Etiket arşivi: eşitlik

Neler gördün, onu anlat!..

Dostlar,

Sevgili Mustafa Sönmez (Van Atatürk Lisesinden arkadaşımızdır) taa
Güney Afrikalardan yazmakta (İstanbulJohannesburg uçakla 15 saat!).
Dikatli bir gözlemci olarak.. Keyifle ve merakınız uyanarak okunuyor.
İlginç yerlerin web siteleri veriliyor..

Özellikle Nelson Mandela Irkçı İngiliz rejimi tarafından hapse atılan ve yaşamının
26 yılını zindanlarda geçiren ama asla boyun eğmeyen efsane devrimci önder..
Irkçı Appertheid rejimi, nüfusun %20’si olmasına karşın yerli zencilere kuşaklar boyunca kan kusturdu. Asimile etti, Hırsitiyanlaştırdı, dillerini ve adlarını değiştirdi.. Fakat yerli halk, ANC (African National Congress) çatısı altında örgütlenerek özgürlük ve kurtuluş savaşı verdi kanı ve canı ile.. Güney Afrika’nın bitmez tükenmez kömürleri ve altın madenlerinde, üzerinde güneş batmayan imparatorluk
United Kingdom / British Empire
‘ın köleleri olarak çalıştırıldılar..
Günümüz İngiliz uygarlığının (!?) kurulmasını büyük ölçüde finanse ettiler..

Afrika_Kurtulus_Mucaeleleri

Prof. Türkkaya Ataöv‘ün
“Afrika Kurtuluş Mücadeleleri ni okumanın zamanıdır..

 

 

Sevgi ve saygı ile.
05.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Neler gördün, onu anlat!..

Neler gördün, onu anlat!..

Mustafa Sönmez

mustafa.sonmez@yurtgazetesi.com.tr
04 Ekim 2013, YURT Gazetesi


CAPE TOWN

“Yediğin, içtiğin senin olsun; neler gördün, onu anlat” derlerdi, seyahatten dönenlere… Bu çılgın iletişim çağında hala yeri kaldı mı bu sözün, bilmiyorum.
Bir mobil telefonla, her şey görüntü olarak anında paylaşılıyor hemen. Ama seyahat bize sadece görüntü sunmuyor, görünenlerin arka yüzünü öğrenme, fotoğrafları sentezleyerek, toplumların öykülerini dinleme, niyetimiz varsa onlardan dersler çıkarma, deneyim devşirme, paylaşma şansını da veriyor aynı zamanda.

Bir seyahatten gezmiş, görmüş, yemiş, içmiş, eğlenmiş, alışveriş etmiş olarak dönebilirsiniz ama aynı zamanda, seyahat ettiğiniz yerin hikayesini dinlemiş, araştırmış, kendi öykünüzle, ülke sorunlarınızla bağlar kurup, ufuk açıcı sorularla yüklü olarak dönmüşseniz, daha kazançlı çıkmışsınız demektir, o serüvenden.

GÜNEY AFRİKA

On gün geçirdiğimiz Güney Afrika, hem doğasında, mutfağında, müziğinde,
geleneksel sanatlarında, her tür kültür ürününde hoşluklar görüp eğleneceğiniz;
hem de hikayesi hikayemize benzediği için, toplumsal yapısı ve tarihinden öğrenecek çok şey bulabileceğiniz bir büyük ülke.

Fikrimi sorarsanız; Türkiye’nin demokrasi, barış, eşitlik meselelerine çözüm arayışı olanların, özellikle G. Afrika’daki politik mücadele deneyimlerinden çıkarmaları gereken çok ders var. G. Afrika’nın da, Türkiye gibi çok kültürlü, çok kimlikli bir yapısı ve yıllarca bu kimlik ve kültür mücadelesini sürdürüp, sonunda 20 yıl önce gerçekleştirdiği iktidar değişimi ile aldığı bir yol; incelenmeye değer, sevabı, günahı ile bir bilançosu var.
Ülke deneyimleri üstüne yazıları okumak, onlardan dersler çıkarmak, birikimimizi artırmak elbette önemli. Ama yazılanlar, kayda alınanlar her zaman yeterli olmuyor. Çünkü kayıt altına alınmış kısım, hayatın bir bölümü ve hayat sürekli değişiyor,
kayda alınmış olanlar da güncelliğini kaybedebiliyor. Okunmuşların üstüne konulan gözlem tuğlaları, bizi daha zenginleştirebilir. Gözlem, birebir temas fırsatını bulma,
bu açıdan çok önemli.

