Etiket arşivi: Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu

Fatih Hilmioğlu’na özgülük için imza kampanyası..

 

Dostlar,

Silivri zulümhanesinde tutukluluğunun / tutsaklığının 4. yılı Nisan 2013’te dolacak olan dostumuz Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu için “tutuksuz yargılanması” amacıyla
bir imza kampanyası başlatıldı. ADD web sayfasında bulabilir, dilerseniz adınız görülmeden imza verebilir, yorum yazabilirsiniz. Erişkeye tıklayarak erişebilirsiniz..

http://add.org.tr/profdr-fatih-hilmiogluna-ozgurluk.html

Biz açık adımızla imza verdik ve ayrılan yere de aşağıdaki yorumumuzu yazdık :

  • Kampanyayı gönülden destekliyorum. Bu hastalıkla tutukluluğu, dikkat HÜKÜMLÜLÜĞÜ DEĞİL, sürdürmek, tasarlanmış (taammüden) cinayetten başka birşey değildir. Üstelik yargı eliyle. Siyasal sorumluluk hükümetindir. DEVLET ise yurttaşının kutsal ve dokunulmaz yaşam hakkını korumakla 1. sırada ödevlidir. Devleti ve adalet duygusunu = ülkenin temelini daha fazla tahrip etmeylim.. Fatih hocayı tutuksuz yargılayalım..
    CMK (Ceza Muhakemeleri Kanunu) ilgili madde aynen şöyle :
  • Hapis cezası ve güvenlik önlemleri temel ilkelerini düzenleyen 13.12.2004 tarih 5275 sayılı CMK (Ceza Muhakemeleri Kanunu) md. 16/2’de, sanığın hastalığı nedeniyle uygulanacak süreç şöyledir:
  • “… öbür hastalıklarda cezanın infazına resmi sağlık kuruluşlarının mahkûmlara ayrılan bölümlerinde devam olunur. Ancak bu durumda bile hapis cezasının infazı mahkûmun yaşamı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa, cezasının infazı iyileşinceye dek geri bırakılır.”
  • Ya da Cumhurbaşkanı Gül, anayasal yetkisini kullanmalıdır..
    Hem de ivedilikle.. Md. 104/b :
  • – “Sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmak,”
  • Lütfen ve ivedilikle..

Fatih hoca “hepatit C” hastası. Ağır ve ilerleyici karaciğer enfeksiyonu.

Hastalığın 2 ana komplikasyonu karaciğer yetmezliği ve karaciğer kanseri.

  • Fatih hoca kritik eşikte!..

Çok özel koşullarda, tam donanımlı hastanede yatarak,
özel diyetle karmaşık ve uzun bir sağaltım (tedavi) zorunlu.
Belki de karaciğer aktarımı geekecek.. Bulunabilirse..

Bunları bir tıp öğretim üyesi olarak yetki ve sorumlulukla yazıyoruz.

Çığlığımızı duyuyor musunuz Müslüman AKP’liler??

Yoksa hala kör intikam güdüsü ile vicdanınız, gözünüz, kulağınız.. mühürlü mü?
Divan-ı mahşerde size peygamber bile şefaat edemeyecek..

Kul hakkı yediğiniz için Yüce Tanrı bile sizi bağışlayamayacak..

Fatih_Hilmioglu_portresi

Sevgi ve saygı ile.
31.1.13, Ankara

Prof. Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

Bilim İnsanlarımızın Toplumsal Sorumluluğu

Dostlar,

Değerli yazar Aykut Göker, Cumhuriyet Bilim Teknik ekinde

“Bilim İnsanlarımızın Toplumsal Sorumluluğu”

başlıklı bir makale yazdı geçtiğimiz Cuma günü.
Beni epey etkiledi ve düşündürdü.
Sizlerle paylaşmak isterim.
Hele Fatih Hilmioğlu hocamızın oğlunun cenaze töreni için yazdıklarımızı da anımsayınca..  

