Etiket arşivi: sessiz çığlık eylemleri

E. Ora. Nusret Güner’in Kovit-19 Deneyimi ve Önerileri

Dostlar,

Sitemiz okuyucularından Saygın E. Oramiral Nusret Güner beyefendi, aşağıdaki iletiyi yolladı sitemizde paylaşalım diye..
***
Kumpas davaları sürerken, yurtseverler Silivri zindanlarında tutsak alınmışken, Ankara’da Sakarya çarşısının küçük meydanında SESSİZ ÇIĞLIK eylemleri yapıyorduk her Cumartesi. Bunlardan birinde E. Oramiral Nusret Güner de vardı. Donanma Komutanlığı görevinden onuru ile istifa etmişti, hak ettiği Deniz Kuvvetleri Komutanlığına atanmadığı için. Orduevinde kalma hakkı elinden alınmıştı. Kısaca bunları da anlattı dimdik durarak. Biz de

  • Dert etmeyin Amiralim, haydi bize gidelim..”

demiştik içimizden taşarak, 80 m2’lik evimizi paylaşmak üzere.
Çok duygulanmıştık.. Dostluğumuz gelişti, iletişimimiz sürüyor..
***
Güner Amiral’in kamuoyu ile paylaşmakta yarar gördüğü iletisi aşağıda..
==============================

Ahmet Hocam,

Türkçe konusunda mükemmelsiniz. Bunu görmüş olmaları çok yerinde. Ben de naçizane tebriklerimi sunuyorum. (AS: Dil Derneği’nin bize verdiği Onur Ödülü üzerine..)
***
Covid-Aşı tecrübem ile ilgili bir yazı hazırladım, bunu önce Twitter’da “Emekli bir Askerden Andıç” başlığı ile yayınlamayı düşündüm, sonra vazgeçtim. Taslak Andıç’ım aşağıdadır:

1. KONU:
Covid-Aşı Değerlendirmesi.

2. İNCELEME:

a. Ben ve eşim 2 Sinovac, 2 Biontech; kızım 2 Biontech aşısı olmuştuk. Yalnızca benim Covid+ olmama karşın, hastalığım öncesinde 7/24 birlikte, en çok 10 metre içindeydik.
b. Önce kızım, 2 gün sonra eşim, boğaz yanması / kuruluğu, nezle ve öksürük bulguları gösterdi.
c. 2 gün sonra bende, öksürük dışında aynı bulgular ve geniz tıkanıklığı ile 38 derece ateş oluştu.
d. Eşim ve kızımın 2’şer kez yapılan PCR testi negatif çıkarken, benim 1 kez yapılan PCR testim pozitif çıktı.
e. Hastane tarafından verilen ilaçları kullandım.
f. Evde karantinadaki tedavimin ilk 5 günü boyunca, bulgularım özet olarak; geniz tıkanıklığı, nezle, 3 gün hafif 2 gün yoğun öksürük ile ilk gün oluşan 6 saat süren 38 derece ateş oldu. Evde karantinanın son 9 günü hiçbir sorunum olmadı, ancak koku alma duyusu kaybım ise 14 gündür devam ediyor.

3. SONUÇ VE ÖNERİLER:

a. Sonuçlar:
(1) Eşim ve kızımın aşıları görevlerini başarıyla yaptı ve yüksek düzeyde oluşan antikorlar Covid virüsünün sağlık duvarlarından içeri girmesini engellediler.
(2) Benim aşılarım ise; yaşım ve yorgun/ yıpranmış bedenimin sahip olduğu kalp ve göğüs hastalıkları nedeniyle Covid virüsünün sağlık duvarımdan içeriye girmesini engelleyemediler, ancak vücuduma girdiklerinde yeterli düzeyde oluşmuş antikorlarca oldukça zayıflatıldıkları için salt sınırlı ölçüde etkili olabildiler.
(3) Bu değerlendirme, amatörce yapılmış ve yalnızca Güner Ailesinin Aşı-Covid ilişkisi gözlemine dayandırılmıştır. Profesyonel değerlendirmeye ve çok / yeterli sayıda veriye gerek vardır.

b. Öneriler              :
a. Çevrelerinin dikkatini çekecek ölçüde kendilerini korumaya çalışan Güner Ailesine Covid virüsünün nasıl bulaştığının incelenmesini (AS: Filyasyon raporu isteniyor!)
b. Görevlerini başarıyla yerine getirdikleri değerlendirilen aşılamanın sürdürülmesini
c. Covid deneyimine sahip kişilerden elde edilecek verilerin, sağlıklı istatistiksel bilgi sayısına ulaştırılarak yapılacak bilimsel çalışma sonuçlarının dikkate alınmasını öneririm.
=============================

Güner ailesi
ne en iyi dileklerimiz sunar, kamuoyu ve ilgili – yetkililerle bu iletiyi paylaşırız..

E. Ora. Güner, teknik deyimle “filyasyon” yapılmasını ve “filyasyon raporunu” görmek istiyor son derece yerinde olarak.
Oysa Sağlık Bakanlığı, salgınla savaşta masanın 4 ayağını da kırmış durumda :

1. Sürveyans
2. Karantina
3. İzolasyon
4. Filyasyon

Bakan Koca her gün aynı anlama gelen sözlerini salt sözcükleri değiştirerek yinelemekte.
Umudunu apaçık, kağnı hızıyla ilerleyen / ilerlemesi umulan, hiçbir zorlayıcı yasal önlem – yaptırım uygulanmayan aşılama ve doğal bağışıklığa bağlamış durumda. Fatura olağanüstü ağır olsa da…

Bu vebal, altından kalkılamayacak ölçüde ağırdır. Her gün, açıklanan 200 – 300 arasında Kovit-19 ölümü gerçekte 3-3,5 katı olup, masum insanlar, ölümleri büyük ölçüde önlenebilecek iken, bu akıl – vicdan – insaf – hukuk – bilim… dışı politik seçim ile kurban verilmektedir.

Gün olur, bu vahşi kıyımın yargıda hesabı mutlaka sorulur; er ya da geç..

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

.

 

Türker Ertürk: SAVUNMAMDIR

portresi_adiyla

 

 

Türker Ertürk: SAVUNMAMDIR

2010 yılında Tuğamiral rütbesindeyken istifa ederek mesleğimden ayrıldım.
Ayrılmamın nedeni, bugün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından da sıkça söylenen
ama zamanında “savcısıyım ve arkasındayım” dediği kumpas operasyonlarıydı.

