve hızla kurban ediyorlar. 
Osmanlı’nın aydınlanma çağlarını bile üç adımda gerisin geriye aşıp, ülkeyi tam teşekküllü bir İslami ortaçağa doğru itekliyorlar. 
Şu anda bu ülkede çöken, sadece bir rejim değil. 
İnşası ve tesiri zaman alan ve daha tam olgunlaşamadan barbarlar tarafından hunharca yağmalanan aydınlık bir akıl da çöktü, gitti. 
Düne kadar daha iyi bir sistem için çalışabilecek olan, aksaklıkları sorgulama becerisine sahip, istekleri ve hedefleri ve itirazları olan bu akıl bir an önce küllerinden yeniden doğmazsa… 
Yeni nesiller korkunç bir akılsızlık çağında yetişecekler. 
Ve tekrar bir aydınlanma yaşamak için işe çok ama çok geriden başlayacaklar. 
Çocukları daha neredeyse bebekken hayattan çalıp kalplerini günah korkusuyla mühürleyenler; 
Yetişmelerinin her aşamasında akıllarına kara kara düşünceler düşürenler… 
Hükmedecekleri insanların kalpleri hevesten ve meraktan ve sevinçten değil, sadece korkudan atsın isterler. 
O yüzden çocukların taze aklını okullarında tamamen hurafelerle beslerler. 
Sorgulayan, araştıran ve baş kaldıran nesillerin yeniden dirilme ihtimaline karşı… 
Çocukların kendilerine güvenini erkenden okullarda devlet emriyle ezerler. 
Bunlar daha iyi günler. 
Anaokulundan üniversitesine kadar cehalete bulanmış bir ülkede olacaklar daha olmadılar. 
Üstelik… 
Bugün bu ülkenin çocuklarının ve dolayısıyla geleceğinin üzerine düşen bu korkunç gölge;
Aslında ne iktidarın ticaretini yaptığı inançla ilgili, ne de cehaletle. 
Büyük ve kirli bir serveti paylaşmak uğruna savaşlarla tutuşturulan kanlı bir coğrafyanın tam ortasına çadır kurmuş kurnazların… 
Dünyayı çekip çeviren rezil servetten pay kapma kumarındaki ahlaksızlığı ve hadsizliğiyle ilgili. 
Evet, bütün devletler kirlidir. 
Ama bazıları daha da kirlidir.
===============================
Dostlar,

Ne yazık ki acı, çok acı saptamalar…
Bu koyu dinci hatta yobaz eğitim sisteminin 10-15 yıl sürdürüldüğünü düşünelim..
Türkiye herhalde “mollalar, mensuplar, meczuplar” ülkesine dönüştürülmüş olacaktır.
Bu çok ciddi saldırının durdurulması gerek. Hem de gecikmeden..
Danıştay’da görüşülmesi gereken Yönetmelik iptali başvurusunun oyalanmadan bitirilmesi gerek. AKP ısrar eder de dinci eğitimi yasalaştırırsa bu kez CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne taşıması gerek.. O da olmadı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine..
Bir yol bulunmalı, bu karanlık yırtılmalı..
Aileler, okul aile birlikleri – veliler, öğrenciler, öğretmenler birlikte direnmeli AYDINLANMA DEVRİMİ’ne dönük karanlık saldırıya..

Sevgi ve saygı ile. 17 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Vergi ve zamlar: Kazın insafsızca yolunması sürüyor!

Vergi ve zamlar:
Kazın insafsızca yolunması sürüyor!

(AS: Bizim kapsamlı katkılarımız yazının altındadır)

Türkiye’de, her şeye rağmen cari açık, iç ve dış borç vb. habis urlara karşı bağışıklık sağlayan yararlı bir ot, bitki vardı demiştik: Bütçe Dengesi!
İşte bu ot artık bitmiyor . Çünkü bu ot büyüyen, reel üretimi güçlü ekonomilerde bitiyor. Büyüme ve gelir artışı hız kesince tüketim de geriliyor. Vergi sistemi, adaletsiz, tüketim üzerinden alınan dolaylı vergilere dayanmışsa, bütçe gelirleri düşüyor. 60 liralık rakıyı 160 liraya satamıyorsunuz… Millet rakıyı, sigarayı evinde  imal etmeye, tüketememeye başlıyor…

İşte size dolaylı vergi sisteminin ilginç oyunu, bumerang etkisi…
Uzun süredir ilk kez ciddi bir bütçe açığı… İşte bu bağlamda, dış borç, cari açık, düşük büyüme ve açık bütçe sarmalının ülkeyi kriz bataklığına iyice çekme olasılığı çoğalıyor. Ödemeler dengesinin “net hata noksanlar” kalemine kaynağı ve ne bahasına olduğu meçhul milyarlarca dolar girmezse, Babalar gibi satmak için mal bulmuş mağribi gibi sarınılan Varlık Fonu da fos çıkarsa (ki pek müşterisi yok gibi görünüyor…) yandı gülüm keten helva…

Tek çare ne kaldıysa satmak ve vur abalıya halkın sırtına, gelsin dolaylı vergiler ve zamlar… Ete, süte, benzine, sigaraya, içkiye, arabaya, telefona…Türkiye’de en acımasız, en ağır, en kolay alınan vergi dolaylı vergi… Zengini de yoksulu da benzine, mazota, sigaraya, içkiye, elektriğe, taşıtlara, telefona aynı vergiyi ödüyor… Ayda 1404 TL alan asgari ücretli bir çalışan da, ayda 140 milyar geliri olan bir patron da aynı vergiyi ödüyor…
Vergilendirme kuramının temel kuralı literatürde sık sık şöyle ifade edilir:
“Kazı bağırtmadan, incitmeden yolmak…” 

Meclis’e sunulan  “Kazı bayağı incitecek” vergi paketini içeren  “torba kanun”, 2017 bütçesinin dikiş tutmadığını gösteriyor. Bu paket, normalde ek bütçe kanunuyla getirilmesi gereken maddeleri “torba”ya atarak, bir yandan muhalefeti etkisizleştirmeye çalışıyor; diğer yandan da bir avuç yandaşın zenginleşmesi uğruna halkın ümüğünü sıkıyor…

37 milyar ek borçlanma

2017 bütçesinde öngörülen açık 47.5 milyar TL’ydı. Bu meblağ (AS: tutar) Hazine borçlanmasıyla karşılanacaktı. Mevzuat, ihtiyaç duyulursa, bir kez Bakan, ikinci kez de Bakanlar Kurulu kararıyla iki kez %5’er bütçe artırımına olanak tanıyor. Böylece toplamda gösterilen bütçe açığının, %10’u kadar daha borçlanma yapılabiliyor. Bu durumda 2017 yılı bütçesinde Hazine’nin en fazla 47.5+4.75= 52.25 milyar TL’na kadar borçlanması gerekiyordu. Fakat bu bunca israfa yetmeyince 130 maddelik “torba kanun”un satır aralarına yine alışılageldiği üzere bir madde sıkıştırılıvermiş.

  • “Net borç kullanım tutarı 2017 yılı için 1 Ocak 2017 tarihinden geçerli olmak üzere, Bakan ve Bakanlar Kurulu tarafından artırılan net borç kullanım tutarına otuz yedi milyar TL ilave edilerek uygulanır.”