Fatih Hilmioğlu’na…
(okumak için tıklayabilirsiniz.. http://ahmetsaltik.net/fatih-hilmiogluna/)

Sevgi ve saygı ile.
19.11.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

====================================================

POLİTİK BİLİM

Aykut Göker
http:/www.inovasyon.org
hagoker@ttmail.com

Bilim İnsanlarımızın Toplumsal Sorumluluğu

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun, o çok acı gününde karşılaştığı muameleye bile
tepki göstermeyen bilim insanı akıl tutulmasındadır; ama yine de soralım…

Köyden kente, küçük kentten büyük kente, bir bölgeden bir başka bölgeye göç
hâlâ sürüyor. Toplumsal ve kültürel altüst oluşu da beraberinde getirerek…

Meğer çoğumuz kimliksizmişiz; şimdi hepimiz bir kimlik, bir köken arıyoruz
Hem de bunca uygarlığın, bunca halkın harmanlandığı bir coğrafyada… Eskiden
hiç olmazsa bazılarımız, asıl meselenin Kürt, Türk, Laz, Çerkez, bütün emekçiler için yaşanılası bir dünya kurmak olduğunu sanırdık; şimdi üstünde durduğumuz tek konu ‘ulusal kimlik’ meselesi… Üstelik bu mesele üzerine oturtulan düşük yoğunluklu bir savaşta çocuklarımızı birbirleriyle vuruşturuyoruz. Onların da ezici çoğunluğu emekçilerin çocukları… Lâik bir Cumhuriyet olarak, İslâm toplumlarının on ikinci yüzyıldan bu yana tersine dönen kaderinden kendisini kurtaran ilk İslâm toplumunun bizim toplumumuz olacağını umuyorduk. Bir de ne görelim, bir cemaat siyasî iktidarın ortaklarından…

  • Yükseköğretim ve temel eğitimden başlayarak
    lâikliğin temelleri yerinden oynatılıyor.

Bu bir yana, yeniden ve hızla mezhepçilik batağına kayıyoruz. Bu kayışta ulusal sınırlar ortadan kalkar. Onun için Suriye’deki Şiîlik – Sünnîlik çatışmasının tam da göbeğindeyiz. Sünnî muhalif güçlere fiilî destek sağlıyoruz. Şiî İran’la aramızda tarih tekerrür etti, edecek…

Bu coğrafyada kültürel altüst oluşlara, ulusal kimlik arayışlarına eklemlenen mezhepsel ayrışmalarla ülke olarak varlığımızı sürdürmek imkânsız…

Akla ihtiyacımız var.

Doğal olarak gözlerimizi aklın ışığını yansıtacak bir kuruma çeviriyoruz. Çünkü o kurumun, aklı merkez alan bir yörünge çizdiğini biliyoruz. Aklın ışığını yansıtsa yansıtsa o kurum yansıtır. O kurum üniversitedir. Bilim insanlarımızdan aklın ışığını yansıtmalarını bekliyoruz.

Sizler, evreni, kuracağınız matematik modeller yardımıyla bir bütün olarak kavrayabilmek ya da toplumu ve insanı bu kez matematik modeller kurarak değil ama yine de bir bütün olarak kavrayabilmek için uğraşıyor olabilirsiniz. Bütün zihinsel yeteneklerinizi, zaman ve enerjinizi buna ayırmış olabilirsiniz. Saygı duyarız.

Büyük bir olasılıkla bu uğraşınızı ya ülkemin ya da bir başka ülkenin üniversitesinin çatısı altında sürdürüyorsunuzdur. Çalıştığınız o kurum, evrenin insan zihninde henüz çözüme kavuşmamış, insanoğlu için sır olan kara kutularının aydınlığa kavuşacağı yerdir. İnsanoğlunun akıl erdiremediği için, varlığını aklın ötesindeki bir mutlak güce zincirlediği evrenin, o zinciri kırıp insan zihninde de özgürlüğüne kavuşacağı yerdir, üniversite.
Evren özgürlüğüne kavuşurken insanoğlunun da artık parçası olduğu bütünü kavrayamama aczinden kurtulacağı; onun da özgürlüğüne kavuşacağı yer…

Ve o üniversite, insanoğlunun parçası olduğu toplumu ve aynı zamanda kendisini de
tam olarak anlayabilmesinin yol ve yordamını ortaya koyabilecek olan yerdir. Onun için üniversite yalnızca bir saygı odağı değil; insanlığın geleceği için de umut kaynağıdır. Çatısı altında çalışan bilim insanı da öyle…

Üniversitenin varlık nedeni, elbette bu evrensel misyondur. Bilim insanı da bu misyon için var… Ama yine de insanoğlu, üniversiteden, karşılaştığı yakıcı sorunlara da aklın ışığını yansıtmasını bekliyor. Buna muhtaç… Dedim ya, ülkemiz insanı da öyle…

Bu beklentiye yanıt vermek sizin toplumsal sorumluluğunuzdur. Türkiye’de,
‘dinsel dogma’ yapma uydusu fırlatılalı çok oldu; misyonu, akıl merkezli öğretim sisteminde aklın ışığını kesmek… Misyonunu yerine getireceği yörüngeye oturdu oturacak; ‘akıl tutulması’ başladı başlayacak. Çok saygı duyduğumuz bilim insanlarımız, çoğunuzdan ses çıkmıyor.

