Etiket arşivi: Dr. Ahmet SALTIK – Mülkiyeliler Birliği Üyesi

Ankara’nın Asbestle İmtihanı

ŞANVER İSMAİLOĞLU YAZDI

Ankara’nın Asbestle İmtihanı

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır…)

Elbette doğanın da bir mahkemesi var. Üstelik yargıçları da milyarlarca yıllık deneyime sahip. Önemli olan onların vereceği karar. Ben daha o mahkemede, doğaya karşı işlenen bir suçun affedildiğini görmedim.

Ankara’da bir süredir tartışılan, Havagazı Fabrikasının söküm işlemi sırasında havaya yayılan asbest konusunun daha kolay anlaşılabilmesine katkı sunabilme adına, biraz uzunca sayılabilecek bilimsel içerikli bir giriş yapmak zorunluydu. Okuyucunun affına sığınarak. Jeolojik ortamlar bir yandan canlı yaşamının devamlılığı için ekosistemler içindeki dengeyi sağlarken bir yandan da yan etki olarak sayılabilecek bazı olumsuz şartları da ortaya çıkarır. Canlılar yaşamlarını sürdürmek için jeolojik ortamdan yoğun olarak yararlanır. Ayrıca insanların yaşamlarını sürdürmek üzere yaptıkları başta su ve yiyecek üretimi olmak üzere, maden, enerji, tarım vb. üretim faaliyetleri, evsel, endüstriyel ve tıbbi atıklar su, hava ve topraklarda istenmeyen kirliliklere neden olmakta ve canlı yaşamını olumsuz etkiler. Dolayısıyla hem doğal jeolojik faktörler hem de insanlığın çevre ve halk sağlığı üzerinde ciddi sorunlar oluşturan olumsuz etkileri tüm dünyanın çözmesi gereken ortak bir problem olarak karşımızda duruyor.

Yaşanılan ortamdaki element ve minerallerin insan sağlığı üzerinde etkileri binlerce yıldan beri biliniyor. Kodiak’da (Alaska) Karluk Arkeoloji sahasında 7000 yıl önce yaşamış ve günümüze kadar korunmuş olarak gelebilen yaşlı bir insan saçındaki civa (Hg), kadmiyum (Cd) ve selenyum (Se) miktarları ölçülmüş, bu işlemler yapılırken ölçümler sırasında geçen zaman içinde bazı elementlerin içeriğinde eksilme ve yükselme olabileceği dikkate alınmış. Ayrıca kurum ve toz tanelerinin en az 5000 yıl önce yaşamış Tyrelean buz adamının korunmuş akciğer dokusundaki kurum ve kuvars kristalleri içeren tozları solunumla aldığı ve bu nedenle rahatsızlandığı belirlenmiş. 2400 yıl önce Hipokratlar ve eski Yunan yazarlar, insan hastalıklarının coğrafik dağılımlarını, çevresel faktörlere bağlı olarak tanımlamışlardı. İ.Ö. 300 yılında ise Aristo, madencilerde Pb-zehirlenmelerini (kurşun zehirlenmesi) not etmişti.

Başta kanser olmak üzere solunum yolu, cilt ve diş hastalıkları ile ilgili birçok tıbbi rahatsızlığın belirli bölgelerde daha yaygın ortaya çıkması nedeniyle yaşanan çevre ve hastalıklar arasında ilişkiler araştırıldığında; insanların yaşadıkları çevrenin jeolojik özellikleri ile bu hastalıklar arasında ciddi ilişkiler olduğu ortaya konuldu. Dünyada guatr, diş ve iskelet florozisleri, akut anemi (kansızlık), metal zehirlenmeleri, endemik körlük, solunum sistemi, cilt, mide, barsak ve kolon kanserleri gibi jeolojik faktörlerden kaynaklanan pek çok endemik hastalık ortaya konuldu. İçme ve kullanma suları içinde bulunan yüksek arsenik nedeniyle Tayvan ve Bangladeş’te 29 milyon, Hindistan’da 6 milyon, Çin’de 5,6 milyon ve Arjantin’de yaklaşık 2 milyon kişide kanser gözlendi.

Ülkemizde ise 1950’li yıllardan başlayarak jeolojik ortamlarla (tıbbi jeolojik etkiler) ilintili çok sayıda problem tanımlanmaya başlandı. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Sağlık Bakanlığı verilerine göre; Ülkemizdeki başlıca ölüm nedenleri kalp-damar sistemi hastalıkları (% 44), kanser hastalıkları (%22) ve diğerleri (%34) biçiminde sıralanıyor. Kanser ölümlerinin yaklaşık %40’ını solunum ve sindirim sistemi hastalıkları oluşturuyor ve bunların büyük ölçüde çevresel sorunlar ile doğrudan ve dolaylı ilişki içinde bulunduğu biliniyor. Türkiye’de tıbbi jeolojik nedenlerle ortaya çıkan akciğer, cilt, mesane, kolon, prostat ve karaciğer kanserlerinin yanı sıra endemik florozis, sulardaki yüksek arsenik kaynaklı kanser ve kardiyovasküler hastalıklar, alüminyum kaynaklı, nörolojik ve sinirsel hastalıklar, madencilik ve giyim sektöründe silikozis, kronik asbest ve eriyonite maruz kalma sonucu asbestosis ve mezotelyoma olarak sayılabilir. Yapılan jeolojik, çevre ve halk sağlığı araştırmalarına göre Türkiye’de tıbbi jeolojik açıdan riskli bölgeler oldukça yaygın olmasına rağmen ulusal mevzuatımızda “tıbbi jeoloji” kavramı; tıbbi jeolojinin çalışma konuları içinde yer alan olan toz hastalıklarından “asbest” ve “silikozis” ile ilgili yetersiz düzenlemeler ve imar planına esas çalışmalardaki nasıl yapılacağı belli olmayan “jeomedikal risk” değerlendirmesi dışında herhangi bir düzenleme mevcut değil.*

Tüm bu veriler ışığında; Ankara’nın en merkezi yerinde, kontrolsuz bir biçimde sökülen Havagazı Fabrikası‘ndan soluduğumuz havaya karışan asbest meselesine bakarsak, insan sağlığının ülkemizde ne kadar ucuz olduğu gerçeğiyle bir kez daha karşılaşmış oluruz. Sökümü yapanların maskeli görüntüleri de bunun tuzu biberi olur ancak. Sorunu, sadece sökenlerin ‘güvenliği’ bağlamında algılayan bilimsel sığlığı bir yana bırakırsak, Ankara’da yaşayan insanların güvenliğinin kimlere emanet olduğu gerçeği bir kez daha tüm çıplaklığıyla kendini gösterir. Konuyla ilgilenen tüm bilim insanlarının bildiği gibi; havaya karışan lifsi (iğnemsi) yapıdaki asbest partikülleri, hava koşullarına bağlı olarak büyük alanları etkileyebilmektedir.


Asbest lifleri. Tarayıcı elektron mikroskobunda (SEM) elde edilmiş görüntü.

Yaşam alanlarının tam orta yerinde yapılan bu işlemin ortaya çıkarabileceği riskin, binaya örtülen branda marifetiyle önlendiğinin açıklanmasına ise diyecek bir şey yok! Bu arada sağlığımızla ilgili bakanlık da konuyla ilgilendiğini gösteren bir açıklama yaptı! Bütün  önlemlerin alınmış olduğunu ve korkuya mahal olmadığını söyledi. Tıpkı yıllar önce çayda radyasyon olmadığını açıklayıp, televizyonda çay olduğu belgelenemeyen bir sıvıyı içen bakan gibi (AS: Ticaret Bakanı Hüseyin Cahit Aral, 26 Nisan 1986 Çernobil nükleer faciası sonrası) . Üstelik o günlerde mühendis odası olarak; uranyum arama dedektörleri ile raflardaki çay paketlerinden, uranyumlu arazilerde alınan sinyallerin aynısını aldığımızı basına açıklamamıza rağmen! (AS: 26 Nisan 1986 Çernobil nükleer faciası sonrası radyoaktivite ölçümü yapan TAEK uzmanlarından şimdilerde emekli bir uzmanın bize itirafı : 10 ölçüyor ama 1 açıklıyorduk!) Fakat gerçeklerin halka ulaşmasının önündeki engeller, bugün olduğu gibi, o günlerde de 12 Eylül darbesinin olmazsa olmazıydı. Bedelini yıllardır canımızla ödedik. Daha kaç kuşak ödeyecek belli değil!

Hep inanmışımdır; insan eliyle doğaya verilen zararların bir kısmını doğa zamanla düzeltmeseydi, insan neslinin devamı çok daha sıkıntılı süreçlere gebe olabilirdi. Ama bu hoyratlıklarla başa çıkmaya çalışan doğa da yoruluyor artık. Uzun evrim süreçlerinde kendi çözümünü bulacağı tartışılmaz bir gerçektir ama, yaşadığımız çağın savunmasız insanlarına bulacağı çözümler her zaman yeterli olmayabilir. Ama o yine de üzerine düşeni yapıyor. Ankara’da başlayan sağanak bahar yağmurları belki havayı kısmen temizleyecek, partikülleri yere indirecek, bir kısmını yeniden toprağa gönderecek ama bu kez de önüne toprağı kalmayan, betonlaşan şehir engel olarak çıkıyor. Enkazın taşınma yöntemlerinin yarattığı güncel riske ve malzemenin döküleceği alanların yıllara yayılacak riskine ise doğanın kısa vadede yapabileceği bir şey yok!

Ankara’da yıkımın durdurulmasına ilişkin bir mahkeme kararı çıktı geçtiğimiz günlerde. Ama olan olmuştu artık. Oysa fabrikanın yıkılmaması; kültürel bir miras olarak kalması için yıllardır süren yargı süreçlerinin varlığına rağmen.

Elbette doğanın da bir mahkemesi var. Üstelik yargıçları da milyarlarca yıllık deneyime sahip. Önemli olan onların vereceği karar. Ben daha o mahkemede, doğaya karşı işlenen bir suçun affedildiğini görmedim. Böyle biline!..

Nazım Usta’dan;

Analardır adam eden adamı 
Aydınlıklardır önümüzde gider. 
Sizi de bir ana doğurmadı mı? 
Analara kıymayın efendiler. 
Bulutlar adam öldürmesin. 

Koşuyor altı yaşında bir oğlan, 
Uçurtması geçiyor ağaçlardan, 
Siz de böyle koşmuştunuz bir zaman. 
Çocuklara kıymayın efendiler. 
Bulutlar adam öldürmesin. 

Gelinler aynada saçını tarar
Aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler.
Bulutlar adam öldürmesin.
 
İhtiyarlıkta aklına insanın,
Tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
Efendiler, siz de ihtiyarsınız.
Bulutlar adam öldürmesin.

*Yazı için Jeoloji Mühendisleri Odasının düzenlediği 2. Tıbbı Jeoloji Kongresi verilerinden yararlanılmıştır. (Şİ/HK)

Şanver İsmailoğlu : Jeoloji mühendisi. Ankara’da yaşıyor. Jeoloji Mühendisleri Odası II. Başkanlığı, TMMOB Yönetim, Yürütme ve Yüksek Onur Kurulu üyelikleri yaptı. 25 yıl MTA’da çalıştı. TMMOB adına, deprem, sel, heyelan ve çevre konularında raporlar ve çok sayıda makale yazdı. Ara sıra bianet’te yazıyor.
===================================
Dostlar,

Jeoloji Mühendisi Sn. Şanver İsmailoğlu‘na nefis yazısı için teşekkür borçluyuz. Yazıda 2 yerde ayraç içinde kısa katkı notu koyduk.