Böylece gerçek bütçe açık ve önemli bölümü halkın sırtından çıkarılacak meblağ 52,25+37= 89.25 milyar TL’a ulaşıyor… Bu tutarın 8 milyarlık kısmının savunma harcamalarına tahsis edileceği söyleniyor… Pekiyi, verilen bütçe dışı garantilerle (Köprüler, 3. Hava Alanı, Avrasya Tüneli vb.) (AS: Şehir hastaneleri!) imza attığı sözleşmeler “ticari sır” gerekçesiyle açıklanmıyor. Çünkü açıklanırsa, hangi şirkete döviz kuru üzerinden ne ödeneceği ortaya çıkacak. Böylece kendilerine, rejime destek veren, birlikte iş yaptıkları yandaş ya da yabancı şirketlere yönelik halkın sırtından yapılan servet aktarımı ortaya çıkacak…

Ya ardı ardına mali aflarla ortaya çıkan gelir kayıpları…

Yağma Hasanın Böreği…

Bugüne değin  10 liman, 81 elektrik santralı, 40 tesis-işletme, 3488 taşınmaz, 36 maden sahası satıldı… Ağır mali tablo karşısında  en kolay çözüm adaletsiz dolaylı vergiler, zamlar,  satmak – savmak, elden çıkarmak, özelleştirmek… Tabii satılacak ne kaldıysa ve vatandaşın daha da sıkılacak ümüğü kaldıysa…

İngiliz uyruklu Ekonomi Bakanının bile %40 MTV uygulaması konusunda şaşkınlaştığı bu karmaşada (belki de bu konuda eşeği kaybettirip buldurarak halkı sevindirme oyununu oynuyorlar…), Maliye Bakanı bu gidişatın gelecekte de tüm hızı ile süreceğini söylüyor:

“Bazı fabrika satışlarına başlıyoruz. Özelleştirme İdaresi daha fazla varlık satışına gidecek. Bununla bütçemize gelir kaydedeceğiz. Birtakım kurumların ellerinde, atıl vaziyette nakitler var. Bu nakitleri bütçeye aktarıyoruz. Bunun bütçenin ihtiyaçlarında kullanılmasını sağlıyoruz. Kamunun elinde birçok yerde taşınmazı var. Buralarda da çok ciddi anlamda kamu gelir potansiyeli var. Kamu lojmanları, turizm tesisleri, kamuya ait diğer taşınmazların ekonomiye kazandırılmasını öngören düzenlemeleri Meclise getiriyoruz. Bu yolla da bütçeye ciddi anlamda gelir üretiyoruz.

* Yasal değişiklikle binek otomobillerin Motorlu Taşıtlar Vergisi’ni (MTV) %40 oranında artırıyoruz. Burada sadece binek otomobillere ilişkin bir vergi artışı var, diğer araçlarla ilgili normal yeniden değerleme oranında artış olacak.

* Şans oyunlarında ikramiye kazanan talihlilerden alınan vergi %10’dan %20’ye çıkacak.

* Kurumlar vergisinde bazı düzenlemeler yapıyoruz. Finans sektöründe kurumlar vergisi oranını %20’den %22’ye çıkaracak bir yasal düzenlemeyi Meclis’e sevk edeceğiz. İkinci olarak kurumların dağıtılmayan kar paylarından da %1 oranında bir vergi tevkifatının (AS: kesilmesinin) yapılmasını öngörüyoruz.

* Gelecek sene özelleştirme geliri hedefimiz 10 milyar lira. 2019 ve 2020 yıllarında yine 10’ar milyar liralık özelleştirme geliri hedefliyoruz.

*Bütün gelirler için uygulanan Gelir Vergisi tarifesinde bir değişikliğe gideceğiz. Bu değişiklik ücret gelirleri için 1 Ocak 2018’den, diğer kazançlar için 2017 kazançlarından itibaren geçerli olacak. Gelir Vergisi tarifesinin üçüncü dilimindeki gelirler için uygulanan %27 oranını %30’a çıkarıyoruz.”

Ama üretmek, tarımı, sanayiyi güçlendirip, ısrafı önleyip adil bir gelir dağılımı sağlayarak devletin  gelir kaynaklarını çoğaltmak  yerine ardı ardına milyarlarca liralık vergi afları, dünyanın en lüks bilmem kaçıncı uçağını alan, dünyanın en lüks ve pahalı binlerce arabası ile saltanat süren , 1500 odalı saray ve 250 odalı saraycıktan sonra Marmaris Okluk koyunda 300 odalı 400 çalışanlı ve 11 dekar da deniz doldurularak saray yaptıran zatın kaprisleri ve saplantılarını tatmin etmek etmek yeğ tutuluyor…

Tabii bu gidişatın doğal sonucu imam…. Cemaat…… ; tüm yönetenlere yayılan israf ve safahatın ağır yükü halkın kamburlaşmış sırtına ha babam de babam yükleniyor… Kimbilir belki de bütün  bunlar 2019’a kadar unutulur sanılıyor… Yine unutacak mıyız?
============================================
Dostlar,

Sayın Noyan Umruk emekli generaldir ve Doktora derecesi sahibidir.
Son derece nitelikli irdelemeler yaptığını biliyor ve O’ndan hep öğreniyoruz.
Bu yazısında da çarpıcı belirlemeler yer alıyor.. (dili epey eski de olsa..)
Dün (07.10.17) biz de Sayın Mustafa Pamukoğlu’nun “Borcu Borçla Ödemek” başlıklı yazısının altında benzer kapsamlı katkılar vermiştik.. 1 paragraf alıntı yapalım..

  • Artık Katar da çare değil, özelleştirme talanı da, TÜİK’in makyajı ve Erdoğan’ın masalları da! Hatta ülkemizin son varlıklarını ipotek eden ve Sayıştay denetimi dışına çıkarılan Varlık Fonu dahil! Bir de duygu sömürüsü ile gerekçe olarak artan savunma giderlerini gösteriyorlar. Saray’ın korkunç ve açıklanmayan savurganlıkları, Marmaris’te 350 odalı yazlık saray, Beştepe’de 250 odalı bir saray yavrusu, uçaklar, helikopterleri, lüks makam arabaları ve odalar, sayısı ve aylığı bol danışmanlar ve uyduruk bakan yardımcılığı postları, Diyanet harcamaları..
    (Tümünü okumak için tıklayınız : : http://ahmetsaltik.net/2017/10/07/borcu-borcla-odemek/)

Bir de Milli (Dinci!) Eğitim Bakanlığının özel okullarda çocuklarını okutan ailelere bol keseden desteği ve bu Bakanlığın hücrelerine dek sokulan yandaş dinci vakıflara, şirketlere.. yapılan bol keseden ödemeler..

Sayın Umruk’un yazısının içinde de ayraç içinde ekledik; ŞEHİR HASTANELERİ TALANI!

Muhalefetin tüm toplumu ayağa kaldırması gerek.. 

Toplumun da kendisinin ayağa kalkıp demokratik  direniş ve hesap sorma hakkını kullanması! “Askeri harcamalar için” diyerek duygu sömürüsü yapacak, halkı aldatacak, halkı bağırta bağırta toplayacağınız muazzam ek külfetin salt 1/10’unu gerçekte TSK’nın ek giderlerine ayıracaksınız..

Demokrasilerde halka yalan söylemek, onu aldatmak var mı??

Hele bir de saat başı “elhamdülillah müslümanız, inşallah, hamdolsun, namaz, oruç, cami, imam, hoca, din..” kavramlarını dilinizden düşürmeyeceksiniz..

  • And olsun ki; Tanrı’nın sabrı da bunca kötülük toplumunu kaldıracak kertede değildir!
    O’nın laneti üzerinize yağmak üzeredir.. Öylesine hak ettiniz ki; zerre bağış payı kalmadı!

