Etiket arşivi: Mehmet Bedri Gültekin

İbn-i Haldun’dan bir tarih dersi


Mehmet Bedri Gültekin
mbgultekin@ip.org.tr, 19.2.13

portresi

İbn-i Haldun’dan bir tarih dersi

            Türkiye’de dolaylı ve dolaysız vergiler arasındaki ilişki, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki oranın tersine döndü. Dolaylı vergilerin oranı bugün %70’i bulmuştur.

Bu durum, devleti yönetenlerin; emekçinin, üreticinin, esnafın attığı her adımdan vergi aldığı anlamına gelir.

Benzer gelişme, tarih içinde hemen hemen bütün devletler için söz konusu olmuştur. İslam dünyasının büyük bilim adamı İbn-i Haldun, bu gerçeğin kuramını (teorisini) yapmıştır.

İbn-i Haldun’a göre vergiler konusunda, “Devlet”in ortaya çıktığı ilk andan başlayarak, hükmünü yürüten bir “yasa” vardır. Başlangıçta iş başına geçenler, halktan çok kopuk değildir. “Sade” yaşamaktadırlar. Harcamaları azdır. Gelirler, giderlere fazlasıyla yetmektedir.

Zaman geçtikçe yönetici sınıf halktan gittikçe daha fazla kopar, lüks ve sefahat, gereksiz harcamalar başını alır gider. Buna bağlı olarak güvenlik harcamaları artar. Devleti yönetenlerin buna buldukları çare, halktan alınan vergilerin çeşitlendirilmesi ve vergi oranlarının artırılmasıdır.

Türkiye’de de sürekli olarak yeni vergilerin icat edilmesinin ve sıradan halkın sırtındaki yükün ağırlaştırılması anlamına gelen dolaylı vergilerin artırılması işte İbni Haldun’un sözünü etiği o “Yasa”nın hükmünü yürütmesinden dolayıdır.

Yeni vergi yasası

AKP Hükümeti, Gelir Vergisi Yasası ve kimi öbür yasalarla ilgili olarak bir değişiklik tasarısı hazırladı. Gerçi bu tasarıda söz konusu olan, “dolaylı vergi” değildir ama “miras ve intikal” konusu ile ilgili olduğu için dolaylı vergi gibi bütün yurttaşları ilgilendirmektedir.

Yürürlükteki yasaya göre miras yoluyla eş ve çocuklara kalan ev, arsa, işyeri gibi taşınmazların satışından sembolik bir tutar dışında herhangi bir vergi alınmıyor.

TBMM’ye sunulan değişiklik tasarısına göre ise, miras kalan malların satışından % 15 – 35 arasında değişen oranlarda vergi alınacak. Hatta aile bireyleri arasındaki
para alışverişleri de belli bir rakamın üstüne çıktığına vergiye bağlı olacak.

AKP, borç batağına battıkça ve ekonomi çarkını sıcak paraya mahkum ettikçe, çareyi yeni vergiler icat etmekte buluyor.

Tam da bu noktada İbni Haldun’un söylediklerini hatırlatmak gerekiyor.
Tayip Erdoğan her ne kadar ne anlama geldiğini bilmese de, son zamanlarda
İbn-i Haldun’un “Asabiyesi” nden söz ettiğine göre, kendisine büyük bilim adamın uyarılarını anımsatmakta yarar var.

Yükseliş ve çöküş dönemlerinde vergiler                    :

“Bil ki, daha önce söylediğimiz gibi, devlet başlangıçta bedevilik özelliklerine sahiptir. Dolaysıyla bu aşamada lükse ve pahalı alışkanlıklara sahip olunmadığı için masraf ve giderler çok azdır. Toplanan vergiler masrafları fazlasıyla karşılamakta,
hatta önemli bir bölümü de artmaktadır.

Çok geçmeden uygar (medeni) bir çizgiye gelinir, medeni yaşamın gerektirdiği alışkanlıklara sahip olunur ve bu konuda daha önceki devletler örnek alınır.
Bunun sonucunda devleti yönetenlerin, özellikle de hükümdarın giderleri çoğalır;
özel harcamalar ve bahşişler büyük bir rakam tutar ve toplanan vergiler bu giderleri karşılayamaz duruma gelir. Böylece devleti koruyup yönetenlere verilecek ücretlerin
ve hükümdarın harcamalarının gerektirdiği ölçüde, vergi miktarında artırıma gidilir. Başlangıçta vergi çeşitleri ve oranları artar.

Sonra lüks ve pahalı alışkanlıkların çoğalmasıyla harcamalar ve devleti koruyup yönetenlere verilecek ücretler artmayı sürdürür. Böylece devlet ihtiyarlık çağına ulaşır. Devleti elinde tutan “Asabiyet“, ülkenin uzak bölgelerinden vergi toplamaktan aciz kalır. Vergiler azalır, lüks harcamalar ve israf çoğalır, buna bağlı olarak askerlerin gereksinimleri de çoğalır. Sonunda Hükümdar yeni vergiler çıkarır. Pazarda yapılan
her alışverişten, kentteki bütün ticari mallardan belirli oranlarda vergiler alınır.
Ancak hükümdar, hem israf ve harcamaların, hem de askerlerin ve muhafızların
çok olması yüzünden, ücretlerin artmasından dolayı yeni vergiler koymaya ve oranlarını artırmaya zorunlu kalır.

Devletin son zamanlarında halka yüklenen vergiler öyle bir düzeye ulaşır ki, (ticaret ve üretimden) elde edilmek istenen bütün beklentilerin yok olmasıyla çarşılar, tümüyle kesada uğrar. Bu durum toplumun (umranın) bozulup zayıflamasına yol açar
ve sonuçta bunun zararını da devlet çeker. Devlet tümüyle yıkılıp yok olana dek vergilerdeki artış sürer.

Abbasi ve Ubeydiyyin devletinin son zamanlarında bunun örnekleri çok görülmüştür. O kadar çok vergi çeşidi ihdas edilmiştir ki, hac mevsiminde hacılardan bile vergi alınmıştır.” (Mukaddime, Cilt I, Yeni Şafak, 2005, s.371-372)

İktidarın sonu

AKP, “Küçük Amerika” rejiminin son iktidar partisidir. Küçük Amerika rejiminin diğer adı “Gladyo-Mafya-Tarikat Sistemi”dir.