Kumpas, en başta Deniz Kuvvetlerini ve onun subay kaynağını oluşturan Deniz Harp Okulu’nu hedef alan, esas itibarıyla Türk Silahlı Kuvvetlerini itibarsızlaştırmaya, bir bölümünü içeri atarak ve tasfiye ederek geri kalanını sindirmek maksadıyla yapılan operasyonlar manzumesiydi (AS: demetiydi, bütünüydü).

İşte bu operasyonlar sırasında 2008-2010 arasında Deniz Harp Okulu Komutanı olarak kumpasın merkezinde görev yaptım.

İstifa ettiğim 2010’dan beri gazetecilik yapmaktayım. Aydınlık Gazetesi ile İngiltere, Fransa, Amerika, İsveç, Danimarka, Almanya ve Türkiye’de yayın yapan 20’yi aşkın gazete ve
internet sitesinde yazılarım yayınlanmaktadır. Bu süre içinde çok sayıda yerli ve yabancı
çeşitli TV ve radyo programlarına katıldım.

Ayrıca yine bu süre içinde 55 bin kilometre yol yaparak Türkiye’de ve Türklerin yoğun yaşadığı yabancı ülkelerde, siyaset, güvenlik, denizcilik, strateji, jeopolitik, “sözde Ermeni soykırımı”, Atatürk ve Türk Devrimleri konularında 270 konferans ve panele konuşmacı olarak katıldım. 271’inci konferansımı 5 Mayıs 2015 Salı günü İzmit’te Türk Ocağı’nda “Türkiye Nereye Gidiyor?” konusunda vereceğim.

Gazeteciliğimin yanında aktif olarak 2010’dan beri siyasetle uğraşmaktayım.
31.05.2014’te Tekirdağ’da konuşma yaptığım esnada CHP üyesiydim.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, sıradan bir yurttaş ve seçmen olmanın yanında
aktif bir gazeteci ve siyasetçiyim.

Kumpas ile yaratılan ihanete, haksızlığa, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı yapılan düşmanlığa, gayri hukuki (AS: hukuk dışı) bir biçimde zindanlara atılan askerlere sahip çıkmak ve toplumsal farkındalık sağlayabilmek için her hafta cumartesi günleri saat 13 00’de
ülke genelinde yapılan “Sessiz Çığlık” eylemlerinin yıldönümünde konuşma yapmak için
davet üzerine Tekirdağ’a gelmiştim.

Konuşmam sırasında o tarihte Başbakan olan Erdoğan’a hakaret etmedim. Konuşmamda
hakaret kastım asla olmamıştır. Yalnızca ülkenin mevcut durumu hakkında siyasal bir değerlendirmede bulundum.

Başbakan’a, Cumhurbaşkanı’na hakaret etmedim. Her şeyden önce eğitimim, öğretimim ve devlet terbiyem buna müsait değil. 14 yaşından beri devlet terbiyesi ile büyüdüm.
Bir sınıf büyüğüme “Efendim” derim. Devlet hiyerarşisinde onu geçsem ve üstünde olsam bile! Bir devlet büyüğünü idari ve yönetimsel tasarrufları nedeniyle en acımasız biçimde eleştiririm ama hakaret asla etmem. Nerede nasıl davranılması ve konuşulması gerektiğini iyi bilirim. Deneyimim ve sicilim bunun kanıtıdır. Ülkemi, hem yurt dışında hem yurt içinde her düzeyde temsil ettim.

31.05.2014’te Tekirdağ’da “Sessiz Çığlık” eyleminde yaptığım konuşmada bir siyasetçi olarak
o zaman Başbakan olan Tayyip Erdoğan’ı eleştirdim ve “Faşist ve Diktatör” olarak niteledim.

O gün Gezi Olaylarının da yıldönümüydü. İstanbul’dan Tekirdağ’a giderken gördüğüm manzara tam anlamıyla antidemokratikti ve polis devleti görüntüsü içindeydi. Her noktada polisler ve ellerinde uzun namlulu silahlar vardı. Vapur, metro ve tramvay seferleri iptal edilmiş, kentte adeta sıkıyönetim ilan edilmiş gibiydi. Her taraf polis kaynıyordu! Bu görünüm
demokratik ülkelerde rastlanabilecek bir manzara değildi!

Bu durumdaki güzergahlardan geçerek Tekirdağ’a geldim ve konuşmamı yaptım.
Erdoğan herhangi birisi değildi, o siyasetçiydi! Eleştirilere açık ve dayanıklı olmalıydı. Konuşmam sırasında kullandığım “Faşist ve Diktatör” ifadeleri bir siyasetçi ve gazeteci olarak yaptığım değerlendirmelerimdi.

Sözlükler, Faşist kelimesini “Salt kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanan ve öbür insanların düşüncesine saygı göstermeyen hatta insanları da kendi gibi düşünmeye zorlayana denir.” olarak açıklamaktadır. Ben bu bağlamda Başbakan Erdoğan’ın
idari tasarruflarını eleştirdim ve niteledim.

Erdoğan yaptığı konuşmalarda sık sık yargıyı faaliyetleri için sorun olarak görüyor “yargı bize engel olmazsa” daha iyi hizmet yapacağını söylüyor. Ayrıca Demokrasinin olmaz ise olmazı olan Güçler Ayrımını kıyasıya eleştiriyor. Hangi demokratik ülkenin bir siyasisi veya üst düzey yöneticisi yargıyı icraatlarına (AS: icraat zaten icra’nın çoğulu..) engel olarak görebilir ve Güçler Ayrımına itiraz edebilir?

Erdoğan, Başkan olmak ve tüm yetkileri kendinde toplamak istiyor.
Ama dünyadaki örnekleri gibi değil, bize özgü olsun istiyor. Demokratik ülkelerde, örneğin ABD’de Başkanlık sisteminin kontrol ve denetleme mekanizmaları vardır. Bunların
en önemlisi keskin Güçler Ayrımı, çift meclis ve yüksek yargıdır. Fakat Erdoğan bunlar olmadan Başkanlık sistemi istiyor. Bunun adı dünyanın her tarafında siz kabul etseniz de etmeseniz de Diktatörlüktür. Ben bu görüşleri ve eylemleri nedeniyle “Diktatör” dedim. Hakaret kastım asla olmamıştır.

Dünyanın saygın dergilerinden, The Economist, demokrasi endeksinde belli kriterler
(AS: ölçütler) üzerinden yapılan değerlendirmede “Türkiye’nin hızla otoriter rejime doğru
yol aldığı” sonucuna ulaşmış ve Türkiye’yi endekste Kenya ve Uganda’dan sonra 98’inci sıraya yerleştirmiş. Dergi yazısında “Erdoğan’ın 2014’te Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi,
Türkiye’nin demokratik kurumları için yeni bir tehdit ortaya koydu.” diyor.
The Economist’i suçlayabilir ve beğenmeyebilirsiniz ama bu örnekler çok!