Sevgi ve saygı ile. 08 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

YENİ LAVANT SÜRECİNDE KIBRIS

ANKARA  KALESİ – 233, 04.10.2017

YENİ LAVANT SÜRECİNDE KIBRIS

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

Uluslararası alanın şimdiye kadar çözülememiş ve kalıcı bir barış düzenine bağlanamayan önde gelen sorunlarından birisi, Kıbrıs adasındaki çıkmazdır. Dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan bu büyük ada her dönemin siyasal gelişmelerinin etkisiyle farklı jeopolitik konumlara sürüklenmiş, o yüzden de geleceğe dönük bir kalıcı koşullar düzenine bir türlü kavuşamamıştır. Bugün Kıbrıs sorunu yüz yıl öncesinden daha karışık koşullarda devam edip gitmekte ve bu nedenle de istendiği gibi kalıcı bir barış ortamı sağlanamadığından, ada üzerinde tarafların her yönü ile anlaştığı bir kalıcı çözüm bir türlü getirilememektedir. Yeni dünya düzeni arayışlarından ciddi bir düzensizlik ortamına geçerken, Kıbrıs sorunu daha ciddi boyutlarda dünyanın önünü kapayan ana meselelerden birisi olmayı sürdürmektedir. Bu yüzden de Akdeniz’in doğu bölgesinde yeni bir barış ortamı yaratılamamakta ve Doğu Akdeniz’de yeniden Lavantlaşma olgusu gündeme gelmektedir.
******
…………………
………………….
Gazze kentinin adının gaz kavramından geldiği, bu kentin altında bölgenin en geniş doğal gaz yataklarının bulunduğu, Kıbrıs adasının kuzey ucundaki Karpaz yarımadasının civarında Akdeniz’in en zengin petrol yataklarının bulunduğu , Kıbrıs adası ile Suriye ve Anadolu arasında yer alan Doğu Akdeniz bölgelerinin altında gene Orta Doğu’nun önde gelen ülkeleri kadar zengin petrol yataklarının yer aldığı, Libya ile Irak arasında yer alan bu bölgede de çok zengin yer altı kaynaklarının bulunduğu son zamanlarda bilim adamları tarafından açıklanmaktadır. Yüzyıllardır Orta Doğu’da petrol kavgası veren batılı emperyalistlerin ya da Siyonistlerin bu kavgayı Lavant bölgesindeki yeni yapılanma döneminde de sürdürdükleri görülmektedir. O yüzden İsrail, Kıbrıs Girit hattı gibi bir yeni hat üzerinden, Doğu Akdeniz’in sularının altından petrol ve doğal gaz bağlantılarının Avrupa kıtası ile yapılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda, Rusya ve Fransa Güney Kıbrıs’a girerek bu bölgede yeni üsler oluşturmaya çalışmakta, İsrail ise Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti üzerinden Kıbrıs adası üzerindeki etkisini artırarak ada üzerinde kendisine karşı gelişebilecek bazı yeni durumları önlemeye çaba göstermektedir.

Lavant bölgesinde yeni keşfedilen doğal zenginlikler bütün emperyal devletleri yeniden bölgeye çekerken, bölge devletleri de bu durumdan yararlanarak yeni Lavant sürecinde eskisine oranla daha avantajlı bir konuma gelebilmek için uğraşmaktadırlar. Yeni Lavant sürecinde, İsrail Kıbrıs üzerindeki etkisini artırarak bu ada üzerinden Girit ile daha yakın bağlantılar kurmaya çalışmakta, kendi ülkesinde konuşlandırmak için yer bulamadığı donanması ile Hava kuvvetlerinin uçak filosunu Akdeniz’in ortasında bomboş duran bir kurak ada olarak Girit’e yerleştirmeye çalışmakta, böylece İsrail ile Girit arasında Kıbrıs üzerinden geçen bir Doğu Akdeniz yapılanması çizgisi geliştirerek, Yeni Lavant sürecini tamamlamaya çaba göstermektedir. İsrail, Doğu Akdeniz bölgesinde Büyük Orta Doğu Projesine seçenek bir projeyi öncelikli olarak devreye sokarken, Gazze’nin doğal gaz alanından Kıbrıs’ın petrol bölgesine yönelmekte ve bu hat üzerinden yapılacak bir deniz altı boru sistemi ile Lavant bölgesinin doğal zenginliklerini, dünyanın en zengin kıtası olan Avrupa’ya taşımak istemektedir. Akdeniz’in tam ortasında yer alan Girit adası giderek bağlı olduğu Yunanistan devletinden uzaklaşırken, İsrail ile Lavant bölgesi üzerinden yakınlaşmakta ve yeni durum da Kıbrıs adasının yeni konumunu fazlasıyla değiştirmektedir. İsrail Kıbrıs’ı bir köprü yaparak Girit üzerinden Avrupa kıtasına bağlanmaya çalışmakta ve böylece Lavant’ın doğal kaynaklarını zengin Avrupa piyasasında değerlendirmek için yeni siyasetler geliştirmektedir.
******
……………………..
………………………

Yeni Lavant sürecinde Kıbrıs adası iki sıvının arasına sıkışıp kalmıştır. Su ve petrol insan yaşamındaki iki ana sıvı olarak Kıbrıs üzerinde yaşayanların hayatını yönlendirmiştir. Türkiye’nin güneyindeki su kaynaklarından Kıbrıs’a denizaltı su sistemi kurulmasına İsrail öncülük yapmış ve kendi su sorununu Kıbrıs üzerinden çözmeye çalışırken, adanın etrafında çok yaygın biçimde bulunan petrol yataklarını işletmeye açmak üzere, İsrail devleti Hem Yunanistan cumhuriyeti ile hem de Güney Kıbrıs yönetimi ile ortaklıklar kurmuştur. Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti’nin hem kendi karasularında hem de KKTC’nin sahil şeridinde petrol ve doğal gaz aramasını önlemeye çalışmıştır. İsrail’in iki yüzlü ve çifte standartlı bu politikaları yüzünden her alanda olduğu gibi Kıbrıs sorununda da Türk devleti son derece zor durumlarda kalmıştır. Türkiye’nin güneyindeki suyun İsrail’e taşınması konusunda Kıbrıs bir köprü konumunda kullanılmak istenirken , Türkiye’nin kendisine yetmeyen su kaynakları Büyük Orta Doğu Projesi sonrasında Yeni Lavant yapılanmasında da gündeme getirilerek, Türkiye’nin zararına olabilecek yeni olumsuz gelişmeler dayatılmaktadır. Türkiye’nin suyunu kendisine bağlamak isteyen İsrail bu amaçla Kıbrıs’ı kullanırken, Kuzey Irak’taki zengin petrol yataklarının vanasını da elinde tutmak istemektedir. Böylece bölge devletlerini parçalayarak Büyük İsrail federasyonunu kuramayan İsrail, Yeni Lavant Projesi üzerinden Türkiye’yi parçalayarak, Kıbrıs ve Girit gibi Akdeniz adalarına el koyarak, bu bölgenin her türlü zenginliğini ekonomik açıdan değerlendirerek yeni bir süper güç haline gelmeyi hedeflemektedir.