Sistem, iç güvenlik (polis, adliye, cezaevi) harcamaları ile iktidarın dayandığı yiyici takımının ve dış sömürü merkezlerinin faturasının olağanüstü ağırlaştığı koşullarda varlığını sürdürmeye çalışıyor.

Tam da İbn-i Haldun’un “devletin son zamanları” dediği dönemdeyiz.

ATATÜRK ve SEYİT RIZA


ATATÜRK ve SEYİT RIZA

Mehmet Bedri GÜLTEKİN
mbgultekin@ip.org.tr

KARŞIT KONUMLAR..

Atatürk, emperyalizme karşı Kurtuluş Savaşının lideridir.
Feodal sultanlığı tasfiye etmiştir ve devrimci bir Cumhuriyet kurmuştur.

Seyit Rıza ise feodal bir aşiret reisidir. Bütün ömrü boyunca yağma ve çapulun, ekonomisinde önemli bir yer tuttuğu aşiretler sistemini muhafaza etmek için mücadele etmiştir.

Bundan dolayı etkin olduğu bölgede Cumhuriyetin kendi düzenini kurmasını engellemeye çalışmıştır.

Emperyalistlerle doğrudan bir ilişkisinin olduğunu gösteren kanıtlar yok ama Batı işbirlikçisi Kürt Teali Cemiyeti’nin yöneticilerinden Baytar Nuri ve Alişer gibi isimlerle beraber olmuştur.

İngiltere ile Fransa’nın 1937-38 yıllarında Dersim’de Kemalist Cumhuriyete karşı isyanı, daha önceki isyanlarda olduğu gibi memnuniyetle karşıladıkları da bir gerçektir.

  • Özetle Atatürk ve Seyit Rıza birbirlerine karşı konumlardadır.
  • Seyit Rıza’ya sahip çıkan, kaçınılmaz olarak Atatürk’ün ve Cumhuriyet Devriminin karşısındadır.

Netleştirilmesi gereken ilk nokta budur.

KEMAL KILIÇDAROĞLU’NUN KONUMU

Bilindiği gibi CHP Milletvekili Hüseyin Aygün Seyit Rıza ve arkadaşlarına iade-i itibar için TBMM’ne teklif sundu.

Kemal Kılıçdaroğlu ise öteden beri Seyit Rıza’ya sahip çıkıyor.

Son olarak 17 Kasım’da İstanbul’da Partisinin gençlik kollarının düzenlediği bir toplantıda Seyit Rıza’yı yargılayan mahkemeyi, bugünün “Özel Görevli Mahkemeleri”ne benzetti ve “Biz 1938’in mağduruyuz” dedi.

Yani Devrimci Cumhuriyetin karşısında, feodal güçlerle aynı konumda olduğunu ilan etti.

Kılıçdaroğlu’nun tavrı; 27 Mayıs, Laiklik, Cumhuriyet Devrimi Kanunları, Türk milleti vb. gibi konularda açıkladığı görüşler ile tam bir uyum içindedir.
Bu görüşler neoliberal dünya görüşünün ifadesidir.
Cumhuriyet Devriminin karşısındadır.

İstanbul Barosu Başkanı Sayın Ümit Kocasakal’ın dediği gibi,

Atatürk’ün koltuğunda oturarak hiç kimse Atatürk’e fatura çıkaramaz.”

Böyle bir çaba içine giren ABD ve AB emperyalistleri ile işbirliği yapan, ipini koparmış neoliberal aydın takımının, Ortaçağ özlemcisi irticacıların ve Batıcı Kürt ayrılıkçılarının övgüsünü kazanabilir. Ama CHP kitlesinin ezici çoğunluğu başta olmak üzere Türk’ü ve Kürd’üyle milletimizi karşısına alacağı kesindir.

HALKIN ACILARINA DUYARLI OLMAK!

Seyit Rıza’ya sahip çıkmak, Dersimlilerin 1937-38 yıllarında yaşadığı acılar karşısında duyarlı olunduğu anlamına gelmiyor. Bu konuda belirtilmesi gerekenler şunlardır:

Birinci olarak halkın çektiği acılar, gerçeği ortadan kaldırmaz.

  • Gerçek, Cumhuriyet ile feodal derebeylik karşı karşıya gelmiştir.

Ya Cumhuriyetten yanasınız ya da feodal derebeylikten.

Devrimci tavır, Cumhuriyetten yana olmayı gerektirir.

Nitekim başta sosyalist Sovyetler Birliği olmak üzere zamanın bütün devrimcileri Kemalist Cumhuriyetten yana olmuşlardır.

  • İkinci olarak feodal aşiret sistemi ve derebeyleri, halkın çektiği acıların asıl sorumlularıdır. Aşiret reislerinin baskısı altında, bütün yaşamı aşiretler ve aileler arası kan dökmelerle ve komşu il ve ilçelere yönelik yağma ve çapul faaliyetinden ibaret olan halkın,
    hangi acıları çektiği niçin konuşulmuyor?

TAYYİP ERDOĞAN’IN DERSİM AŞKI

Bundan 70-80 yıl önce Dersim’de halkımızın yaşadığı acıların bugün kimler tarafından kaşındığı da son derece uyarıcıdır. En başta emperyalistleri belirtmek gerekiyor.

Avrupa Parlamentosu çatısı altında son yıllarda peş peşe 3 Dersim toplantısı düzenlendi.

Tayyip Erdoğan
Dersim’i ve Dersimlileri günahı kadar sevmez.
Ama şimdi O’nda da Seyit Rıza aşkı başladı.
Dersim üzerinden Kemalist Devrime saldırıyor.

F Tipi Örgüt, Mazlum-Der, Batıcı Kürt Milliyetçiliği.
Bunlar da öbür “Dersim sevdalıları”.

Türkiye, bugün hâlâ Cumhuriyet Devrimi mevzisinde savaşıyor.

Önümüzdeki görev, yarım kalan ve kazandıklarımızı da kaybettiğimiz o Devrimi yeniden kazanmak ve tamamlamak.

