Etiket arşivi: Reaya

DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİNDEN Mİ; YOKSA TEOKRATİK, FEODAL BİR MONARŞİDEN Mİ YANASINIZ? KARAR SİZİN..

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Bu yazıyı, uzun süredir bana sorulan monarşilere ve bireysel saltanata dayanan teokratik feodal devlet yapısı ile ilgi sorular nedeniyle kaleme aldım. Genel olarak tarım toplumu, köy yaşamı, köy ve köylülük zihniyeti; köylülere özgün olan yaşam biçimleri ve davranış kalıplarının egemen olduğu feodal, teokratik ve dinsel yönetimler, inançları ve coğrafyaları farklı olsalar bile, benzer bir sosyolojik, kültürel, siyasal ve ekonomik örgütlenme ve kurumlaşma yapısına sahiptir. İnanılan dinin Hıristiyanlık, İslamiyet ya da daha başka bir din olmasının çok önemi yoktur.

Feodal ve teokratik tarım toplumlarının yönetsel ve yapısal özellikleri kısaca şöyledir :

1- Feodal ve teokratik devletlerde toplumları yönetme hakkı ve ülke toraklarının mülkiyet hakları kral, sultan, han, şah, padişah… gibi monarşik saltanat sahiplerine aittir.

Toplumu yönetme hakkının kaynağı halk değil dindir. Toplum, iktidarların yönetme yetkisinin Tanrısal olduğuna inanır ya da inandırılır. Halk kitlesi genelde statü olarak “kul” konumundadır. Toplumsal yaşamda dinsel hukuka ek olarak, töreler ve gelenekler de geçerlidir. Kölelik, toprağa bağlı kölelik ve cariyelik vardır. Köle ve cariyeler, para ya da çıkar karşılığı alınıp satılabilirler. Toprağa bağlı köleler, toprakla birlikte, bir derebeyinden bir başkasına devredilebilir. Devlet sahipliĝi, iktidar olma hakkı ve ülke toprakları krallar ya da sultanlarındır. Krallık ya da sultanlığın halk kitleleri ile olan ilişkileri halktan zorla vergi toplamak ve yine halkı zora dayalı olarak askere almaktır. Krallar ya da sultanlar, haklı ya da haksız yaptıkları işler ve verdikleri kararlarda halka hesap vermez ve sorumlu tutulmazlar. Yayınlanan buyruk ve fermanlar eleştirilemez ve karşı çıkılamaz. Bir cümle ile feodal – teokratik toplumlarda hukuk değil buyruk ya da ferman vardır denilebilir.

2- Feodalite demek, derebeylik, yani belli bir arazi parçasına ya da belli bir arazi parçası üzerinde üretilecek üründe mülkiyet hakkına sahip olmak, toprağa bağlı ağalık düzeni demektir. Krallar ya da sultanlar, ülke topraklarının çıplak mülkiyetinin tek ve tartışmasız sahipleri olsalar bile, bu toprakların kullanım ,üretim ve elde edilen ürünlerin mülkiyetini, vergi karşılığı olarak, merkezi devlete devretmek zorunda kalırlar. Çünkü saltanata para ve asker gereklidir. Ayrıca iktidarın sürekliliği için de geniş halk kitlelerinin barınıp beslenmeleri gerekir. Fakat halk ya da köylü, toprak mülkiyetinden yoksundur. Ürettiği besinlerden yeterli pay alma hakkı da yoktur. Halkın üretim araçlarından yoksun olması ise feodal derebeyliğin gücünü ve temelini oluşturur.

Halkın özgürce yaşama, barınma ve beslenme koşullarından yoksunluk ve çaresizlikleri onları derebeylerine ya da toprak ağalarına ailece ve boğaz tokluğuna çalışan bir çeşit toprağa bağlı köle, ırgat konumunda tutar. Bu tür feodal ve teokratik rejimlerde, istisnalar hariç (ayrıklar dışında), halk hem krallar ya da sultanların kulu ve hem de derebeyleri ya da toprak ağalarının kölesi konumunda kalarak yaşamak zorunda bırakılır.