Yoksa ‘tam akıl tutulması’ başlamadan sizin aklınız mı tutuldu?
(Cumhuriyet, 18.11.12)

“Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim”

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy hocamızın, Silivri tutsaklarından Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun trafik kazasında (??) ölen oğlu Emir’in cenaze törenine katıldıktan sonra yazdığı yazıyı sitemize o gün (16.10.12) koymuştuk.

“Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim”

Sonra da yorum bölümünde kendisine aşağıdaki eleştirimiz olmuştu :

=======================================
Değerli hocam,

Yazınızı okudum ve web siteme koydum.

Lütfen bakar mısınız??

Sizden önce de Fatih hoca için 2 yazı yazmıştım web sitemde..

Her şeye karşın teslim olmak yok!..

Aydın sorumluluğu işte böyle kurşun gibi ağır..

Çaresiz, son nefesimize dek omuzlayacağız.

Daha nitelikli bir toplum için..

Başka öneriniz var mı vatandaşlıktan / toplum üyeliğinden istifa dışında ??

Bu dizeleri web siteme, yazınıza yorum olarak da koyacağım..

Not : Bize de yolladığı, metnini yukarıya koyduğumuz e-iletisine karşılık olarak yollanmıştır..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
http://www.ahmetsaltik.net

==============================================================

Ali Demirsoy hocamız bir ileti ekinde yazısını güncellemiş.
Tam da kendisine yakışanı yapmış, sağolsun, bizi de dikkate almış :

Sevgili Ahmet Bey Kardeşim,

Yazımdaki eksikliği bir paragrafla giderdim.

Umutsuzluk aydına yakışmaz.

Sitenize bu gönderdiğim yeni yazıyı koyunuz.

Teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü Emekli Öğretim Üyesi
Beytepe/ANKARA
Telf: 0312.297 80 40 (aynı zamanda faks)

=======================================================

Sayın Demirsoy’un yazısı yeni içeriğiyle aşağıda..

Eklenen paragraf şöyle :

    * Bu yalnızlık güçsüzlüğe, çaresizliğe düşmemin değil, pusulasını yitirmiş bir toplumu aydınlığa çıkarmayı hedef olarak gören çabamın kamçısı oldu. Çok şeyi az kişiyle başarmanın da mümkün olacağını göstermenin zamanı geldi.

Teşekkürler Ali hocam,

Buna inanın AYDINLANMA KAZANACAK

Daha doğrusu AYDINLANMA GENE KAZANACAK..

Çünkü AYDINLANMA hep kazanıyor.. Tarihe bakın..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
http://www.ahmetsaltik.net

================================================

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim

Prof. Dr. Ali Demirsoy

16.10.2012 tarihinde tanık olduğum bir merasimde, bu toplumun ulaşmış olduğu kimliğin artık benim kimliğimle aynı olamayacak kadar farklılaştığını anladım. Eğer siz toplumun yaklaşımını ve anlayışını anlayamıyorsanız, o toplumun bir bireyi olmaktan uzaklaşmışısın demektir ya da o toplum, sizin, içinde rahat hareket edemeyeceğiniz ya da benimseyemeyeceğiniz kadar değişmiş demektir. Tanık olduğum şu sürecin üzerinde, ön yargılarınızı bir tarafa bırakarak bir insan olarak, ama sadece bir insan olarak düşünmenizi istiyorum.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, Almanya’da ve Hacettepe Üniversitesinde dâhiliye uzmanı olmuş, başhekimlik, dekanlık yapmış ve İnönü Üniversitesinde Gastroenteroloji kliniğini kurmuş ve iki dönem İnönü Üniversitesi Rektörlüğünü yapmıştır. Rektörlüğünün çok başarılı geçtiğini, üniversiteye önemli tesisler kazandırdığını, çok sayıda bilimsel toplantıya destek olduğunu ve on binlerce ağaç diktirerek üniversitenin kıraç arazisinde neredeyse orman kimliği kazanacak bir koruluğu bu bölgeye kazandırmıştır.

Tanıdığımız Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, cumhuriyete, laikliğe, bilimsel düşünceye sözde değil özde inanmış ve sahip çıkmış bir meslektaşımızdı. Bu yolda da cesur çıkışları olmuş bir yöneticimizdi.