Tarihte kendisini yok eden Akdeniz üzerindeki Roma İmparatorluğu yapılanmasını hiçbir zaman unutmayan İsrail’in geleceğe dönük bir yeni Roma İmparatorluğunu Kudüs merkezli olarak inşa etmeye yöneldiği görülmektedir. Bu projeye karşı başta Vatikan olmak üzere bütün Hıristiyan Avrupa devletlerinin karşı çıkacağı açıktır. Türkiye’nin kendisi dışındaki bu çekişmenin dışında kalması ve hiçbir tarafa alet olmadan KKTC ile birlikte Türk tarafının politikalarını hem Kıbrıs’ta hem de Doğu Akdeniz bölgesinde geçerli kılması, öncelikli olarak Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar olması açısından önem taşımaktadır. Osmanlı İmparatorluğunu yıkarak Türkleri tarih sahnesinden sileceklerini zannedenler, Türk devletini ortadan kaldırarak Büyük Orta Doğu Projesi gibi emperyalist senaryoları gerçekleştirememişlerdir. Avrupa Birliği dağılırken, İsrail’de üçüncü kez yıkılma senaryoları ile karşı karşıya bulunmaktadır. Kıbrıs’ın Türk tarafını dışlayarak ya da Türkiye’ye karşı bir çizgide yönlendirerek kullanılmasına, Türk ulusu hiçbir zaman razı olmayacaktır. Türkiye’nin orta dünyada, Merkezi Devletler Birliği ya da Kıbrıs’ta 82. vilayet gibi milli senaryoları oldukça ve bu gibi politikalar ulusalcı ve vatansever Türk yöneticileri tarafından desteklendikçe, Büyük Orta Doğu, Yeni Bizans ya da Yeni Lavant gibi emperyal senaryolar hiçbir zaman gerçekleşemeyecektir.
******

Yazının tümü için tıklayınız :
KIBRIS_YENI_LAVANT_SURECINDE_ANKARA_KALESI-233

Kıbrıs’a dikkat… hem de çoook.. Bakar mısınız Mustafa kemal Paşa Kıbrıs için bizleri nasıl uyarıyor…

Sevgi ve saygı ile.
04 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ALB. MUSTAFA ÖNSEL : FETÖ ÖRGÜTÜ DOSYASI

FETÖ ÖRGÜTÜ DOSYASI;
SON 16 YILIN FETÖ ve ERKETE ORTAKLARI’NIN KAHPELİK TARİHİ’NDEN ”KISA” BİR KESİT

http://www.toryburch-inc.net/wp-content/uploads/2016/10/gule-muhafiz-alay-komutani-fetocu-dedik-ama-580218e3026d3.jpg

E. KUR. ALB. MUSTAFA ÖNSEL

(Bilgiler, cezaevinde kaleme aldığım Silivri’de Firavun Töreni isimli kitaptan derlenmiştir. )

ODATV (30.09.2017)

Bu yaşananları bilmeden Fetullahçı Çete’nin ne yaptığını anlayamazsınız.

Önceki gün Odatv’de Balyoz davası kapsamında kumpas kurularak tutuklanan NATO’daki subaylardan bahsetmiştim. Tıpkı diğer isimli davalarda olduğu gibi Balyoz’da da kin ve intikam duygularının hukuka galebe çaldığı, kamuoyunun malumudur. Balyoz davasında hiçbir şey görüldüğü gibi değildir. Yine bu davada “tesadüf”lerin nasıl kutsal metinler gibi karşımıza çıktığını anlatmaya devam edeyim. Bu anlamda sayılarla ilgili örnekler vererek asrın iftirası “Balyoz Davası”nın nasıl yürütüldüğünü ifade edeyim. Biliyorsunuz bizler, CMK’nın 250. maddesi kapsamında terör suçlularının yargılandığı maddeden yargılandık. Tutuklu sanık sayısı nedir biliyor musunuz (2012 yılı itibarıyla)? Tam 250 kişi.

Temmuz 2010’da mahkeme, içerisinde benim de bulunduğum 102 sanık hakkında, hukuksuz bir biçimde, yakalama emri çıkartıldı. Peki, 102 rakamı bize neyi hatırlatıyor? Fetullah Gülen ile ilgili daha önce başlatılmış olan soruşturmada ki şüpheli sayısı olan 102’yi. 11 Şubat 2011 günü; Balyoz (1) davasında mahkeme, 163 kişi hakkında tutuklama kararı verdi. Bu sayı bize neyi hatırlatıyor? 765 sayılı eski TCK’da ki irtica ile ilgili 163. maddeyi.

Balyoz (2) ile ilgili, hakkında dava açılan sanık sayısı ne kadardır? 28 kişi. Peki, bu size neyi hatırlatıyor? Meşhur 28 Şubat’ı. Sonrasında Balyoz 3’ten de tamamı 143 kişiye dava açıldı. Bu sayıda da bir keramet aradık, çünkü sanık sayısı daha da fazla olabilirdi. Kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilen bir kısım personelle, sanık durumunda olanların arasında herhangi bir fark yoktu. Yaptığımız incelemede bir başka sayıya ulaştık ve 143’ün kerametini çözdük. Şöyle ki; Balyoz 1’de 196 kişi, Balyoz 2’de 28 kişi, Balyoz 3’te 143 kişi yargılanıyor. Bunun toplamı ne kadar ediyor? 367

Peki, 367 sayısı bize neyi hatırlatıyor? “Sözde değil özde Atatürkçü Cumhurbaşkanı” söylemleri arasında, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı seçiminde kriz çıkartan meclis yeter sayısını. Bunlara; sayıların gücü mü, hukukun gücü mü, bir başka güç mü, yoksa tamamen “tesadüf” mü diyelim? “Balyoz Davası”nda “tesadüfler” biter mi? O kadar çok ki. Biz birkaç tanesini daha vermekle yetinelim.
***
Ege’de; “Egemenliği Antlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada, Adacık ve Kayalıkların”, geçirdiği ekonomik kriz nedeniyle elindeki bazı adaları kiralamaya çalışan Yunanistan tarafından işgal edildiğine ilişkin haberlerin doğru olup olmadığı, 2012 yılı içerisinde bir soru önergesi ile Dışişleri Bakanı’na soruldu. Dışişleri Bakanı, verdiği yazılı cevapta işgalin olduğunu zımnen kabul etti.

  • Evet, Ege’de; Koyun, Hurşit, Fornoz, Eşek, Nergizcik, Bulamaç, Kalolimnoz, Keçi, Sakarcılar, Koçbaba, Ardacık ile Akdeniz’de Gavdos, Dhia, Dionisades ve Koyfonisi adaları Yunanların fiili işgali altındadır.

Hâlbuki dün (1996 yılında), bırakın adaları ve adacıkları, Kardak Kayalıkları için Yunanlılarla savaşın eşiğine gelmiş, bir oldubittiye asla sessiz kalmayacağımızı göstermiştik. Ne oldu da geçen 16 yıl içerisinde Yunanlılar, bırakın kayalıkları, adaları bile ellerini kollarını sallayarak işgal edebiliyorlar? Unutmadan ifade edeyim ki, 16 yıl önceki kararlılık gösterisinde, Kardak’a çıkan 2 SAT (Su Altı Taarruz) Tim Komutanı da “Balyoz ve Poyrazköy” iftiralarından, Hasdal Cezaevinde çile doldurdular. Bunlardan Ercan Kireçtepe yaklaşık 6 yıl, Ali Türkşen ise 3,5 yıl tutuklu kalmıştır.

Sadece bu kadar mı? Hayır! Balyoz 3’ten tutuklanarak içeri tıkılan bir savaş pilotu var. Adı Namık Sevinç. Kurmay Albay. SAT Komandoları Kardak Kayalıklarına çıkmadan önce ada üzerinde keşif yapması istenir kendisinden. Namık albayın o zamanki rütbesi üsteğmendir. Ada üzerine geldiğinde gördüğü manzara karşısında çok öfkelenir. Çünkü Yunan komandoları adalardan birini işgal etmişler ve Yunan bayrağı dikerek güya egemenliklerini ilan etmişlerdir. Namık Üsteğmen dayanamaz ve komandoların bulunduğu yere dalış yapar. Birçok açıdan büyük risk taşıyan bu dalışın amacı, Yunanlıları korkutmak, asıl önemlisi de çok kısa bir direğe çekili olarak yere sabitlenmiş olan ve egemenliği temsil eden Yunan bayrağını alaşağı etmektir.