Keşke bu fabrika yıkılmadan önce Ankara Büyükşehir Belediye’sinin görevde 25. yıla koşan kronik hatta demirbaş başkanı bilimsel akılcılığa uysaydı. Ne yazık ki gene ”ben bilirimci” tutum ve dayatma öne çıktı. Ne yazık ki bedeli hep halk ödüyor.. Kızılırmak suyunun şehir şebekesine katılmasında olduğu gibi.. Cinayetle eşdeğer halkın / kamunun sağlığına karşı suçlar (Türk Ceza Yasası md. 185-196) kapsamında idi bal gibi ancak çirkin hatta iğrenç siyaset kurumu öne geçerek suçluyu korudu.. İnsana acı gelen, gariban halkın gerçekleri öğrenemeyerek bu siyasal kadrolara ve anlayışlara oy vererek iktidara getirmesi.

Tek 1 sorumuz olacak        :

Asbest plakları söken işçilerin yakalarında kişisel toz pompası (personal dust pump) var mıydı ve bu işçilerin 8 saat vardiyada (fazlası??) ne denli asbest lifi soluduğu ölçüldü mü, açıklayabilir misiniz? (TLV ölçümü)
Bununla bağlantılı olarak yıkım yerinde ve kademeli yakınlarında ortam havasından örnek alınarak birim hacımda asbest lifi sayımı yapıldı mı, açıklayabilir misiniz? Yıkım işlemini, en azından bu 2 parametreyi dikkate alarak sürdürmeyi baştan planladınız mı, en azından şimdi dikkate alır mısınız?
(Ankara 7. İdare Mahkemesinin yürütmeyi durdurma kararı sonrası İPTAL kararı gelse de / gelmese de…)
********
Öte yandan Asbestli TIR şikayetine BİMER’den alınan yanıt dehşet vericidir :

Asbestli TIR şikayetine  BİMER’den alınan yanıt

Havagazı Fabrikası’nın yıkımı sırasında ortaya  çıkan asbestli hafriyat hiçbir koruyucu önlem alınmadan taşınmıştı. 27 Şubat 2017’de içinde kontamine demirler olan ve üstü açık bir şekilde asbestli malzeme taşıyan 06 YB 5152 plakalı TIR’ın fotoğrafları iletilerek, Başbakanlık İletişim Merkezi’ne (BİMER) şikâyet edildi. Gerekli önlemlerin alınması ve ilgili birimlerin harekete geçirilmesi talep edildi. 1 Mart 2017’de BİMER’den gelen yanıt :

#1700295262  başvuru numarası ile kayda alınan ihbar Emniyet Genel Müdürlüğüne yönlendirilmiş, Emniyet Genel Müdürlüğü de konuya ilişkin aşağıdaki yanıtı vermiştir:

“Emniyet Genel Müdürlüğü, Uyuşturucu İle Mücadele Şube Müdürlüğümüzü ilgilendiren herhangi bir konu bulunmamaktadır.”

  • 27 Şubat’ta internetten yapılan ihbarda TIR’ın saat 16.30’da Sıhhiye’den çevre yoluna doğru hareket ettiği bildirildi. Şikayet dilekçesinde ilgili bakanlıkların acilen bu TIR’dan örnek alması gerektiği ifade edilerek bu aracın Ulusal Atık Formu olup olmadığı, içinde kaç ton malzeme olduğu sorgulandı. Şikayet dilekçesine gelen cevap bilimsel veriler içermemekte ve halk sağlığı hiçe sayılmaktadır. (http://www.ato.org.tr/news/show/150, 05.03.2017)

AKP iktidarını ciddiyete çağırıyoruz.. Ayrıca sitemizde yer verdiğimiz aşağıdaki yazımızın da okunmasını dileriz.

ATO ve Mimarlar Odası’nın Başvurusuyla “Asbestli Binanın Yıkımı Durduruldu”

İlgililere 2 Yönetmeliği anımsatmak isteriz :

1. 25.01.2013 tarih ve 28539 sayı ile Resmi Gazete’de yayımlanan
“Asbestle Çalışmalarda Sağlık Ve Güvenlik Önlemleri Hakkında Yönetmelik” 
2. 18.03.2004 tarih ve 25406 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan
“Hafriyat Toprağı, İnşaat Ve Yıkıntı Atıklarının Kontrolü Yönetmeliği” 

ankara-basin-toplantisi

Sevgi ve saygı ile. 05 Mart 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

”YEDİNCİ BAYRAK – Urumeli’den İzmir’e”

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği‘nin geleneksel söyleşi ve imza günleri sürüyor. Sayın Ayla Kutlu’nun konuk olacağı ”YEDİNCİ BAYRAK – Urumeli’den İzmir’e” başlıklı söyleşi ve imza günü 10 Mart 2017 Cuma, 14:00 – 17:00 arasında Mülkiyeliler Birliği terasında..

savaş ve kadın

İlgi ve bilginize sunarız..

Sevgi ve saygı ile. 05 Mart 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com 

Devrime Karşı Hınç Birikimi Boşa Gidecek

Devrime Karşı Hınç Birikimi Boşa Gidecek

Orhan Erinç
oerinc@cumhuriyet.com.tr
Cumhuriyet, 04.03.2017

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Atatürk Cumhuriyeti’nin ve Anadolu Aydınlanması’nın önemli yıldönümlerinden üçü dün geride kaldı. Geride kalmış olması değerini yitirdiği anlamına gelmiyor. Aksine yaşadığımız bu süreçte ne kadar önemli, anlamlı ve değerli olduğu daha iyi anlaşılıyor.

3 Mart 1924’te çıkarılan üç yasayla
– hilafet kaldırılmış;
– Diyanet İşleri Başkanlığı, Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı kurulmuş;
– bütün eğitim kurumları uzunca bir süre adına uygun görev yapan
Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştı.  (AS : Tevhid-i tedrisat; Öğretimde birlik)
***
Yasaların çıkarılmasıyla Atatürk Devrimi kapsamında yapılanları Prof. Dr. Suna Kili’nin (1929-29 Temmuz 205), Türk Dil Kurumu’nun 1981 Bilim Dil Ödülü’nü aldığı “Türk Devrim Tarihi” kitabında şöyle anlatıyor:

“Saltanatçıların, hilafetçilerin, tutucuların davranışlarına dört ay kadar dayanılmış, konu İzmir’deki savaş oyunları sırasında Mustafa Kemal tarafından ordu komutanlarına da açılmış ve artık hilafetin kaldırılması gereğinin Meclis gündemine alınması kararlaştırılmıştır.
1 Mart’taki bütçe görüşmelerinde Osmanlı hanedanına, Halife’ye verilecek ödenek nedeniyle konu ortaya atılmış ve birbirini izleyen kararlarla 3 Mart 1924’te

– Şer’iye ve Evkaf Bakanlığı kaldırılmış, yerine
Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş,
– hilafet kaldırılmış, Osmanlı soyundan gelenlerin tümü yurtdışına sürülmüş,
– ülkedeki tüm bilimsel kuruluş ve okullar Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmıştır.

Hilafetin kaldırılması sırasında gerek ülke içinden, gerekse ülke dışından halifeliği kabul etmesi için Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e pek çok öneri gelmiş, fakat Gazi bunları üzerinde bile durmadan geri çevirmiştir.
Hilafetin kaldırılması, Osmanlıların yurt dışına çıkarılması, eğitim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanması, Atatürk Devrimi’nin henüz adı konmamakla birlikte laiklik ilkesinin ilk ve en büyük uygulamasıdır. Devrim artık padişahsız, halifesiz, laik, usçu bir yolda gelişecek, bu doğrultudaki atılımlar birbirini izleyecektir. Ama her yenilikçi adım, yeni bir tutucu akımla karşılaşacak, onunla uğraşacak, başaracak, fakat toplumdaki tutucuların hınçlarının birikimine, fırsat kollamalarına neden olacaktır. Bu, tüm devrimlerin yazgısıdır, bunu değiştirmenin yolu yöntemi bulunamamıştır. Bu yazgının belirtileri günümüzde de görülmektedir.”

Suna Hocanın 1980’lerin başında “belirti” olarak niteliği geriye gitme girişiminin bugün vardığı boyutlar tedirgin edici bir görüntü yaratıyor.
Bu durum da “Hayır” demenin gerekçelerinden birini oluşturuyor.
==================================
Dostlar,

3 Mart 1924 gerçekten Türk Devrimi adına önemli günlerden biridir. Sayın Erinç değinmemiş ama ÖĞRETİMDE BİRLİK (Tevhid-i tedrisat) son derece önemli. Bir ülkenin insanları 2 farklı ve birbirine zıt dünya görüşü ile eğitilebilir mi? Bir yandan şeriat temelli okullar, bir yandan da sonradan açılan laik eğitim veren okullar. Bu gidişi sonu ”şeriat isterük” diyenlerle demokrasinin olmazsa olmazı Laik kesim arasında iç savaştır. Bu bakımdan 3 Mart 1924 gerçek ve önemli bir devrimdir.

HALİFELİK ise tam bir tuzak kurumdur. Hz. Muhammet Allah’ın elçisi (resulü) idi, Halifesi değil.. olamazdı da! Çünkü Allah yeryüzüne bir vekilini yollamamış, bir elçi göndermişti. Tanrının yeryüzüne Halife yollaması kendisinin ortadan kalkmasından sonraki mekanizmalarla yerine bir ardılın / halefin insanlar tarafından getirilmesi ile olanaklıdır. Bu düşünülemeyeceğine ve böyle de olmadığına göre, Hz. Muhammet ölünce yerine Allah’ın elçiliği görevini sürdürmesi için bir başkasını görevlendirmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla daha cenazesi kaldırılmadan Ebubekir, Ömer ve Osman’ın ”halifelik” kavgasına girmesi dinsel değil siyasal iktidar kavgasıdır ve din de buna alet edilerek siyasal önderlik güçlendirilmek istenmiştir. Peygamberin cenazesini Hz. Ali kaldırırken, kendilerini peygamberin iradesi olmadan ve olamayacakken Halife ilan eden bu kişi de öldürülerek siyasal önderlikten (Halifelikten) uzaklaştırılmıştır.

Çoook sonraları (900 yıl kadar sonra) Osmanlı padişahı Yavuz 1517’de Ridaniye / Mısır seferi ile Halifeliği alıp İstanbul’a taşımış ve kendisi üstlenerek siyasal iktidarını güçlendirmiştir. Öyle ki; temeli olmayan, tümüyle uydurulmuş bir yeryüzü kurumu olana Halifelik, Osmanlıda iyice yozlaştırılarak ”Zıllullah” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) sayılmıştır! Böylelikle Osmanlı padişahları kadir-i mutlak kesilerek iktidarlarını tanrıdan aldıklarını savlamışlardır. Bu yorum tümüyle din dışıdır ve siyasetin cilvesidir. Üstelik o sıralarda Avrupa’da devlet yönetiminin laikleştirilmesi çabaları oldukça yoğunlaşmış iken.. Martin Luter’in Kiliseye 95 maddelik uyarısının kilise kapısına çivilendiği yıllardır.. Mustafa Kemal Paşa da bu tarihsel gerçeği ve çarpıtmayı – yozlaştırmayı çok iyi bildiğinden; bu içi boşalmış, kendi deyimiyle ”heyula” halifelik makam kedisine önerildiğinde şiddetle tepki vermiştir.

Günümüzde R.T. Erdoğan’ın olağan bir insanın ötesinde idolleştirilmesi, Prof. ünvanlı AKP’li bir vekilin (genel başkan yardımcısı Yasin Aktay) itirafı ile gördüklerinde adeta salavat getirmeleri ne denli hazindir. Kimi insanların aklı hala yüzlerce yıl geride.. Ama Devrim bir gerçek ve insanlık bu yolda ilerleyecek..

Selam olsun 3 Mart 1924 devrimlerini yapanlara ve onların öncüsü Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa‘ya!

Sevgi ve saygı ile.
04 Mart 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ATO ve Mimarlar Odası’nın Başvurusuyla “Asbestli Binanın Yıkımı Durduruldu”

Ankara Tabip Odası Logo

ATO ve Mimarlar Odası’nın Başvurusuyla “Asbestli Binanın Yıkımı Durduruldu”

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Ankara Tabip Odası ve Mimarlar Odası Ankara Şubesi, asbestli Havagazı Fabrikasının acilen karantinaya alınması ve yıkımın durdurulması için yürütmeyi durdurma istemiyle 1 Mart Çarşamba günü Ankara İdare Mahkemesi’ne başvurdu.