Şu anda çeşitli suçlamalarla Silivri Cezaevinde, yaklaşık 4 yıldan bu yana tutuklu olarak (kesinleşmemiş bir suçtan dolayı değil) yatmaktadır ve bilebildiğimiz kadarıyla da ağır seyreden karaciğer kanserinden dolayı yaşamı tehdit altında olduğu söylenmektedir. Eğer varsa, suçunun ne olduğunu, bağımsız, hukuka ve adalete saygılı, insan haklarını ön planda tutan yüce mahkemelerimiz kuşkusuz kanıtlarıyla birlikte bu topluma kararlarıyla duyuracaklardır. Yargılama aşamasındaki bir davaya fikir beyan etmenin, görüş açıklamanın ve serzenişte bulunmanın hukuka aykırı olacağını bildiğim için bu konuyu burada kapatmalıyım.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun iki oğlu vardı. Biri Armağan, şu anda Amerika’da eğitimdeymiş, diğeri Emir; benim de yakinden tanıdığım yakışıklı, saygılı, yüzünden güzellik akan, aydınlık yüzlü bir gençti ve Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde dördüncü sınıfta okuyordu. Her hafta sonu yalnız kalan anasını, babasını görmek üzere Silivri’ye götürüyor, onunla iki gün kalarak geri dönüyordu. 13.10.2012 tarihinde çok kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.

Emir’in cenaze ve defin törenine birçok insan gibi ben de katıldım. Benzer durumlarda yaşanan hüzün doğal olarak bu törenlerde de yaşandı. Hepimizin gözlerinden yaşlar aktı. Buna benzer hüzün veren olaylar dünyanın her yerinde ve ülkemizde de sıkça yaşanmıştır. Ancak bu süreçte yer alanların acıklı durumları, çizilen bu tabloya yerleştirildiğinde, belki de dünyanın en kahredici, üzücü ve düşündürücü bir sahnesi sahnelenmiş oldu.

Dünya güzeli oğlunu yitiren ana, başından itibaren; özellikle mezarın başında eridi bitti; bir ananın dramını bütün çıplaklığıyla görüyorduk. Belki, onu, kendisi bir hekim olan kocası teselli edebilecekti; acılarını bir nebze de olsa dindirebilecekti Gözlerimiz kocanın üzerindeydi. Ancak kocayı, yanında, arkasında, önünde, -her halde- yıllarca kucağına almış, sevmiş, öpmüş, koklamış yavrusunu son seyahatinde yalnız bırakarak kaçmasın diye en az görebildiğimiz 6 kolluk görevlisi çembere almıştı. Zaten 4 yıl tutukluluk ve ağır hastalığı nedeniyle neredeyse bitme aşamasına gelmişti. Bir zamanların saygın doktoru, saygı yöneticisi Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun gözlerindeki -çok az kimsenin anladığını düşündüğüm- acı ifade birçoğumuzun kalbine kurşun gibi oturdu. Hiç kimseye, yaşayan oğluna, üzüntülerin en büyüğünü yaşayan eşine bile yardım edecek durumda değildi. Belli ki sadece bir töreni yerine getirmek için izinli çıkmıştı.

Yasalar neredeye kadar izin veriyor, nasıl veriyor bilemem; hukukçu değilim. Ancak Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun geniş bir koruma çemberi içinde Ankara’ya getirilip, evinde kalmasına izin verilmeden, geceyi Sincan Cezaevinde geçirmek, defin töreninin ardından (aynı gün mezarlıkta bu tören yaklaşık saat 16.00’da bitti) saat 19.00’da 4 yıldır tutuklu olduğu Silivride’ki koğuşuna götürülmek üzere izin verilmiş. Yani evinde çocuğunun ruhuna okunacak duaya bile âmin diyecek şans tanınmamıştı. Eşiyle birlikte yıllarca yavruları üşümesin diye yorganını örttükleri odaya, son bir kez birlikte bu yorganı katlamak için bir şans bile tanınmadı. Sanki Silivri kaçıyordu.

Bu yazıyı kaleme alırken ananın mezarı başındaki yok oluşunu, babanın gözlerindeki acı ifadeyi, bu durumu toplumun bir kara bahtı olarak görerek gözlerinden sicim gibi boşanan insanları bir türlü unutamıyorum. Anayasanın bile sık sık çiğnendiği bir ülkede, bir ailenin tarif edilemez bir acısına merhem olmamayı neden en katı yasalara bağlıyoruz? Biz bu kadar mı insanlık duygularımızdan uzaklaştık?