Dalar Namık Üsteğmen, birkaç metre yere kadar koca uçakla. Yunanlılar bu delicesine dalış karşısında kendilerini son anda yere atarlar. Ama bayrak direğine çarpan uçak, direği devirir. Yunanlar o dalıştaki cesaretten bu adada fazla kalamayacaklarını anlamışlardır aslında. Bu olaydan yıllar sonra Namık Sevinç, hiçbir geçerli kanıt olmadan Balyoz Davası kapsamında tutuklanıp, 16 yıl ceza almıştır.

Yine Kardak’a müdahale sırasında helikopteri düşen ve yaralı olarak kurtarılan Üsteğmen Halil Vecihi İyigün, sonraki yıllarda Albay rütbesine yükselecek ve Van İl Jandarma Komutanı olacak, o da, teröristleri teslim aldıktan sonra öldürdüğü iftirası ile tutuklanıp Sincan Cezaevine kapatılacaktır (2 yıl yattıktan sonra beraat etti).
***
1996 yılında, yani Kardak Krizi ile beraber, Genelkurmay bünyesinde Yunanistan-Kıbrıs Daire Başkanlığı kurulur. Amaç; Yunanistan ve Kıbrıs ile ilgili, Türkiye’nin menfaatleri doğrultusunda stratejik çalışmalar yaparak, Dışişleri Bakanlığı’na tekliflerde bulunmaktır. Yunanistan’da da Türkiye ile ilgili bir masa vardır. Ve bu masada; yaklaşık 1.500 kişiden oluşan, içlerinde asker ve akademisyeninden, istihbaratçısına kadar pek çok uzmanın bulunduğu bir kadro görev yapmaktadır.

2012 yılında; Yunanlar, adaları sessiz sedasız ve tepkisiz bir şekilde işgal ederken, Genelkurmay da, sessiz sedasız söz konusu Daire Başkanlığını kapattı biliyor musunuz? Bu Daire Başkanlığı, memurlar da dâhil, en fazla 10 kişinin çalıştığı Şube Müdürlüğü seviyesine düşürüldü. Peki, söz konusu Daire Başkanlığını kuran ve görev yapanların başına neler geldiğini biliyor musunuz?

Anlatayım; asrın iftirası “Balyoz Davası” kapsamında; emekli amiraller Kadir Sağdıç, Deniz Kutluk, Özer Karabulut, Mücahit Şişlioğlu, Fikret Güneş Silivri Cezaevine; Koramiral Can Erenoğlu, Tümamiral Ali Semih Çetin ile Kurmay Albaylar Ümit Metin, Hüseyin Hançer, Derya Ön, Ali Türkşen, Hakan Mehmet Köktürk, Berker Emre Tok ise çeşitli askeri cezaevlerine tıkıldılar. Bunların hepsinin rastlantı olduğunu düşüneniz var mı bilmiyorum?
***
Yukarıda isimleri geçenlerin hepsi denizci. Denizcilerle ilgili bir ilginç rastlantı daha var. Yeri gelmişken onu da paylaşalım. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Genel Plan Prensipler Başkanlığı; özellikle Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’deki ulusal çıkarlara odaklı stratejinin oluşturulduğu bir yerdir. Bu Başkanlık; Karadeniz’e çıkış için Montrö Antlaşmasını delmek isteyen ABD’ye, Ege Denizi’nde Yunan oldubittilerine ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Doğu Akdeniz’de Türkiye ve KKTC’nin menfaatleri aleyhine Münhasır Ekonomik Bölgelerde doğal gaz aramalarına karşı uygulanan politikaların dış işleri ile koordineli planlamasını yapan ve bu politikaların uygulanmasını takip eden, bu anlamda çok önemli bir başkanlıktır.

Özellikle de Karadeniz’de sancak dolaştırmak isteyen ABD’nin en çok canını sıkan birim burasıdır. Yeri gelmişken bir bilgi vereyim: ABD’liler, dünyada hâkim olamadığı tek deniz olan Karadeniz’e bu nedenle ne demektedir biliyor musunuz? “Kara Delik.” ABD, bunun en büyük müsebbibi olarak Türk Deniz Kuvvetlerini görmekte, bunu da çeşitli uluslararası platformlarda dile getirmektedirler. Sonra ne olur biliyor musunuz? Burada görev yapan ve yukarıda belirttiğim politikalar doğrultusunda hareket edip, bu anlamda asla taviz vermeyen amiral ve subayların hepsi isimli davalar kapsamında tutuklandılar.

Asrın iftirası “Balyoz Davası”nda ilk tutuklananlar arasında bulunan ve tutuklandığında söz konusu Genel Plan Prensipler Başkanı konumunda bulunan Tümamiral Ramazan Cem Gürdeniz başta olmak üzere, aynı başkanlıkta çeşitli tarihlerde görev yapan amiraller; Can Erenoğlu, Lütfü Sancar, Kadir Sağdıç, Aydın Gürül, Deniz Kutluk, Engin Baykal, Serdar Okan Kırçiçek ile albaylar; Mehmet Örgen, Ender Kahya, Alpar Karaahmet, Dora Sungunay ve Bayram Ali Tavlayan çeşitli cezaevlerinde 2 ila 4 yıl arasında çile doldurdular ve tasfiye edildiler.
***
PKK ile mücadelede simgeleşmiş o kadar çok jandarma ve karacı subay vardır ki Balyoz’dan cezaevine konulan. Hepsini saymayalım. Kamuoyuna mal olmuş bir kaçından bahsedelim yeter. Bu sembol isimlerden biri Jandarma Albay Cemal Temizöz. Cizre’yi teröristten temizlemenin karşılığını, hem oradaki olaylardan, hem Balyoz’dan hakkında dava açılarak 5 yıldan fazla cezaevinde yatarak almıştır. Kamuoyunda A. Öcalan’ı sorgulayan subay olarak tanınan Jandarma Albay Hasan Atilla Uğur Ergenekon’dan yaklaşık 6 yıl cezaevinde kalmıştır.

Yine A. Öcalan’ın kaldığı adanın sorumluluk açısından bağlı olduğu Bursa Jandarma Bölge Komutanlığından Bölge Komutanı Tuğgeneral Levent Ersöz hem Ergenekon hem balyoz; orada kurmay başkanlığı görevinde bulunan bendeniz Mustafa Önsel ve Kurmay Albay Murat Özçelik Balyoz’dan 4 yıl cezaevinde kaldık.

Son olarak, PKK’nın 1984 yılında Eruh ve Şemdinli’deki baskınlarına değinelim. Malum PKK bu ilk saldırılardan sonra kuruluşunu açıklamış ve kanlı saldırılarını başlatmıştır. Saldırıya uğrayan ilçelerde yeterli kuvvet yoktur. Komşu şehirlerden takviye gönderilir hemen. Bakın takviyeye giden birliklerin başında kimler vardır? Sonradan general olacak olan, o an için tanışmayan, biri jandarma, diğeri karacı olan iki subay. O zaman için üsteğmen olan Ali Aydın Yüksekova’dan Şemdinli’ye, O zaman yüzbaşı olan İhsan Balabanlı ise Siirt’ten Eruh’a intikal ederek PKK’lı teröristlere müdahale ederler.