POLİTİK TURİZM

Keşke politik turizm diye bir dal icat edilse ya da varsa da geliştirilse! Keşke, bazı turizm acentaları, mesela G. Afrika’ya politik gözlem ve araştırma-soruşturma, bilgi alışverişi yapma ağırlıklı programlar yapsa! Yirminci yılına hazırlanan ‘Siyahların İktidarı’, politik mücadelesinin tarihini yazma ve sergilemede epeyi yol alarak, altyapıyı sunuyor zaten.
Örneğin; Johannesburg yakınlarındaki Maropeng ören yerindeki daimi sergi, evrim teorisini konu alıyor ve onu görsel ögelerle olağanüstü sunuyor. AKP gericilerini hop oturtup hop kaldıracak bir evrim sunumu. Özellikle çocuklara ve gençlere hitap eden, öğretici ve eğlendirici bir UNESCO destekli proje. Keşke bizde de birileri benzerini yapsa… (maropeng.co.za’ya girin)

Freedom Park, bir başka politik proje (freedompark.co.za). Ezilen Siyahların ve
öteki halkların Beyaz ayrımcı iktidara, Apartheid’a karşı mücadelesinin 300 yıllık tarihi, belgelerle anlatılıyor. Bu uğurda hayatını kaybeden, işkence gören, hapis yatan, mücadeleye dünyanın dört bir yanından omuz veren isimler için tek tek plaketler çakılmış duvarlara…  Büyük bir kadirbilirlik, saygı sergileniyor.

Hemen yakınlarındaki, faşizmin tüm dünyada yükselişe geçtiği 1940’lı yıllarda yaptırılan ‘Voortrekker Monument’ ise, Apartheid rejiminin resmi tarihini sergiliyor (vortrekkermon.org.za). Siyahların iktidarı, bu ırkçı anıtlara hiç dokunmuyor;
bu mekanlar da izlenmeye açık. Böylece, toplumca kazanılmış derin hoşgörüyü de gözlemiş oluyorsunuz.

Johannesburg’un kuzeyinde yer alan Liliesleaf Müzesi ve eski çiftlik alanı, 1960’larda Mandela ve ANC’deki arkadaşlarının, komünist yoldaşlarının rejime karşı mücadeleyi yeraltından örgütledikleri mekan olarak, izleyiciye mükemmel bir biçimde belgeleri ve otantik objeleriyle sunuluyor; polisin operasyonları, tutuklamalar anlatılıyor (liliesleaf.co.za).

Cape Town’daki Robben Adası, başlı başına bir mücadele tarihinin sunum alanı (robben-island.org.za). Anti-sömürgeci ve anti-Apartheid görüşü ile, dost-düşman herkesin gönlünü fetheden, 1993’te Nobel Barış Ödülü’nü alan, ABD Başkanlığı Özgürlük Madalyası ve Sovyet Lenin Nişanı da dahil olmak üzere, 250’nin üzerinde ödüle layık görülen Mandela, G. Afrika’da ‘Ulusun Babası’ sayılıyor. Mandela ile arkadaşlarının mücadelesi, Robben Adası’nın yanında, Cape Town’da birçok müzede, kamusal alanda sergileniyor.

VE MAÇ…

Johannesburg’un varoşunda, tarihi büyük mücadelelerle dolu Soweto’ya yakın bir stadyumda, kupa finalini Orlando Pirate ile Kaizer Chiefs  oynadılar;  programımıza maç da dahil edlmişti.  Maçı güya izledik ama seyirciyi izlemekten, maçı izleyemedik. Formasız, renksiz, vuvuzelasız,  bir tek biz konuklar vardık sanırım. Doyasıya eğlenen, tadını çıkaran; bunu kadınlı-erkekli yapan; kavga etmeden, aynı tribünde kardeşçe oturarak, hatta bira içerek yapan bir seyirci vardı ve sanırım bu, ‘genç Afrika demokrasisi’nin yarattığı toplumdan bir kesitti… Hoşgörülü, barışçı, yoksul ama sabırlı, özgüven kazanmış bir toplum…

Bu ülke, bir değişim, dönüşüm heyecanını 20 yıl geçmiş olmasına karşın, hala yaşıyor ve karşısındakine de yaşatıyor.
Bu heyecanı görmek ve paylaşmak gerçekten önemli.