Eve ulaştığımda her şeyimle bütünleştiğimi düşündüğüm bu toplumun artık tarif edilen bir üyesi olmadığımı anladım. Bu kadar kin, bu kadar garez, bu kadar acımasızlık, bu kadar nefret, bu kadar gaddarlık benim mensup olacağım topluluk olamaz. Eğer geleneğimiz buna izin veriyorsa, ben bu gelenekten değilim, eğer kültürümüz buna izin veriyorsa ben bu kültürden değilim, eğer milli duygularımız buna izin veriyorsa, ben bu milletten değilim, eğer dinimiz buna için veriyorsa ben bu dinden değilim. Eğer insanlık bu ise ben insan bile değilim. Belli ki kalabalığın içinde yalnız kalmış birkaç insandan biriyim. Bu yalnızlık güçsüzlüğe, çaresizliğe düşmemin değil, pusulasını yitirmiş bir toplumu aydınlığa çıkarmayı hedef olarak gören çabamın kamçısı oldu. Çok şeyi az kişiyle başarmanın da mümkün olacağını göstermenin zamanı geldi.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu rektörlüğü sırasında birçok bilimsel toplantıya tam anlamıyla destek oldu. Beğensek de beğenmesek de tasvip etsek de etmese de o dönemde yöneticilik yapmış, birçok bildiriye ortak imza atmış, birçok kararı birlikte almış arkadaşlarını da gözlerimiz aradı. Onu yalnız bırakmayan politikacılarımız, bilim adamlarımız, bir zamanların yöneticileri vardı; ancak gözlerimizin aradığı çok kişiyi –en az bu acı olayda yanında olma ve ona manevi destek verme için bile- göremedik. İnsani bir görev için bile orada değillerdi. Belli ki sele kapılmış çok insanımız var.

Katılanları bu yazıyı yazarken şöyle bir tekrar gözden geçirdim. Nitelikli bir grubun olması, bir devrin özelliğini tanımlıyor gibiydi. Sele kapılanların gelmemiş olmasını daha hayırlı gördüm. Çünkü bir Azerbaycan atasözünde der ki:

    Sel geldiği zaman ilk olarak çer-çöp gelir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
16.10.2012

Değerli Kardeşim,

Bir völümünüzün bu toplumun artık bir üyesi olamayacak denli farklılaştığını söyleyebilirim. Bunlardan bir de benim ve yargıya bugün kesin olarak vardım.

Bu kez kısa olan bu yazımı kesinlikle okumanızı diliyorum.

Saygılarımla. 17.10.12

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim ..

Dostlar,

Prof. Dr. Ali Demirsoy büyüğümüzün İBRETLE DOLU yazısını mutlaka okumalısınız,
okutmalısınız..

Kendisinin de özel ricası, “..bu kez yazım kısa ama mutlaka okuyunuz..” diye rica ediyor.

Ali hoca ile cami avlusunda görüşemedik ama, yazısına büyük ölçüde biz de katılıyoruz..

Umarız kendisi de bu sitede Fatih hoca için yazdığımız 2 yazıyı okuma olanağı bulur..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim

16.10.2012 tarihinde tanık olduğum bir merasimde, bu toplumun ulaşmış olduğu kimliğin artık benim kimliğimle aynı olamayacak kadar farklılaştığını anladım. Eğer siz toplumun yaklaşımını ve anlayışını anlayamıyorsanız, o toplumun bir bireyi olmaktan uzaklaşmışısın demektir ya da o toplum, sizin, içinde rahat hareket edemeyeceğiniz ya da benimseyemeyeceğiniz kadar değişmiş demektir. Tanık olduğum şu sürecin üzerinde, ön yargılarınızı bir tarafa bırakarak bir insan olarak, ama sadece bir insan olarak düşünmenizi istiyorum.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, Almanya’da ve Hacettepe Üniversitesinde dâhiliye uzmanı olmuş, başhekimlik, dekanlık yapmış ve İnönü Üniversitesinde Gastroenteroloji kliniğini kurmuş ve iki dönem İnönü Üniversitesi Rektörlüğünü yapmıştır. Rektörlüğünün çok başarılı geçtiğini, üniversiteye önemli tesisler kazandırdığını, çok sayıda bilimsel toplantıya destek olduğunu ve on binlerce ağaç diktirerek üniversitenin kıraç arazisinde neredeyse orman kimliği kazanacak bir koruluğu bu bölgeye kazandırmıştır.
Tanıdığımız Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, cumhuriyete, laikliğe, bilimsel düşünceye sözde değil özde inanmış ve sahip çıkmış bir meslektaşımızdı. Bu yolda da cesur çıkışları olmuş bir yöneticimizdi. Şu anda çeşitli suçlamalarla Silivri Cezaevinde, yaklaşık 4 yıldan bu yana tutuklu olarak (kesinleşmemiş bir suçtan dolayı değil) yatmaktadır ve bilebildiğimiz kadarıyla da ağır seyreden karaciğer kanserinden dolayı yaşamı tehdit altında olduğu söylenmektedir. Eğer varsa, suçunun ne olduğunu, bağımsız, hukuka ve adalete saygılı, insan haklarını ön planda tutan yüce mahkemelerimiz kuşkusuz kanıtlarıyla birlikte bu topluma kararlarıyla duyuracaklardır. Yargılama aşamasındaki bir davaya fikir beyan etmenin, görüş açıklamanın ve serzenişte bulunmanın hukuka aykırı olacağını bildiğim için bu konuyu burada kapatmalıyım.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun iki oğlu vardı. Biri şu anda Amerika’da eğitimdeymiş, diğeri Emir; benim de yakinden tanıdığım yakışıklı, saygılı, yüzünden güzellik akan, aydınlık yüzlü bir gençti ve Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde üçüncü sınıfta okuyordu. Her hafta sonu yalnız kalan anasını, babasını görmek üzere Silivri’ye götürüyor, onunla iki gün kalarak geri dönüyordu. 13.10.2012 tarihinde çok kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.
Emir’in cenaze ve defin törenine birçok insan gibi ben de katıldım. Benzer durumlarda yaşanan hüzün doğal olarak bu törenlerde de yaşandı. Hepimizin gözlerinden yaşlar aktı. Buna benzer hüzün veren olaylar dünyanın her yerinde ve ülkemizde de sıkça yaşanmıştır. Ancak bu süreçte yer alanların acıklı durumları, çizilen bu tabloya yerleştirildiğinde, belki de dünyanın en kahredici, üzücü ve düşündürücü bir sahnesi sahnelenmiş oldu.
Dünya güzeli oğlunu yitiren ana, başından itibaren; özellikle mezarın başında eridi bitti; bir ananın dramını bütün çıplaklığıyla görüyorduk. Belki, onu, kendisi bir hekim olan kocası teselli edebilecekti; acılarını bir nebze de olsa dindirebilecekti Gözlerimiz kocanın üzerindeydi. Ancak kocayı, yanında, arkasında, önünde, -her halde- yıllarca kucağına almış, sevmiş, öpmüş, koklamış yavrusunu son seyahatinde yalnız bırakarak kaçmasın diye en az görebildiğimiz 6 kolluk görevlisi çembere almıştı. Zaten 4 yıl tutukluluk ve ağır hastalığı nedeniyle neredeyse bitme aşamasına gelmişti. Bir zamanların saygın doktoru, saygı yöneticisi Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun gözlerindeki -çok az kimsenin anladığını düşündüğüm- acı ifade birçoğumuzun kalbine kurşun gibi oturdu. Hiç kimseye, yaşayan oğluna, üzüntülerin en büyüğünü yaşayan eşine bile yardım edecek durumda değildi. Belli ki sadece bir töreni yerine getirmek için izinli çıkmıştı.
Yasalar neredeye kadar izin veriyor, nasıl veriyor bilemem; hukukçu değilim. Ancak Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun geniş bir koruma çemberi içinde Ankara’ya getirilip, evinde kalmasına izin verilmeden, geceyi Sincan Cezaevinde geçirmek, defin töreninin ardından (aynı gün mezarlıkta bu tören yaklaşık saat 16.00’da bitti) saat 19.00’da 4 yıldır tutuklu olduğu Silivride’ki koğuşuna götürülmek üzere izin verilmiş. Yani evinde çocuğunun ruhuna okunacak duaya bile âmin diyecek şans tanınmamıştı. Eşiyle birlikte yıllarca yavruları üşümesin diye yorganını örttükleri odaya, son bir defa birlikte bu yorganı katlamak için bir şans bile tanınmadı. Sanki Silivri kaçıyordu.
Bu yazıyı kaleme alırken ananın mezarı başındaki yok oluşunu, babanın gözlerindeki acı ifadeyi, bu durumu toplumun bir kara bahtı olarak görerek gözlerinden sicim gibi boşanan yaşları bir türlü unutamıyorum. Anayasanın bile sık sık çiğnendiği bir ülkede, bir ailenin tarif edilemez bir acısına merhem olmamayı neden en katı yasalara bağlıyoruz? Biz bu kadar mı insanlık duygularımızdan uzaklaştık?
Eve ulaştığımda her şeyimle bütünleştiğimi düşündüğüm bu toplumun artık tarif edilen bir üyesi olmadığımı anladım. Bu kadar kin, bu kadar garez, bu kadar acımasızlık, bu kadar gaddarlık benim mensup olacağım topluluk olamaz. Eğer geleneğimiz buna izin veriyorsa, ben bu gelenekten değilim, eğer kültürümüz buna izin veriyorsa ben bu kültürden değilim, eğer milli duygularımız buna izin veriyorsa, ben bu milletten değilim, eğer dinimiz buna için veriyorsa ben bu dinden değilim. Belli ki kalabalığın içinde yalnız kalmış birkaç insandan biriyim.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu rektörlüğü sırasında birçok bilimsel toplantıya tam anlamıyla destek oldu. Beğensek de beğenmesek de tasvip etsek de etmese de o dönemde yöneticilik yapmış, birçok bildiriye ortak imza atmış, birçok kararı birlikte almış arkadaşlarını da gözlerimiz aradı. Onu yalnız bırakmayan politikacılarımız, bilim adamlarımız, bir zamanların yöneticileri vardı; ancak gözlerimizin aradığı çok kişiyi –en az bu acı olayda yanında olma ve ona manevi destek verme için bile- göremedik. İnsani bir görev için bile orada değillerdi. Belli ki sele kapılmış çok insanımız var.
Katılanları bu yazıyı yazarken şöyle bir tekrar gözden geçirdim. Nitelikli bir grubun olması, bir devrin özelliğini tanımlıyor gibiydi. Sele kapılanların gelmemiş olmasını daha hayırlı gördüm. Çünkü bir Azerbaycan atasözünde der ki: Sel geldiği zaman ilk olarak çer-çöp gelir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
16.10.2012