Eh onlar da yıllar sonra (27 yıl) cezaevinde buluşacak ve orada tanışacaklardır. Bu kadar olamaz diyorsunuz değil mi? Elin oğlu “not alıyor” sonra gereğini yapıyor, yaptırıyor. Maalesef diyelim ya da “tesadüf” deyip geçelim ne dersiniz. İsimli davalar toplum tarafından neden- sonuç ilişkisiyle tam olarak anlaşıldığında bugünleri anlamak daha kolay olacak.
***
Bu kumpasları emperyal istekler doğrultusunda gerçekleştiren Fetullahçı çetenin 15 Temmuz’da kendi halkına ateş açacak kadar çılgınlaşabileceği anlaşıldı. Bugün bazı şeyler biraz daha iyi anlaşılıyor sanırım. Zararın neresinden dönülürse kardır demişler. Fetullahçı çetenin dışarıda kalanları, sahte isimlerle özellikle sosyal medyada hala iftiralarına devam ediyorlar, onların tabiatı bu da; ben bunlarla mücadele ediyorum deyip hala, “Balyoz da (Mahkeme kararı olmasına rağmen) Ergenekon da yok diyemeyiz” diyen yetkilileri anlamaya, beyin kıvrımlarındakini bulmaya çalışıyorum. Ama…

Eski GIRGIR dergisinde Zihni Sinir tiplemesi vardı. O tiplemenin üretimi bir bulmaca gibi…

Not: Bilgiler, cezaevinde kaleme aldığım Silivri’de Firavun Töreni isimli kitaptan derlenmiştir.

Odatv.com
=================================
Dostlar,

İbretlik bir yazı.. Tarihe not düşüyor.
Ergenekon – Balyoz başta olmak üzere kumpasları emperyal istekler doğrultusunda gerçekleştiren Fetullahçı çetenin mağdurları mutlaka yazmalı yaşadıklarını. Bunlar birbirini doğrulayacak – yanlışlayacak ve tarihçiler hükümlerini kanıtlara dayalı olarak nesnellikle verebileceklerdir. Gelecek kuşaklar açısından vazgeçilmez bir çabadır söz konusu olan.

Sn. E. KUR. ALB. MUSTAFA ÖNSEL‘e hem geçmiş olsun diyoruz hem de ülkemize hizmetleri için kendisine şükranlarımızı sunuyoruz. 

Yargı süreçlerinin Yansız ve Bağımsız yürümesi, her şeye karşın mutlaka adil işlemesi ve suçlu bulunanların hak ettikleri cezalara çarptırılmaları doğal – haklı – tarihsel beklentimizdir.

Sevgi ve saygı ile. 01 Ekim 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

Adana Şehir Hastanesi Sağlık Bakanlığına devredilmelidir!

Adana Şehir Hastanesi
Sağlık Bakanlığına devredilmelidir!

(http://www.ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=1a7b3f5e-9e09-11e7-9b55-2e09a00a5177, 20.9.17)

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Adana Şehir Hastanesinin açılışı yapıldı. Adana Şehir Hastanesinin açılması nedeniyle kapatılan Adana Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesinin tüm personelinin, 08.09.2017 tarih ve 1718 Bakanlık Oluru ile kuruluşuna onay verilen Adana Şehir Hastanesine nakline karar verildi.

Adana Şehir Hastanesinin ihale ilanına göre, şirketler; görüntüleme, laboratuvar ve diğer tıbbi destek hizmetleri ile bilgi işlem, sterilizasyon, çamaşır, temizlik, güvenlik ve yemek dahil olmak üzere destek hizmetlerinin sunumunu, sağlık hizmetleriyle uyumlu ve Bakanlık onayını alacak ticari alanların yapım ve işletilmesini de üstleneceklerdir.

Ancak, Adana Şehir Hastanesi için Sağlık Bakanlığı ile şirketler arasında imzalanan sözleşme “ticari sır” kabul edilerek kamuoyuna açıklanmamaktadır. Dolayısıyla, şirketlerin hangi sağlık hizmetlerini sunacağı, bu hizmetlerde kamu çalışanlarının da yer alıp almayacağı, alacaksa işleyişin nasıl olacağı ve şirketlerin Sağlık Bakanlığına fatura ettiği işlemler için yapılacak ödemelerin kapsamı bilinmiyor.

Adana Şehir Hastanesine nakledilen kamu çalışanlarının, şirketler tarafından verilecek hizmetlerde hangi statüde çalışacakları bugüne dek açıklanmadı. Bu birimlerde çalışacak kamu çalışanlarının döner sermaye ek ödemelerinin hangi hesaplamaya göre belirleneceği bilinmiyor. Şirketlerin işleteceği alanlardaki kamu çalışanlarının bu hastanelerde kalıp kalamayacağı belirsiz.  Adana Şehir Hastanesinin açılması nedeniyle kapatılacak hastane ya da birimlerde çalışan kamu çalışanlarının, Adana ilinde, merkezde çalışabilecekleri bir kamu sağlık tesisi kalacak mı, bu da bilinmiyor.

Öte yandan, Sağlık Bakanı onayı ile personelin tamamının Adana Şehir Hastanesine nakledilmesi, hukuksal açıdan sorunlu bir durumdur. Adana Şehir Hastanesi’nin statüsü 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun kapsamında yer alan birimlere karşılık gelmiyor. Bu hastane, 217 sayılı “Devlet Personel Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname”nin 2. maddesinde sayılan kurum ve kuruluşlardan da değildir. Dolayısıyla devlet memurlarına ilişkin genel düzenlemeler ya da Sağlık Bakanlığına özel atama ve yer değiştirmeye ilişkin kurallarla bu tesise devlet memurlarının nakillerinin uzun vadede (AS: erimde) sorun yaratacağı açıktır.

Kamu çalışanlarını şirket yetkilileriyle karşı karşıya bırakan, kamu çalışanlarının özlük haklarında kayba neden olacağı şimdiden belli olan bu yapı, sağlık hizmeti sunumuna elverişli değildir. Kamu çalışanlarının bu hastanede çalışmaya zorlanmaları kabul edilemez.

Hastanelerin
– kamusal niteliğinin korunması,
eşit, ücretsiz, erişilebilir, nitelikli bir sağlık hizmeti verilmesinin yolu
sağlık alanındaki özelleştirme uygulamalarından vazgeçilmesiyle mümkündür.
Adana Şehir Hastanesi’nin Sağlık Bakanlığına devredilmesi gerekir.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi
=====================================
Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz TTB’nin (Türk Tabipleri Birliği) değerlendirmelerine tümüyle katılıyoruz. Site okurlarımızı bıktırmaktan endişe ederiz ancak

  • ŞEHİR HASTANELERİ ülkemiz için MÜTHİŞ BİR SOYGUN HATTA TALANDIR!

AKP iktidarını, Sağlık Bakanlığını uyarmaktan yorulduk.
Hiçbir biçimde karşı görüşler dikkate alınmıyor ve bildiklerini katı bir inat ve ısrarla uyguluyorlar. Hatayı anladıklarında genellikle çooook geç oluyor..

Şimdilerde Aile hekimliği ve TSM (Toplum Sağlığı Merkezi) yapılanmasının ciddi sorunlarını gördüler ve doğan aksaklıkların, hizmet açığının giderilmesi için bir de HSM’ler (Halk Sağlığı Merkezi) kurma yoluna gittiler. Bu girişimi Yönetmelik ile düzenleyerek Yasa (ya da Tüzük) ile verilmeyen bir yetkiyi kullanarak İdare olarak Yasama’nın yetkisini gasp ettiler. TTB’nin dava açmasıyla HSM kuran Yönetmelik Danıştayca iptal edildi. Hep yapageldikleri gibi göstermelik bir değişiklikle benzer (aynı!) yönetmeliği yürürlüğe koymadılar bu kez. Hazır ellerinde iken bir OHAL KHK’sına da eklemediler!