Onun için mücadele hâlâ yüzyıl öncesinin mevzisinde veriliyor.

Herkes safını o mücadelelere karşı aldığı tavırla belirliyor.

==============================================

Dostlar,

Sayın Mehmet Bedri Gültekin’in çok nazik br konuda yazdıklarını “yorumsuz” olarak sizlerle paylaşıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 9.12.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Ergenekon’da koşar adım karara!


Mehmet Bedri Gültekin
ulusalbakis.com
mbgultekin@ip.org.tr

Ergenekon’da koşar adım karara!

Adına “Ergenekon davası” denen yüzyılın en büyük kanunsuzluk olayında

son aşamaya geldik.

17 Kasım günü yapılan duruşmada, Mahkeme, Savcı’nın Esas Hakkındaki Mütalaası’nı hazırlamak için istediği “süre” talebini kabul etti. Savcı, 13 Aralık tarihinde Mütalaa’sını okuyacak.

Böylece, bugüne kadar yaklaşık 120 milyon sayfaya ulaşmış olduğu tahmin edilen Dosya, 16 gün içinde incelenmiş olacak (!)

16 gün ve 120 milyon sayfa… Başka söze gerek kalmıyor.

DAVA’NIN ŞİFRELERİ

Ergenekon Davası, bilindiği üzere Tuncay Güney’in 2001 yılında Emniyet’te verdiği mülakat ile başladı.

Bugün Kanada’da ikamet eden “Haham” Tuncay Güney, mülakat öncesinde Amerika’ya gitmiş, 10 yıllık “Gren Card”ı cebine koymuş, CIA’ya çalıştığını söylüyor, MİT içinde Mehmet Eymür ile ilişkili, eşcinsel, yasadışı bir oto işi dolayısıyla Emniyet’e götürülmüş ve sorulmadan “Ergenekon”u anlatıyor…

Tuncay Güney, Mayıs 2012’de gazeteci Mustafa Mutlu’ya gönderdiği e-posta’da; “Ergenekon bir oyun ve bu oyunda bana verilen rolü oynadım.” diyor.

Sadece bu notlar bile “yüzyılın davası” hakkında yeterli bir fikir veriyor.

GİZLİ TANIKLAR

Ergenekon Davası’nda tam 44 gizli tanık bulunuyor.

Hikmet Çiçek bugünlerde Aydınlık gazetesinde Ergenekon’un gizli tanıklarını yazıyor. Herkese okumasını öneririm.

Her önemli dava, bir özelliği ile anılır. Ergenekon’da “özellik” çok,
ama gizli tanıkların özel bir yeri var.

  • Uyuşturucu ve cinayetten hükümlüler, erkek çocuğa istismarda bulunanlar, cinayetten hükümlüler, öz yeğenini pazarlamaktan mahkûm olanlar…
  • Ve Şemdin Sakık gibi PKK itirafçıları…

İşte bütün bunlar, Ergenekon’un gizli tanıkları.

  • Haham Tuncay’ın mülakatı ile başlayan dava,
    çöplükten toplanan gizli tanıklarla yürütüldü.

PKK TANIK, TSK SANIK

  • Ergenekon Davası, emperyalizmin Türkiye Cumhuriyeti’ne ve
    Atatürk Devrimleri’ne karşı gerçekleştirdiği nihai saldırının davasıdır.
  • Hedef, Türkiye’yi parçalamak ve Cumhuriyet Türkiyesini sonlandırmaktır.

“Bin yılın meydan okuması”nda (Millenium challenge) , önce hedefler belirlendi.

Ordu bertaraf edilmeden, amaçlanan hedeflere ulaşılamaz. Doğu Perinçek’in
22 Mart 2008 günü İstanbul Emniyetinde sorgusunun hemen sonrasında büyük bir isabetle saptadığı üzere, hedefte olan TSK idi.

Emekli Astsubay Oktay Yıldırım’dan başlayan operasyon, en sonunda
Genelkurmay Başkanı’na kadar uzandı. TSK bir bütün olarak “zanlı” oldu.

Tarihin tanık olduğu en büyük psikolojik savaş operasyonunun hedefi haline getirildi.

Sonuçta “aranan savcılar” bulundu. Tayyip Erdoğan’ın savcı,
PKK’nın tanık ve TSK’nın sanık olduğu dava bugüne kadar geldi.

İŞÇİ PARTİSİ VE YURTSEVER AYDINLAR

Emperyalizm, sadece TSK’yı hedef alarak hedefine ulaşamazdı.
İşçi Partisi başta olmak üzere, ülkemizin bütün antiemperyalist devrimci birikimi
hedef alındı.

Aydınlık ve Ulusal Kanal yöneticilerine defalarca operasyon yapıldı.

Amaç, korkmuş, sinmiş ve teslim alınmış bir toplum yaratmaktı.

Dava da buna uygun olarak planlandı.

“Bulunmuş” hâkim ve savcılarla İstanbul’un100 km dışında hapishane içinde bir özel görevli Mahkeme. “Ayak uyduramayan” hâkim ve savcılar bu arada tek tek ayıklandı.

Birbiriyle ilgisiz tam 21 ayrı dosya tek bir Ergenekon torbası içine dolduruldu. Gözlerden uzak, bırakın sıradan insanı, yargılananların bile takip edemeyeceği bir dosya yığını.

Bu arada “terör” ve “darbecilik” iddialarına inandırıcılık kazandırmak için hem sanık, hem tanık, ham de gizli tanık olan “Osmanım”ın iddialarına dayanılarak
Danıştay cinayeti dosyaya eklendi.

Üç yıl geçti. Savcılar, iddiaları destekleyen tek bir kanıtı dosyaya koyamadılar.
Olsun, “ne yaparsak oluyor” mantığı yürürlükte.

Hepsi tek bir amaca hizmet ediyor.

Herkesin bıkkınlık ve teslimiyetle kabulleneceği karmaşık bir yargılamayı
kabul ettirmek…

PLAN’DA YENİ AŞAMA

Şimdi Mahkeme “Delillerin değerlendirilmesi” safhasını atladı ve savunma aşamasına geçti. Oysa daha bir iki duruşma önce, sanıkların konuşmaları,
“delillerin değerlendirilmesi sırasında konuşursunuz.” denilerek engelleniyordu.