3- Feodal Hıristiyan ve teokrat Batı toplumlarında Tanrının ve dinin en üst makamdaki yetkilisi, kural koyucusu ve en katı kurallarla halkın ve iktidarların (krallık, sultanlıkların…) denetleyicisi de Kilise yani Papalık makamı olmuştur. Papalık bu görevleri tek başına yapamayacağına göre, dinsel Hıristiyanlık hukuku üreten ve bu üretilen dinsel hukukla toplumu denetleyen ve yargılayan bir din adamları RUHBAN sınıfına gereksinme duyar Zaten Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı da böyle doğmuştur. Orta Çağ Hristiyanlık dünyasında kurulan bu dinsel yargılama mahkemeleri giderek halkı ezen ENGİSİZYON (işkence) kurumlarına dönüşmüştür.

Kuramsal olarak, Hıristiyanlıktaki Papalık makamı krallara taç giydirip kılıç kuşandırarak onlara meşruluk kazandırma konumundadır. Bu nedenle Hıristiyanlıkta Tanrı Devletinin sahibi Papa ya da Kilise, dünya devletini yönetme yetkisi ise Papalıkça onaylanmış krallara aittir. Din ve devlet yönetimi iki ayrı erk olarak kabul edilir. Din devletini yönetme hakkı Tanrı adına Kiliseye yani Papa’ya aittir. Dünya devletlerini yönetme hakları da Papalık tarafından izin verilmiş kralların görev alanına girer.

İslam ülkelerinde ise, Hıristiyanlıktakine benzer bir merkezi din kurumu ve Papa yetkisinde bir din otoritesi yoktur. Ancak Emevi İslamınca başlatılan kuramsal ve klasik Halifelik unvanı (sanı) ve makamı sultanlık ya da padişahlıkla birleşince, sultan ya da padişah, sultanlığa ya da padişahlığa ek olarak, buyrukları Tanrı buyruğu sayılan en üst makam ve yetkideki din adamı konumuna yükselmiş olur. Böylece Halife-Sultan hem Papalıkça üstlenilen Tanrı devletinin ve hem de krallarca yönetilen dünya devletinin iki görevini birden üstlenir. Yani İslam ülkelerinde Halife-Sultan konumunda olanların güçleri ve yetkileri Batının feodal krallarından daha çoktur.

Halifeler, Halifetullah (Tanrının temsilcisi) ya da Zıllullah (Tanrının yer yüzündeki gölgesi) sıfatlarını da kullanmışlardır. Din ve dünya devletini, yani ikisini birden yönetebilme yetkisi tek bir kişide, sultanda toplanmıştır. Bu düzende, Halife-Sultan dışında, sadrazamlar ve şeyhülislamlar dahil, herkes kuldur. Halife ya da Sultanın buruğu ile görevden alınabilir, sürgüne yollanabilir ve hatta yok edilebilirler. Her basamaktaki devlet bürokratları ve halk, Sultan ve Halife yetkisini birlikte kullanan otoritenin memuru, kulu kabul edilir.

Osmanlı Devleti birçok sadrazamını (Başbakanın) ve üç Şeyhülislamını bile idam ettirmiştir!

Her ne denli kuramsal olarak İslamda bir din adamları, ruhban sınıfı yok denilse de, tarihsel uygulamalar ve gelişmeler bize gösteriyor ki; tıpkı Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına eşdeğer bir din adamları sınıfının doğup geliştiğini, yani bir din adamları sınıfının varlığını kabul etmek gereklidir. Ayrıca İslam dünyasında da kimi Sultan (Halife) fermanları ve kimi ulemanın belgeli fetvaları ve kadıların yargılamalarına dayalı olarak kurulan dinsel mahkemeler aracı ile Hıristiyanlığa benzer biçimde, farklı fikirleri ve inançları nedeniyle kimi insanlara ve topluluklara, engizisyon benzeri işkence ve kıyımların yapılmış olduğunu da unutmamak gerekir.

Hallacı Mansur, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa, Nesimi, Pir Sultan Abdal… hatta yakın tarihte Kahraman Maraş, Çorum, Sivas (Madımak) kıyımlarında doğrudan ya da dolaylı da olsa, kimi cahil din adamlarının kışkırtmaları gün gibi ortadadır.