Ankara’daki Havagazı Fabrikası alanında yaptırılan asbest yüzey ölçümlerine ilişkin rapor, ilgili görseller ve haberler de mahkemeye sunuldu.

Mahkeme önünde yapılan basın açıklamasına, Ankara Tabip Odası Başkanı Prof. Vedat Bulut, CHP Ankara Milletvekili Murat Emir, Ankara Tabip Odası Genel Sekreteri Göğüs Hastalıkları Uzmanı Dr. Mine Önal, TTB İşçi Sağlığı Kol Başkanı Dr. Sedat Abbasoğlu Mimarlar Odası, Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, Şube Sekreteri Namık Kemal Kaya ve Ankara Şubesi Üyesi Adnan Zeytinci katıldı.

ATO ve Mimarlar Odası'nın Başvurusuyla

Öğleden sonra davanın açıldığı Ankara 7. İdare Mahkemesi’nden
sevindirici haber geldi. Yıkım işleminin yürütmesi ivedilikle durduruldu.
===========================

Dostlar,

Çok sevindirici bir haber.. Her 2 meslek Odasını gönülden kutluyoruz.
Bilindiği gibi Ankara Havagazı Fabrikası, Başkentte doğalgaz kullanımına geçildikten sonra kullanım dışı kalmıştı. Kentin merkezinde bir konumda (Maltepe’de) ciddi bir görsel kirlilik oluşturmaktaydı. Ayrıca işgal ettiği alan da atıl kalıyordu. Bu yapının sökülerek kaldırılması yerinde bir girişim sayılabilir.
Ancak, yüksek fırınında kok kömürü yakılması nedeniyle, ısı yitimini en aza indirmek ve enerji verimliliğini artırmak için, yalıtım katmanı olarak asbest plaklar kullanılmıştır. Asbest ısıya karşı sağır (inert) bir kimyasal maddedir ve yanma / tutuşma sıcaklığı çok yüksektir. Bu amaçla otomobil balatalarından itfaiyeci giysilerine, gemi makine dairesine dek… yaygın bir kullanım alanı bulmuştur. Başta mezotelioma denilen akciğer zarı (plevra) kanseri olmak üzere pek çok sağlık sakıncası nedeniyle AB tarafından 2005’te kullanımı yasaklanmıştır. Türkiye, Aliağa limanında hurda gemileri parçalama işini ne yazık ki üstlenmiştir. Asbest liflerinin solunması ile sigara içimi birlikte ise akciğer kanseri riski 25 kat büyümektedir.
Bu eski ve metruk (terk edilmiş) binanın özel bilimsel önlemler alınarak yıkımı zorunludur. Aksi takdirde, başta yıkımda görev alan işçiler ve bina yakınındakiler olmak üzere ciddi sağlık riski altına girecektir. Ayrıca asbest lifleri havaya karışarak rüzgarlarla tüm Ankara’ya hatta daha uzaklara taşınabilecek, milyonlarca insan için sağlık sakıncası yaratabilecektir.
Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’in aldırdığı önlemler yeterli değildir; dolayısıyla doğacak sağlık riski çok ciddi, üstelik dönüşümsüzdür ve ürkütücü bir
halk sağlığı sorunu doğurabilecektir. Ankara 7. İdare Mahkemesi’nin “yürütmeyi durdurma kararı” oldukça önemlidir. Sayın yargıçlara teşekkür borçluyuz Ankara halkının sağlığına sahip çıktıkları ve hukukun üstünlüğünü sergiledikleri için. Bilindiği gibi 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun (İYUK) 27. maddesinin 2. fıkrasın şöyledir :

  • (Değişik: 2/7/2012 – 6352/57 md.)  Danıştay veya idari mahkemeler, idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda, davalı idarenin savunması alındıktan veya savunma süresi geçtikten sonra gerekçe göstererek yürütmenin durdurulmasına karar verebilirler. Uygulanmakla etkisi tükenecek olan
    idari işlemlerin yürütülmesi, savunma alındıktan sonra yeniden karar verilmek üzere, idarenin savunması alınmaksızın da durdurulabilir….”

Somut olayda, İYUK madde 27 metninde yer verilen 3 gerekçe de geçerlidir.
Ankara Belediyesi elbette mahkeme kararına hemen uyacak ve yıkımı durduracaktır. Ardından meslek odalarının ve üniversitelerin (başta Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dallarının) kurul olarak üreteceği ilke ve kurallara tam bağlılıkla, ulusal ve uluslararası mevzuata uygun olarak bu yıkımı yapmalıdır. Türkiye, Anayasa md. 2 uyarınca bir hukuk devletidir. Başta Anayasanın sağlıkla ilgili 56. maddesi olmak üzere ulusal ve uluslararası andlaşma -sözleşmelere saygılı davranmak zorunludur.
Basın da sorunu kamuoyuna duyurmalı, yetkin uzmanlara yer vermelidir.
Kamuoyu bilimsel olarak bilgilendirilmeli ve sorunun çözümünde katılımcı olmalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 02 Mart 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

EĞİTİM-İŞ’ten Deniz Gezmiş anma programı…

EĞİTİM-İŞ’ten
Deniz Gezmiş anma programı…

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ, Deniz Gezmiş’i 70. yaşında anıyor..
28 Şubat 2017 Salı günü akşam saat 19:00’da..
Gerekli bilgiler yukarıdaki posterde..
Bilgi ve ilginize sunarız..

Sevgi ve saygı ile. 25 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
EĞİTİM-İŞ Üyesi – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Osmanlıda İlk Reformlardan Bugünkü Kararnamelere Türkiye

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz Mülkiyeliler Birliği’nin Çarşamba söyleşileri sürüyor.
1 Mart 2017 Çarşamba günü akşamı saat 18:30’da Mülkiye’nin duayenlerinden
Prof. Baskın Oran konuşmacı.. Konusu

  • Osmanlıda İlk Reformlardan Bugünkü Kararnamelere Türkiye

BASKIN ORAN

İlgi ve bilgiye sunarız..

Sevgi ve saygı ile. 26 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Yarbay Mehmet Alkan: Albaylık beklerken tek kelimeyle ihraç edildim

Yarbay Mehmet Alkan: Albaylık beklerken tek kelimeyle ihraç edildim

Yarbay Mehmet Alkan: “Albaylık beklerken tek kelimeyle ihraç edildim”

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Yarbay Mehmet Alkan, şehit olan kardeşinin cenazesindeki isyanıyla Türkiye’nin gündemine oturmuştu ve KHK ile TSK’dan ihraç edilmişti. Aylar sonra konuşan
eski Yarbay Alkan, ‘Albay olacakken ihraç edildim’ dedi. (AYDINLIK, 27.02.2017)

Yarbay Mehmet Alkan, şehit olan kardeşinin cenazesindeki isyanıyla Türkiye’nin gündemine oturmuştu. Mehmet Alkan, RS FM’de Yavuz Oğhan’ın “Bi De Bunu Dinle” programına konuk oldu ve değişen hayatı ile verdiği hukuk mücadelesini anlattı. Yarbay Mehmet Alkan, ihracına neden olan o cenaze gününü şu sözlerle anlattı:

“Biz 9 kardeşiz, ben erkeklerin en büyüğüyüm. Ali, en küçüğümüzdü. Göreve gitmeden önce son 2 yıl yanımda kaldı. Aynı evi paylaştık, aynı işyerinde çalıştık. Şehit olduğu yer de benim bizzat görev yaptığım yerdi. Ben cenazeye Yarbay Mehmet Alkan olarak değil şehit ağabeyi olarak katıldım ve konuştum. Kardeşimin cenazesinde o an aklımızdan geçen ne varsa dile getirdiğimiz bir husustu. Söylediklerim benim sözüm değildi aslında, milletin aklından geçen, herkesin kendi arasında konuştuğu, dile getirdiği bir husustu. Ben sadece yüksek sesle
dile getirdim.”

‘ŞEHİTLİK HEP GARİBANLAR İÇİN’

Yarbay Mehmet Alkan: ‘Şehitlik hep garibanlar için’ Cenazedeki tepkisi nedeniyle uyarı alan Yarbay Alkan, TSK’deki görevine devam etse de yaşadıkları yıpratmış, psikolojik tedavi yardımı almış. Alkan görevden alınmasının kardeşi yaşamını yitirdikten sonra katıldığı bir toplantıdaki ifadeleri nedeniyle olduğunu söylüyor:

“Ali’nin olay gecesi yanında mevzide olan, hayatlarını kurtardığı, vesile olduğu 9 askeri, terhis olduktan sonra benim yanıma geldi. Evlerine, memleketlerine gitmeden benim evime geldiler. Sonra da Osmaniye’ye komutanlarının mezarına gittiler. Ben de Osmaniye’ye bir hafta sonra kardeşlerimle beraber gittim. Mezarlık ziyaretinden sonra Şehit Yakınları ve Gaziler Derneği‘nde yakınlarıyla bir sohbet toplantımız oldu. Toplantıdaki konuşmam da söylediklerimi bugün yine söylerim.

  • Bu ülkede 32 yıldır şehit veriliyor ama bir türlü çözülmüyor.
  • Çünkü ülkeyi yanlış yönetenler, yanlış kararlar alanlar bunun bedelini ödemiyor.
  • Bedeli sadece polis, asker, korucu, öğretmenler yani garibanlar ödüyor.
    Şehitliği yükseltiyorlar hep. Şehitliği yükselten arkadaşların kendileri ya da yakınları şehit olmadığı sürece şehitlik süper bir şey. Çünkü onlar için öyle bir ihtimal yok.
    Bu ancak garibanlar için olabilecek bir şey.Konuşmalarımız basına yansıyınca bu kez hem adli hem de idari soruşturma açıldı. TSK’dan ihraç talebiyle geçtiğimiz haziran ayında Yüksek Disiplin Kurulu toplantısı oldu. Başta Ankara Barosu başkanı olmak üzere yaklaşık 40 avukat savunmak için hazır bulundu. Ama kurul bir karar vermedi.”

‘ALBAY OLACAKKEN İHRAÇ ETTİLER’

Yarbay Alkan asıl savunmasını yapmak için hazırlanıp, albay olmak için gün sayarken, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL KHK’sıyla 48 bin kişiyle birlikte ihraç edildi:

“1 Eylül’de hiç beklemediğimiz bir şekilde bir kararnameyle 48 bin kişilik listeye bir satır olarak beni de koyduklarını gördüm. İnanamadım, benim 30 Ağustos’ta Albay olmam gerekiyor. Beni atıyorsan bile albay olarak atman gerekiyor. İhraç edilmemle ilgili bildiğimiz ya da söylenen hiçbir gerekçe yok. Hakkımda işlem yapanlarla ilgili dava açtım. Çünkü

  • Beni FETÖ ile aynı işleme tabi tutmak alçaklıktır.
    Hakkımda herhangi bir adli soruşturma yoktur olamaz da.
  • Hakkımda işlem yapanlar ve yaptıranlar, kendi FETÖ’cülüklerinin yüzde biri kadar FETÖ’cü olduğumu ispat etsinler, her şeyden vazgeçeceğim.
  • Yetkililer FETÖ hakkında birilerine işlem yapacaksa ilk önce kendi haklarında yapmalı.”
    ===================================
    Dostlar,

Bu haberi okuyunca John Steinbeck’in “Gazap Üzümleri” adlı yapıtı usumuza geldi.
İlahlar, Türkiye nam coğrafyada gazaba gelmişler ve OHAL KHK’sı kılıcıyla onbinleri doğramaktalar. Kuru ya da yaş, masum ya da suçlu, at izi ya da iti izi.. karmakarışık. Üstelik yapılan vahim ve fahiş hataların giderimi (telafisi) de çoğu kez olanaksız. Çelik çembere alınan insanlara hiçbir umut bırakılmaksızın özekıyıma (intihara) sürükleniyor.

