Etiket arşivi: İhsan Doğramacı

Patlak fren…

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli

Patlak fren…

25 Eylül 2020 Cumhuriyet
12 Eylül sonrası, her şeye yeniden “ayar verildiği” ve iğneden ipliğe her şeyin faşist cuntacılar tarafından değiştirilmeye başlandığı günlerdi. Bu ülkenin daha o günlerden beri en büyük yaralarından biri olan ve acılarını sıkıntılarını hâlâ yaşamakta olduğumuz “YÖK düzeni”nin temelleri atılmaya başlanmıştı. Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın odağında bulunduğu bu “tasarım ekibi”nin üniversite sistemini allak bullak ettiği ve hallaç pamuğu gibi attığı dönemden söz ediyorum.

O üniversiteyi oraya, bunu buraya, ötekini şuraya bağladıkları, sadece bilimsel özerkliği ve akademiyi lime lime ettikleri yetmiyormuş gibi abuk sabuk birleştirmeler ve ayırmalar yapıyorlardı. O günlerde ülkenin ve hatta dünyanın en çok satan (Rahmetli Oğuz Aral’ın) Gırgır dergisinde (sanıyorum Latif Demirci’nin) bir karikatürünü hiç unutmam.

Prof. Doğramacı, kürsüde “Şu okulu şuraya, bu okulu buraya bağlıyoruz” diye konuşurken, biri gelip soruyor:

“Hocam Elektrik Fakültesi’ni ne yapalım?”

“Onu da fişe takın” diye yanıt veriyor.

Bugünkü duruma bakıyorum. Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısı ile hem teknik hem de içerik olarak oynamadıkları bir tane kurum, bir tane organ, bir tane kuruluş ve mektep kaldı mı?

Tanımlar ve görevler öylesine karmakarışık hale geldi ki her sabah yayımlanan Cumhurbaşkanlığı kararları ile durum iyice içinden çıkılmaz hale geliyor.

Kimin ne ile ilgilendiği ve neyin çözümünün kimden bekleneceği de tam bir kaosa dönüşmüş halde.

Başında “Çokomelli Damat”ın bulunduğu kasa (siz Hazine diyebilirsiniz) zaten tamtakır olduğu için, artık nereye neyin harcandığı da sorgulanamadığından, tam bir “mevlam kayıra” iklimi oluştu.

En önemli harcama kalemleri olması gereken sağlık ve eğitim için nereden para bulunacağı merak konusu. O yüzden mesela, bu karmaşaya dikkat çekmek üzere Cem Yılmaz, “Aşıyı da Acun ya da Nusret bulur herhalde” diye okkalı bir espri patlatıverdi geçen gece Global’de Candaş Tolga Işık’ın programında.

Tableti belediyeler ya da hayır kurumları ve hatta Cumhurbaşkanı’nın “SİHA’cı damadı” dağıtıyor. Hale bakar mısınız?

FATİH tabletleri ne oldu? “İstanbul’u fethe gittiler. Telefonları da çekmiyor sanırım. Ulaşamıyoruz” esprisi yapsam, olupbitenlerden daha abuk bir espri mi olur? Bence olmaz.

Özetle: Patlamış frenle, delik deşik lastiklerle nereye kadar?

İşin şakası bir yana, devletin geldiği hale gülmekle ağlamak arasında gidip geliyorsak, durum vahim demektir. Hayırlar ola..

Şeytan ayetleri

Futbol dünyasında zaten hiçbir zaman durulmamış sular, bir anda bir tsunamiye dönüştü ve eski milli futbolcu ve deneyimli futbol yorumcusu Rıdvan Dilmen’in zehir zemberek “solo” tiradı ile yeni bir boyut kazandı. İçinde bolca “siyaset-ticaret-hamaset” bulunan ve aslında çok fazla bilinmeyen konulardan ibaret olmayan bu ifşaata, ilk anda suçlananlar “mahkemede hesaplaşırız” yollu yanıtlar verseler de kimse fazla uzatmak yanlısı görünmüyor.

Nedeni de gayet basit.

Rıdvan Dilmen bu çıkışı yaparken, (kullandığı cümlelerden de ve konu başlıklarından da anlaşılacağı üzere) arkasına “Sayın Cumhurbaşkanımız”ı alarak ve muarızlarını “Ulan FETÖ’cü alçaklar-hainlerçapsızlar” (sözler ona ait) etiketi ile damgalarken çok akıllı bir strateji izledi. Yani. Bir bakıma şunu diyor, şu hesabı yapıyordu:

“Sıkıysa bu iddialara cevap verin bakalım. Karşımda saf tutarsanız, ya Sayın Cumhurbaşkanımıza karşı tavır alıyorsunuz, ya da (aynı zamanda) FETÖ’cülüğünüz tescillenir” demeye getirdi.