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??


Dostlar,

Değerli dostumuz 9 Eylül Üniversitesi’nden Tarih uzmanı Sn. Prof. Dr. Kemal Arı‘nın müthiş bir irdelemesini paylaşalım..

Çok ilginç ve çekici bir anlatım ile yakın insanlık tarihinin özetlemesi ve içine
Atatürk devriminin somut edimleri ile ustalıkla yerleştirilerek ilişkilendirilmesi..

Mustafa Kemal Paşa‘yı ve görlemli tarihsel eylemini anlamamış, anlayamamış olanların da okuduklarında aydınlanacakları ağırbaşlı ve kapsamlı bir makale..

Sn. Prof. Arı’yı emeği için kutluyor, paylaşımı için de teşekkür ediyoruz..
(Metne Atatürk fotoğrafını biz ekledik..)

Sevgi ve saygı ile.
22.9.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

ATATÜRK NEDEN BÜYÜKTÜR ??

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“Ulusunun Yönünü Aydınlığa Çeviren Türk”

Hemen bir çelişkili durumu ortaya koyalım:

 

1930’lar dünyasındayız.
Avrupa’da, eski yüzyılla karşılaştırıldığında büyük kırılmalar yaşanıyor. 1. Dünya Savaşı, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanmış, ancak pek çok sorunu çözememiş. Kimi imparatorluklar yıkılıp gitmiş; bunların yerine ulusal / milli ya da etnik kimliği öne çıkan devletler kurulmaya başlamış. Rusya da ancak bir rejim değişikliği ile varlığını başka bir boyuta evirmiş… Sözüm ona proleterya denilen işçi sınıfı kendi devrimini yapmış; ancak, içerde büyük sorunlar yetmiyormuş gibi dünkü bağlaşıklarına karşı
çetin bir savaşın içine girmiş.

Avrupa’ya az daha yakından bakalım:

Bu yaşlı kıta, sanki 18. Yüzyıl’ın Aydınlanma değerlerini yaşamamış, örneğin bir Thomass More’u, Jean Jaques Rousseau’yu, Volter’i, Montesquieu’yu kendi bağrından çıkarmamış gibi; kökleri çok daha eskiye uzanan, ancak 19. Yüzyıl’daki Sanayi Devrimi ile daha da palazlanan ırkçı, faşist ve antidemokratik yönetimlerin pençesine düşüvermiş. Seçimle iktidara gelen ünlü diktatörler; coşkulu söylevleriyle uluslarına büyük düşlere ulaşma sözü veriyorlar. Gobineau ve O’nun gibi ırkçı/şoven ideologların düşünceleri merkezi Avrupa’yı; özellikle de Almanya ve İtalya’yı, hatta İngiltere, Fransa gibi ülkeleri bile etkisi altına almış… Pek çok ülke, kendi ırkının peşine düşmüş… Her yanda kemik ve kan ölçümleri yapılıyor; ırklar, dört ayrı renge ayrılmış; her birinin, bir ötekine üstünlüğü üzerine hamaset dolu söylevler veriliyor, kitaplar yazılıyor. Bir yüz yıl önce, insanın yaşama hakkının kutsal bir hak olduğunu savunan düşünürlerin, onca aydınlanmacı değerin yerini insanın içini ürperten yeni değerler dizgesi almaya başlamış. Geçmişteki bütün bu birikim buharlaşıp uçmuş gibi; kendi toplumlarına ırklarının en üstün ırk olduğunu ve başka ırkları egemenlikleri altına almanın bir doğal hak olduğunu savunan sapık ve hastalıklı görüşler ortaya para pul eder olmuş… Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini; İspanya’da Franko eş zamanlı olarak iş başına gelmişler. Artık “Aydınlanma” dünyasının değerleri yerle bir olmuş durumda. Ve örneğin Almanya’da, gerçekte bir Fransız olan Gobineau’nun düşünceleri, değişik Alman ırkçı yazarlar tarafından coşkulu söylemlere dönüştürülüyor ve Nazi gençlik kolları tarafından Nazizim” kutsanıyor

Sovyetler Birliği’ne gelince                      :

Rusya’nın 1917 Bolşevik Devrimi’nden sonra yıkılmasıyla birlikte; Sovyetler Birliği adı altında toplanan komünist ideolojinin temsilcisi olan yeni güç; parayı ve kapitali kutsayan kapitalizmin karşısına dikilmiş, emeği kutsuyor. Ancak bunu yaparken eşitlik üzerinden giderek özgürlüklere ulaşma derdinde. Bu nedenle bireysel mülkiyet kavramına koyu bir düşmanlık besliyor. Üretim araçlarını devletin tekeline alarak yeni bir ideolojiyi insanlığın kurtuluşu olarak gösteriyor. Ancak bunu yaparken, kendi sınırları içinde azıcık direnç gösteren kitlelere karşı, özellikle Stalin döneminde korkunç yüzünü göstermekten geri kalmıyor.