  • Genç akademisyen Dr. Mehmet Fatih Traş geçen hafta Adana’da intihar etti!
    İşten çıkarılmış, hocalarının dışarıdan 2 ders verme desteği de engellenmişti.
    Umudun tükendiği yerde “intiharı” seçmek zorunda bırakılmıştı.
    Genç akademisyen Dr. Mehmet Fatih Traşın gerçek katilleri kimlerdir?
    Yazarsak suç olur mu? Yazmazsak suç işlememiş sayılır mıyız?Ülkemizin gündeminde bu süreç “sivil ölüm” olarak adlandırılıyor. Sözde “idam” AKP tarafından AB baskısıyla anayasadan (+ ceza yasasından) çıkarılmış durumda. Biz bu vahşete “post-modern idam” diyoruz..  İntihar etmeseler bile kurbanlar ve yakınları ağır depresyon vb. ciddi ruhsal bozukluklara, yoksulluğa, yoksunluğa, itilmişliğe, ötekileştirilmeye, yalnızlaşmaya itiliyor. Bunca ağır ceza kişisel olarak da kalmıyor böylece. Damgalanan insanların emekli olma, unvanlarını kullanma, mesleklerini sürdürme olanağı da verilmiyor. Malvarlıklarına el konduğu da..
    Tam bir damgalanma!
    Böylelikle dolaylı olarak kalıcı biçimde tasfiye edilmiş oluyorlar.
    Hukukun evrensel ilkelerinin, insan haklarının, anayasa ve ceza hukukunun
    en temel ilkeleri ayaklar altında..ABD, 1963-73 arasında Vietnam’da 10 yıl savaşmış ve ordusu çok büyük yitikler vermişti. 60 bin ABD askeri ölmüş ya da yitmiş, onbinlerce ABD askeri bedensel
    ve ruhsal olarak ağır zedelenmeler (travmalar) yaşamıştı. Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) [Post traumatic Stress Disorder – PTSD] başta olmak üzere pek çok ruhsal sorun onbinlerce ABD askerini ciddi olarak hastalandırmıştı. Bu insanlar sosyal yaşamdan kopmuş, yuva kuramamış, iş edinememiş, kariyer yapamamış…. psikiyatrik sağaltıma, psikolojik desteğe, ilaçlara bağımlı duruma düşmüşlerdi. Ağır ve kalıcı yeti yitimine uğramış engelli kalmışlardı. Ezici çoğunluğu ise alt sosyoekonomik sınıflardan gelen Zenci, Hispanik, Indian (Kızılderili) yoksul ve
    iş bulamadığı için ABD ordusuna girmiş, bir bölümü de lejyoner (paralı asker) idi..

ABD neredeyse yarım yüzyıldır bu ağır toplumsal sorun ile deyim yerinde ise boğuşmakta.. “Veterans Administration” (Gaziler İdaresi) bu amaçla özel olarak kuruldu ve ABD bu uğurda yüzlerce milyar dolar (belki de birkaç trilyon dolar!) harcama yapmak zorunda kaldı..

Ne yazık ki, benzer bir acı tablo ülkemizi bekliyor, hatta yaşanıyor. 12 Mart 1971,
12 Eylül 1980 mağdurlarını 15 Temmuz 2016 sonrası OHAL KHK kurbanları izledi. üstelik bu kez “tasfiye edilenler” yüz bini çoktan geçti..

Nazilerin bile akıl edemediği biçimde pasaportlarına da el kondu!
Führer’in faşist Almanyasında bilim insanları pasaportları ile Mustafa Kemal Paşa‘nın Türkiye’sine sığınmışlardı (1933 sonrası ve 140’ı aşkın parlak bilim insanı!)

Benzer tablolar insanlığa karşı suçtur, zamanaşımı yoktur.
Birkaç kez ağırlaştırılmış yaşamboyu (müebbet) hapis cezasına çarptırılan insanlar bile 40 yıl yattıktan sonra çıkabilecekleri umudu ile yaşama tutunmaktadırlar.
Türkiye elbette FETÖ ve militanlarını hukuka uygun biçimde cezalandırmalıdır. 1984’ten bu yana 32-33 yılda can yitiklerimiz 40 bine yakın. ABD’nin Vietnam yitiklerine yaklaşıyor.

Türkiye İNSANCIL HUKUKU asla elden bırakmamalıdır.
Hele hele AKP içinde FETÖ’cü milletvekili, bakan, parti yöneticisi… kadrolarına hiç dokunmayıp yüzbiini aşkın insanın üstüne Tanrıların gazabı düzeyinde gitmek olağanüstü yanlıştır.

Türkiye ABD kadar ağır bir “Veterans sendromuna” sürükleniyor; aman dikkat!

  • Kılı kırk yarmak, itirazları hızla ve duyarlıkla değerlendirerek yanlış işlemler geri almak zorunludur.
  • OHAL asla kötüye kullanılmamalı, Anayasa – yasalar- hukuk -uluslararası andlaşmalara mutlak saygı gösterilmelidir.
  • OHAL koşulları hızla giderilmeli ve olağan rejime dönülmelidir.
  • OHAL KHK’ları Anayasa – yasalar- hukuk -uluslararası andlaşmalara mutlaka bağlı kalmalı, ölçülü – orantılı olmalı, OHALilan gerekçesiyle sınırlı olmalıdır.
  • Cezalar kişisel, ölçülü, geri döndürülebilir, insan onuruna saygılı olmalı ve
    kesinleşmiş bağımsız mahkeme kararlarına dayanmalıdır.

TSK’dan uzaklaştırılan Yarb. Mehmet Alkan‘ın feryadının yanlış, haksız.. olduğunu
kim söyleyebilir?? Çığlıklar herkesin, özellikle iktidarın vicdanınadır :

  • ‘ŞEHİTLİK HEP GARİBANLAR İÇİN’ midir?

Bu vahim yanlışları yapanlar, en azından çok ağır vicdan azabına mahkumdurlar.

  • “Yetkililer FETÖ hakkında birilerine işlem yapacaksa,
    ilk önce kendi haklarında yapmalı.”

ADALET salt ülkenin  temeli olmayıp, tüm erdemleri (fazilet) içeren en üst erdem
ya da erdemlerin erdemidir.. Onsuz yaşam düşünemiyoruz, olmamalıdır..

Sevgi ve saygı ile. 28 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Doğu Perinçek : Orduya türban fitnesi

Doğu Perinçek

Doğu Perinçek
Aydınlık Gazetesi, 27.2.2017

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Orduya türban fitnesi

Mehmetçik savaşıyormuş, ülke bütünlüğü için canını ortaya koyuyormuş, umurlarında değil. Hatta bu savaştan Türkiye’nin yenik çıkmasını istiyorlar. O zaman, onlara göre Tayyip Erdoğan yönetimine son verme fırsatı doğacak! İktidar planlarını Türk Ordusunun yenilgisi üzerine kurmuş bulunuyorlar. Bu planın içinde ABD ile birlikte PKK, FETÖ, AKP’deki Abdullah Gül-Davutoğlu ekibi ve burada anmayı yararlı görmediğim başkaları da var.
Bu koşullarda kamuoyunu aydınlatmak nasıl olur, Ordunun Komutanlık kurumuna soracaksınız. İşte Hürriyet bunu yaptı. Yanıtların fısıltı olmadığı da açıklandı. Yedi konuya Genelkurmay adına İletişim Dairesi tarafından açıklık getirildi.

SAVAŞ YASASI

Zamanlama da yerinde. Çünkü Türk Ordusu, El Bab hedefine ulaştıktan sonra çok daha
zorlu görevlerle karşı karşıya. ABD, kendi denetimindeki bölücü ve yobaz örgütlerini
herkesin gözleri önünde Türkiye’ye karşı mevzilendiriyor, silahlandırıyor ve eğitiyor.
Bugün Ordunun komuta kademesine ilişkin tavır, aslında Ordumuza tavırdır. Bütün Orduların savaş yeteneği, komutanları hedef alınarak tahrip edilir. Savaş yasasıdır bu.

DARBE SAPLANTISI

Bu olayda darbe amacı aramak gerçekten tuhaf. Daha önemlisi, birden hiddet krizine girenlerin ve savcıları göreve çağıranların da vatan savaşını kazanmak diye bir dertleri olmadığı anlaşılıyor. Onlar ABD emperyalizmine ve piyon örgütlerine karşı mevzilenmek yerine,
Türk Ordusuna karşı cephe tutuyorlar. Her fırsatta “darbeye karşı duruş” maskesi altında
Ordu düşmanlıklarını sergiliyorlar. İşi Halkın Özel Harekâtı (HÖH) gibi adlar altında
silahlı örgütlenmeler kurmaya kadar vardırdılar. Bu yaptıkları çok ciddî tehlikeleri içeriyor. Yakında özel olarak ele alacağız.

YASAK YOK ÜNİFORMA TALİMATNAMESİ VAR

Pek önemli değil ama Hürriyet’in bir ifade yanlışı var. TSK’da “Türban yasağının kaldırılması ya da türbanın serbest bırakılmasından söz ediyor.” TSK’da herhangi bir giyim yasağı yok.
Türk subayının, astsubayının ve erinin üniforması var. Bu üniforma, talimatnamelerde tanımlanıyor. Türk askerinin üniforması belli. Örneğin fötr şapka yok, sarık yok, kısa pantolon yok, mayo yok, kruvaze ceket yok, türban da yok vb. Bunlar yasak değil. Düzenlemeler, yasakları saymıyor, Türk askerinin giyimini şapkasından ayakkabısına ve çorabına kadar tanımlıyor. Şimdi birisi de çıkıp Orduda “fötr şapka yasağını kaldırın” diye ortaya çıksa,
buna özgürlük mücadelesi mi diyeceğiz?

ORDUNUN ÜNİFORMASI BOZULURSA

Orduları başıbozuk silahlı örgütlenmelerden çapulcu teşkilatlarından ayıran üniformadır. Üniforma, Türkçemizde “tek biçim”, “tek forma” anlamına geliyor. Spor takımları da öyle
değil mi? Örneğin Filenin Sultanları veya Potanın Perileri maça türbanla veya farklı formayla çıkıyorlar mı?
– Türbanla küt inemezsiniz.
– Türbanla ribaunt alamazsınız.
– Türbanla çapa yapamaz ve laboratuvarda çalışamazsınız.
– Türbanla savaşamazsınız.
– Türban kadını hayatın dışına atar.
Tarihe bakınız türbanlı Türk kadını var mı?

Ordunun üniformasını bozarsanız, Orduyu bozarsınız.
Ordu’nun içine türbanı sormak, ikilik sokmaktır, fitne sokmaktır.
Aynı cephede savaşan asker, birbirine türbanlı mı şapkalı mı diye bakacak!
Millî Savunma Bakanlığının aldığı karar ne kadar yasal ayrı bir konu, çünkü Ordunun üniformasını belirleyen kurum, Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Fakat meselemiz kim yetkili sorusunda düğümlenmiyor. Orduda ikilik yaratan girişimler nereye varacak,
önümüzdeki mesele budur.

MÜSLÜMAN İŞİ DEĞİL

Türkiye’nin tarihinde bir 31 Mart olayı var. Orduya sokulan fitne sonucu, bugünkü takvimle
14 Nisan 1909’da yaşananlar herkes için dersler içeriyor. O zaman da Ordumuz savaşların içindeydi. Düşman yalnız dış cepheden saldırmaz. İç cephede bölünmeler yaratmak,
en önemli savaş taktiğidir.

  • Orduda fitne çıkartmak, Müslüman işi değildir.
  • Hiçbir gerçek Müslüman Orduda fitne istemez.
  • Bunun ne kadar ağır sonuçları olacağını az çok bilir.