2013’te ABD’de Georgetown Üniversitesi’nde konferans veren Emine Erdoğan’a “Diktatörlüğün Psikolojisi” adlı kitap hediye edildi. Bunun bir anlamı var!
Türkiye’deki otoriterliğe ve diktatörlüğe doğru gidişe bir uyarı niteliğinde.
Kitabın yazarı İranlı Profesör Fathali Moghaddam ile yapılan mülakat bunu doğruluyor.
Erdoğan “taraf olmayan bertaraf olur” diyor, “Demokrasi bizi istediğimiz istasyona getirecek bir trendir.” diyor. Bu söylemlerin demokratik geleneklere uygun olmadığını düşünüyorum.

Başbakan Erdoğan 25 Haziran 2013’te AKP Grup toplantısında;

– “Parti Genel Merkezindeki Milli Şef’in fotoğrafına, Dersim katliamının mimarı
Milli Şeflerine baksınlar. İşte orada faşist diktatörü görürler.” diyor.

Sanırım burada Erdoğan İstiklal Savaşı kahramanı, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı ve
2. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü
’ye hakaret etmek istemiyor, siyasi eleştiri yapıyor.

23 Kasım 2013 Antalya-Demre konuşmasında MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli Erdoğan’a “Diktatör” diyor ve “Yasaklar her tarafı sardı. Yasaklarla, demokrasiyle gelen şahsiyet,
diktatör olma yolunda kıvrılıyor.” diyerek devam ediyor.

Erdoğan bu kez, 15 Temmuz 2014’te Ana Muhalefet Partisi (CHP) Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na “Senden daha güzel diktatör olmaz” diyerek siyasal eleştiri yapıyor.
Sanırım yine hakaret kastı yok.

Tekirdağ’da yaptığım konuşmada gazeteci ve siyasetçi kimliğimle eleştiri hakkını kullandım.
Bu benim anayasal hakkım olan ifade özgürlüğümdür. Ayrıca siyasetçi ve gazeteci olarak eleştirdiğim Erdoğan da siyasetçi olarak bu eleştirilere katlanmak zorundadır.
O, sıradan bir yurttaş değildir.

  • Yargıtay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında, siyasetçilerin öbür bireylerden
    farklı olarak çok sert eleştirilere bile katlanmak zorunda olduğunu söylemektedir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 08.07.1986 9815/82 Lingens – Avusturya Kararında;

“Bir siyasetçiye yönelik eleştirilerin kabul edilebilir sınırları, özel bir kişiye yönelik eleştirilere göre daha geniştir. Bir siyasetçi özel kişiden farklı olarak her sözünü ve eylemini, bilerek ve kaçınılmaz biçimde gazetecilerin ve halkın yakın denetimine açar.
Ve bu nedenle, daha geniş bir hoşgörü göstermek zorundadır.”
diyor.

AİHM 13.11.2003 39394/98Scharsch – Avusturya Kararında ise;

Nazi terimini kullanmak, bu terime yapıştırılan özel damga nedeniyle otomatik olarak
hakaret suçundan mahkum edilmeyi haklı kılmadığını düşündürmektedir. Bir kişinin siyasal etkinliklerini ahlaksal yönden değerlendirilmesinde uygulanan standartlar ile
ceza yasasına göre bir suçun varlığını kanıtlanması için gerekli standartlar farklıdır.” diyor.

İç hukuka gelince;

İzmir 7. Sulh Ceza Mahkemesi twitter hesabından “Diktatörler istifa etmez devrilirler”, “Avrupa’nın yeni Hitler’i Tayyip” diye yazan Yurt Gazetesi Muhabiri Ahmet Çınar’ı
beraat ettirmiştir. Mahkeme, bu davada sanık, Diktatör, demiş olsa bile bu sözün
suç teşkil etmediği yolunda hüküm vermiştir.

Bir yöneticiye “kötü yönettiğini” ve “tiran” olduğunu söylemek yargılama konusu olamaz, eleştiridir.

Tekirdağ konuşmamda 24 Nisan’ı çok yakında idrak etmiş olmamız ve gelecek 24 Nisan’da da 100’üncü yıldönümünü idrak edecek olmamız nedeniyle sözde Ermeni soykırımı konusuna girilmiş, bu suçlamanın emperyalist bir yalan olduğu ifade edilmiştir.

Konuşmam sırasında “bizim atalarımız böyle bir şerefsizlik yapmadı, onların atalarını bilemem” derken, sözde Ermeni soykırımı konusunda Türkiye’nin Osmanlı dönemi dahil atalarımızın böyle bir suçu işlemediğini ve atalarımızın savunulması gerektiği ifade edilmek istenmiş ve
bu konuda yeterli çaba gösterilmediği vurgulanmıştır. Bu ifadede Erdoğan’a atfen bir söylemde bulunmadığım gibi, özel hiçbir kişi hedeflenmemiş, bu sözde soykırım iftirasını destekleyenler kastedilmiştir. Burada da siyaseten bir eleştiri yapılmış, hakaret edilmemiştir.

18’inci yüzyılda bir Alman köylüsü, Alman İmparatoru Büyük Frederik’e meydan okuyor, arazisini vermiyor, “Gitsin sarayını başka yere yapsın..” diyor ve korkmuyor.
Çünkü Alman yargısına güveniyor ve “Berlin’de hakimler var” diyor.
Ben de her şeye karşın “Türkiye’de hukuk var, yargıçlar var” diyorum, demek istiyorum.

Günümüze ulaşan ve hukuk tarihinde kara leke niteliğindeki kayıtlara göre, Eski Yunan’dan
bu güne dek düşünenler, düşüncelerini açıklayanlar ve ülkeyi yönetenleri eleştiren aydınlar,
her dönemde suçlanmış, yargılanmış, çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Hatta Sokrates,
Atina Şehrinin tanrılarına inanmadığı ve onları eleştirdiği için yargılanmış ve baldıran zehri ile yaşamına son verilmiştir.

Tabii ki, Sokrates değilim! Ama ben de bugün ülkemizi yönetenlerin başta Cumhurbaşkanı Erdoğan olmak üzere iyi yönetmediğini ve Türkiye’yi felakete doğru sürüklediklerini
“testi kırılmadan” söylemeye çalışanlardan yalnızca biriyim ve O’nu en acımasız biçimde eleştiriyorum. Çünkü bu ülkeme ve evlatlarıma karşı sorumluluğumdur.