HSM kurulumu zaten Aile Hekimliği – TSM biçimindeki hizmeti yersiz parçalayan ikili yapının daha da parçalanması demekti.

Ayrıca, 694 s. OHAL KHK ile (RG : 25.08.2017) önemli değişiklikler yapıldı Sağlık Bakanlığı örgütlenme yapısında; ki bu yapı da 02.11.2011 günü çıkarılan 663 sayılı KHK (Kanun Hükmünde Kararname) ile çatılmıştı. Yine olağan dönemde, TBMM açıkken, Meclisten geçmeyen bir mevzuat düzenlemesi ile Bakanlar Kurulunca yapılmıştı. Sıkılmayın ama ondan önceki Bakanlık yapısı ise 12 Eylül döneminde 1983’te 181 sayılı KHK ile kurulmuştu. Oysa Büyük Atatürk döneminde 1936’da çıkarılan 3017 sayılı yasa ile Sağlık Bakanlığı çok önemsenmişti. Üstelik Osmanlı’da İçişleri Bakanlığına bağlı bir genel müdürlük iken, ilk Meclisin açılmasını izleyen 10. günde çıkarılan 3. yasa ile Sıhhat ve İçtimai Muavenet (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı) kurulmuştu Kurtuluş Savaşının ortasında..

Günümüzde “Sosyal Yardım” bu Bakanlıktan ayrıldı..663 s. KHKNereye  ile (2011’de) hastaneler Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliğine bağlandı. Aynı KHK ile yataksız kamu sağlık birimleri (1. Basamak) Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’na bağlanmıştı.

694 s. OHAL KHK’si ile bu yapı da değiştirildi.. Yaz boz tahtası.. Adı geçen 2 Birim yeniden Genel Müdürlük statüsüne indirildi. Hastanelerin yönetimi de yeniden Başhekimlere verildi.

Nereye varacağız bu gidişle??..
Birileri AKP iktidarı ile oynuyor korkarız.. Hem de feci biçimde..
Ülkemiz ve insanımız neredeyse kobay edildi bu emperyal güdümlü yönetimle.

  • Türkiye’nin ivedi olarak ULUSAL SAĞLIK POLİTİKALARINA dönmesi gerek..

Sevgi ve saygı ile. 26 Eylül 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Eski AİHM yargıcı Rıza Türmen’den Cumhuriyet davası yargıçlarına açık mektup: Sonucu ağır olur

Eski AİHM yargıcı Rıza Türmen’den Cumhuriyet davası yargıçlarına açık mektup: Sonucu ağır olur

Rıza Türmen ile ilgili görsel sonucu
Eski AİHM yargıcı Rıza Türmen’den Cumhuriyet davası yargıçlarına açık mektup yazdı.
Yayınlanma tarihi: 20 Eylül 2017 Çarşamba, 20:03

11 Eylül’de verdiğiniz kararda kuvvetli suç şüphesinin varlığını vurgulamışsınız. Kuvvetli suç şüphesi 3. kişiyi suç işlediğine ikna edecek somut verilerin bulunmasına bağlı. Siz tarafsız bir üçüncü kişi olsanız ve size “Bu gazete yayın ilkelerini değiştirdi. Böylelikle örgüte yardım suçunu işledi” denilse, ikna olur musunuz?

AİHM tutuklanmanın hukuka aykırı olduğu olunda bir karar verirse, hükümet bu kararı uygulamakla yükümlüdür. Kararın uygulanması, ihlale yol açan nedenin ortadan kaldırılması anlamını taşır. Cumhuriyet çalışanlarının AİHM kararı sonucu serbest kalmaları Türkiye bakımından ağır bir sonuç olmaz mı?

Sayın Yargıçlar,

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde 10 yıl yargıçlık görevini üstlenmiş bir meslektaşınız olarak Cumhuriyet gazetesi yazar ve çalışanlarıyla ilgili dava hakkında bazı görüşlerimi sizinle paylaşmak istedim. Bunu yaparken, görülmekte olan davanın esasına ilişkin bir görüş belirtmemeye, 11 Eylül tarihinde verdiğiniz tutuklamanın devamı kararıyla sınırlı kalmaya özen göstereceğim.

AİHS her şeyin üstünde

1. Önce, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) Türk hukukundaki normlar hiyerarşisindeki yeriyle başlayalım. Türkiye, Anayasa’nın 90. maddesinde, 2004’te yaptığı bir değişiklikle, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalarla kanunların, aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası anlaşma hükümlerinin esas alınacağını kabul etti. Bu değişiklikle Türkiye AİHS’yi kendi hukuk sisteminin bir parçası haline getirdi. AİHS’nin, içtihadı da kapsadığı kuşkusuz. Bu değişiklik AİHS ve kararlarını, Türk hukukundaki normlar hiyerarşisi bakımından yasaların üstüne yerleştirdi. Dolayısıyla AİHM kararları yargılama sırasında taraflarca ileri sürülebileceği gibi, yargıçların da kendiliğinden AİHM kararlarını göz önünde bulundurmaları gerekir. Anayasa bunu emreder.

Kaldı ki, anayasa değişikliği yapılmasaydı bile AİHS, Türkiye’nin taraf olduğu bir uluslararası sözleşme. Türkiye bu Sözleşme’den doğan yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda. Sözleşme’nin 1. maddesi her devletin yetki alanı içindeki herkese Sözleşme’de öngörülen hak ve özgürlükleri sağlamak zorunda olduğunu belirtir. Başka bir deyişle, Sözleşme’yi uygulamakla birinci derecede sorumlu olanlar ulusal makamlar. Ulusal makamlar bu sorumluluklarını yerine getirmezler ve bu nedenle bireylerin hak ve özgürlükleri ihlal ediliyorsa o zaman iş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) düşer. Bundan şu sonuç çıkıyor sayın yargıçlar, siz sadece Türk yasalarını uygulamakla sorumlu değilsiniz. Siz aynı zamanda AİHS’nin de Türkiye’deki uygulayıcısısınız. O nedenle karar verirken, AİHS’ye ve AİHS kararlarındaki ilkeleri göz önünde bulundurmak, onlara uygun davranmak zorunluluğunuz var.

Ahmet Şık kararı

2. Sayın yargıçlar, görülmekte olan davada tutukluluğun devam etmesine karar verilen sanıklardan biri de Ahmet Şık. Ahmet Şık daha önce de yazdığı kitap nedeniyle tutuklanmış ve gazeteci Nedim Şener ile birlikte tutuklu yargılanmıştı. AİHM 08.07.2014 tarihinde verdiği kararda Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmalarının Sözleşme’nin kişi özgürlüğüne ilişkin 5. maddesine ve tutuklu yargılanmalarının ifade ve basın özgürlüğüne ilişkin 10. maddesine aykırı olduğuna karar verdi. Bu karar, mahkemenizin yaptığı yargılamayla yakından ilgili olduğundan mutlaka okumuşsunuzdur.

Basın özgürlüğü demokrasiyle çok yakından bağlantılı olduğundan, AİHM bu konuya büyük bir önem verir. AİHM’ye göre, basın demokrasinin bekçisidir. O nedenle gazetecilerin özgürlüklerinden yoksun bırakılmasını ancak şiddete teşvik ya da nefret söylemi gibi son derece istisnai durumlarda kabul eder. Bunun dışında, gazetecilerin cezaevine konulmasını, hatta ceza yargılamasına tabi tutulmasını, basın üzerinde baskı, korku, caydırıcı etki yaratacağı ve bu da toplumda olumsuz etkiler doğuracağı için basın özgürlüğünün ihlali olarak görülür. Gazetecilerin tutuklu yargılanmaları ise, basın özgürlüğünün çok ciddi bir biçimde ihlalidir.