EVETLER DAHA DA DÜŞTÜ

Bu Orduya türbanı sokma girişimini Evet oylarını artırma telaşıyla yorumlayanlar da var.
Çok yanlış! Evet oyları bu nedenle çok kaybetti. Çünkü türbana bakarak evet diyecekler varsa, onlar kararsızların çok dar bir kesimidir. Ama kararsızların çok büyük kesimi, bu fitneyi cezalandıracak bilince sahiptir.

İnişe geçen güçler, hep hata yaparlar. AKP, inişe geçmiştir ve kendisi açısından da inişini hızlandıran aymazlıkları birbiri ardı sıra gündeme getiriyor. Nafile!
======================================
Dostlar,

İki bin yılı aşan parlak bir geçmişe sahip Türk Ordusu’na içinde bulunulan çoook zor koşullarda savaşırken “Türban dayatması” yapmak siyasal etiğe sığmadığı gibi tarihsel gerçekliklere de aykırıdır. AKP fırsatçılığına, kör inadına tipik olarak denk düşmektedir.
Erdoğan’ın ağzıyla itiraf ettiği ve hedef gösterdiği üzere “.. dininizi ve kininizi eksik etmeyin..!” talimatı bizzat Erdoğan tarafında yerine getirilmektedir. Gerçekten çook ayıp olmaktadır.
Bir yandan OHAL, bir yandan halkoylamasına geri sayım, bir yandan da TSK’nın içeride ve dışarında çoook zor görevlere koşulduğu ortamda..
Üstelik emir – komuta zincirinin de 6-7 parçaya bölündüğü bir durumda.
Tabii bir de halkoylamasında  “hayır” oyu kullanacak laik – demokrat – cumhuriyetçi kesimlerin tahrik edilmesi hesapları var.. Bu kesimlerin TSK ve laiklik duyarlığını zedelemek ve ardından da “din düşmanları, inanca saygısızlar,…” suçlamasını yapıştırmak..
Bir yandan da Irak Bölgesel Kürt yönetiminin bayrağını egemen – eşit bir devlet gibi göndere çekmek…

“Bir Kürt kedisini bile Türkiye’ye vermeyeceğini ilan eden Barzani” ye bu iltifat niye??

Emir çoook büyük yerden mi?? Türkçesi

  • “Kürt oylarının halkoylaması pazarlığını PKK – HDP yerine Barzani ile yapmak mı?
  • Halkoylaması “evet” ile geçerse yapılacakların stratejik müttefike vaadi mi??
    O “müttefik” (!?) ki PKK yerine üretilen yeni bölücü örgütlere her tür desteği Türkiye’nin gözünün içine baka baka vermeyi / AKP – RTE’ye meydan okumayı (hiçe saymayı!) sürdürüyor!


    Bir AKP – RTE klasiği daha.. Siyasal tarihe geçecek ve “hayır” oylarını daha da artıracak..
    AKP – RTE hata yapmayı sürdürüyor.. hem de ağır ve büyük hatalar.. Ulusal çıkara ters!
    Panik çook büyük, hatalar da buna orantılı ve o ölçüde de utandırıcı, tehlikeli.
    Gene birileri AKP – RTE’yi kandırıyor.. Yine aldatıldık / kandırıldık.. diyecekler..
    Türk ulusu engin deneyimi, sağduyusu ve bilgeliği ile olan biteni izliyor ve 16 Nisan 2017 günü
    kadim tokatını aşkedecek.

Sevgi ve saygı ile. 27 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Prof. Kemal Gözler : ELVEDA KUVVETLER AYRILIĞI ELVEDA ANAYASA

Değerli site okurlarımız,

Saygın hukukçu Prof. Dr. Kemal Gözler‘in çok önemli bir makalesini paylaşmak istiyoruz. Yazı Ankara Barosu Dergisinde yayımlandı (2016/4, s. 25-36). Biraz teknik olmakla birlikte okunmalı ve anayasa değişikliği dayatmasının bilimsel boyutlarını da değerlendirmeli: Prof. Gözler bu kapsamlı ve önemli makalesinde özde
GÜÇLER AYRILIĞI ilkesinin yok edildiğini, bunun da anayasayı hiçe çıkardığını,
güçler ayrılığına dayanmayan bir hukuk metninin “anayasa olamayacağını”
vurgulayarak “ELVEDA ANAYASA!” çığlığıyla biçiminde veciz biçiminde bağlıyor. Dileriz ilgililer – yetkililer, halkımızın hiç olmazsa kararsız aydın kesimi okur ve netleşirler.. Türkiye bu deli gömleğine net ve kesin olarak “HAYIR” demelidir.

Sevgi ve saygı ile. 26 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

====================================
TÜRK ANAYASA HUKUKU SİTESİ
www.anayasa.gen.t
Aynı metni pdf formatında okumak için: 
http://www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa-v2.pdf
[23 Aralık 2016 tarihli UZUN VERSİYONDUR]
Makalenin 22 Aralık 2016 tarihinde yayınlanan KISA VERSİYONUNU okumak için: http://www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa-v1.htm 

ELVEDA KUVVETLER AYRILIĞI
ELVEDA ANAYASA 

10 Aralık 2016 Tarihli Anayasa Değişikliği Teklifi Hakkında Bir Eleştiri   

Prof. Dr. Kemal Gözler*

10 Aralık 2016 tarihinde Adalet ve Kalkınma Partisi üyesi 316 milletvekili imzasıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Bir Kanun Teklifi” başlıklı bir kanun teklifi sunuldu[1]. Ben burada bu Anayasa Değişikliği Teklifi hakkındaki görüşlerimi kısaca açıklamak istiyorum. Bununla amacım, Değişiklik Teklifini görüşecek Anayasa Komisyonu üyelerine yol göstermek veya Değişiklik Teklifini oylayacak milletvekillerini uyarmak değildir. Uyarılarımın işe yaramadığını bilecek kadar tecrübe sahibiyim[2]. Amacım Türk anayasa hukuku doktrininin bir üyesi olarak, tarih karşısında sorumluluğumu yerine getirmekten ibarettir. İstedim ki, bu Değişiklik Teklifine zamanında karşı çıktığım kayda geçsin. İstedim ki, gelecekte, bir gün birileri çıkıp da bu değişikliği eleştirirlerse, adımı, bu değişikliğin kabul edilmesi safhasında susan anayasa hukukçularının arasında anmasınlar.

10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifi 21 maddeden oluşuyor. Değişiklik Teklifini burada madde madde inceleyecek değilim. Teklifteki idare hukukumuzu alt üst eden hükümlerden de bahsetmeyeceğim. Değişiklik Teklifindeki teknik kusurlara da değinmeyeceğim. Ben sadece bir iki maddeden hareketle teklif edilen hükûmet sistemini eleştireceğim.

  1. Teklif Edilen Sistem, “Başkanlık Sistemi” mi? 

Bilindiği gibi bu Anayasa Değişikliği Teklifini hazırlayanlar, Türkiye’de bir “başkanlık sistemi” veya “Türk tipi bir başkanlık sistemi” kurmak arzusuyla yola çıktılar. Peki önerdikleri sistem bir “başkanlık sistemi” midir?
Bu soruya cevap verebilmek için önce başkanlık sistemi ile parlâmenter sistem arasında ayrımın nasıl yapıldığı hakkında genel bir bilgi verelim: Anayasa hukukunun genel teorisinde, başkanlık sistemi ile parlâmenter sistem birbirinden üç aslî farkla ayrılır[3]. Bu farklardan biri şudur: Başkanlık sisteminde, yasama ve yürütme organları birbirinden bağımsızdır; yasama organı, yürütme organını görevden alamaz; buna karşılık yürütme organı da yasama organının görevine son veremez; yani onun seçimlerini yenileyemez. Parlâmenter sistemde ise, yasama organı güvensizlik oyuyla istediği zaman yürütme organının sorumlu kanadı olan hükûmeti düşürebilir. Buna karşılık yürütme organı da yasama organını feshedebilir; yani onun seçimlerini yenileyebilir. Özetle başkanlık sistemi, yasama ve yürütme organlarının birbirlerinin görevlerine son veremedikleri, parlâmenter sistem ise bu organların birbirlerinin görevlerine karşılıklı olarak son verebildikleri sistemlerdir.
Bu fark açısından 10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifine bakılırsa, önerilen sistemin başkanlık sistemiyle uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığı görülür. Hatta önerilen sistem, başkanlık sisteminin tam tersi bir sistemdir. Açıkçası önerilen sistem, bu özellik bakımından, başkanlık sistemine değil, parlâmenter hükûmet sistemine benzemektedir. Şöyle:
Bir kere, Değişiklik Teklifine göre, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri aynı gün yapılacaktır (m.4). İkinci olarak, Değişiklik Teklifi, hem Cumhurbaşkanına ve hem de TBMM’ye seçimlerin yenilenmesine karar verme yetkisi vermektedir (m.12). Değişiklik Teklifine göre, “seçimlerin yenilenmesi” demek, hem TBMM seçimlerinin, hem de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yenilenmesi demektir. Yani Cumhurbaşkanı isterse kendi seçimlerini de yenilemek kaydıyla, TBMM’nin seçimlerini yenileyebilmekte, yani onun görevine son verebilmektedir. TBMM de, isterse, kendi seçimlerini de yenilemek kaydıyla, Cumhurbaşkanının seçimlerini yenileyebilmekte, yani onun görevine son verebilmektedir.

Yasama ve yürütme organlarının birbirinin görevlerine son verebildiği bir sistemin “başkanlık sistemi” olduğu iddiası komik bir iddiadır. Başkanlık sistemi, sert bir kuvvetler ayrılığı sistemidir. Bu sistemde yasama ve yürütme organları birbirinden kesin çizgilerle ayrıdır. Bunlar birbirilerinin görevlerine son veremezler.

Görüldüğü üzere, 10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifinde önerilen sistem, yasama-yürütme ilişkileri bakımından başkanlık sistemine değil, parlâmenter hükûmet sistemine benzemektedir. Ancak ortada tuhaf bir parlâmenter sistem vardır. Tuhaflık iki bakımdandır: Bir kere, parlâmenter sistemde cumhurbaşkanından başka bir de başbakan bulunur. Oysa önerilen sistemde bir başbakan yoktur. Bu nedenle önerilen sisteme belki “başbakansız parlâmenter sistem” ismi verilebilir. İkinci olarak, teklif edilen sistemde yasama organı ancak üye tamsayısı beşte üç çoğunluğuyla Cumhurbaşkanının görevine son verebilmektedir. Oysa parlâmenter sistemde yasama organı yürütmeyi görevden alması için üye tamsayısının salt çoğunluğu yeterlidir.