  • Bu Dava’nın düğmesine 5 Kasım 2007 günü Vaşington’da Oval Ofis’te, Bush-Erdoğan görüşmesinde basıldığını, Fehmi Koru daha o zaman söylemiş ve yazmıştı.

Operasyon Merkezi anlaşılan şimdi yeni bir karar almış.

  • Türkiye’nin parçalanmasını öngören plan,bilindiği üzere AKP-PKK anlaşması ile sona doğru ilerliyor.

Türk kimliğinin Anayasa’dan çıkarılması, anadilde savunma ve eğitim,
Eyalet Yasasının (özerklik) yanı sıra bir diğer madde af.

KCK tutuklularını ve Öcalan’ı yalnız başlarına affetmeyi millete kabul ettirmek zor. PKK’lıları, Ergenekon ve Balyoz tutukluları ile aynı torbaya doldurmak ve topluma
“bakın sadece PKK’lıları değil, askerleri, İşçi Partilileri ve aydınları da içerden çıkarıyoruz. Türkiye’nin barışa ihtiyacı var.” diyecekler.

Onun için artık “yüzyıl” sürecek davaya ihtiyaçları kalmadı.

En azından planları bu…
Bu Plan’ın Türkiye gerçeğine uyup uymadığına halkımız karar verecek.

==================================

Dostlar,

“Ergenekon davası” bundan daha iyi özetlenemezdi..

Dostumuz Gültekin’in kalemine ve yüreğine sağlık.

Evet, son sözü halkımız söyleyecek..

Bu arada ADD, 13 Aralık 2012 günü Silivri’de yapılacak olan
“karar duruşmasına”
toplu katılım çağrısı yaptı..
Çağrıya vargücümüzle katılalım..

Sevgi ve saygı ile.
1.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Silivri Mahkemesi Yargıcı Sedat Sami Haşıloğlu : “Otur lan yerine!”


Dostlar
,

Aşağıda,

Silivri mahkemesinde ‘OTUR ULAN’ HUKUKU

başlıklı bir haber sunuyoruz.

Tam bir dehşet tablosu..

Fakat o ölçüde de önemli bir fırsat..

Bir kez daha bu yargılama süreçlerinde neler olup bittiğini çırılçıplak kamuoyu ile paylaşma olanağı veriyor.

Duruşmalar kayda alınıyor mu, emin değiliz.
Dileriz alınıyor olsun.
Mağdur taraf sanık avukatlarının hemen suç duyurusunda bulunmalarını dileriz.

Dahası, bu haberi okuyan HSYK ve Adalet Bakanlığı’nın kendiliğinden harekete geçerek inceleme başlatması anayasal yükümlülükleri gereğidir.

Adı geçen “yargıcın” disiplin koğuşturulmasına uğratılması yetmez.
Bu açık düşmanca ve hakaret yüklü davranış karşısında derhal yargılamadan çekilmelidir. Bu ağır ayıbı sicilinden silmek istiyorsa açık özür dilemeli ve derhal bu davadan çekilmelidir.

Yargılamanın en temel gereklerinden biri yargıçların yansızlığıdır.
Örnekte ise adı geçen yargıcın en net ve kesin biçimde tarafsızlığını yitirdiği,
taraf olduğu tartışma dışıdır.
Eylem ayrıca anayasa ve ceza hukuku bakımından da suçtur :

Anayasa madde 138 – “Hakimler, .. Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.  “

Anayasa madde 140 bağlamında HSYK ve Adalet Bakanlığı’nı göreve çağırıyoruz.

Bu arada Başbakan RT Erdoğan, beğenmediği yargı kararları karşısında nasıl gürlediğini anımsamalı ve bu olaydaki akıllara durgunluk veren “yargıç davranışı” hakkında “birşeyler” söylemeli ve yapmalıdır.

Devlet organlarının uyum içinde çalışmasını gözetme yükümlü Devlet başkanı A. Gül
ne düşünür acaba? Tüyleri diken diken olmuş mudur ? Devlet Denetleme Kurulu
bu süreçte mutlak yetkisiz midir acaba? Acaba??

İstanbul Barosu’nun da gerekli hukuksal girişimde gecikmeyeceğini umarız.

Bu arada Türkiye Barolar Birliği‘ne ise derin “tarafsızlık” (?!) uykusunda esenlikler dileriz. Kimi kez derin uykulardan (hibernasyon) uyanmak olanaklı olamamaktdır.
Umarız Türkiye Barolar Birliği derin uykusunda donup “ölmesin” !?

Derin kaygı ile..

Sevgi ve saygı ile.
19.11.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================================

Silivri mahkemesinde ‘OTUR ULAN’ HUKUKU

Silivri’de görülen Ergenekon davasının 14 Kasım 2012 günü yapılan oturumu
hukuk tarihine geçecek nitelikteydi. Güne damgasını vuran cümle,

  • Üye hakim Sedat Sami Haşıloğlu : “Otur lan yerine!”

Her şey, aynı anda başka bir kişiymiş gibi ifade veren Osman Yıldırım’ın gizli tanıklıktan vazgeçmesiyle başladı. Daha önce Gizli Tanık-9 dinlenmek istenmiş
ancak dinlenememişti.

Gizli tanık skandalı

Sanıklar Gizli Tanık-9 dinlenirken, Osman Yıldırım’ın da hazır edilmesini istemişti.
Bu durum 14 Kasım günlü duruşmada Gizli Tanık-9’un açık kimliğiyle ifade vereceğini açıklamasıyla değişti. Böylece, savcıların “Osmanım” dediği gizli tanığın aynı anda
iki yerde bulunması imkansızlığı da aşılmış oldu. Davada hem sanık, hem tanık hem de gizli tanık olarak bulunuyordu. Böylece bir sıfatından zorunlu olarak vazgeçmiş oldu.