Ancak günümüzdeki yöneticiler Sokrates dönemi yöneticileri gibi, tahammülden, hoşgörüden yoksun ve farklı düşüncelere açık olmasalar da, çok şükür, ne yasalar Sokrates dönemi yasalarıdır, ne de yargıçlar Sokrates dönemi yargıçlarıdır.

Bu nedenle mahkemenize ve adalete olan güvenimi belirterek, gerek AHİM müktesebatını dikkate alarak, gerekse Türk mahkemelerinin benzer sözleri kullanan, gazetecilerle ilgili davalardaki bağlayıcı içtihatları örnek alarak, Siyasetçi ve Gazeteci olmam itibarıyla
sözlerimi hakaret maksatlı olmayıp, düşünce ve eleştiri özgürlüğü çerçevesinde söylediğimi
göz önünde bulundurmanızı ve bu şekilde değerlendirilmesini yüce takdirlerinize sunuyor ve beraatımı talep ediyorum.

Saygılar sunarım.

Türker Ertürk
30 Nisan 2015

===================================

Dostlar,

Sayın Ertürk’e e-ileti olarak aşağıdakileri yazdık :

*****
Türker amiralm,
SAVUNMANIZ nefis…
Geçmiş olsun ve kutlarım enfes savunmanızı..
Dilerim Yargıtay bozar…
Bu yolla yol alamazlar.. 
Ne güzel buyurdunuz dava çıkışında :
“MUSTAFA KEMAL’in askerleri susmaz, susturulamaz..”

Yanınızdayım ve bana ne düşerse yapmaya hazırım…
Savunmanız web sitemizde..
LÜTFEN bakar mısınız???
Yorum bölümüne yorumunuzu beklerim..
*****

E. Amiral Türker Ertürk, bir yiğit insandır. Harman yürekli ve ölçüsüz özverilidir.
Deniz Harp Okulu Komutanlığı gibi geleceği çok parlak bir görevi, protesto ile bırakmış
ve genç yaşta, en verimli çağlarında emekli olmuştur.
Durmamış, köşesine çekilmemiş, ülkesinin geleceği için etkin savaşımı seçmiştir.
Çok iyi bir eğitim aldığından, çok iyi İngilizce bildiğinden… değerli birikimlerini siyaset kulvarında ve gazetecilikte Ulusumuzun hizmetine cömertce ve yüreklice sunmuştur..
270 konferans dile kolaydır.

Bu dizelerin yazarı olarak Biz, “halden anlarız”..
1996 başından bu yana bizim yurt içi – dışı AYDINLANMA KONFERANSLARIMZIN sayısı 1500’e varmak üzeredir. Bu rakam, Dünya çevresinde birkaç kez tur atmaya bedel onbinlerce km yol yapmak demektir. Çoğunda da yol vb. giderler size kalmıştır.

Çağrı yapan yer, zorunlu giderlerinizi öderse ne ala, değilse sineye çekersiniz.
Ailenizden, hobilerinizden, dinlenme ve uykunuzdan yaptığınız özveriler bir başka boyuttur.

Berlin ADD’nin bizi konferansa, TV konuşmalarına davet ettiği (ilk çağrı), ADD Genel Başkan Yardımcısı olduğumuz dönemde, 31 Ocak 2005’te, ADD Yönetim Kurulu Üyelerinden bir dostumuz Berlin Hilton’da görev yaptığından, Derneğe akçal yük olmayacak bir jestle bize orada yer ayırtmıştı. Nefis bir oda ve “French type bed” ile insanı derin ve uzun bir uykuya – dinlenmeye çağırıyordu adeta.. Ancak bizim çalışmamız, çalışmamız ve ertesi gün (31.02.2005) vereceğimiz çooook önemsediğimiz (her konuşmamız gibi) salon

Türkiye’yi Kuşatan Güncel Tehditler ve Atatürkçü Çıkış Yolları

 

ve TV programına

Türkiye’de ve Almanya’da ADD’nin Gündemi: AB, Irak, Kıbrıs, AKP.. Berlin TD 1 televizyonu

daha da  daha da hazırlanmamız gerekiyordu. Her 2 konu da çok önemliydi.
Sorumlu bulunduğumuz makam (ADD Genel Başkan Yardımcılığı),
taşıdığımız ağır akademik unvan ve de

en önemlisi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün AYDINLIK yolunun bir neferi olarak elimizden gelenin en iyisini yapmalıydık.. Gurbetçi kardeşler dişlerinden – tırnaklarından kesiyor
ve Türrkiyemiz için gurbet ellerde büyük özveriler gösteriyorlardı…
ADD Berlin Şubesi Başkanı Sayın Nalan Arkad hanımefendi,
inanılmaz derecede zarif ve koşturmada idi.

Akşam yemek sonrası oturmuştuk çalışmaya çok soğuk bir Berlin sabahında gün üzerimize ışımıştı..  100+ yansı hazırlamıştık. Konuşmalarımızı hep görsel yapmaya çalışıyorduk
konuşmalarımızı daha kalıcı olsun diye ve arşivliyorduk

O güzelim yatağa ve kuştüyü yastığına başımızı bir an bile koyamamıştık.
Sabah resepsiyonda odanın akıllı kartını iade ederken Alman görevliye,
“Yatağı yenilemeniz gerekmiyor..” dediğimde şaşkınlıkla “Neden??!” diye sormuştu..

“Hiç yatmadım ki!” dediğimizde şaşkınlığı daha da büyümüş ve açıklama rica etmişti..
Kısa bir açıklamadan sonra ise elimizi coşkuyla sıkarak

“You’re in a great patriotism!”

sözlerini kullanmıştı sağolsun.. (Siz büyük bir yurtseverlik gösteriyorsunuz…) 

*****

Yargı mutlaka yansız – bağımsız bir
ADALET DAĞITICI – SAĞLAYICI olmak zorundadır.

Bunun tartışılır yanı, lamı – cimi yoktur.
Yarın Tayyip bey dahil, herkese gerekli olabilecektir.
Dileriz, temyiz aşamasında Yargıtay’ın ilgili Ceza Dairesinde sağduyu – hukukun üstünlüğü, AİHM’nin ifade özgürlüğüne ilişkin yerleşik – istikrarlı içtihatları dikkate alınır ve Tekirdağ’daki yerel mahkemenin hukuk tanımadan verdiği ve zorunlu olarak ertelediği
1 yıla yaklaşan hapis cezası kaldırılır.
Bu tür uygulamalar ülkemize yakışmamaktadır;
toplumsal vicdanı derinden yaralamakta, iç barışı dinamitlemektedir.
Her halde Yargının görevi bu olmasa gerektir!
Türkiye 1. sınıf bir HUKUK DEVLETİ olmak zorundadır.
YARGITAY’ı kritik bir görev, çok ağır bir tarihsel sorumluluk bekliyor.