İslam ülkelerindeki dinsel şiddet konusunda derinlemesine, daha ayrıntılı, bilimsel ve tarihsel bilgi almak isteyenler ilahiyat profesörü Sayın Mehmet Azimli‘nin “MÜSLÜMANLARIN ENGİZİSYONU” konulu üç ciltlik kitapları ile yine ilahiyatçı yazar Sayın R. İhsan Eliaçık‘ın “ÖTEKİ İSLAM” adlı kitabını okuyabilirler…

Günümüzdeki devasa kadrosu ve çok geniş örgüt yapısı ile, resmi bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve ayrıca yanlış olarak sivil toplum(!) örgütü sayılan tarikat ve cemaatlerin lider, yönetici kadroları tıpkı Hıristiyanlık benzeri bir yarı ruhban sınıfı gibi kabul edilebilir. Osmanlı devlet yapılanmasının, 1- Sefiye (Ordu), 2- İlmiye (din uleması) ve 3- Kalemiye (sivil bürokrasi) olarak üçe ayrılması bir anlamda ruhban sınıfının varlığına kanıttır.

PEKİ, KLASİK TEOKRATİK FEODAL SİSTEMDE HALK TABANINİN GENEL DURUMU NEDİR?

Çok uzatmadan ve eğip bükmeden, herkes daha iyi anlasın diye konu kısaca şöyle özetlenebilir :

Teokratik feodal toplumlarda:

A- Krallar, sultanlar, şahlar… ve padişahlar için önemli olan monarşiyi sürdürmek, saltanatın dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmaktır. Ancak bunu yapabilmek için feodal derebeyleri yani toprak ağalarının siyasal ve ekonomik desteğine ve ulemanın dinsel – fikri yardımlarına gerek duyulur. Toprağa bağlı köle olsalar bile, halkın barınma, beslenme ve yaşamaya gereksinmesi vardır. Ayrıca orduya asker ve iaşe (yiyecek) ancak halk kesiminden karşılanmak zorundadır. Bu gereksinmeye bağlı olarak feodal beyler ve resmi Tımar sahipleri, monarşinin sürekliliği açısından kilit rol oynarlar.

B- Feodal beyler, toprak ağaları ve tımar sahipleri, halkı toprağa bağlı köle (AS; reaya, serf) olarak çalıştırmak, onların emeklerini sömürmek ve halk isyanlarına karşı diri ve sağlam kalabilmek için merkezi monarşinin yani saltanat sahibinin gücünü yanında görmek isterler. Ayrıca feodal beyler için önemli bir destek de ruhban sınıfının halkı itaat ve kanaata razı etmeye yönelik telkinleridir.

C- Ulema ya da ruhban sınıfının temel görevlerinden biri de, iktidarlarını koruyabilmeleri için, krallar, sultanlar… ya da padişahlara dinsel meşruluk devşirmek, onların Tanrı adına yetkili (!) olduklarına halkı inandırmaktır. Monarşiye kul olmaya, kesin ve koşulsuz olarak itaata razı etmektir. Doğal olarak da siyasal iktidarın ve feodal beylerin nimet ve olanaklarından bolca yararlanabilme yollarını açık tutmaktır.

D- Ruhban sınıfının önemli bir işlevi de toplumu, köle olarak, ailece yarı aç – yarı tok yaşayarak feodal beylere toprak ağalarına ve tımarlı sipahi sahiplerine boğaz tokluğuna karşılık sürekli çalışmaya, asi olmamaya ve kendisine verilenlerle yetinmeye, sonsuz kanat ve sabır sahibi olmaya, takınacağı itaat, kanaat ve sabrın onları öbür dünyada yani cennette, çok yüksek bir bolluk, zevk ve sefa içinde sonsuz yaşam hakkı kazanacaklarına inandırmaktır.
.
Sözün özü ya da kıssadan hisse şudur              :

a- Teokratik, feodal yönetim biçimlerinde sultan, kral, padişah, şah ya da emirlerin ödülleri bu dünyadadır. Soyut değil somuttur. Makamdır, güçtür, servettir, paradır, yetkidir. Bu ödüllere harem ve cariye sefaları da dahil edilebilir.

b- Feodal derebeyleri ya da toprak ağalarının ödülleri de bu dünyadadır. Köylünün, halkın emeğini olabildiğince sömürüp refah (gönenç) ve mutluluk içinde yaşayabilmeleri için bu teokratik feodal düzenin sürmesi gerekir. Günümüzün teokratik hatta çoğu ulus devletlerinde bile, devletle feodal bey ya da ağaların dayanışması, yerini kapitalist-sermaye, burjuvazi ile devletin (iktidarın) dayanışmasına bırakmıştır.