Osman küfretti, hakimler dinledi

Gizli tanık odasında ifade vermeye başlayan “Osmanım”a soru sorma sırası Ergenekon sanıklarına gelince Mahkeme Başkanı’nın tavrı da sertleşti. Neredeyse her soruya müdahale eden Mahkeme Başkanı’nın tavrından cesaret alan Gizli Tanık-9, sanıklara
ağır hakaretlerde bulundu. Emekli Astsubay Oktay Yıldırım’ın gizli tanığı çok zor durumda bırakan sorularına savcılığın itiraz etmesi dikkat çekti. Gizli tanık sıfatıyla ifade verirken, görevlilerden birinin “sıralamaya göre anlat” şeklindeki sözlerini soran Oktay Yıldırım “bu sıralamayı kimler ne zaman yaptı? Anlatılanlar önceden planlanıp sıralanmış mıydı?” dedi.

Şamil Tayyar’la Osman Yıldırım arasında mektuplaşma olup olmadığını; cezaevinde hangi savcılar tarafında ziyaret edildiğini kendisine ifadesi karşılığında ceza indirimi sözü verip verilmediğini soran Oktay Yıldırım’a Mahkeme Başkanı defalarca müdahale ederek sorularını engelledi. Bundan cesaret alan Gizli Tanık 9 ise ağır hakaretler etti.
Oktay Yıldırım’ın ailesini hedef alan Gizi Tanık-9’a hakimler müdahale dahi etmedi.
O sırada, sanık Oktay Yıldırım’ın

– “Sayın yargıç bu hakaretlere izin verecek misiniz?”

demesine sessiz kalan mahkeme heyetine diğer sanıklar tepki gösterdi.

Hakim ‘otur lan yerine’ dedi

Sanık Mehmet Demirtaş, “Sizler hakimsiniz, buna nasıl izin verirsiniz?” deyince,
Sedat Sami Haşıloğlu ayağa kalkıp bağırarak cevap verdi. Sinirden elleri titreyen ve soğukkanlılığını tümüyle yitiren

Haşıloğlu, bir elini cebine sokarak ve ağzından tükürükler çıkarak bağırdı:

  • “Otur lan yerine…”

O sırada bu olaya tepki gösteren Veli Küçük, Erkan Önsel, Turan Özlü ve Mehmet Bedri Gültekin, Oktay Yıldırım ve Mehmet Demirtaş ile birlikte mahkeme salonunu terk ettiler.

Sanıklara küfredeni susturması gereken mahkeme heyetinin Gizli Tanık-Osmanım gibi sanıklara hakaret etmesi vicdanları yaraladı. Duruşmayı izleyenler, “bu nasıl hukuk,
bu nasıl yargılama” diye isyan etti.

Bir de mahkeme ceza verdi

Kendilerine yapılan ağır hakaretlere karşı tepki gösteren Oktay Yıldırım, Veli Küçük
ve Mehmet Demirtaş’a duruşmalardan bütünüyle men cezası verildi.

Daha önce Doğu Perinçek, Serdar Öztürk ve Durmuş Ali Özoğlu’na da duruşmalardan men cezası verilmişti. Uğradıkları bütün hakaretlere rağmen aynı seviyeye inmeyen sanıklar sadece mahkeme heyetinin buna izin vermemesini talep etmişlerdi.

Onlara hakaret eden Osman Yıldırım, kızkardeşini öldürmekten ve öz ablasının kızını
para karşılığında erkeklere pazarlamaktan mahkeme kararıyla ceza almıştı.

Hayatlarını terörle mücadele ederek geçiren askerlerin bu tip tanıkların hiçbir kanıta dayanmayan iddialarıyla suçlanması, hakarete uğraması, bir de mahkemenin olanlara seyirci kalması duruşmayı izleyenlerin vicdanlarını kanattı.

Duruşmayı izleyenler, “Artık Silivri’de ‘otur lan’ hukuku var” yorumunda bulundular.

(http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/16931-silivri-mahkemesinde-otur-ulan-hukuku.html, 19.11.12, AYDINLIK Gazetesi) 

DEVRİM BARIŞ GETİRİR

İP Genel Başkan Yardımcısı Sn. Mehmet Bedri Gültekin, 23 Ağustos 2011’den beri
2. kez tutuklu.. Silivri’de tutsak.. Ama o koşullarda bile üretmeye devam ediyor.
İşte devrimcilik böyle bir donanım, kalkan sağlıyor insana.. Selamlıyorum saygı ile.
Ahmet Saltık, 10.8.12, www.ahmetsaltik.net

Olmak ya da Olmamak

Mehmet Bedri Gültekin
10 Ağustos 2012, mbgultekin@ip.org.tr

DEVRİM BARIŞ GETİRİR

Enver Paşa, Türkiye İş Bankası tarafından yayımlanan anılarında, 1908 Devrimini izleyen günleri, ülke çapında büyük bir barış ve huzur havasının egemen olduğu günler olarak tanımlar. Hükümetin etkisinin hiç hissedilmediği o günlerde “kentlerde hırsızlık olayları bile olmuyordu.” der.
‘Abdülhamit döneminde dağlarda olan Rum ve Bulgar çeteciler de öbek öbek kente iniyor, silahlarını teslim ediyor ve köylerine dağılıyorlardı. Rum ve Bulgar komşularımız evlerimize ziyaretler yaparak bizleri kutluyor ve Devrimin ülke için iyi olacağını söylüyorlardı.’

Enver Paşa’nın söyledikleri özetle böyle. Paşa’nın yapmış olduğu bu betimlemenin
bütün Devrimler için geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

Cumhuriyet’in barışı

Cumhuriyet Devrimi, Türkiye’ye Anadolu topraklarında yüzyıllardır görülmeyen bir barışı getirmiştir. Bu barışın, 12 Mart 1971 dönemindeki kesintinin ardından 12 Eylül 1980 Amerikancı darbesine dek sürdüğünü söyleyebiliriz.

Cumhuriyet’in ilk 15 yılında irticaya ve bölücü-feodal kalkışmalara karşı alınan önlemleri
bir önceki dönemle kıyas içinde ele almak gerekir. Çağdaş bir toplumda emperyalizmin ve
Ortaçağ güçlerinin varlığı, barışı ortadan kaldıran ögelerin varlığı anlamına gelir.
Bu bakımdan Cumhuriyet’in kuruluş döneminde yapılan kimi yanlışlar, esası gölgeleyemez.
Cumhuriyet, Anadolu topraklarına yüzyıllardır olmayan barışı getirmiştir.