Zaten, Türkiye böyle bir yer. Bugüne kadar “Konuşursam, kimse sokağa çıkamaz. Konuşacağım ve her şeyi açıklayacağım. Herkesin ipliğini tek tek pazara çıkaracağım…” tehdidini savuranların hemen hiçbiri bu dediğini yapmaz, yapamaz. İki gün sonra ağızlarına “görünmeyen bir el” tarafından fermuar çekiliverir ya da tırsarlar, korkarlar.

Rıdvan kardeşimiz, bu anlamda bu yola başvuranların en “delikanlısı” çıktı. Dediğini yapıp “takır takır” konuştu. Ama…

“Ama”sı şu:

Eğer, anlattıkları muktediri rahatsız edebilecek ve deyim yerindeyse “tersten çakmak” anlamına gelecek şeyler olsaydı, iktidarı rahatsız edecek, FETÖ’ye yüklenen değil de o alçaklar güruhunun işine gelebilecek şeyler olsaydı, bu kadar cesur davranabilir miydi? Çalıştığı medya kuruluşu (Doğuş-NTV) buna izin verir miydi? Cevabını siz verin.

Şehir hastaneleri kamulaştırılmalıdır

Şehir hastaneleri kamulaştırılmalıdır

Emre KONGAR
Cumhuriyet, 05 Mayıs 2020


Birleşmiş Milletler bursu ile gittiğim ABD’den 1966 yılında döndüğümde, SBF’de ve ODTÜ’de kadro olmadığı için Prof. Nusret Fişek’e başvurdum ve onun desteği ile İhsan Doğramacı tarafından öğretim görevlisi olarak o zamanlar Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi olan Hacettepe’ye atandım.

Dönem, Avrupa’da özgürlük rüzgârlarının estiği, Fransa’daki öğrenci ayaklanmalarının bütün dünyayı etkilediği, Türkiye’de de özgürlükçü 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemdi.

Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi’ni üniversiteye dönüştürmek için Sosyal Bilimlere gereksinme duyan Doğramacı, beni sadece Sosyal Çalışma Yüksek Okulu kurmak için değil, Nusret Fişek ve Doğan Karan’la birlikte gerçekleştirmeye çalıştıkları, Tıp’ta devrim yapmaya yönelik olan yeni eğitim programını düzenlemekle de görevlendirmişti.

Bütün Tıp ve benzeri sağlık bilimleri ile ilgili eğitimleri Türkiye’de ilk defa kredi sitemine geçirmiş, hepsine zorunlu olarak sosyal bilim dersleri koymuş, Sosyal Tıp hizmetlerini, özellikle de Halk Sağlığını ön plana alan devrimci bir programa başlamıştık.

Bu arada Nusret Fişek, Ankara’dan başlattığı pilot uygulamaları tüm ülkeye yayan “Sağlık Ocakları projesini de başarıyla gerçekleştiriyordu.

Bütün bunları Doğramacı’nın “1961 Anayasası” ve “1968 ruhu” bağlamındaki özgürlükçü ve demokrat “kararlılığı(!) ile yapabiliyorduk.

Doğramacı, beni ayrıca öğretim görevlilerinin, asistanların, öğrencilerin ve bütün hizmetlilerin de üniversite yönetimine katılmaları için bir model oluşturmakla görevlendirmişti.

Herkesin önünde Muzaffer Şerif’i, Pertev Naili Boratav’ı, Niyazi Berkes’i, Sadun Aren’i ve Behice Boran’ı da üniversiteye alacağını ilan ediyordu.

Ama kurduğum modeldeki temsilcilerin, kendilerini seçenleri değil, doğrudan rektörü temsil edeceklerini bana “tebliğ ve empoze edince”, bunun “seçilmiş temsilciler” açısından olanaksız olduğunu söyledim ve aramız açıldı.

Daha sonra 1961 Anayasası’na karşı, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi yapıldı; 9 Martçılarla da ilişkisi olduğundan kendini kurtarmak için beni yem olarak Tağmaç’a ihbar etti, zorla askere aldırdı, Piyade Okulu’ndan sonra atandığım Genelkurmay’dan da “sakıncalı asteğmen olarak” başka yere tayinimi sağladı.