Ortadoğu ise sanki geçmişin parlak uygarlıklarının izlerini belleğinden silip atmış gibi… Önce Mutezile Hareketi ile başlayan akılcılığın önü kısa bir süre sonra tıkanmış;
kimi önemli bilim insanları yetiştirmekle birlikte; aklı ve bilimi temel alan bütüncül bir kültür zeminini oluşturamamış. Kimi uyanış, parlayış dönemlerinin ardından, özellikle de İbn’i Rüşt gibi bir dehadan sonra; felsefeyi, doğal olarak da düşünceyi kapı dışarı eden katı yorumların pençesinde, aklı ve bilimsel düşünceyi katı duvarlar arkasına süpürüvermiş. Ve zaten bir daha da dikiş tutmamış. Kendi ulusal benliğine
hiç kavuşamamış; ulusal bilinç oluşumuna o coğrafyada egemen olan kabileler, boylar, aşiret düzeni bir türlü izin vermemiş…

20. Yüzyıl’a gelince; doğal olarak enerji kaynakları önem kazanmış. Kolay mı?
Sanayi Devrimi gibi dev bir dönüşüme imza atmış, bir yüzyıl önce insanlık…
Şimdi sanayisini kuran güçlü ülkeler, enerji kaynaklarına ulaşmak için, kendi güçlerine ve sinsi politik girişimlerine dayanarak, almışlar ellerine cetvelleri; kendileriyle o bölgelerde işbirliği içine girmiş olan güçlü kabilele önderlerine “Orası senin, burası senin” diye paylaştırmışlar. Ancak şakşakçılığın, ihanetin, çıkar dürtülerinin sonu olmadığı için; “Senin ya da onun; sonuçta hiç fark etmez, size ait olanlar zaten bizim” dercesine,
dev bir ahtapot gibi kollarını bölgeye uzatmış, kanını – iliğini emiyor… Bu nedenle de ulusal uyanışlara, bilinçlenmelere, birey haklarının gelişmesine ve bireyin;

“Ben de insan olarak değerliyim; kulluğu yalnızca Tanrı’ya yaparım; bana ne şeyhten, emirden” demesine, bu bilince ulaşmasına dayanamıyor… Nerede bir kıpırdanış varsa, kirli elleriyle Arap bedenlerine kırbaçları acımasızca indiriyor…

Kara Afrika ise ayrı dert. Durumu öyle ya da böyle, Arap dünyasından çok daha kötü… Ataları, Avrupa’nın ve Amerika’nın zenginleşmesine bedenleriyle oluk oluk katkılar sunan bu kara talihli ve kara derili insanların; Gobineau’cu zihniyetin bir yansıması olarak, insan bile sayılamayacağı savları dillerde dolaşıyor.

Böyle bir tiyatro sahnesinde, gelelim Türkiye’nin görüntüsüne:

Türkiye denilen ve sanki dünyanın merkezi gibi alımlı bir görüntüye sahip olan üç kıtanın, değişik kültürlerin, dinlerin ve büyük tarihsel göçlerin tam kesişme noktası üzerinde bulunan Türkiye’de Türkler önce bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı vermişler. Bu savaş, Türk ulusal varlığını ortadan kaldırmak isteyen batı emperyalizmine karşı; neredeyse kendi ulusal benliğini yitirmiş olan Türkler’in ulusal kimlikte öbek öbek toplanmaları sonucu ortaya çıkan ulusal istenç, egemenlik; birlik ve bütünlük duygusuna bağlı olarak verilmiş ve kazanılmış… Böylece emperyalizmin karizması fena halde çizilmişEzilen uluslar, Türkler’in bağımsızlık hareketlerinden oldukça umutlanıp,
bu savaşımı kendilerinin de verip veremeyeceklerini tartmaya başlamışlar.