12 Eylül öncesindeki şiddet hareketlerini 12 Eylül’ün bir parçası olarak değerlendirmek gerekir.
27 Mayıs 1960 Devrimi büyük bir toplumsal barışın ve ekonomik kalkınmanın kapısını aralamıştır. 1960’ların Türkiye’si her anlamda olumlu gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir.

28 Şubat 1997, yarım kalmış olan bir devrimci silkiniş olarak değerlendirilebilir.
Ama buna karşın Susurluk ile ortaya çıkan (1996) Gladyo-Mafya örgütlenmesinin etkisiz kılınması, terör sorununun önemli ölçüde bitirilmesi ve Türkiye’nin komşularıyla iyi ilişkiler kurması
28 Şubat’ın sonuçları arasında sayılabilir.

Yani 28 Şubat da kendi ölçeğinde barış getirmiştir.

Yakın tarihimizin son büyük devrimci atılımı, 2007 yılında yapılan Cumhuriyet mitingleridir.
Milyonlarca insanın katıldığı, Türkiye’nin dört bir yanında gerçekleşen bu büyük kitlesel eylemlerde tek bir kişinin bile burnu kanamadı.

Bunun da ötesinde, bu tür eylemlerde genellikle çok sık görülen hırsızlık-kapkaççılık gibi benzeri suçların hiç olmayışı dikkate değer bir durum olarak saptanmıştır.
Aynen Enver Paşa’nın dediği gibi; ‘devlet otoritesi yok ama hırsızlık bile olmuyor.’

Mütareke dönemindeki kaos

Karşı Devrim dönemleri ise tam tersine büyük bir kargaşa, çatışma, kanunsuzluk dönemleridir. Toplumu ileri veya geri götüren süreçler kendi doğasına uygun sonuçlara yol açıyor.
1918 – 21 İstanbul’u, emperyalist işgalcilerin ve onların işbirlikçilerinin egemenliğindedir. Yani karşı devrimin… Mütareke Dönemi olarak da bilinir.

Mütareke İstanbul’unda “adaleti” dağıtan Nemrut Mustafa Divanıdır. Yalancı tanıklarla hükümler verilmektedir.

Dönem, yurtseverlere idam, Malta sürgünü ve hapis dönemidir.

Toplumsal barış değil, tam tersine Türkler ile öbür azınlıklar arasında çatışma körüklenmektedir.

Menderes iktidarı (1950-60), Devrim’den geri dönüştür. Aynı zamanda bu dönem toplumun
karşıt kamplara ayrılmaya başladığı bir dönem olarak tarihe geçmiştir.
12 Mart 1971 dönemi binlerce yurtsever devrimcinin hapse atıldığı, idam sehpalarının yeniden kurulduğu ve işkence tezgâhlarının çalıştığı bir gericilik dönemidir.

12 Eylül 1980 ise 12 Mart’a rahmet okuttu her bakımdan. Toplumsal barış Türkiye topraklarında
12 Eylül rejimi tarafından öylesine berhava edildi ki, yeniden kurulabilmesi
ancak büyük bir toplumsal devrimle olanaklı olabilir.

AKP iktidarı, son yüzyıllık tarihimizde gericiliğin son hamlesidir. Son olduğu için kendisinden önceki hamlelerle kıyaslanmayacak ölçüde toplumsal barış düşmanıdır.
AKP milletimizi inançlarına göre bölmüştür.
Etnik ayrılıkları daha da derinleştirmiştir.

Yalnızca Silivri yargılamaları, Mütareke İstanbul’unun adaletinden daha beter bir durumun yaratıldığını gösterir.

Devrim ihtiyacı

Özetle anlatmak istediğimiz büyük gerçek şudur:

Devrim barış, birlik ve huzur demektir.

Karşı devrim ise iç çatışma, anarşi, bölünme ve huzursuzluk demektir.

Devrim bütün insanların içinde olan ortak özlemi açığa çıkarır. Toplumsal konumu ve düşüncesi ne olursa olsun her insanın içinde barış içinde yaşamak duygusu ve özlemi vardır.

Devrim büyük kitlelerin bu özlemle harekete geçmesi, büyük kitle hareketinin
bu yönde ortaya koyduğu istencin bütün toplumu sarması demektir.

Bu anlamda devrimci kitle hareketi insanların içinde bulunan “iyi”yi ortaya çıkarır.
Aynı “irade”, kötüyü bertaraf eder veya geri plana iter, görünmez hale getirir.

Toplumların, kaos dönemlerinde nesnel olarak radikal çözümlere yönelmeye hazır hale gelmelerinde, “barış”ın ancak devrimle kurulacağı gerçeği rol oynar.

Türkiye’de bugün barış, emperyalizm ve Ortaçağ gericiliği tarafından dinamitlenmiştir.

“Barış”, yeniden ancak “Devrim”le tesis edilebilecektir!

Sünnet çocuğuna ninniler!

Sünnet çocuğuna ninniler!

Mehmet Bedri Gültekin
mbgultekin@ip.org.tr
www.ulusalkanal.com.tr, 03 Ağustos 2012,

Akşam gazetesinden Şenay Yıldız, ABD’nin iki önemli “Kürt uzmanı”ndan biri olan Henry Barkey ile (diğeri Graham Fuller) 30-31 Temmuz 2012 günlerinde yayınlanan bir röportaj yaptı.

Kürt sorununu kullanarak ulaşmayı düşündükleri hedeflerine, epeyce yaklaşmış olmanın rahatlığı ile konuşuyor Barkey. Suriye’deki gelişmelerin ABD penceresinden bakıldığında nasıl görüldüğünü
anlamak bakımından Barkey’in röportajında dikkat çekici noktalar var.

“IRAK’TAN DAHA KANLI OLACAK!”

Birinci olarak Barkey, Suriye’nin bundan sonra; Nusayriler, Sünniler, Dürziler, Hristiyanlar
ve Kürtler olarak ayrışacağını ve bunun çok kanlı olacağını söylüyor. Ve bir kıyaslama yapıyor:

“Suriye’de maalesef bir müddet kan gövdeyi götürecek. Ne yazık ki Irak’takinden çok daha kanlı
bir süreç bekliyorum.”