  1. Asıl Hedef Ne? 

Yukarıda açıklandığı üzere, başkanlık sistemi diye yola çıkanların vardıkları yerin başkanlık sistemiyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Tersine vardıkları yer, demokratik dünyada eşi benzeri görülmemiş, tuhaf bir parlâmenter hükûmet sisteminden başka bir şey değildir.
Ne var ki, Anayasa Değişikliği Teklifinde önerilen hükûmet sisteminin ne olduğu sorununun, aslında anayasa hukuku doktrinini oyalayacak bir “çerez” olmaktan daha fazla bir değeri yoktur. Zira 10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifinin asıl hedefi, “başkanlık sistemi” veya “Türk tipi başkanlık sistemi” kurmak değil, Türkiye’de bir “kuvvetler birliği sistemi” kurmaktır.
Yukarıda açıklandığı gibi Değişiklik Teklifiyle, Türkiye’de yasama ve yürütme organları arasında tam bir birlik sağlanması amaçlanmaktadır. TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin aynı gün yapılmasının nedeni budur. Cumhurbaşkanına veya TBMM’ye kendisinin ve diğerinin seçimlerini yenileme yetkisinin verilmesinin sebebi de yine budur. Amaç Cumhurbaşkanı ile TBMM’nin çoğunluğunun aynı siyasî partiden olmasının sağlanmasıdır. Eğer kazara Cumhurbaşkanının partisi, TBMM’de çoğunluk sağlayamazsa, Cumhurbaşkanı, kendi seçimini ve TBMM seçimlerini yenileyerek yasama ve yürütme arasında birliği sağlayacaktır. Hâliyle TBMM’nin de kendi seçimlerini ve Cumhurbaşkanlığı seçimini yenileyerek bu birliği sağlama imkânı vardır. Bu birlik sağlandığında ise, Türkiye’de TBMM’nin Cumhurbaşkanı karşısında bir bağımsızlığı kalmayacak; TBMM onun kontrolü altına girecektir.
Belki bu eleştiriye karşı bir savunma olarak denebilir ki, Değişiklik Teklifinin öngördüğü sistemde, Cumhurbaşkanı ve TBMM, seçimleri yenilemek bakımından eşit konumdadır; Cumhurbaşkanı, TBMM karşısında kayırılmamıştır. Cumhurbaşkanı, kendisinin seçimini yenilemek kaydıyla, TBMM’nin seçimini yenileyebileceği gibi; TBMM de kendisinin seçimini yenilemek kaydıyla, Cumhurbaşkanının seçimini yenileyebilir. Silahlar eşittir. Dolayısıyla TBMM Cumhurbaşkanının kontrolü altına gireceğine, pekâlâ bunun tersi olabilir ve Cumhurbaşkanı TBMM’nin kontrolü altına girebilir. Bu savunmaya karşı üç cevap verilebilir:

Bir kere, bu savunma, teklif edilen sistemde yasama ve yürütme kuvvetleri arasında ayrılığın kalmayacağı yolundaki eleştirinin teyidinden başka bir şey değildir. Biz, kuvvetler kimin elinde birleşirse birleşsin, kuvvetler birliğine karşıyız. Kuvvetlerin sadece Cumhurbaşkanının elinde birleşmesi değil, TBMM’nin elinde birleşmesi de kötü bir şeydir.

İkinci olarak, birden fazla partiden oluşan TBMM’nin birlikte hareket edip, tek başına bir organ olan Cumhurbaşkanını başarısızlığa uğratabileceği iddiası, Türkiye’nin siyasal gerçekliği açısından tutarlı bir iddia değildir. Eğer böyle bir çatışma ihtimali olursa, bu çatışmadan Cumhurbaşkanı galip çıkar. Nitekim Türkiye’de 7 Haziran 2015 genel seçimleri ile 1 Kasım 2015 genel seçimleri arasında yaşanan benzer bir çatışmadan bilindiği gibi Cumhurbaşkanı galip çıkmıştır. Zira TBMM’de çoğunluğu oluşturan partiler, Cumhurbaşkanı karşısında birlikte hareket edememişlerdir.

Nihayet Anayasa Değişikliği Teklifinin öngördüğü sistemde, Cumhurbaşkanının ve TBMM’nin seçimleri yenilemek bakımından eşit konumda olduğu, Cumhurbaşkanının kayırılmadığı iddiası, hukuken de doğru değildir. Çünkü Değişiklik Teklifine göre, TBMM, kendisinin ve Cumhurbaşkanının seçiminin yenilenmesine ancak üye tamsayısının beşte üç çoğunluğuyla karar verebilir. Yani bunun için şimdi 550 üzerinden 330 milletvekilinin (Değişiklik Teklifi göre 600 üzerinden 360 milletvekilinin) kabul oyu gerekecektir. Açıkçası önerilen sistemde, TBMM’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerini yenilemesi, Anayasa değişikliği yapması kadar zor bir şeydir. Bu nedenle TBMM’nin seçimlerin yenilenmesine karar verme ihtimali fevkalade düşüktür. Buna karşılık, Cumhurbaşkanı, beğenmediği TBMM çoğunluğunu değiştirmek için, herhangi bir koşula tâbi olmaksızın[4], istediği her zaman TBMM’nin ve kendisinin seçimlerini yenileyebilir.

Görüldüğü gibi seçimleri yenileme yetkisi bakımından TBMM’nin ve Cumhurbaşkanının sahip olduğu silahlar sanıldığı gibi eşit değildir. Anayasa Değişikliği Teklifi kabul edilirse, Türkiye’de yasama ve yürütme organları arasında ayrılığın ortadan kalkacağı ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin Cumhurbaşkanının kontrolü altına gireceği tahmin edilebilir. Bir kuvvetler ayrılığı sistemi olan başkanlık sistemini kurmak için yola çıkanların, yasama ve yürütme kuvvetlerinin Cumhurbaşkanında birleşmesi esasına dayalı bir kuvvetler birliği hükûmet sistemine ulaşmış olmaları şaşırtıcıdır. Kurulması teklif edilen sisteme, ister “Amerikan tipi”, “ister Türk tipi” olsun, asla ve kat’a “başkanlık sistemi” ismi verilemez; zira başkanlık sistemi sert bir kuvvetler ayrılığı sistemidir. Teklif edilen sistem ise özünde “kuvvetlerin Cumhurbaşkanında birleşmesi esasına dayalı bir kuvvetler birliği hükûmet sistemi”nden başka bir şey değildir.

  1. Yargı da Cumhurbaşkanına Bağımlı Hâle Getirilmektedir 

Anayasa hukuku teorisinde, kuvvetler ayrılığına veya birliğine göre hükûmet sistemleri, yasama ve yürütme organları arasındaki ilişkilere göre tasnif edilir.
Yargı organı işe karıştırılmaz. Çünkü onun her hâlükârda bağımsız olduğu varsayılır. Ne var ki, 10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifi, yasama organının Cumhurbaşkanı karşısında bağımsızlığını ortadan kaldırdığı gibi, yargı organının da Cumhurbaşkanı karşısında bağımsızlığını ortadan kaldırmaktadır. Diğer bir ifadeyle, Değişiklik Teklifi, sadece yasama organını değil, aynı zamanda yargı organını da Cumhurbaşkanının kontrolü altına sokmaktadır.

Değişiklik Teklifine göre (m.17), “Hakimler ve Savcılar Kurulu” 12 üyeden oluşmaktadır. Kurulun Başkanı Adalet Bakanıdır. Teklif edilen sistemde, Adalet Bakanı ve Kurulun beş üyesi doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Geriye kalan altı üye ise TBMM tarafından seçilmektedir.
Bu düzenlemenin, anılan Kurulun bağımsızlığını sağlayabileceği çok şüphelidir.
Bu eleştiriye karşı, benzer düzenlemelerin başka demokratik ülkelerde de bulunduğu cevabı verilebilir. Doğrudur; oranlar farklı olmakla birlikte, yasama organlarına ve devlet başkanlarına hâkimler yüksek kurullarına üye seçme yetkisi veren yabancı ülke anayasaları vardır. Ancak bunun böyle olması, Anayasa Değişikliği Teklifindeki düzenlemenin Türkiye’de yargı bağımsızlığını sağlamaya yeterli bir düzenleme olduğu anlamına gelmez[5].

Değişiklik Teklifine göre (m.17), TBMM’ye Hâkimler ve Savcılar Kuruluna altı üye seçme yetkisi tanınması ve özellikle de üye seçiminde birinci turda üçte iki, ikinci turda beşte üç çoğunluk aranması, bu turda da çoğunluk sağlanamazsa en çok oy alan iki aday arasından ad çekme usûlüyle seçim yapılması, bağımsızlık açısından önemlidir. Ancak yeterli değildir. Çünkü bir kere, bu Kurulun üyelerinin zaten yarısı Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. İkinci olarak, yukarıda açıklandığı gibi, teklif edilen sistem, zaten TBMM ile Cumhurbaşkanı arasında birlik sağlanması üzerine kuruludur. TBMM ile Cumhurbaşkanı arasında birliğin sağlanması amacı gerçekleşirse, “Hakimler ve Savcılar Kurulu”nun üyelerinin yarısını seçme yetkisinin TBMM’ye verilmesinin pek bir anlamı kalmaz.

Yukarıda açıklandığı gibi, öngörülen sistemde, yasama organı nasıl Cumhurbaşkanının kontrolü altına girecekse, aynı sebepten dolayı, yargı organı da Cumhurbaşkanının kontrolü altına girecektir. Zira Hakimler ve Savcılar Kurulunun altı üyesi zaten doğrudan doğruya Cumhurbaşkanı tarafından atanacaktır; geri kalan altı üyesi de Cumhurbaşkanının kontrolü altındaki TBMM tarafından seçilecektir.
* * *
Ayrıca belirtmek isterim ki, Anayasa Değişikliği Teklifiyle getirilmek istenen sistemde, gerek Cumhurbaşkanı ile yasama arasındaki ilişkilerde, gerek Cumhurbaşkanı ile yargı arasındaki ilişkilerde, gerekse Cumhurbaşkanı ile idare arasındaki ilişkilerde denge ve denetleme mekanizmaları yoktur. Seçimleri yenileme, Cumhurbaşkanı yardımcılarını ve bakanları atama, üst düzey kamu yöneticilerini atama, Hâkimler ve Savcılar Kuruluna üye atama gibi Cumhurbaşkanına verilen yetkiler şartsız ve sınırsız bir şekilde, herhangi bir denetime tâbi olmaksızın verilmektedir. Bu şekilde bir yetki verme örneği çağdaş demokrasilerde yoktur. Sık sık örnek olarak zikredilen Amerika Birleşik Devletlerinde dahi Başkanın yüksek kamu görevlilerini ve yüksek hakimleri atama yetkisi Senatonun onayına tâbidir.
Görüldüğü gibi 10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifi, kuvvetler ayrılığı teorisinden uzaklaşmakta ve bir kuvvetler birliği sistemi kurmaya çalışmaktadır. Teklif edilen sistemde sadece yasama organı değil, yargı organı da Cumhurbaşkanının kontrolü altına sokulmaktadır.

  1. Kuvvetler Ayrılığı Yoksa Hürriyet de Yoktur 

Bundan 268 sene önce Montesquieu’nün söylediği gibi, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin tek elde toplandığı bir sistemde hiçbir şekilde hürriyet olmaz. Bu konuda Montesquieu’nün yazdıklarını özetlemeden olduğu gibi verelim. 1748’de yayınlanan “Kanunların Ruhu (De l’esprit des lois)” isimli eserinde Montesquieu şöyle diyor:

  • “Eğer aynı idarenin kişilik veya yapısında, yasama erki yürütme erkiyle birleşmişse, hiçbir şekilde hürriyet yoktur. Çünkü aynı monarkın veya aynı senatonun, zalimce yürütmek için zalimce kanunlar yapmasından korkulur. Yargı erki de, yasama ve yürütme erklerinden ayrılmış değilse gene hürriyet yoktur. Eğer bu erk, yasama erkiyle birleşirse, vatandaşların hayat ve hürriyetleri üzerindeki idare, keyfe kalmış bir idare olur. Çünkü yargıç kanun koyucunun durumuna düşer. Şayet yargı erki, yürütme erkiyle birleşirse, yargıç korkunç bir zalim kesilir.”

Bu üç erki de aynı kişi veya… kurullar kullanırsa her şey mahvolur. ….

Avrupa’nın çoğu krallıklarında hükûmet hafifletilmiştir. … Bu üç erkin padişahın kişiliğinde birleştiği Türk ülkesinde ise korkunç bir istibdat hüküm sürer[6]. …

Bu cumhuriyetlerde bir vatandaş ne durumda bulunur, artık siz düşünün. Aynı idareciler kitlesi, kanunu yürütme yolunda, zaten yine kanun koyucu sıfatıyla kendi kendine verdiği tam bir yetkiye sahiptir; genel emirleriyle devleti silip süpürebilir; ve yargı erki de kendisinde bulunduğu için, özel emirleriyle de herhangi bir vatandaşı mahvedebilir. Orada bütün iktidar, bir bütün halini almıştır; zalim bir hükümdarın varlığını belli eden bir dış emare olmasa dahi, bu olay her an hissedilir.