c- Batıdaki ruhban sınıfına bezer olarak, İslam devletindeki kimi ulemanın sultan sofralarına oturup ahlakı, adaleti ve ilahi buyrukları sultanların ve feodal beylerin dünyasal isteklerine göre, kasıtlı olarak yanlış yorumlayıp sultanlarca bolca ödüllendirilmeleri ya da feodal beylerce korunup kollanarak bu dünyadaki servetlerini ve şöhretlerini artırabilme yollarını bulabilmiş olmalarıdır. Yani Ulema ya da ruhban sınıfının ödülleri de bu dünyadadır.

PEKİ; YOKSUL, TOPRAKSIZ, YARI AÇ – YARI TOK YAŞAYAN KÖYLÜ HALKIN DURUMU NEDİR?

– Vergi vermek,
– Askere gitmek, gerekirse ölmek.
– Sorunsuz biat ve itaat, geri dönülmez sadakat (bağlılık), tükenmez kanaat ve sonsuz sabır sahibi olmaktır.
– TÜM DÜNYASAL GEREKSİNİM ve İSTEKLERİNİ AHİRETE, ÖBÜR DÜNYAYA ERTELEMEKTİR.
Aynı ya da benzeri tutum ve davranışlar hala birçok İslam ülkesinde sürmektedir.

SONUÇ YERİNE                            :

1789 Fransız Devrimi’ni yapan diri güçler krallar, feodal beyler ve ruhban sınıfının işbirliği yaparak, halkın sömürülmesine dayanan feodal ve teokratik düzenini yıktı. Akıl – bilim temelli modernite böyle temellendi. Ulus devletler akıl, bilim, laiklik, hukuk, demokrasi ve adalet, anayasal devlet ve yurttaşların eşitliği düzeni böyle şekillendi.

  • Osmanlı Devletini Mustafa Kemal Atatürk yıkmadı!

Çok yönlü tarihsel gelişim ve değişime bağlı olarak, İmparatorluklar ve teokratik feodal devletler çağdaş gelişme ve değişmelere ayak uyduramadıkları için tarihsel ömürlerini tamamlayıp halkın ve devletin gereksinmelerine yanıt verememiş, işlevsiz kalmış ve yıkılmışlardır. Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden çekilmesi konusunda da aynı gerekçeler geçerlidir.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist ülkelere karşı kazanılan büyük bir Kurtuluş Savaşından sonra, toplumu korumak, aydınlatmak ve devletini çağın gereklerine göre yeniden yapılandırmak için zorunlu tarihsel, bilimsel ve evrensel bir gereksinmeye dayalı olarak kurulmuştu.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyet yönetimi feodal, teokratik devletlerin tersine tabanın, geniş halk kitlelerinin ailece her türlü dünyasal ve insancıl gereksinmelerini öbür dünyaya ertelemedi . Devletin ve toplumun her türlü ekonomik kaynaklarını ve üretim güçlerini, toplumun refahını (gönencini) artırmak için gerekli olan, tarım ve sanayideki üretim birimlerine, fabrikalara, işliklere (atölyelere) aktardı. Çünkü bu yeni yönetimin mimarları ülkesini baştan sona cennete, halkını da akıl ve bilimle eğitilmiş uygar bir topluma dönüştürmek istiyor ve ayrıksız (istisnasız) herkese gönenç, adalet, özgürlük ve mutluluk getirmeyi amaçlıyordu. Çünkü çağdaş yönetim anlayışı bunu gerektiriyordu.

Teokratik, feodal devlet özlemi çekenler, özellikle de geniş halk kitleleri, biraz daha  düşünmelidir. Sultanların, feodal beylerin ve ruhban sınıfının her türlü dünyasal gereksinmeleri ve özlemleri tepe tepe bu dünyada karşılanırken, halk kitlelerinin ekonomik, sosyal gereksinmelerinin karşılanması neden hep öbür dünyaya erteleniyor???!!!

  • Bu dünya neden iktidar sahiplerine, güçlülere, feodal beylere, ruhban sınıfına ve kapitalistlere cennet oluyor da toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan geniş ve yoksul halk kitleleri için neden cehenneme dönüşüyor???????!!!!!