“Ankara’da yargıçlar var” dedirtmeli, bu feneri – meşaleyi – umudu söndürmemelidirler.

******

Sevgili Türker Paşam,
Durmak yok, yola devam… Bu da geçer…

Sevgi ve saygı ile.
04 Mayıs 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Not : Bu yazının pdf biçimi için lütfen tıklar mısınız??

TURKER_ERTURK’UN_SAVUNMASI_UZERINE

HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ


SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ, KOLLUK VAHŞETİ ve R.T. ERDOĞAN ÜZERİNDEN;
HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ


Prof. Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim – Danışma Kurulu
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net

“Sessiz Çığlık” eyleminde bu Cumartesi de katıldık.
Kitle sayısal olarak önceki haftadan daha küçüktü.
Ankara tatile çıkıyor galiba.. diye düşündük. Ama tekerlekli sandalyesinde bir kadın da oradaydı! Hasdal’da, Hadımköy’de, Maltepe’de, Silivri’de, Sincan’da… zindanlarda tutsak ya da rehin alınan asker – sivil yurttaşların yakınları idi gene bir avuç..

Ellerinde “sevdiceklerinin” fotoğrafları vardı.. Yer yer kollarının var gücüyle
yukarı kaldırıyor, yorulunca da sıkı sıkı göğüslerine bastırarak tutuyorlardı.

Kadınlar, ağızları bağlı örgü örüyorlardı. Hava çok sıcaktı..

Bir gezgin (mobil) sesbüyütürden (hoparlör) marşlar çalınıyordu..
Güzelim Harbiye Marşı da!
Basın olarak Ulusal Kanal ve Başkent TV dışında mikrofon görmedik
ama en az 5-6 kamera üçayaklarının (tripod) üzerinde çekim yapmaktaydı.

Geçen hafta, birşeyler söylemek istediğimizi düzenleyiciye belirtmiştik. O hafta tümüyle
“sessiz çığlık” idi yapılan.. Ağızlar bağlı, kadınlar eşlerine çorap – hırka vb. örüyor;
fotoğraf ve posterler de zaten dilsiz..

Siyasal iktidar belki bu “dil” den anlardı !? Ama olumlu gelişen bir şey olmuyordu..

Bu hafta ilk sözü, Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüz aldılar. Bırakalım hukukun özünü, yani her somut olayda gerektiğinde hukuk yaratarak adaleti gerçekleştirmeyi; apaçık, net, pozitif hukuk kurallarının (normlarının) bile nasıl ayaklar altına alındığından örnekler verdi. Uluslararası normların da.. Dehşet verici bir tablo idi. Çünkü Hukuk içinde kalarak hak arama ve adaletsizliği dışlama (bertaraf etme) olanağı kalmamıştı.. Peki ne yapılacaktı?

Karşımızda hukuku pervasızca çiğneyen, yargıyı büyük ölçüde siyasallaştırmış bir iktidar vardı. Nasıl savaşım verilecekti? Silahlar denk değildi.. Hukukun Egemenliği Derneği Başkanı Sayın Av. Erdem Akyüz’ü dinlerken kafamızda bu acı çağrışımlar dolaşmaktaydı.

**************
Mikrofon bize uzatıldığında aşağı – yukarı şunları söyledik (yazarken eklemeler yaptık) :

Ülkemizin değişik zindanlarında yıllardır tutsak / rehin alınan asker – sivil yurttaşlarımızı
saygı ve sevgi ile selamlıyoruz. Verdikleri ulusal dava savaşımının (mücadelesinin) ortaklarıyız. Bu günler de elbet bitecektir. Onurlu ve dik duruşları nedeniyle onlarla övünüyoruz..

Biz bu gün burada salt bilimsel bir değerlendirme yapacağız. 40 yılı aşan tıp birikimimizi
öne çıkaracağız. Politik söylemler iktidarı çok rahatsız ediyor. Belki bilimsel gerçekler işe yarar??

Pekii.. Bir canlı, bir toplum neden ÇIĞLIK atar?

Tehlikede olduğunu, yardıma gereksinimi olduğunu başkalarına duyurmak için..
Bu davranışın Tıpta, Psiko-biyolojide karşılığı, Hans Selye’nin STRES KURAMI’dır.
Canlılar strese sokulduklarında ÇIĞLIK atarlar. Bu çığlık doğası gereği seslidir ve hatta olabildiğince yüksek şiddette (dBA) ve tizdir ki, duyulma olasılığı artsın.

Ne var ki, 1 yıla varan süredir bu eylemler SESSİZ ÇIĞLIK olarak yürütülüyor.
Hem çığlık atılacak hem de bu eylem, doğasına aykırı olarak SESSİZ olacak!
Aşkolsun bu halka, helal olsun bu insanların sabır, olgunluk ve yaratıcılıklarına!
Ancak bu sessiz çığlıkları da duyan yok! Oysa seslisinden etkili olur diye umulmuştu!

Çare neydi? Çare, hükümeti rahatsız edecek eylemlerde.. Bu belirlemenin de payı
olsa gerek ki, 1 aydır bu kez “İNTİFADA” (sesli mi sesli çığlık!) sergilenmekte.
İşte bu tablo siyasal iktidarı epey ürküttü ve o ölçüde de orantısız şiddet hatta vahşet kullanmaya başladı.

Oysa sağduyu, bu insanların ne dertleri olduğunu anlamaya çalışmayı gerektiriyordu.
Ardından da demokratik uzlaşma kültürünün gereği olarak istemleri olabildiğince,
hukuk içinde karşılamak..

Ne ki, tam tersini gözlüyoruz.. Gittikçe artan kolluk şiddeti..
Bu bir kısır döngüdür ve Sistem Kuramı’na göre yıkım doğurur.
Yıkılacak olan Halk değilse kimdir? Elbette siyasal iktidardır!

  • 5 insanımız öldü! 13 insan gözünü yitirdi, çok sayıda insanın yüzünde sabit izler kalacak (Adli tıp deyimi ile Çehrede sabit eser).. 60 dolayında ağır yaralı var. Kafatası kırılanlar, kaburgaları kırılanlar, halen yoğun bakımda olanlar.. 8 bini aşkın resmi kayıtlı yaralı var..
  • Bir de milyonlarca gönlü kırıklar.. Yani psişik travma alanlar ki; olumsuz etkileri bırakın yaşam boyu sürmeyi, kuşaklar boyunca aktarılabilecek olanlar.. Özellikle can yitikleri!