Müstebit olmak isteyen hükümdarlar da, bütün idare otoritesini kendi kişiliklerinde birleştirmekle işe başlarlar”[7]. Korkulan odur ki, Montesquieu’nün 1748’de “Türk ülkesi” için yazdığı şeyler, 2016’da Türkiye Cumhuriyetinde gerçekleşmek üzeredir.

Önemle belirtmek isterim ki, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin elinde toplandığı kişinin kim olduğunun bir önemi yoktur. Bu kişi, bir “bilge kral” veya halk tarafından yüksek bir oy oranıyla seçilmiş bir başkan olsa bile değişen bir şey olmaz. Halk tarafından seçilmiş olması bu kişinin yetkilerini kötüye kullanmayacağı anlamına gelmez. Her kuvvetin doğasında kötüye kullanılma eğilimi vardır. Bundan 129 sene önce Lord Acton’un söylediği gibi “iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır[8]. İktidar iktidarla sınırlanır. İktidardakilerin insafıyla değil!

Kuvvetlerin aynı elde toplandığı bir sistemde kimse güvende değildir. Böyle bir sistemde medenî yaşam tehdit altındadır.

  1. Kuvvetler Ayrılığı Yoksa Anayasa da Yoktur 

Kuvvetler ayrılığı teorisi, anayasacılığın en temel ve en eski teorisidir. Kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde “anayasa” da olmaz. Kuvvetler ayrılığının olmadığı bir devlet, “anayasal devlet” değildir. Bu husus, en güzel, en çarpıcı bir şekilde 16 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi‘nin 16’ncı maddesinde şu şekilde ifade edilmiştir:

  • “Hakların güvence altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumda anayasa da yoktur[9].

Bundan 227 yıl önce ilân edilmiş bu madde şunu söylüyor: Bir devlette bir anayasanın olduğunu söyleyebilmek için, o devlette, bir yandan vatandaşların hak ve hürriyetlerinin güvence altına alınması, diğer yandan da o devlette kuvvetler ayrılığının olmasıgerekir. Bu iki şart gerçekleşmedikçe, bir devlette “anayasa” isimli bir belgenin olması, o devlette gerçek anlamda bir anayasanın bulunduğunu göstermez.

Türkiye’de son yıllarda, vatandaşların hak ve hürriyetlerinin güvence altında olup olmadığı çok tartışmalıdır. Kuvvetler ayrılığı ise, uygulamada varlığı ve etkililiği tartışmalı olsa bile, hiç olmazsa Anayasamıza göre şeklen vardı. 10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifiyle artık kuvvetler ayrılığı, sadece fiilen değil, resmen de kaldırılmaktadır. Söz konusu Anayasa Değişikliği Teklifinin gerçek anlamı budur: Fiilen kalkmış olan kuvvetler ayrılığını resmen de kaldırmak!

Sonuç 

10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifi, kabul edilirse, Türkiye’de sadece hükûmet sisteminde bir değişiklik olmayacak; kuvvetler ayrılığı ilkesi de ortadan kalkacaktır. Bu ilkenin ortadan kalkmasıyla, bir yandan Montesquieu’nün söylediği gibi Türkiye’de “hürriyet” de ortadan kalkacaktır. Diğer yandan da, bu ilkenin ortadan kalkmasıyla, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin beyan ettiği gibi, “anayasa” da ortadan kalkacaktır. Zira yukarıda açıklandığı gibi kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde hürriyet de, anayasa da olmaz.

Anayasa Değişikliği Teklifi kabul edilirse, şüphesiz içinde pek çok temel hak ve hürriyetin sayıldığı ve başlığı “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası” olan “2709 sayılı Kanun” Türkiye’de yürürlükte kalmaya devam edecektir. Ancak bu “Kanun”, gerçek anlamda bir “anayasa” değil; iktidarı sınırlandırmayan, vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini devlet karşısında korumayan bir kağıt parçasından başka bir şey olmayacaktır. Böyle bir kağıt parçasına, anayasa hukuku literatüründe “görünüşte anayasa (façade constitution)” veya “sahte anayasa (fake constitution)” ve hatta “tuzak anayasa  (trap-constitution)” denmektedir[10].
* * *
Anayasa hukuku biliminde, kuvvetler ayrılığı teorisi ve kuvvetler ayrılığına göre hükûmet sistemleri konusu, değişik şeylerin denenebileceği tartışmaya açık bir konu değildir. Ortada 200 küsur yıldır en ince ayrıntılarına kadar işlenmiş bir teori vardır. Teorinin hipotezleri, 200 küsur yıldır, dünyanın çeşitli ülkelerindeki uygulamalarla doğrulanmıştır. Tarihte kuvvetler birliği sistemlerinin hürriyet, barış ve huzur getirdiği tek bir ülke olmamıştır. Kuvvetler birliği ile demokrasi birbirini inkâr eden iki şeydir.

10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifiyle, Cumhurbaşkanına ve TBMM’ye, kendi seçimlerini de yenilemek kaydıyla, diğerinin görevine son verme yetkisi veren özgün bir hükûmet sistemi “kurgulanmıştır”[11]. Böyle bir sistem demokratik dünyada denenmemiş bir sistemdir; dolayısıyla sonuçlarının ne olacağı belli değildir. Hükûmet sistemleri konusu, anayasa hukuku biliminin verilerinden uzaklaşılarak, özgün modeller “kurgulanarak”, deneysel sistemler tasarlanarak düzenlenebilecek bir konu değildir. Türk demokrasisi ise bir deney laboratuvarı hiç değildir.

Hükûmet sistemleri konusu, isteyenin üzerinde kumar oynayabileceği bir konu değildir. Bu alanda kumar, hürriyetin ve demokrasinin kaybıyla sonuçlanır. Hükûmet sistemleri konusunda kumar, Rus ruletinden başka bir şey değildir. Bu kumarda bile bile kuvvetler birliğine oynamak ise doğrudan doğruya intihar etmek anlamına gelir.

Durum böyleyken, “Türkiye’nin güçlü bir liderliğe ihtiyacı var” gibi söylemlerle, kuvvetler birliği sistemini savunanları ve hatta böyle bir sisteme övgü düzenleri gördükçe şaşırıyor ve dahası korkuyorum. Kuvvetler birliği sistemi, hangi türü olursa olsun, savunulacak ve hele hele övünülecek bir sistem değildir. Kuvvetlerin yasama organında birleştiği kuvvetler birliği sistemine “meclis hükûmeti sistemi” denir ki, bu anti-demokratik bir sistemdir. Kuvvetlerin yürütme organında birleştiği kuvvetler birliği sistemin ise tarihsel olarak eski ve yeni olmak üzere iki şekli vardır. Eski şekline “mutlak monarşi”, yani şekline ise “diktatörlük” denir. Tereddüdü olanlar, herhangi bir anayasa hukuku kitabında “kuvvetler birliği hükûmet sistemleri” konusuna bakabilirler. Türkiye’de kuvvetler birliğini savunmak, altında bir art niyet yoksa, bir bilgisizlikten başka bir şey değildir.
* * *
Yıllarca üniversitede anayasa hukuku dersi vermiş, anayasa hukuku alanında pek çok kitap ve makale yazmış, hayatını anayasa hukukuna adamış bir akademisyen olarak,
10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifini okumuş olmaktan dolayı derin bir üzüntü içindeyim. Artık “elveda kuvvetler ayrılığı”, “elveda hürriyet”, “elveda demokrasi”, “elveda anayasa” demekten başka söyleyecek bir söz bulamıyorum.
(http://www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa-v2.htm, 23 Aralık 2016, K.G.