Tarihsel gidiş ve değişim rotası geriye dönmez, genelde hep ileriye doğru akar. Ayrıca çağdaş devletlerin halklarını cennete götürme gibi bir görevleri yoktur. Bu nedenle devletin dinsel gereklere göre değil; halkın somut, dünyanın gerekleri ve gereksinmelerine göre yönetilmesi, eğitilmesi ve yaşatılması kaçınılmazdır. Bu da ancak laik – seküler düzenle olanaklı olabilir.

Kaldı ki; dinsel öğretiler ve inançlara göre de her İnsanın kendi ahlaksal (moral) tutum ve davranışları ile cennete gidebileceğine inanılır. İlahi (Tanrısal) sorgulanma ve hesap vermeler de toplumsal değil bireysel olarak kabul edilir.

Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk‘ün dediği gibi;

  • Yaşamda en gerçek mürşit (yol gösterici) blimdir, tekniktir... “

Karar okuyucuların.

GÖRÜNÜŞE ALDANMAMAK

GÖRÜNÜŞE ALDANMAMAK

Prof. Dr. OĞUZ OYAN 
SOL PORTAL 2019-51, 24 Aralık

Görünüşe veya görüntüye aldanmamak bir bilimsel araştırmacının birinci önceliğidir.

Her şey göründüğü gibi olsaydı bilime gerek kalmazdı” dememiş miydi Marx?

Görünüşe aldanmaya devam etseydik, güneşin dünyanın etrafında döndüğüne inanmaya devam ederdik. Aristoteles ve Ptolomeus (Batlamyus)’un dünya merkezli bir güneş / kosmos sistemi gerçi binlerce yıllık bir zihin tutulmasına yol açmıştı. Ama bu sistemin Kilise tarafından benimsenip dayatılması olmasaydı bu denli uzun süre hüküm sürmesi beklenemezdi. Tek tanrılı dinler tanrıyı yalnızca dünya ve insanlar (ve sınıflı toplumlar) için yaratmış olduklarından, dünya ve insan merkezli olmayan bir evren modeli, dinsel dogmaların temelden sarsılması anlamına gelirdi. Bu yüzden, dondurulmuş / değişmez bir dünya-güneş sistemi ilişkisini sorgulayanlar, yakılmaya müstahaktılar. (!)

Görünüşe aldanmaya devam etseydik örneğin, Osmanlı sultanlarının tımar beylerine “reayayı incitmeyin” diye fermanlarla sık sık seslenmesine bakarak Osmanlı devletinin köylüyü ağa-bey zulmüne karşı ne kadar koruduğu, köylüleri bağımsız küçük köylü sınıfı olarak muhafaza etmek istediği gibi olmadık sonuçlar çıkarabilirdik. Gerçi bu tuzağa düşmek için fermanlara körü körüne inanmak da gerekmezdi. Bunun mefhum-u muhalifini, yani raiyyet salmalar ve angaryalarla aşırı sömürüye tâbi tutulduğu için bu fermanların gerekli olduğunu varsaymak hiç de zor değildi. Kaldı ki, yüzyıllarca süren bir feodal sömürü düzeninde “özgür veya bağımsız köylü” tipolojisinin masalımsı bir evrene ait olduğunu gösteren yüzbinlerce belgeyi yok saymak hiç mümkün değildi. Peki ama, anlı-şanlı tarihçilerimiz bile kendilerini bu tuzağa bile isteye acaba neden kaptırıyorlardı? Çünkü, esas olarak, Osmanlı toplumunu tarih sahnesine çıktığı dönemde ve özellikle gücünün zirvesine çıktığı 15. ve 16. yüzyıllarda, artık devri geçmiş bir feodal üretim ilişkileri çerçevesinde tanımlamak, Osmanlıyı çağının gerisinde göstermekle eşanlamlı tutulmuş ve bundan kaçınılmıştı! Yani işin esası, bilimsel tarihi gerçeklerden ideolojik bir kaçıştı.

Bugünkü Türkiye’yi hiç bilmeyen birileri, yasama-yargı gibi organların nominal (isimce) varlıklarını sürdürdüklerine bakıp Türkiye’de güçler ayrılığına dayalı bir demokratik sistem olduğunu sanabilirler. Tamam, bunun bugünlerde belki artık pek alıcısı kalmamış olabilir ama AKP’nin 2003-2015 döneminde bu sahte imgeyi içe-dışa başarıyla pazarlayabilmiş olmasına ne demeli? Çünkü bu imgeyi satın alıp çoğaltanlar, çıkarları AKP düzeni ile çakışmakta olanlardı. Şimdi özetle, “öküz öldü, ortaklık bozuldu“.