(Ecevit, 1973 seçimlerinden sonra başbakan olunca Doğramacı beni gene geri çağırdı. O süreçte Doçent ve Profesör oldum. 12 Eylül’den sonra da YÖK’ü birlikte kurma önerisini reddedince, Profesörlüğümü onaylamadı, bölümümü kapattı, sakal baskısı uygulayarak istifa etmemi sağladı.)

***
Fakülteden Üniversiteye dönüşme sürecinde sadece eğitim konusunda değil, hastane yönetiminde de, Doğramacı’nın (doktor arkadaşlarımın deyimiyle) “sol” kolu olmuştum.

(Bu arada Hastanenin kurulmasında ve gelişmesinde Mithat Çoruh’un ve sonradan iki kez seçilmiş Rektör de olan Süleyman Sağlam’ın adlarını da anmadan geçemem.)

***
Bütün bu uzun girişi, tıp eğitiminin, hastane yönetiminin ve doktorların sorunlarını en üst düzeyde, bizzat uygulamanın içinde öğrendiğimi ve birçoğunun halledilmesine de katkıda bulunma fırsatı elde ettiğimi anlatmak için yaptım:

Derhal belirmeliyim ki 1500-2500 yataklı Şehir Hastaneleri projeleri hem finansman hem de hastane yönetimi açılarından yanlış bir projedir:

Bu nedenle vakit geçirmeden kamulaştırılmaları ve çağdaş sağlık hizmetlerine uygun bir biçimde yeniden organize edilmeleri gerekmektedir!
***

Bakın, Eski Balıkesir Tabip Odası Başkanı, CHP Balıkesir Milletvekili Dr. Fikret Şahin, TELE 1’de İsmail Dükel’in programında yaptığı çarpıcı açıklamalardan dolayı kendisinden rica ettiğim bilgi notunda neler anlatıyor:

“Devlet tarafından şehir hastanelerinin yapılacağı arsa ücretsiz olarak yüklenici firmaya veriliyor. Firma bu arsaya hastane inşaatını yapıyor. Firmaya, kullanacağı kredi ve geri ödemeler için hazine garantisi sağlanıyor.

Özel bir şirket olan firmaya hastanenin işletmesi de en az 25 yıllığına veriliyor. 25 yıl boyunca bu hastaneler için devlet, döviz bazında kira ödüyor.

Ayrıca kiranın yanında devlet, en az kira bedeli kadar bu firmalara hizmet bedeli ödüyor. Hizmet bedeli ödemeleri her 5 yılda bir güncelleniyor.

Hastanenin en fazla gelir getiren bölümleri olan,

•Laboratuvar

•Görüntüleme (MR, BT, USG, Anjiografi…)

•Nükleer Tıp

•Radyoterapi, Kemoterapi

•Fizik Tedavi Rehabilitasyon

Ünitelerinin işletmeleri de bu şirketlere bırakılıyor ve bu hizmetler için %70 oranında garanti veriliyor.

Sağlık Bakanı devamlı suretle biz ‘yatak doluluk garantisi vermedik diyor’ ama olayın gerçeği, en çok gelir getiren işlemler üzerinden garanti verilmiş olması.

Sağlık Bakanlığı’nın 2020 yılı bütçesine göre yaptığımız hesaplamaların sonucu şu:

Her bir şehir hastanesi için 1 yılda ödenen kira ve hizmet bedeli ile o hastaneyi yapabiliyorsunuz.

20 şehir hastanesi yapıldı ve yapılıyor; her bir hastane için en az 25 hastane parası ödersek, 25 yıl sonra 20 şehir hastanesi için en az 500 hastane parası ödemiş olacağız.

Özetle: bizler, çocuklarımız ve torunlarımız bu şehir hastaneleri üzerinden soyuluyoruz.

Gelecek nesillerin kullanacağı sağlık bütçesinin üzerine ipotek konmuş durumda ve gelecek nesillerin sağlık bütçesini şimdiden kullanarak kısıtlıyoruz.

Gelecekte tıbbi teknoloji yenilenmesi için bütçe bulunamayacağı için de maalesef Türk Tıbbı gerileyecek, benin en büyük endişem bu…”
***
Bu konu, tam da COVID-19 salgını zamanı, tek bir yazıyla bitecek gibi basit bir olay değil. Kısa olmak kaydıyla, (500 vuruş dolayında Word dokümanı olarak) yorum, eleştiri ve katkılarınızı beklerim.