Değerli Kardeşim

Bir kısmımızın bu toplumun artık bir üyesi olamayacak kadar farklılaştığını söyleyebilirim. Bunlardan bir de benim ve yargıya bugün kesin olarak vardım. Bu sefer kısa olan bu yazımı kesinlikle okumanızı diliyorum.
Saygılarımla

Bedri Baykam : Silivri Zindanı, İnsanlık Adına Tarihe Gömülecek!

Dostlar,

Çok değerli meslektaşım ve dostum Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu‘nun oğlu Emir’in trafik kazasında yaşamdan ayrılması bana tarifsiz bir acı verdi..

16.10.12 günü cenaze törenine (Ankara’da olacak sanıyorum) katılacak ve kardeşim Fatih’i özlemle kucaklayacağım..

Değerli ressam, yazar Bedri Baykam‘ın 18 Eylül 2012 tarihli Cumhuriyet’te çıkan (Yakamoz köşesi) yazısını koymak istedim bu duygulanımla.

Sevgi ve saygı ile.
14.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

Silivri Zindanı, İnsanlık Adına Tarihe Gömülecek!

Bedri Baykam

Hafta sonum, Silivri zindanına atılmış aydınların durumuna tepki vermekle geçti. Cuma günü, CHP vekilleri ve aydınlarla beraber Çağlayan’a gittik ve tutsak gazetecilerin fotoğrafları önünde Ayşenur Arslan’ın yaptığı konuşmadan sonra kalemlerimizi bıraktık. Bunun ardından Odatv davasını izledik.

Soner Yalçın 14 kilo vermiş, ama kararlı ve umut doluydu.

Hasretle sarıldık. Ertesi gün, CKM’de “Tuncay Özkan’ın 5. Tutsaklık Yılı” ile ilgili düzenlenen toplantıda konuşmalar yaptık, ardından Özkan’ın kitaplarını imzaladık. Günün hediyesi, bir gün önce davalarını izlediğimiz Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu’nun serbest kalarak etkinliğe katılmalarıydı. Onlarla kucaklaşırken pek yakında bir gün “özgür”(?) dünyada, abileriyle de bunu yaşayabilecek miyiz sorusu geldi aklıma…

Doğu Perinçek: 5 yıl,
Tuncay Özkan: 5 yıl,
Ergün Poyraz: 5 yıl,
Mustafa Balbay: 4 yıl,
Mehmet Haberal: 4 yıl,
Fatih Hilmioğlu: 4 yıl,
Hikmet Çiçek: 4 yıl,
Soner Yalçın: 20 ay,
Yalçın Küçük: 20 ay,

Silivri’den cenaze olarak veya “ağır hasta” haliyle çıkan tutuklu sayısı ayrı bir acı konusu. Empati kurun; sizi 5 gün odaya hapsedip sevdiklerinizden ayırsam ne derdiniz?