Ancak Türkler durmamış: Bağımsızlık hareketlerini giderek büyük bir devrime dönüştürmeyi başarmışlar. Bu devrimin önderi Gazi Mustafa Kemal Atatürk
ancak ve ancak ulusunun köklü tarihinden, uygarlık özelliklerinden ve özgürlüğe olan tutkusundan güç alarak; bu büyük devrimin ve dönüşümün mimarı olarak,
ulusunu yeni bir ereğe yöneltmiş:

Batı takltçiliği

Tam bağımsızlık ilkesine sıkı sıkıya bağlı; kendi öz benliğini araştırıp bulan ve bulduğu bu değerleri kendi kimliğinin güçlenmesi için kullanan;

ulusal,
laik,
halkçı,
devletçi ve
devrimci bir Türkiye olarak, Çağdaş Uygarlık Düzeyi’nin üzerine çıkmak…”

Yineleyelim:

  • Tam bağımsız, çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmış bir Türkiye… 

Örneğin Cumhuriyet’in 10. Yıl Kutlamalarında yaptığı ünlü konuşmasında;

  • “Türklüğün unutulmuş medeni vasfı, atinin (geleceğin) nurlu ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” 

derken, sanki yüreği göğüs kafesini parçalayıp fırlayacak kadar coşkulu ve inançlı…

Şimdi bu aşamada, sanki tiyatro sahnesindeki roller, iyice belli olmuş gibi…
Bir kez batı dünyası Aydınlanma Dönemi’ni yaşamış… Ancak o aydınlık, ırkçı, şoven; vahşi kapitalist ve yayılmacı duygular, eğilimler ve yönelişlerle yavaş yavaş kararıyor.
Tıpkı bir tiyatro sahnesinde, ışıklı bir ortamın üzerine koyu bir gölgenin yavaş yavaş gelmesi gibi…

Aynı zaman diliminde Türkiye’ye bakıldığı zaman görülen ne?
Aydınlanma’yı yaşayamamış bir toplumda Gazi Mustafa Kemal Atatürk
önce bir cumhuriyetin kuruluşuna öncülük etmiş… Bunun için ulusça emperyalizme karşı verilen tam bağımsızlık savaşından sonra, “Asıl savaş şimdi başlıyor!” diyerek toplumsal, siyasal, ekonomik, kültürel ve pek çok alanda büyük devrimci sıçrayışlar gerçekleştirilmiş… Derken, bir tarım imparatorluğu düzeyinin üzerine çıkamamış
Türk toplumsal yapısını, Aydınlanma kültürü ve değerleriyle kucaklaştırmak için
yoğun bir çaba içine girmiş…

  • Bireye kul, topluma teb’a olmadığı anımsatılıyor; 

verilen çağdaş eğitimle, birey olmanın onuru, kişiliğin erdemi ve ulus olmanın bilinci aşılanıyor… Yani Aydınlanmayı yaşayamamış, bu yönden bir birikimi olmayan bir coğrafyada Atatürk, o coğrafyanın yüzyıllardır karanlıklar içinde uzayıp giden yolunu, Aydınlanma değerlerine doğru yöneltmiş…

İlki için bakınca ne denli “hazin”, ancak Türkiye için bakıldığında ne denli “coşkun” bir durum değil mi?
Duruma bak:
Aydınlanmayı yaşayan toplumlar karanlığa teslim oluyor; karanlıklar içinden gelen Türkiye, ışık dolu bir Aydınlığa doğru yüzünü dönmüş; atılan devrimci adımlarla
çağdaş dünyanın gerektirdiği kazanımları elde etme çabası içinde…
Hangi adımları sayalım ki?

– Köhne bir düzenin yıkılmasından sonra; ulus ve birey kimliğinin güçlendirilişi…
Bunun için derebeyi düzenine karşı verilen ve giderek toprak reformunu
bile ufkuna oturtacak denli temellere inen zorlu bir uyanış…

– Derken kültür aydınlanmasını sağlamak için zorunlu, birleşik ve laik eğitim;

– Aklı ve bilimi rehber olarak gören bir anlayış;