Emre Kongar : Unutamadıklarım

Emre Kongar

Unutamadıklarım

Güncelin ilham ettiği anılara devam!
Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi’nin Hacettepe Üniversitesi’ne dönüştürülmesi için kurduğum Sosyal Çalışma Yüksek Okulu’nu…
Hacettepe, Üniversite olduktan sonra bu Yüksek Okulu, bir Üniversite Bölümü haline dönüştürdüğümü…
Öğrencilerle birlikte, çok sağlam ve çok içi dolu bir “Sosyal ve Beşeri Bilimler Eğitim Programı” hazırladığımızı, çok değerli ve başarılı mezunlar verdiğimizi…
İhsan Doğramacı’nın YÖK’ü, 1982 Anayasası’ndan önce kurduğunu…
Kurarken bana “İkinci adamı” olmamı önerdiğini…
Beni ikna etmek için “Ülkelere değil, insanlara inan, onlarla birlikte yükselirsin” dediğini…
Sınav kazanan değerli bir asistan arkadaşımızı (Şu anda Profesör) işe almam üzerine, bir öğretim üyemizin, beni ve bölümü, “Bölüme Komünistleri dolduruyorlar” diye ihbar etmesi bahane edilerek, YÖK tarafından Sosyal Çalışma Bölümü’nün kapatılmasını, öğretim kadrosunun ve öğrencilerin Keçiören’deki Sosyal Hizmetler Akademisi’ne sürülmesini; muhbir arkadaşımızın Karadeniz’de bir üniversiteye dekan atanmasını…
Kenan Evren’in anarşi ve terörden, (aslında anarşi ve terörün kurbanı olan) Üniversite’yi sorumlu tuttuğunu ve öğretim üyelerinin sakallarını kesmesini emrettiğini, emrinin yerine getirilip getirilmediğini denetlemek için, Üniversitelerin Senatolarıyla toplantılar yaptığını…
YÖK Yasası’nın yeni Anayasa taslağına, bu taslağı hazırlayan komisyonun başkanı olan
Prof. Orhan Aldıkaçtı’nın karşı koymasına rağmen, monte edildiğini…

Bölümüm kapatıldıktan ve Keçiören’e sürüldükten sonra, sakalımı kesmem için yapılan baskıları…
Üniversite’de 1402’liklerin tasfiyesi başladığı anda, sakalımı kesmem gerektiğini yoksa görevden alınacağımı tebliğ etmek için beni makamına çağıran (eski arkadaşım) Rektör’e,
“Siz öğretim üyelerinin haklarını yukarıya karşı savunmak durumundasınız, şimdi yukarının baskısını bana iletiyorsunuz, bu yaptığınız yanlıştır” dediğimde,
“En yukardan takip ediliyorsun, emir geldi, yapacağım bir şey yok” diye yanıt verdiğini…

Sakal benim eşimin egemenlik alanıdır; devletin değil diyerek istifa edeceğimi belirttiğimi…
Bölümdeki 13 genç arkadaşımın eve gelip istifa etmemem için baskı yaptığını, onlara
“Peki” dediğimi…

Aynanın karşısına geçtiğimde, “Devlet bizim hizmetkârımızdır, efendimiz değil” diye
ders verdiğim öğrencilerimin karşısına çıkamayacağım için, sakalımı kesemediğimi…

Bu vesile ile, insanın neyi yapamayacağını keşfetmesi için o şeyi yapmaya karar vermesi gerektiğini öğrendiğimi…
On yıl sonra, Üniversite’den atılan ve “1402’lik” denilen öğretim üyelerinin hepsinin,
benim gibi istifa edenler de dahil olmak üzere, kadro şartı aranmaksızın Üniversite’ye onurlarıyla geri dönmelerinin, yasayla sağlandığını…

Bugünlerdeki KHK’zedelerin 1980 Askeri Darbe dönemindeki 1402’likleri andırdığını,
ama sayılarının onlardan çok daha fazla olduğunu ve bir bölümünün ayrıca hapsedildiğini…

Bu satırları, 112 gündür Silivri’de çile dolduran 10 Cumhuriyet çalışanı, Önder Çelik,
Hakan Kara, Musa Kart, Turhan Günay, Güray Öz, Kadri Gürsel, Murat Sabuncu,
Akın Atalay, Mustafa Kemal Güngör ve Bülent Utku ile bu çileye 52 gündür katılan
Ahmet Şık’ın, hapiste okuduğunu…

KHK’zedeler olarak (yoksa AKP’zedeler mi demeliyim) onlar gibi yüzlerce kişinin özgürlüğünü, binlerce kişinin işini kaybetmiş olduğunu…
UNUTAMIYORUM… LÜTFEN SİZ DE UNUTMAYIN!
===================================
Çooooook teşekkürler değerli ve onurlu Emre Kongar hocamız…

Sevgi ve saygı ile.
20 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Kurthan Fişek ağabeye..