Silivri’de yazarlar, gazeteciler, akademisyenler, televizyon sahipleri dışında, onca asker, subay ve yüksek rütbeli general, hatta Genelkurmay Başkanı var.

Açık konuşmak gerekirse, onlara karşı daha da büyük bir haksızlık yapılıyor. Gazetecilere, yazarlara, kolayca sahip çıkılırken TSK ile ilgili davalarda, tutarsızlık ve mantıksızlık ne kadar ortalıkta gezerse gezsin, sanki “askere sahip çıkmak riskli alan” olarak değerlendiriliyor ve insanlar bu konuya bulaşıcı hastalık varmış gibi mesafeli durmayı tercih ediyorlar. Bu sendrom “yalnız Nedim Şener ile Ahmet Şık’a sahip çıkalım” şeklinde ortada dolanmış yüzer-gezer medyacı tavrından çok da farklı değil! Bunun dışında konuşmamda yaptığım diğer bir hatırlatma şuydu:

“Normal” bir hukuk devletinde, şayet “sanıklar” hakkında ortaya atılan delillerin uydurma olduğu ortaya çıkarsa, mahkeme iki şey yapar:

Önce sanıkları serbest bırakır ve aklar, ardından “bu komployu tezgâhlayan çete hangisi” sorusunu gündemine alır, üstüne gider! Ülkemizde böyle bir gözleminiz olursa, lütfen bana da bildirin!

Ülkede medyanın yandaşlarını, hükümeti dinleseniz, ülkede “dindarlara” karşı büyük baskı var.

    Gerçeklere bakarsak, Atatürkçü kesim son çeyrek asırda öldürüldü, hapislere atıldı, çalıştığı kuruluşlardan kovuldu, saldırılara uğradı, demokratik haklarını hiçbir şekilde kullanamasın diye kıskaca alındı!

Yani bedel ödeyen bir kesim var iken ortada, sürekli gözyaşları eşliğinde durumunu şikâyet edense bambaşka birileri!

Merdan Yanardağ, yine Goebbels’in ünlü taktiğini hatırlattı:

“Bir yalan ne kadar büyük olursa, o kadar çok inanan olur.”

Odatv davasında, Yalçın Küçük o kendine has teatral sunumuyla yine 2-3 saat boyunca konuştu:

“Burası suçsuzlar mahkemesi. Bize suçumuzu bulun. Cezamızı verin. Burada dezenformasyon var. Artık ortada ‘suç lokantaları-suç otelleri’ var. Engizisyonda da suç yoktu. Sizleri tenzih ediyorum: Kimin ne zaman tutuklanacağına veya serbest bırakılacağına, bir merkezi planlama ile karar veriliyor. Siz kendiniz karar verdiğinizi düşünüyorsunuz. Bizi affedin. Hukuk mantıktır, vicdandır. Benim Öcalan’ı yönettiğim söyleniyor. Bunu ciddiye alamazsınız. Bizler burada ‘Ancien Regime’, yani Atatürk döneminin eski Cumhuriyeti’nin rejimini savunmaktan yargılanıyoruz. Bu nedenle suç gerekli değil. Çünkü artık onlar benden sonra ‘Yeni Türkiye’ dediler. Biz Kemalist Cumhuriyetin sahipleriyiz, onu kimseye vermeyeceğiz.

TÜBİTAK artık bir yobaz yatağıdır. Raporunda teknik olarak her şey görülmüş ama dil, bürokratik olarak yazılmış. İhbarlar yapılıyor. Ardından ‘bu adama suç bulun’ diye emir geliyor. O da bulunuyor: ‘İzinsiz toplantı yapmak’ (!). Sayenizde Ertuğrul Özkök bile ‘seviyorum o çılgını’ diyor hakkımda! Artık erkeklerin bile ilanı aşk ettiği adam olmuşum!”

Sonunda “tadımlık” bir Özkök esprisi verdiğim Yalçın Küçük savunması, aslında Cem Yılmaz’a taş çıkaracak müthiş incelikli, nüktedan öğelerle dolup taşıyor. Eminim ileride, onları yalnız mizah adına analiz eden kitaplar bile çıkacak. Oradan okursunuz, ama tabii Küçük’e has ses vurgularını da ihmal etmemeli! Mesela “L’Etat, c’est moi” (Devlet benim) diye haykırdığında! Tabii o acı gülümsemeli günlere varabilmemiz için, önce her açıdan her gün yeni insani dramlar yaşadığımız bu çirkin tabloyu geride bırakmamız gerek.