Bu sözler, Suriye’nin kaosa sürüklenmesinin ve parçalanmasının ABD açısından başlı başına bir “amaç” olduğunu gösteriyor.

Peki kan banyosuna dönmüş ve kaosa sürüklenmiş olan Suriye’de ABD’nin kazancı ne olacaktır?

İSRAİL’İN GÜVENLİĞİ

Birinci ve hemen gerçekleşecek olan “kazanç”, İsrail’in en önemli düşmanından kurtulacak olmasıdır. Çünkü Suriye’deki Baas yönetimi, Filistin direnişini en başından beri kararlı olarak destekledi. Hamas lideri Halit Meşal’ın karargâhı daha yakın zamana kadar Şam’da idi.

Lübnan’daki Hizbullah da etkinliğini ve İsrail’e karşı yürüttüğü başarılı mücadeleyi Suriye’ye borçludur. Esat yönetiminin yıkılması, İsrail’e derin bir nefes aldıracaktır.

ASIL “KAZANÇ”

ABD’nin ikinci ve en önemli kazancı ise, kaosa yuvarlanmış Suriye’nin kuzeyinde,
Türkiye sınırı boyunca bir “Kürt bölgesi”nin ortaya çıkmasıdır.

Hatta diyebiliriz ki, ABD’nin tam bir buçuk yıldır Suriye’ye karşı örgütlediği sabotaj, cinayet, provokasyon ve iç yıkıcılığın esas amacı budur. Suriye’nin kuzeyinde bir “Kürt Bölgesi” olacak
ve bu oluşum daha sonra Barzanistan’la birleşecek. Böylece bir sonraki adımda Türkiye’nin Güneydoğusu’nu da kapsayacak ve ABD’nin “derdine derman olacak” “ikinci İsrail” kurulmuş olacak…

ABD’nin tam otuz yıldır bilinen projesinden söz ediyoruz.

“KORKMAYIN, BİLDİĞİNİZ BARZANİ”

Suriye’nin kuzeyinde şimdi PYD’nin (PKK) etkinlik kazanması ve bu durumun Türkiye’de tedirginliğe yol açması üzerine ise Henry Barkey, sünnet çocuğunu avutan büyük edasıyla; “Merak etmeyin, korkacak bir şey yok..” diyor. Ve neden korkulmaması gerektiğini ise şöyle açıklıyor:

“Suriye’nin kuzeyinde PYD değil Barzani etkin olacak. Çünkü Barzani’nin elinde para,
organize güç, dünya, bölge ülkeleri ve Türkiye tarafından tanınmışlık var.”

Devam ediyor Barkey: ‘Türkiye 2007 sonrasında Barzani yönetimini resmen tanıdı,
sonuçta korkulacak bir şey olmadığı ortaya çıktı. Suriye’de de aynısı olacak..’ diyor.

KENDİ BÖLGESİNE BİLE HAKİM DEĞİL

Aslında Barkey’in bu sözleri, ABD’nin Suriye politikasında esas hedefinin,
Kuzeyde PKK’nın etkin olduğu bir oluşumu ortaya çıkarmak olduğu anlaşılıyor.

Çünkü Barzani’nin Suriye Kürtleri içinde hiçbir zaman etkin olamayacağını en iyi ABD bilir.
Barzani’nin KDP’si feodal bir örgütlenmedir. Onun için Irak’ta bile esas olarak Bahdinan bölgesindedir. Kaldı ki, bu Bölge’nin bile küçümsenmeyecek bir bölümü PKK’nın denetimindedir.
Kendi Bölgesine bile tam olarak egemen olamayan Barzani’nin, Suriye Kürtleri için de
etkin olması düşünülemez.

ABD’NİN HESABI ve SURİYE’NİN VATAN SAVUNMASI

ABD açısında bugün temel sorun, tıpkı Barzanistan gibi Suriye’nin kuzeyini de Türkiye’ye
kabul ettirmektir. Aslında bu konuda önemli bir mesafenin de alınmış olduğu görülüyor.
TÜSİAD burjuvazisinin görüşlerini yansıtan kalemler, şimdi hep bir ağızdan, Suriye’deki
Kürt oluşumunu tanımanın Türkiye’nin ne kadar yararına olduğu üzerine yazılar döktürüyorlar.
AKP, zaten söz konusu ABD planının içindedir. CHP ve MHP’nin ise varlıkları ve attıkları
her adım AKP’nin (daha doğrusu ABD’nin) işini kolaylaştırıyor.

Barkey’in röportajında ifade ettiği ABD planına direnecek olan milli kuvvetler ise 2007 yılından
bu yana süren 50’ye yakın “Ergenekon Operasyonu” dalgaları ile etkisiz duruma getirilmiştir.
En azından Barkey öyle düşünüyor.

Ama her emperyalist gibi Barkey’in de hesaba katmadığı gerçek, halkların bağımsız yaşama arzuları ve bu uğurda yapabilecekleridir. Son bir haftada Suriye’nin dört bir yanında Şam’da, Halep’te ABD’nin piyonlarına indirilen darbeler, işte o “bağımsızlık” arzusunun gücünü gösteriyor.

Türkiye, ayağına ikinci kurşunu sıkarken… / While Turkey squeezes 2nd bullet on her feet ad..

Zindanlarda iken bile kendi derdini unutup ülkesinin-vatanının-milletinin-kardeş ülkelerin dertleriyle hemhal olan bu yiğitlere selam olsun! Aşk olsun ki,
Silivri zindanlarında tutsak iken bile düşünüyor, olanaksızlıklar içinde yazıyor ve paylaşarak biz “hapiste olmayanlara” (!?) yol gösteriyorlar.. Mehmet Bedri Gültekin işte o yurtseverlerden yalnızca biri.. Devrimci bilinç işte böyle yaman bir donanımdır; en zor koşullarda bile kişiyi dik, onurlu, saygın kılar.. Helal olsun size
Türk Devrimcileri; dayanın, şafak patladı patlayacak!
Elbette AYDINLANMA KAZANACAK.. Türk milleti bu lanetli gidişe “dur!” diyecek.