Ne oluyoruz?? Ülkede iç savaş mı var??

Ve araçlarını bu denli ölçüsüz, orantısız, hukuk dışı ve yaralama – öldürme erekli kullanan polise parasal ödül (Osmanlı Ulufesi?) 2 anlama gelebilir :
Ya açık bir psikolojik savaş ya da tam bir düşünsel karmaşa – şaşkınlık (mental konfüzyon)! İki seçenek de birbirinden sakıncalı AKP yönetimi ve ülkemiz için.

Çok talihsiz bir saptama ki, ülkenin tepe yöneticisi “kör gözüm parmağına” tutumu içinde. Hem de inatla, gözü kara biçimde.. Kolluk tek tutamağı gibi, tek koruyucusu gibi, öylesine bir algı içinde. Halkının en az yarısını kendisine “düşman” görmekte. Oysa demokraside ötekileştirme yoktur, çoğunluk baskısı olamaz, çoğulculuk temeldir. En az sayıdaki insanların bile hakları korunur. İktidarınız değil %50 (ki gerçekte matematiksel olarak hiç %50 olmadığı gibi halen çok daha düşük, AKP azınlık iktidarı!), % 80 bile olsa, mutlak sınırlarınız vardır. Onlar TEMEL İNSAN HAK ve ÖZGÜRLÜKLERİ’dir! Bunun da çerçevesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi – AİHS ve İnsan hKları Evrensel Bildirgesi (İHEB)‘dir ve Türkiye her 2 Sözleşmeye de taraftır, hukuksal olarak bu üstün hukuk normlarıyla bağlıdır (Anayasa md. 90)! Mahkemelerimiz yer yer referans almaya başlamıştır.

  • Bu olaylar AİHM’ne taşınacak ve Türkiye çok sayıda davada ciddi mahkumiyetler alacaktır. AKP iktidarının 10,5 yıllık siyasal – tarihsel ömrü ve işlevi tamama ermiştir.

Toplumsal olaylarda kolluk, güvenlik önlemi alırken, sağlık hizmetleri için de koridorlar açmak zorundadır. YAŞAM HAKKI kutsaldır ve her şeyin üzerindedir. Devletin de 1. görevi yurttaşın can – mal güvenliğini sağlamaktır. Polis bunu becerememekte, Sağlık Bakanlığı da görevini gereği gibi yapmamaktadır. Oluşan kabul edilemez hizmet boşluğu, gönüllü hekimler tarafından Türk Tabipleri Birliği örgütlemesi ile kapatılmaya çalışılmış ve çok sayıda acil sağlık hizmeti gereksinimi yerinde karşılanmıştır. Bu yapılmasa idi tablo çok daha ağır olabilirdi.

Hükümet en azından bu katkıyı şükranla karşılamak yerine, bir başka irrasyonel davranışla sağlık personelini ellerini arkadan kelepçeleyerek gözaltına almıştır! Yetkili Cumhuriyet savcısı bu açık yasa dışı davranışa nasıl göz yumabilir? Bırakın arkadan kelepçelemeyi, normal kelepçenin de koşulları yoktur! Bu kişilerin kaçma olasılığı, kendisine ya da çevresine zarar verme olasılığı.. Hangisi vardı?
Üstelik elleri arkadan kelepçelenen insanın özel olarak korunması gerekir..

Gözaltına alınırken itilir kakılırsa ve düşerse kendisini ciddi – ağır yaralanmalardan nasıl korur? Yoksa amaç – murat tam da bu mudur? Tam da bu tür vahşet midir parasal ödül (başa bela Yeniçeri ulufesi!) getiren? Oysa sağlık çalışanlarının savaşta bile dokunulmazlığı vardır. Kendilerine ateş edilmez, tutsak alınmazlar.. Hipokrat yemini ve Tıbbi Deontoloji Tüzüğü (md. 3), hekimleri her durumda gereksinim sahiplerine
tıbbi yardımla yükümlü kılar.

Bir de Sağlık Bakanlığı’nın soruşturma işlemi.. Tam bir trajik-komedi! Türkiye Barolar Birliği Sağlık Bakanlığı hakkında, çok yerinde bir girişimle suç duyurusunda bulundu. Türk Tabipleri Birliği de bugünkü kongresinde Bakanlığı kınadı ve bu yardımın gerektiğinde sürdürüleceğini açıkladı (Başkan, Hacettepe tıbbiyesinden sınıf arkadaşımız sevgili Prof. Özdemir Aktan’ın ağzından).

  • Biz de diyoruz ki; BARİ SAVAŞ HUKUKU UYGULAYIN!

Polisin kullandığı basınçlı suya gelince : Bir kez basıncı çok yüksek, çarptığı insanları savurup yere seriyor.. Bu ciddi yaralanma, sakatlanma hatta ölüm riski demektir. Gözünüze gelirse kesin olarak parçalar ve kör edebilir. Bu bakımdan basıncının azaltılması ve 45 derece açı ile yere sıkılması gerekir. En fazla diz altı düzeyinde insana sıkılabilir çok zorunlu kalınırsa..

İçine “ilaç” koymaya gelirsek.. İstanbul Valisi beyefendi “Suya kimyasal değil ilaç konuyor” buyurmuş. Özürü kabahatini öyle aşkın ki.. Bir kez ilacı yalnız hekimler kullanır. Böylesi bir amaçla kullanımı hekimlerin de yetkisinde değildir. İlaç kullanımı hekimler için ciddi tıbbi – yasal yükümlülükler de doğurur. Vali bey güya “kimyasal kullanmıyoruz” demeye getiriyor ama bilgisi her ilacın bir “kimyasal” olduğunu ayırt edemeyecek düzeyde! AKP’nin valisinin bu hallerini art alana itersek, tablo vahimdir. Kolluk, basınçlı suyu hatalı ve vahşice kullanmakla yetinmemekte, boyalı kimyasal katarak insanları damgalamaktadır. Ayrıca bu boyalı kimyasallar deride yangı tepkimesi oluşturarak insanların canlarını ek olarak yakmaktadır. Beklenen, her aracı mübah sayarak protestocuları dağıtmaktır. RT Erdoğan’ın asabı fena bozulmakta, tahammül edememekte, kalabalıkları zaafiyeti olarak görmekte ve İçişleri Bakanına kesin talimat vermektedir : DAĞITIN!

  • Halkın vergisi Ulufe ile ödüllendirilen Polis de “DAĞILIN LAN DAĞILIN!” buyurmaktadır.