Örnekler çoğaltılabilir. Sayıştay raporlarına ve ortalıktaki “iç denetçi”, “vergi müfettişi” bolluğuna bakıp, Türkiye’de etkin bir denetim sistemi olduğu sanılabilir. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” pazarlamasına aldanıp Türkiye’de hala bir hükümet (bakanlar kurulu) olduğu sanılabilir. Plan-program bolluğuna bakıp, Türkiye’nin hiç plansız kalmadığı sonucuna varılabilir (bu konuyu 15 Aralık 2019 tarihli Birgün Pazar’da işlemiştim). Gelir Vergisi tarifesine yeni bir basamak eklenip son dilimin %35’lik marjinal oranının % 40’a çıkarılmasını, sermayeyi vergilendirmenin sonunda hatırlanması olarak kodlayanlar olabilir. Şimdi bu son örnekten devam edelim.

GELİR VERGİSİ TARİFESİ KİMDEN YANA?

Gelir Vergisi (GV) tarifesinin kimden yana olduğundan önce “kime karşı” olduğuna bakılırsa, kesinlikle ücretlilere / emekçilere karşı olduğu sonucuna çabucak varılabilir. Tam bir ay önce 21 Kasım 2019’da kabul edilen yeni vergi paketiyle GV tarifesiyle de oynanmış ve 4 basamaklı (yani 4 dilim ve 4 marjinal orana sahip) tarifenin dördüncü dilimi değiştirilmiş ve yeni bir dilim ve oran içeren bir 5. basamak eklenmişti. İşin bizce ilginç olmayan yanı, ilk üç dilime ve oranlarına dokunulmamış olmasıydı. Yani ücret gelirlerini esaslı bir vergi baskısı altında tutmaya yönelik olan yapı aynen korunmuştu. Tarife şu şekli almıştı:

GELİR VERGİSİ TARİFESİ

Yıllık gelir dilimleri (TL)                                                    Vergi oranları (yüzde)

< 18.000                                                                               15

18.000-   40.000                                                               20

40.000-   98.000                                                               27

(40.000-148.000) (Ücret geliri)                                ”

98.000-500.000                                                              35

(148.000-500.000) (Ücret geliri)                                ”

500.000<                                                       40

İlk 3 basamakta ne dilim aralıkları ne de marjinal vergi oranlarına ilişilmişti. Ücret gelirleri için 3. basamakta daha geniş aralıklı bir dilim tanımlaması da eski tarifeye aitti. Eski tarifede 4. basamakta, 98.000 TL üstü (ücret gelirleri için 148.000 TL üstü) için %35 oranı geçerliyken, yeni tarifede aynı orana sahip 4. dilim 500.000 TL yıllık gelir düzeyinde sonlanmaktaydı. 500.000 TL’nin üzerinde kalan gelirler içinse, tavan sınırlaması olmaksızın %40 marjinal oranı getirilmekteydi. (Başlangıçta bu oranın %45-50 düzeylerinde telaffuz edildiğini ve bizim “olanaksız” diye yazdığımızı anımsayalım).

Şu saptamaları yapabiliriz:

(i) Ücret gelirleri genelde yıllık 148.000 TL’nin altında kaldığı için, tarife ücretlilere hiçbir vergi hafiflemesi getirmemektedir. Kaldı ki, her yıl (yeniden değerleme oranı kadar olmasa bile) bir ölçüde genişletilen dilim aralıkları bu yıl sabit tutulduğu için, enflasyonist etkiyle yükselen nominal ücret gelirleri daha fazla üst dilimlerden / oranlardan vergilenecek, dolayısıyla bu kesimin gelir vergisi yükü ağırlaşacaktır. Dolayısıyla sendikal ve siyasal istemlerin başına, GV tarifesinin ilk üç diliminin genişletilmesi konulmak durumundadır. (0-75 bin, 75-150 bin ve 150-300 bin düzeyleri bir ilk istem çerçevesini oluşturabilir). Ücretliler için indirimli marjinal oranlar istemi de buna eklenebilir kuşkusuz.