Olmak ya da Olmamak

Mehmet Bedri Gültekin
mbgultekin@ip.org.tr, 24 Temmuz 2012

Türkiye, ayağına ikinci kurşunu sıkarken…

Amerika’nın; Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar aracılığı ile desteklediği terör çeteleri, Şam başta olmak üzere Halep ve ülkenin diğer bölgelerinde sabotaj ve saldırılarını yoğunlaştırırken, ülkenin kuzeyinde bulunan Kürt yerleşim yerlerinde de PYD (PKK) harekete geçti.
PKK kaynakları, 19 Temmuz’da Kobani’de, 20 Temmuz’da Afrin ve Cindere’de,
21 Temmuz’da ise Derik’te yönetimin “halk tarafından” üstlenildiğini duyurdular.
Esad yönetiminin, ABD destekli terör grupları ile savaşırken yeni bir cephe açmak istemediği anlaşılıyor. Nitekim adı geçen yerlerde hiçbir çatışma yaşanmamıştır.
Suriye devlet görevlileri, “sorun çıkarmadan” geri çekilmişlerdir.
16 aydır Suriye yönetimine karşı yürütülen saldırıdan yararlanan PKK,
Kürt yerleşim yerlerindeki durumunu adım adım sağlamlaştırdı. Son saldırı ile birlikte “harekete geçme zamanının” geldiğini düşündü.
Ve şimdi de Kuzey Suriye’de iktidarını ilan etmiş bulunuyor.

İKİNCİ KURŞUN

ABD’yi bir yana bırakalım
PKK, Suriye’de gerçekleştirdiği bu büyük hamleyi tamamen AKP iktidarına borçludur.
AKP’nin, ABD’nin istekleri doğrultusunda Esad yönetimini devirmek gibi bir çabası olmasaydı, PKK’nin bu başarıyı elde etmesi söz konusu olamazdı.
Kısacası, AKP Türkiye’yi bir kez daha arkadan hançerlemiştir.
Veya sorumluluğu sadece AKP’ye yıkmayalım. 16 aydır yaşanan gelişmeye sessiz kalan herkes sorumludur.
Türkiye, kendi ayağına bir kurşun daha sıkmıştır. Bu “ikinci kurşun”dur.

BİRİNCİ KURŞUN

Türkiye, Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra, kendi topraklarına “Çekiç Güç”ün konuşlanmasına izin vererek kendi ayağına “ilk kurşun”u sıktı.
Bölünmeye giden bir süreci böylece bizzat başlattı.
Altı ayda bir TBMM’de Çekiç Güç’ün görev süresinin uzatılmasına oy vererek, Kuzey Irak’ta bir Kukla Devlet’in adım adım kurulmasına destek olanlar aslında Türkiye’nin altını oyuyorlardı.
Geldiğimiz yer ortadadır. Türkiye’ye yönelik bölücü terörün güvenli üs bölgesi Barzanistan’dır.
PKK, buradaki üs bölgesine dayanarak Güneydoğu’da yerel iktidar mevzilerini ele geçirdi. Türkiye’nin en önemli siyasi aktörlerinden biri haline geldi.
Şimdi Suriye’de atılan adımlar da, Kuzey Irak sayesinde mümkün olmuştur.

BARZANİSTAN BÜYÜYOR

Bundan sonra olacakları tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yoktur.
Suriye’deki “Özerk Kürt Bölgesi” ile Kuzey Irak’ta ki Barzanistan birbirine eklemlenecektir.
Ortaya çıkan yeni oluşum, Barzani+PKK damgasını taşıyacaktır.
Hatta PKK’nın bu süreçte, Kuzey Irak’ı da kapsayan bütün alanda, daha etkin bir duruma kavuşacağını söyleyebiliriz.
Kısacası “Barzanistan” büyüyor. Ama bu büyümeyle birlikte PKK
daha etkin konuma yükseliyor.

ABD STRATEJİSİ

Bu gelişme ABD’nin bölgemize ve Türkiye’ye ilişkin stratejisine uygundur.
Hatta ABD’nin gerçekleştirmek istediğinin tam da bu durum olduğunu söyleyebiliriz.
Kuzey Irak’ta temeli atılan İkinci İsrail, şimdi Suriye’ye doğru genişletiliyor. Türkiye’ye yönelik kuşatma tamamlanıyor.
Sonraki adım İkinci İsrail’e Türkiye’nin Güneydoğusunun da dahil edilmesidir.
Kendi ayağına kurşun sıkmaya devam eden bir ülke bu sürece direnemez. “Direnememe” durumu yaratmak da uygulanmakta olan planın bir parçasıdır.
Ergenekon tertibi de bu anlamda Türkiye’nin kendi ayağına sıktığı
bir başka kurşundur

“OYNANAN ROL”

PKK çevreleri, Suriye’de Kürt halkının “fırsatı değerlendirerek kendi
bağımsız inisiyatifiyle harekete geçtiğini” söylüyorlar.
Bu parlak sözler, PKK’nın sonuç olarak ABD emperyalizminin hedef aldığı
Şam yönetimine karşı harekete geçtiği gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Kuzey Suriye’de olan; bir yandan ABD’nin Şam yönetimini devirme planına,
öte yandan İkinci İsrail’i Batı’ya doğru uzatarak nihai olarak Türkiye’yi parçalama planına hizmet etmektedir.
Gültan Kışanak ABD gezisinde, “rol olmaya hazır olduklarını” söylemişti.
İşte o “rol” şimdi oynanıyor.

TÜRKİYE DİRENECEKTİR

Bir ülke göz göre göre intihar eder mi? Tarihte bunun örneği var mı?
Bu yazıyı yazarken böyle bir örnek bulabilir miyim diye düşündüm, bulamadım.
Türkiye gibi binyılları bulan bir devlet geleneğinin mirasçısı olan bir ülke,
kendi ayağına kurşun sıka sıka ölüme gitmez!
Yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen bu olmayacaktır.
Türkiye önce ayağına kurşun sıkanlardan kurtulacak, sonra bu bölgedeki emperyalist oyunları bozacaktır.

mbgultekin@ip.org.tr