An gelir, Halepçe vb. örneklerdeki gibi halkına kimyasal silah kullanma eşiğine gelirsiniz, uyaralım.. Bu sulara hiçbir kimyasal madde katılMAmalı ve yukarıda belirttiğimiz kısıtlarla kullanılmalıdır.

BİBER GAZI sorunu.. Başbakan habire “olağandır, polis kullanır..” deme zorunluğunu neden duyuyor? Danışmanları O’na, AİHM’nin Nisan 2012’de Ali Güneş davasında Türkiye’yi mahkum ettiğini, 10 bin € tazminat ödendiğini neden söylemiyor?? Ya da R.T. Erdoğan bilmezden mi geliyor? Bu gazların içeriği nedir? Bir hekim olarak bunları bilmemiz gerekir ki, etkilenenlere uygun sağaltım verebilelim, varsa özgül antidotunu kullanalım. TTB İçişleri Bakanlığından içerik bilgilerini sordu ancak yanıt yok. Oysa Anayasa md. 74 dilekçeye “gecikmeden” yanıt edimi yüklüyor İdareye!

BİBER GAZI kapalı mekanlara asla sıkılmamalı, kitleler uyarılmadan kullanılmamalı!
Ya uygulama?! Düşük yoğunlukta ve havaya 45 derece açı ile atılmalıdır. Bu koşullarda bile insanlar zarar görürse, AİHM kararı uyarınca Devlet – Kolluk zincirleme sorumludur ve Devletin, zararı hatalı kamu görevlisine rücu (geri yükleme) zorunluğu vardır (Anayasa md. 40).

40 yılı aşan tıbbi birikimimizle rahatlıkla söyleyebiliriz ki;

  • Başbakan R.T. Erdoğan’ın ruhsal duygudurumu (mood)
    ülkemizi yönetebilecek durumda değildir.

Her gün yazılı basın ve TV’lerden bu durum açık ve net olarak izliyoruz.. Başbakan, yineleyelim, zorunlu bir “mola” almalıdır. Bir yurttaş olarak, tam donanımlı bir Üniversite hastanesinden “görevini sürdürebilir” raporu almasını istiyoruz. Başbakan buna zorlanmalıdır. Türk Tabipleri Birliği, Türk Psikiyatri Derneği, Adli Tıp Uzmanları Derneği, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği HASUDER, Türk Psikologlar Derneği..
bu bağlamda demokratik baskı kümesi olmalıdırlar.

TÜBA, TÜBİTAK, Üniversiteler etkisizleştirilmiştir
, sesleri çık(a)mamaktadır!
Başbakanın sağlık raporu almaya yanaşmayacağı kesin gibidir. O zaman “yokluğunda” (gıyabında) rapor düzenlenebilir.. Bu rapor istemi, bir demokratik meşru direniş yöntemidir. Çünkü bu kişinin davranışları kamuoyu önündedir. Panik bozukluğu içindedir. Bilerek ve isteyerek gerçek dışı açıklamalarda ve tahriklerde bulunmakta, halkını yanıltmaya ve ayrıştırmaya çalışmaktadır. Realiteden kopmuş gibi bir görünümü vardır, bu durum çok tehlikeli bir dissosyasyona neden olabilir. Dissosyatif sendromlar tıpta ağır tablolardır, kişilerin hak (ve fiil!) ehliyetlerini ciddi düzeyde sınırlamak gerekebilir. Ayrıca Erdoğan’ın mental kapasitesinde apaçık bir regresyon izlenmektedir; geçen hafta Kayseri mitinginde kalabalıklara 2 kez “kadanızı alırım sizin” gibi üzerinde tıp literatüründe çooook durulması gereken aşırı abartılı atipik bir duygusal tepki göstermiştir. Regresyon, puerilizm eşiğinde ciddi midir?

Bu kritik soruların yanıtını merak ediyoruz. Gerçek durum bu ise, R.T. Erdoğan‘ın
tıbbi raporla en azından bir süre görevinden ayrılması ve tedavi edilmesi gerekebilir. Durumun ortaya konması ise, 5 kişilik bir Psikiyatrist kurulunun raporunu gerektirir.
Bunu istemeliyiz. Bu arada Devletin başı olan kişi, Çankaya’da neden bu denli atıldır neden, neden, neden?

Sonuç olarak :İktidar ağır panik bozukluğu içindedir, halk, deyimi yerinde ise “teneke çalmaktadır”. Eylemler tüm dünyada haklı, meşru ve de çooook yaratıcı bulunmaktadır! Sağduyu, herkesten çok R.T. Erdoğan’a ve AKP yöneticilerine düşmektedir. Bürokrasi, yasadışı emirleri uygulamamalıdır. Allah’tan ümit kesilmez; Çankaya’da oturan AKP’li zat da, hidayete erişir mi acaba?? Göreceğiz.

Siyaset kurumu, bu inanılmaz güzellik ve incelik (zarafet) taşıyan halk direnişine benzer yaratıcılıkla önderlik etme yükümü altındadır. Bu, dayanılmaz, karşı konulmaz, ertelenemez asal bir tarihsel sorumluluktur. Aksi takdirde dere, akacağı yatağı kendi potansiyeli ile bulacak ve çok kapsamlı bir politik tasfiye kaçınılmaz olacaktır. Adnan Binyazar‘ın söylemiyle;

  • “Son sözü, tarihin en kritik yerinde hep direnenler söyleyecektir!”..

Direniş şehidi, polis kurşunu kurbanı Ethem Sarısülük de bu dövizi taşıyordu vurulduğunda.. Elinde başkaca hiçbir şey yoktu.. Ama mahkeme, katil sanığı
polis Ahmet Şahbaz‘ı “nefsi müdafa” bağlamında salıverdi!? Dayan yüreğim dayan.. Dayanacak ve örgütlü savaşımla (mücadele) ile bu deli gömleğini de mutlaka yırtacağız.

Herkese ama herkese sabır, kolaylık ve kesin bir sağduyu diliyoruz.

  • Umutsuzluk, ATATÜRK’ün devrimci halkına yakışmaz, bilimsel değildir, duygusaldır.

Felsefeci Prof. Ahmet İnamUmutsuzluk Ahlaksızlıktır diyor aynı adı taşıyan kitabında!

Önümüzde “3 D modeli” duruyor :

1. Diren Türkiye!

2. Dik dur Türkiye!

3. Dev-ri-le-cek-ler !!!

Sevgi ve saygı ile.
6.7.2013, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK

ADD Bilim – Danışma Kurulu
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net

===============================

Değerli meslektaşlarım,
(Türkiye Psikiyatri Derneği)

Ekte bir yazım var.