(ii) Tarifenin ilk 3 basamağı aşırı basık iken (3. dilimin tavanı 98 bin veya 148 binde bitmektedir), 4. basamak aşırı şişkindir. Böyle bir tarife yapısının bir benzeri dünyada yoktur. Her şey GV’ni bir ücret vergisi olarak tutmak üzerine kurgulanmıştır. 4. dilime giren ücret geliri sahiplerinin sayınının bile sermaye geliri sahiplerinkini aşacağını öngörebiliriz. Tarifenin 4. basamağına da girebilen üst düzey ücretliler dikkate alınsaydı bile, ilk 500.000 TL’nin vergisi beyannameli mükellefler için 163.460 TL olurken, ücret geliri sahipleri için 159.460 TL olacaktı; yani ücret gelirleri lehine denilen avantaj yalnızca 4 bin TL’dir. Birincisinin ortalama GV oranı %32,69 iken, ikincisininki % 31,89 olacaktır!

(iii) Son marjinal oranın %40’a yükseltilmesinin büyük sermaye kazançları üzerinde bir etkisi olabilirdi belki, eğer üniter bir vergi yapısı yürürlükte olsa ve sermaye lehine istisna ve muafiyetler bu denli yaygın olmasa! Öyle olmadığı için, tüm vergi paketinin 2020’de sağlayacağı gelir toplamı 6 milyar TL düzeyinde kestirilmiştir. Oysa, yukarıdaki kayıtlar olmasaydı, yalnızca yeni GV tarifesi bile bundan çok fazlasını getirebilirdi. Kayıtlar nedir? Kâr, faiz, rant gibi sermaye gelirlerinin her biri kendi sedülünde genellikle artan oranlı olmayan bir GV kesintisi (stopaj) ile vergilendirilmektedir (sedüler vergileme). GV’nin artan oranlı tarifesine maruz kalanlar bile, ya önceden bir stopaja konu olmuşlardır ve/veya geniş istisnalar dolayısıyla vergi matrahlarını çok küçültebilmişlerdir (küçülen matraha isabet eden vergiden stopaj kesintilerini mahsup etme hakkına da sahiptirler).

Örnekleyelim: 10 milyon TL temettü (kâr payı) gelirine sahip bir şirket ortağı, eski tarife geçerliyken %17,4 düzeyinde ortalama GV öderken, yeni tarife altında %19,6 ödemekle yetinecektir. Yani %40 oranı aldatmacası, cahil avlama tuzağından başka bir şey değildir. Oysa 100 bin TL yıllık brüt geliri (aylık neti 5 bin TL’nin biraz üzerinde) olan bir ücretli, eski veya yeni tarifede % 23,3 oranında vergi ödemeye devam edecektir. Kaldı ki, bu ücretliden yapılan SGK primi, işsizlik fonu primi, damga resmi, zorunlu BES vb. kesintiler dikkate alındığında vergi + prim yükü daha yüksek oranlara çıkacaktır. Elde kalan 70 bin TL’nin altındaki net ücretinin vergi dışında kalacağı da sanılmamalıdır. Emlak vergisi ve MTV gibi mülkiyet vergilerini geçelim; tasarruf kapasitesi sıfıra yakın olan bu ücret geliri sahibi, net gelirinin tümünü tüketime harcayacağı için KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergilere yüksek sermaye kazancı sahiplerine kıyasla daha fazla muhatap olacaktır. Üstelik, ödediği dolaylı vergilerin ticaret erbabınca vergi dairesine ödeneceği de -belgesiz bir düzende- çok kuşkulu olacaktır. Böylece kısır döngü tamamlanacaktır: Sermaye vergi ödemediği için, devlet adına tahsil ettiği dolaylıları bile yatırmadığı için, vurun abalıya devam edecektir. Örneğimize dönersek, tarifenin ilk üç basamağına dokunulamayacaktır.
***
Dolayısıyla görünüşe aldanmamak sanıldığından daha yaşamsaldır.

Bunun için, merak ve kuşkuyu elden bırakmamak; zihin tembelliğinden kurtulmak; bilgi yetersizliğini, araştırma araçları eksikliğini kapamak; önyargılara karşı mücadele etme kapasitesine / cesaretine sahip olmak; sınıfsal analiz araçlarıyla donanmak olmazsa olmazlardandır.