KAYNAKÇA

10 Aralık 2016 Tarihli “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Bir Kanun Teklifi”, Dönemi ve Yasama Yılı: 26/2, Esas Numarası: 2/1504 (http://www2.tbmm.gov.tr/d26/2/2-1504.pdf) (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2016).
ACTON, Lord Acton, “Letter to Bishop Mandell Creighton, April 5, 1887”, in Historical Essays and Studies, (Ed.: J. N. Figgis ve R. V. Laurence, London, Macmillan, 1907 (http://history.hanover.edu/courses/excerpts/165acton.html) (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2016).
DÉCLARATION des Droits de l’Homme et du Citoyen, (https://www.legifrance.gouv.fr/Droit-francais/Constitution/Declaration-des-Droits-de-l-Homme-et-du-Citoyen-de-1789) (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2016).
GÖZLER (Kemal), Anayasa Değişikliği Gerekli mi? 1982 Anayasası İçin Bir Savunma, Bursa, Ekin Yayınevi, Temmuz 2001 (http://www.anayasa.gen.tr/adgm.htm) (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2016)
GÖZLER (Kemal), Anayasa Hukukunun Genel Esasları, Bursa, Ekin, 8. Baskı, 2016.
LANDAU (David), “Abusive Constitutionalism”, University of California Davis Law Review,Cilt 47, Sayı 1, 2013, s.189-260.
LIJPHART (Arend), Çağdaş Demokrasiler, (Çev.: Ergun Özbudun ve Ersin Onulduran), Ankara, Yetkin Yayınları, Tarihsiz (1997? [Orijinali 1984]), s.62-64.
MONTESQUIEU, De l’esprit des lois, 1748, Deuxième Partie, Livre XI, Chapitre VI. Türkçe Çevirisi: Montesquieu, “İngiltere’nin Esas Teşkilatı”, (Çev. Mükbil Özyörük), Siyasal Bilgiler Okulu Dergisi, Cilt II, 1947, Sayı 1-2, s.75-76.
SARTORI (Giovanni), “Constitutionalism: A Preliminary Discussion”, American Political Science Review, 1962, Cilt 56, s.853-862, 861.
ULUŞAHİN (Nur), Anayasal Bir Tercih Olarak Başkanlık Sistemi, Ankara, Yetkin Yayınları, 1999.
* http://www.anayasa.gen.tr/gozler.htm
[1]. Dönemi ve Yasama Yılı:  26/2, Esas Numarası: 2/1504 (http://www2.tbmm.gov.tr/d26/2/2-1504.pdf) (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2016).
[2]. Geçmişte, bu tecrübeye sahip olmadığım için, 21 Kasım 2001 tarih ve 4720 sayılı Anayasa Değişikliği Kanunu daha teklif safhasındayken, oturup, bu değişikliğin bütün maddelerini tek tek inceleyip eleştiren bir “kitap” yazmıştım: Kemal Gözler, Anayasa Değişikliği Gerekli mi? 1982 Anayasası İçin Bir Savunma, Bursa, Ekin Yayınevi, Temmuz 2001 (http://www.anayasa.gen.tr/adgm.htm). 10 Aralık 2016 Anayasa Değişikliği Teklifi hakkında ise bir “kitap” değil, bir “makale” dahi yazacak istek ve enerjim kalmadı.
[3]. Bu farklar için bkz.: Kemal Gözler, Anayasa Hukukunun Genel Esasları,Bursa, Ekin, 8. Baskı, 2016, s.231-233, 243-245; Nur Uluşahin, Anayasal Bir Tercih Olarak Başkanlık Sistemi, Ankara, Yetkin Yayınları, 1999, s.27-51; Arend Lijphart, Çağdaş Demokrasiler, (Çev.: Ergun Özbudun ve Ersin Onulduran), Ankara, Yetkin Yayınları, Tarihsiz (1997?, [Orijinali 1984]), s.62-64.
[4]. Anayasa Değişikliği Teklifinin önerdiği sistemde, mevcut 116’ncı maddenin aksine, Cumhurbaşkanının seçimleri yenilemesi için öngörülmüş bir şart yoktur.
[5]. Demokratik ülkelerde görülen bazı düzenlemeler, Türkiye’ye ithal edilirken, özünden koparılıp kötüye kullanılabiliyor. Bu açıdan David Landau tarafından ortaya atılan “istismarcı anayasacılık” veya “suistimalci anayasacılık (abusive constitutionalism)” kavramına dikkat çekmek isterim. David Landau’ya göre bazı ülkelerde demokratik rejimler, anayasa değişikliği yoluyla adım adım ortadan kaldırılıyor. İktidardaki güçlü başkanlar, ustaca ve kurnazca plânlanmış anayasa değişiklikleri yoluyla kendilerinin görevde kalmasını sağlayacak bir anayasal sistem kuruyorlar. Özellikle anayasa değişikliği yoluyla kendilerini denetleyecek organları etkisiz hâle getiriyorlar. Bu şekilde yeniden biçimlendirilen anayasanın tam anlamıyla otoriter olduğu söylenemez; çünkü seçimler yapılmaya devam edilir. Uzaktan bakıldığında anayasa hâlâ demokratikmiş gibi görünür. Ama yakından bakıldığında, anayasanın, gerçekte demokratik düzeni yok etmek için anayasa değişiklikleri yoluyla sinsice yeniden tasarlandığı görülür. Landau bu olguya “suistimalci anayasacılık (abusive constitutionalism)” ismini vermektedir. Bkz.: David Landau, “Abusive Constitutionalism”, University of California Davis Law Review, Cilt 47, Sayı 1, 2013, s.189-260, özellikle s.191. Kanımızca, Türkiye’de son Anayasa Değişikliği Teklifi, suistimalci anayasacılığın güzel bir örneğidir.
[6]. Orijinali: “Chez les Turcs, où ces trois pouvoirs sont réunis sur la tête du sultan, il règne un affreux despotisme”.
[7]. Montesquieu, De l’esprit des lois, 1748, Deuxième Partie, Livre XI, Chapitre VI. Yukarıdaki alıntı Mükbil Özyörük’ün Türkçe çevirisinden yapılmıştır. Bkz.: Montesquieu, “İngiltere’nin Esas Teşkilatı”, Çev. Mükbil Özyörük, Siyasal Bilgiler Okulu Dergisi, Cilt II, 1947, Sayı 1-2, s.75-76.
[8]. “Power tends to corrupt, and absolute power corrupts absolutely” (Lord Acton, “Letter to Bishop Mandell Creighton, April 5, 1887”, in Historical Essays and Studies, (Ed.: J. N. Figgis ve R. V. Laurence, London, Macmillan, 1907 (http://history.hanover.edu/courses/excerpts/165acton.html) (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2016).
[9]. “Toute société dans laquelle la garantie des droits n’est pas assurée, ni la séparation des pouvoirs déterminée, n’a point de constitution” (https://www.legifrance.gouv.fr/Droit-francais/Constitution/ Declaration-des-Droits-de-l-Homme-et-du-Citoyen-de-1789) (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2016).   “…n’a point de constitution”, kelimesi kelimesine “… hiç anayasaya sahip değildir” demektir. Biz “… anayasa da yoktur” şeklinde çevirmeyi uygun gördük.
[10].   Giovanni Sartori, “Constitutionalism: A Preliminary Discussion”, American Political Science Review, 1962, Cilt 56, s.853-862, 861.
[11].  Burada “kurgulanmıştır” kelimesini hassaten kullanıyoruz. Zira 10 Aralık 2016 tarihli Anayasa Değişikliği Teklifinin “Genel Gerekçe”sinin son paragrafında “hükûmet sistemi kurgulanması”ndan bahsedilmektedir. Dönemi ve Yasama Yılı:  26/2, Esas Numarası: 2/1504 (http://www2.tbmm.gov.tr/d26/2/2-1504.pdf) (Erişim 21.12.2016).
Aynı metni pdf formatında okumak için: http://www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa-v2.pdf
Makalenin 22 Aralık 2016 tarihinde yayınlanan ilk versiyonunu okumak için:  http://www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa-v1.htm
(c) 23.12.2016. Kemal Gözler.
Not: Bu makale, önümüzdeki günlerde bir kağıt dergiye yayınlanması için göndermeyi düşündüğüm bir makalenin hazırlık versiyonudur. Hâliyle yazar, kağıt dergide yayınlanıncaya kadar, bu makalede değişiklik, düzeltme ve geliştirme yapma hakkını saklı tutar.
___________________
Bu makaleye bir kağıt dergide yayınlanıncaya kadar şu şekilde atıf yapılabilir:
Kemal Gözler, “Elveda Kuvvetler Ayrılığı, Elveda Anayasa: 10 Aralık 2016 Tarihli Anayasa Değişikliği Teklifi Hakkında Bir Eleştiri”, www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa.htm (Konuluş Tarihi: 23 Aralık 2016)
_________________
Makale 16 Ocak 2016 tarihi itibarıyla Ankara Barosu Dergisinde yayınlanmıştır. Makaleyi Ankara Barosu Dergisindeki sayfa düzeniyle PDF versiyonunda okumak için izleyen linki tıklayınız: http://www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa-abd.pdf
Bundan sonra makaleden alıntı yapmak isteyen yazarların Ankara Barosu Dergisinde yayınlanmış halinden alıntı yapmaları ve kaynağını aşağıdaki şekilde göstermeleri rica olunur.
Kemal Gözler, “Elveda Kuvvetler Ayrılığı, Elveda Anayasa: 10 Aralık 2016 Tarihli Anayasa Değişikliği Teklifi Hakkında Bir Eleştiri”, Ankara Barosu Dergisi, 2016/4, s.25-36.
___________________
Aynı makalenin 22 Aralık 2016 tarihli ilk versiyonunu izleyen linkten okuyabilirsiniz: http://www.anayasa.gen.tr/elveda-anayasa-v1.htm
__________________
Ana Sayfa: http://www.anayasa.gen.tr Editör: Kemal Gözler    E-mail: kgozler[at]hotmail.com
Konuluş Tarihi: 23 Aralık 2016    Son Değişiklik/Düzeltme: 5 Ocak 2017

Eğitim Sen: Akademisyen Mehmet Fatih Traş İntihar Etti

Eğitim Sen: Akademisyen Mehmet Fatih Traş İntihar Etti!

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
Eğitim Sen Adana Şubesi, geçen sene Çukurova Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Ekonometri Bölümü’nde işten çıkarılan akademisyen Mehmet Fatih Traş’ın intihar ettiğini duyurdu.

Açıklamada, “Çukurova Üniversitesinde Barış imzacısı üyemiz Arş. Gör. Mehmet Fatih Tıraş, barış imzacısı olduğu için görev süresi uzatılmadığı ve birçok üniversite tarafından kabul edilmediğiden geçirdiği psikolojik travma nedeniyle yaşamına son verdi” dendi.

“Dışardan ders vermesi bile engellendi”

Eğitim Sen Genel Merkezi de yaptığı açıklamada şöyle dedi:

“23 Haziran 2016 tarihinde doktorasını başarıyla bitiren üyemiz, doktor unvanını alır almaz imzacı olması nedeniyle işten atılmıştır. Üstelik bölümde akademisyen ihtiyacı bulunmasına rağmen kendisine kadro verilmemiş ve işine son verilmiştir. Üyemiz Mehmet Fatih Traş’ın
işten atılmasının ardından, bölümdeki hocaları kendisine sahip çıkarak dijital ekonomi ve
tarım ekonomisi gibi dersleri vermesi sağlanmıştır.

“Ancak üyemizin ‘Bu Suça Ortak Olmayacağız’ bildirisine imza atmış olmasını, barış talep etmesini ‘suç’ olarak görenler, Fakülte Yönetim Kurulu’na ve Üniversite Senatosu’na baskı yaparak bu dersleri vermesini de engellemiş, üyemizin üniversiteyle tüm bağlarını kesmişlerdir. Öğretim üyesi olarak çalışabilmek için farklı üniversitelere başvurular yapan üyemiz,
imzacı olması nedeniyle makbul görülmeyerek iş başvuruları reddedilmiştir.

“İşsizliğe mahkum edildi”

“Özetle doktorasını başarıyla bitirmiş gencecik bir bilim insanı, 50/d ile istihdam edilmesi nedeniyle bu başarısının karşılığını işten atılmakla almış, barış talep ettiği için de
işsizliğe mahkum edilmiş ve içimizi yakan bu acı sona sürüklenmesi sağlanmıştır.

  • “Mehmet Fatih Traş’ın aramızdan ayrılmasının sorumluları, Cumhurbaşkanı’ndan hükümete, YÖK’ten üniversite yönetimlerine kadar her fırsatta barış imzacılarına karşı
    kin ve nefret söylemiyle yaklaşanlardır. Ayrıca, üyemizin dışarıdan ders görevlendirmesiyle bölümünde
    iki ders vermesini dahi kabul etmeyen, insanlıktan nasibini almamış kişiler de
    bu üzücü olayın diğer sorumlularıdır!”

Traş, 2010-2016  arasında Çukurova Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi Ekonometri Bölümü’nde araştırma görevlisiydi. Traş’ın cenazesi bugün saat 16:00’da Adana Kabasakal mezarlığına defnedilecek.

312 imzacı ihraç edildi

Barış İçin Akademisyenler’in öncülüğünde Türkiye devletine şiddete son verme ve müzakere koşullarını hazırlama çağrısı yapan bildiriye Türkiye’den 89 üniversiteden 1128 akademisyen ve araştırmacının imzasıyla yayınlandı.

  • “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı bildiri 11 Ocak 2016’da açıklandı. 

Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması Hakkında ilan edilen Kanun Hükmünde Kararname’ler (KHK) ile Barış İçin Akademisyenler’in “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi imzacısı 312 kişi ihraç edildi.

7 Şubat 2017 tarihli 686 sayılı KHK ile imzacı 184 akademisyen kamu görevinden çıkarıldı.

Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Tedbirler Alınması Hakkında ilan edilen Kanun Hükmünde Kararname’lerin (KHK) beşi ile 112 üniversiteden toplam 4811 akademisyen ihraç edildi.
Bu akademisyenlerden 16’sı başka bir KHK ile göreve iade edildi. (26.2.17, http://bianet.org/bianet/toplum/183975-egitim-sen-akademisyen-mehmet-fatih-tras-intihar-etti)
===================================
Dostlar,

Daha önce de bu sitede yazmıştık (20.01.1016) :
Akademisyenlerden soruşturmalara tepki..

Barış İçin Akademisyenler’in öncülüğünde 11 Ocak 2016’da imzalanan Bildiriye içerik olarak katılmadığımızı ancak düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında görülmesinin uygun olacağını belirtmiştik. Bu gün de aynı görüşteyiz. Bildiri içeriğini “suç” olarak kabul etmenin zorlama ve hukuku eğip – bükme olduğunu düşünüyoruz. Açıklamayı cezalandırmanın iç barışımız açısında sakıncalı olduğunu artık görüyor ve yaşıyoruz. Olağan olan, karşı görüşlerle demokratik tartışmayı uygar hoşgörü içinde sürdürmektir. Birilerine “en aykırı” gelen görüş ve düşüncelerin bile demokratik ortamda ifade edilmesine tahammül etmek gerekir. Demokrasinin erdemi de buradadır.

12 Eylül döneminde de Barış Davası nedeniyle çok sayıda aydınımızın birkaç yıl hapiste tutulduğunu acı duyarak anımsıyoruz.

  • OHAL dönemi ve KHK’lar birer giyotine dönüştürülmüştür.
    Bu kabul edilemez uygulamaya derhal son verilmeli ve hukuk devletinin tüm gereklerine özenle uyulmalıdır. Bunda başta AKP- RTE olmak üzere herkes için “hayır” vardır.
  • Cezaların “giderimi (telafisi) olanaksız”, “dönüşümsüz”, “orantısız”, “insan onuruyla bağdaşmaz” ve insanları çaresizlikten tüketen niteliklerde olmaması gereklidir.
    Kişisel olası ve mutlaka, bağımsız yargının kesinleşmiş hükmüne dayanması gerekir cezalarım. Suçu hükmen kesin olarak kanıtlanıncaya dek herkesin masum olduğu da (masumiyet karinesi)!
  • Türkiye, bu “SİVİL ÖLÜM” e ya da “post-modern idam” cezasına
    derhal son vermelidir.

Sevgi ve saygı ile. 26 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com