  • SESSİZ ÇIĞLIK EYLEMLERİ, KOLLUK VAHŞETİ ve R.T. ERDOĞAN ÜZERİNDEN; HALK AYAKLANMASININ SOSYAL PSİKOLOJİK İRDELEMESİ

Web sitemdeki erişimi de aşağıda..

http://ahmetsaltik.net/sessiz-ciglik-eyleminde-neler-soyledik/

Zaman ayırabilir ve okursanız çok sevinirim..

TPD açısından da eylem planları üretilebilir.

TPD’ye çağrım ve önerilerim var.

Değerlendirilmesi ve yüz yüze tartışabilmek dileği ile.
4.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
AÜTF Halk Sağlığı AbD
profsaltik@gmail.com

Komutan yakınlarından 13 Aralık çağrısı ve “Tutuklu eserler” sergisi

Dostlar,

Son birkaç yıldır Türkiye’de, insanlık tarihinde eşine az rastlanır
bir insan hakları dramı-trajedisi yaşanmakta..  

Bu sürecin en belirgin örneklerindn biri Silivri çadırlarında 3. yılına giren direniş.. Gelecekte romanlarının yazılacağı, filmlerinin çekileceği,
hatta müzelerinin yapılacağı kesin..

Fransa’da Karnaval Müzesinde sergilenen
İnsan Derisi ile Kaplı Anayasa” gibi..

Son örnek de “Tutuklu Eserler Sergisi..” 

Azıcık vicdanı olanların yüreklerini sızım sızım sızlatıyor..

Bu hukuksuz-vicdansız eylemlerin öznelerinin de, oluşması kesin olan
ruhsal abselerinden” asla kurtulamayacaklarının, şu ya da bu düzeyde
mutlaka bedellerini ödeyeceklerinin “muştusunu” (!) bir hekim olarak verebilirim.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 9.12.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================================

Komutan yakınlarından 13 Aralık çağrısı

  • Vardiya Bizde platformu üyeleri, sessiz çığlıklarını bu kez de tutuklu olan eşlerinin ürettiği eserlerin sergilendiği “tutuklu eseler” sergisinde duyurdu.

Komutan yakınlarından 13 Aralık çağrısı

Balyoz davasından tutuklu olarak yargılanan komutanların yaptığı ebru ve resimler Kartal Hasan Ali Yücel Kültür Merkezi’nde sergilenmeye başlandı.

Tutuklu Eserler adı altında açılan serginin açılış kokteylinde tutuklu subay eşleri herkesi 13 Aralıkta Silivri’ye davet etti.

Açılış konuşmasını yapan Kartal Belediye Başkan Yardımcısı Fügen Mavi;

* “Türkiye’nin karanlık günlerden geçtiğini,
* karanlık güçlere karşı aydınlık güçlerin birlikteliğinin zorunlu olduğunu,
* Ergenekon, Balyoz gibi davalarla bir korku imparatorluğu oluşturulmak istendiğini
* ama Atatürk’çü güçlerin Silivri’dekilere sahip çıkarak bu korku imparatorluğunun duvarlarını yıkacağını
* ve Türkiye’nin tekrar aydınlık günlere kavuşacağına inandığını..“söyledi.

Deniz Kurmay Albay Önder Çelebi’nin kızı Omayra Çelebi ve Deniz Kurmay Albay Derya Günergin’in kızları Rüya Günergin ve Ece Günergin, babalarının yazdığı mektubu okudular. Derya Günergin ve Önder Çelebi imzalı mektupta;

  • ”Üç kuruşluk bilgisayar malzemelerine kaydedilmiş, imzasız ne olduğu
    mahkeme süresince bile anlaşılamamış sözde delillerle yargılandık ve
    hüküm giydik. Kurbanı olduğumuz Balyoz davasının da intikam duygularından kaynaklanan düzmece delillere dayanan bir adaletsizlik olduğunu artık herkes biliyor. Ancak Güneşin balçıkla sıvanamayacağı gibi masumiyetimizin de göz ardı edilemeyeceğini unuttular. Herkesi sessiz çığlık eylemlerine ve Hasdal, Maltepe, Silivri ve diğer ceza evlerinde yatan yurtseverlere sahip çıkmaya çağırıyoruz.“ denildi.

Sergiye Katılan Önder Çelebi’nin eşi Gonca Çelebi yaptığı açıklamada” bizler
Balyoz tutsakları yakınları olarak 13 Aralık 2012’de Silivri’deki yurtseverlere destek için orada olacağız ve tüm halkımızın aydınlık Türkiye için orada olmasını bekliyoruz dedi. Kızı Omayra Çelebi ise “ gölcükte oturduklarını ifade ederek “ne olursa olsun 13 Aralıkta Silivride olacaklarını ifade etti.

Balyozdan tutuklu olarak yargılanan Deniz Kurmay Albay Derya Günergin’nin eşi
Nilüfer Günergin ise ”sessiz çığlıklarını bu kez de bu sergide haykırdıklarını ama
esas haykırışlarının 13 Aralık’ta Silivri’de olacağını belirterek,
tüm Balyoz tutuklularının yakınlarını ve yurtseverleri Silivri’ye davet etti.

Derya Günergin’in annesi Ayşe Pekin ise “her haksızlığa karşı çıktım, Balyoz davası nasıl adaletsiz ise Ergenekon davası da o denli adaletsizdir. 75 yaşındayım ve
her yurtsever gibi ben de 13 Aralık’ta Silivri’de olacağım.” diyerek
içinde bir parça yurtseverlik duygusu olan herkesin orada olması gerektiğini belirtti.

Balyoz’dan tutuklu SAT komandosu Kurmay Albay Ali Türkşen’in eşi Sevim Türkşen
“Balyoz davasındaki yakınlarımıza nasıl sahip çıktıysak, Erkenekon sanıklarına da
öyle sahip çıkacağız ve 13 Aralık’ta Silivri”de olacağız.” dedi,

Serginin açılmasından sorumlu olan Didem Günergin ise “Yurtseverlerin özgürlüğünü elinden alan duvarları yıkacağız ve 13 Aralık o yıkılışın başlangıcı olacaktır..” diyerek, gelecek Aydınlık Türkiye için Silivri’de olunması gerektiğini söyledi.

Derya Günergin, Önder Çelebi’nin yaptığı ebrulardan, Mücahit Erakyol, İkrami Özturan, Mehmet Örgen,Kemalettin Yakar ve Berker Emre Tok’un yaptığı resimlerden oluşan “tutuklu eserler” sergisi 18 Aralık’a dek sürecek. (ulusalkanal.com.tr, 9.12.12)