– Giderek yeni yazının kabul edilişi; dil ve tarih alanlarında atılan dev adımlar;
Halkevleri, Halkevleri’nin çıkardığı Ülkü, Fikirler, Çorumlu, Ün, Gediz gibi dergiler… Çeviri bürolarının kuruluşu; eğitim alanında yapılan büyük devrime koşut olarak, dünyanın klasikleşmiş ünlü yapıtlarının Türkçe’ye çevrilişi ve hatta, eşeklere sarılmış tahta bavullar içine istiflenmiş kitapların; tarlasında, bağında, bahçesinde çalışan köylülere kadar ulaştırılışı… Bu insanların Sokrates’in diyaloglarıyla tanışması, Molier’i okuyuşu; derken her bir köye sonradan, karanlığı aydınlatan birer fener gibi, sanki kutsal bir elin serpiştirdiği Köy Enstitülü öğretmenlerin gittikleri köylerde, Aydınlanma Devrimini içselleştirmiş kültür savaşları…

Türkçe’nin sözlüğünü ve gramerini oluşturma çabaları; toplanan tarih ve dil kongreleri; canlandırılan folklor; kültüre verilen yeni ve derin anlam; üniversite reformu; derken
Nazi kıyımından dolayı Almanya’dan kaçan bilim adamlarının Türk üniversitelerinde görev alışları, yurt dışına her biri kendi toplumlarına aydınlığı taşıyacak Promethe’ler gibi ortaya çıkacak olan öğrenciler… Hepsi kendi alanlarında bir kor ateşi gibi,
ülkelerine dönüşleri ve toplumsal, sayısal ve doğa bilimlerinin temellerinin atılışı… Hukuk Devrimi, kadınlara verilen yüksek değer ve batıda pek çok ülkede bile başlamamış siyasal hakların verilişi…

Ne geliyor gözlerimizin önüne?

Sanki Türkiye’nin o canım coğrafyasına öğretmenler, halkevleri; yeni kurulan
bilim merkezleri ve devrim ocaklarıyla birlikte göz göz ateş böcekleri dağılmış;
karanlık her bir ışık dalgasıyla yırtılıyor, yerini yavaş yavaş aydınlığa ve ışığa bırakıyor;
kasvet dağılıyor; ümitsizliğin yerini ümit ve geleceğe inanç alıyor.
Gittikçe karanlığa boğulan; zifiri gecelerin ortasında, akıl almaz cinayetlere kendini hazırlayan Avrupaya karşı; karanlıkların içinden sıyrılan, üzerindeki karanlık gölgeleri dağıtan, devrimin ateşiyle yurdun en ıssız köşesine kadar, kendi varlığını ve etkilerini duyumsatan bir Türkiye…

Ne muhteşem bir görüntü, ne görkemli bir yürüyüş ve ne büyük bir yeniden diriliş!

  • “Mustafa Kemal Atatürk niçin büyüktür?”
sorusunu ne zaman sorarsak soralım kendimize; bunun karşılığı olarak birçok yanıt bulabiliriz. Ancak O’nu büyüklerin büyüğü yapan yönü; Aydınlanmayı yaşayamamış toplumunun kucağına, o aydınlık değerleri getirip koymasıdır. Aydınlanmayı yaşamış toplumlar faşist ve dikta rejimler altında gittikçe tutsaklığın, yıkılışın, insani değerlerden sıyrılışın, gözlerini kan bürümüşlüğün elinde kıvranırken, ulusunu çağdaşlığa ve
çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine götürmek için büyük ve dev adımlar atışıdır…

Bu büyük dönüşümün adına biz “Türk Aydınlanması” diyoruz.
İşte Atatürk, kendi geri kalmış ulusunu, Aydınlanma değerleriyle buluşturup; aklı ve bilimi ona rehber kıldığı ve onu çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmak için
her alanda büyük devrimci atılımlar yaptığı için büyüklerin büyüğü bir Aydınlanmacıdır…

O, karanlıklar içinde bunalmış Türkler’i ışığa ve ateşe kavuşuran Promethesi’dir.

Bunlara bakarak, Atatürk’ün niçin “büyük” olduğunu hala kavrayamayanlar var mı bilemem!

Varsa, lütfen yeniden o büyük devrimsel dönüşümü okusunlar, bilgilensinler,
sonra da bir empati (duygudaşlık) yapıp duyumsamaya çalışsınlar. Emin olun,
bunu yapmayı başardıklarında; bir adım sonra içselleştirecek ve günümüzde şu Ortadoğu’nun durumuna bakıp;
İyi ki bu büyük ulus, Atatürk gibi bir dehayı yarattığı için”
dualarını ondan esirgemeyeceklerdir.

Prof. Dr. Kemal Arı, 20.09.2013