AİHM bu görüşlerini, Nedim Şener ve Şık/Türkiye, Campana ve Mazare/ Romanya (Büyük Daire Kararı, 2004, paragraf 114-115), Dammann/İsviçre (2006, paragraf, 57) ve başka birçok kararda bulabilirsiniz. Taner Akçam/ Türkiye (2011) kararında AİHM daha da ileri gitmiş ve Akçam hakkında açılan soruşturma takipsizlikle sonuçlanmış olsa dahi, soruşturma açılmış olmasının yarattığı yıldırma ve caydırıcı etki nedeniyle ifade ve basın özgürlüğünün ihlaline karar vermişti.

11 Eylül’de verdiğiniz ara kararda, AİHS’nin ifade özgürlüğünün hangi durumlarda sınırlanabileceğini belirten 10/2 maddesine gönderme yapıyorsunuz. Oysa, AİHM’nin bu maddeyi nasıl yorumladığını ve uyguladığını yukarıda değinilen kararlardan anlayabiliriz. Bu kararlarda da görüleceği gibi, AİHM’in 10/2 maddeyi anlayışı ile 11 Eylül ara karardaki anlayışın taban tabana zıt olduğu açık.

Muhalifken yandaş olanlar

3. Sayın yargıçlar, 11 Eylül’de verdiğiniz tutuklamanın devamı ile ilgili ara kararın, Akın Atalay, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Ahmet Şık’a ait bölümünde tutuklama için gerekli olan kuvvetli suç şüphesinin varlığını vurgulamışsınız. Kuvvetli suç şüphesinin karardaki en önemli dayanağı ise, gazetenin Cumhuriyet Vakfı’nda yazılı ilkelerden ayrılması. AİHM ölçütlerine göre, kuvvetli (ya da AİHM terminolojisinde makul) suç şüphesi üçüncü bir kişiyi suç işlediğine ikna edecek somut verilerin bulunmasına bağlı. Sayın yargıçlar, siz tarafsız bir üçüncü kişi olsanız ve size “Bu gazete yayın ilkelerini değiştirdi. Böylelikle örgüte yardım suçunu işledi” denilse, ikna olur musunuz? Muhalif basınken yandaş basın olmak zorunda kalan bütün gazeteler ve TV kanalları da yayın ilkelerini değiştirdiler. Kararda yer verilen “Vakıf Senedi’ndeki ilkelerden ayrılmayı da kanıtların bir bütün halinde değerlendirilmesi” genel kavramlar. Oysa “kuvvetli şüphe”nin oluşması için somut verilerin ortaya konulması gerekir. Nasıl ki, Şener ve Şık/Türkiye davalarında, AİHM mahkemenin tutuklama için gösterdiği genel gerekçeler, somut nitelik taşımadığından yetersiz bulmuş ve Sözleşme’nin 5/3 maddesinin ihlal edildiğine karar vermişti.

İki karar aynı olamaz

4. Makul ya da kuvvetli şüphenin bulunup bulunmadığı tartışması tutuklamanın hukuka uygunluğu ile igili. Ancak aradan bir yıla yakın (324 gün) bir süre geçtikten sonra başlangıçtaki makul şüphenin varlığı yetmez. Tutuklamanın devamı için makul kuşkunun ötesinde, başka nedenlerin bulunması gerekir. Dolayısıyla, Temmuz’da verilen tutuklamanın devamı kararıyla yaklaşık 3 ay sonra verilen kararın farklı nedenleri içermesi aranır. Oysa iki karar arasında, hiçbir fark gözetilmemiş. İki karar da tıpatıp aynı.

Sayın yargıçlar, kararınızda tutuklamanın devamı için gösterilen gerekçe “delillerin korunması” ve tanıklar üzerinde baskı yapılmasının önlenmesi. Oysa AİHM içtihadında böyle genel, soyut gerekçeler tutukluluğun devamı için yeterli değil. Somut kanıtlarla desteklenmeleri aranır. Kaldı ki, yargı sürecinin geldiği noktada hâlâ delillerin toplanmamış olması, düşünülmez. Kadri Gürsel ile ilgili olarak yazılan karşı oy yazısında, tanıkların büyük ölçüde dinlendiği, delillerin toplanmış olduğu gözetildiğinde delil karartma olasılığının bulunmadığı belirtiliyor. Aynı nedenlerin başka tutuklular için de geçerli olmadığını düşünmek için neden yok. Bu konuda, Clooth/Belçika (1991) kararını ilgi çekici bulabilirsiniz. Bu kararda, soruşturmanın gereksinmelerinin soyut bir biçimde ileri sürülmesinin, tutukluluğun devamını haklı gösteremeyeceği, süre uzadıkça tutukluluğun sona erdirilmesinin taşıyacağı risklerin azalacağı belirtilir (paragraf 42, 43, 44). Benzer görüşleri Becceiev/ Moldova (2005) ve başka kararlarda da bulabilirsiniz.

Genel ve soyut ifadeler

5. Öte yandan ara kararınızda, adli kontrol önlemlerinin yetersiz kalacağı belirtiliyor. Burada da aynı sorunla karşılaşıyoruz. Bu genel ve soyut ifade tutukluluğun devamının gerekçesi olamaz. CMK 109. maddedeki adli kontrol önlemlerinin neden yetersiz kalacağının somut olarak belirtilmesi gerekir. Cahit Demirel/Türkiye (2009) kararı, Türkiye’de tutuklamadan kaynaklanan sorunların iyi bir özetini yapar. Herhalde dikkatinize getirilmiştir. Bu kararda, “Suçun niteliği, delillerin durumu ve dosyanın içeriği” gibi klişe gerekçelerin tutukluluğun devamını haklı gösteremeyeceği, bununla birlikte başka adli kontrol önlemlerine yer verilmemesinin de Sözleşme’nin tutuklamaya ilişkin 5/3 maddesinin ihlaline yol açağı belirtiliyor. Korkarım ki sayın yargıçlar, AİHM’nin Cahit Demirel davasındaki ihlal nedenleri bu dava için de geçerli olacak.

Türkiye açısından ağır sonuç

6. Sayın yargıçlar, unutmamak gerekir ki, tutuklu olan kişiler, haklarında hüküm verilmemiş, masumluk karinesinden yararlanan kişiler. Bu kişileri uzun süre özgürlüklerinden yoksun kılmak için çok ciddi somut nedenler bulunması gerekiyor. 11 Eylül tarihli ara kararınızda ileri sürdüğünüz gerekçelerin bu nitelikte olmadığını söylemek zorundayım. Sorunun bir de basın özgürlüğü yanı var. Gazetecilerin tutuklu yargılanması zaten kabul edilmez bir durum. Sayın yargıçlar, AİHM tutuklanmanın hukuka aykırı olduğu ve basın özgürlüğünün ihlalini oluşturduğu yolunda bir karar verirse, hükümet bu kararı uygulamakla yükümlüdür. Kararın uygulanması, ihlale yol açan nedenin ortadan kaldırılması, yani tutukluluğun sona erdirilmesi anlamını taşır. Cumhuriyet gazetesi çalışanlarının AİHM kararı sonucu serbest kalmaları Türkiye bakımından ağır bir sonuç olmaz mı? Bu soruyu takdirinize sunarım. Eski bir Anayasa Mahkemesi Başkanı “Duruşma salonuna her girdiğimde, kendimin yargılandığını düşünürüm” diyor. Bu sözlerin bütün yargıçlar için geçerli olduğunu düşünüyorum. Saygılarımla.
==================================

Çooooooooooooook teşekkürler saygın yargıç Rıza Türmen

Sevgi ve saygı ile. 25 Eylül 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com