(1942- 17 Eylül 2012)

Dostlar,

Kurthan ağabeyi 30 yılı aşkın bir zamandır tanırım.

Babası Prof. Dr. Nusret H. Fişek 1971’de Hacettepe Tıp 1. sınıfta hocamız olmuş ve bize Toplum Hekimliği / Halk Sağlığı tıp dalını benimsetmişti.

Tıbbiyeyi bitirince de (1977) 1 yıl Anadolu’da çalıştıktan sonra yine Hacettepe’de bu dalda tıpta uzmanlık eğitimi almaya başlamıştım 1978 sonlarında..

Kurthan abi arada Bölüme (Toplum Hekimliği Bölümü) uğrardı. Benden 12 yaş daha büyüktü ve Mülkiye’de hocaydı. Nusret Hoca 1938’de ülkenin tek tıp fakültesi olan İstanbul Tıp Fakültesi’ni 1938’de birincilikle bitirdikten sonra (İhsan Doğramacı ile sınıf arkadaşı) kısa süre Adana Sıtma Enstitüsü’nde çalışmış ve Harvard Tıp Fakültesine doktoraya gitmişti. 2. Dünya paylaşım savaşının zor günleriydi. Kurthan ağabey 1942’de annesi Perihan hanımdan orada doğdu.

Babası gibi çok zeki idi.. 12 Eylül’de işinden uzaklaştırıldı. Yıllar sonra dönebildi. Nusret hoca da 1983’te yeni YÖK yasasının emeklilik yaşını 72’den 67’ye çekmesiyle 5 yıl erken emekli oldu. Fişek hocanın sınıf ve dava arkadaşı (Rektör Yardımcısı) İhsan Doğramacı, 12 Eylül iklimiyle uyum sağlıyordu. Nusret hoca ile ters düştüler.. Toplum Hekimliği Bölümü “Halk Sağlığı Anabilim Dalı” na dönüştürüldü (indirgendi). Nusret Hoca, “Hacettepe’de Toplum Hekimliğinin 15 Yılı” adlı bir kitapçıkla tarihe not düştü.

Nusret hoca emekli olurken, sınıf akadaşı Doğramacı YÖK Başkanı (tüm üniversitelerin rektörü!) oldu.. Hem de uzun yıllar boyunca (10 Aralık 1981 – 10 Temmuz 1992)

Kurthan hoca, babasının sonradan “dönen” dava arkadaşı görevde iken SBF’ye geri dönemedi.

Kurthan ağabey ile en son annesi Perihan hanımın Ankara Maltepe camisi avlusunda cenaze töreninde görüştük.
Sağlığı iyi değildi ve uyarıları dinlemiyordu..

Bir de Gürhan Fişek var.. Hacettepe tıbbiyeden arkadaşım.. O da “İş Sağlığı Doktorası” yaptı Hacettepe tıpta.. Sonra bir de “Sosyal Politika” doktorası yaptı SBF’de ve Prof. Cahit Talas döneminde Mülkiye’ye geçti. “Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri” bölümünde profesötr oldu..

Bir tıbbiyeli, Mülkiyede hoca oldu.. Bir koltukta 2 karpuzu yaşatıyor Gürhan..

Sevgili Gürhan ve eşi Oya ile Kurthan Ağabey’in eşi Neyran hanımdan, çok uzun bir mola vermelerini rica ediyorum bizleri bırakıp gitmeden önce..

Kurthan ağabey, bizlere kattıkların için sana nasıl teşekkür edebilirim?

YÖNETİM adlı özlü kitabın yeniden masamda ve SBF’de hala ders kitabı olarak okutuluyor. Hürriyet’teki “SIFIRCI HOCA” köşesindeki yazılarının da tadı damağımda. Yüksek zekanla ince mizah ve eleştiriler ve de yol göstermeler..

Bir Nusret Fişek anmasında da 3 Kasım akşamlarından birinde, elindeki rakı kadehini yudumlar ve cigaranı adeta içerken, Türkiye’nin en temel sorununun demokrasi olduğunu söylemiştin.. İçin eziliyordu bu tümceyi kurarken, drama yaparcasına söylüyor ve ona ne denli gereksinim duyduğunu ustaca dışavuruyordun.

Kurthan ağabey, efsane hekim, Halk Sağlığı hocası, Türkiye’de modern Toplum Hekimliği – Halk Sağlığı bilimlerini kurucusu Prof. Dr. Nusret H. Fişek’in oğluydu.

Prof. Dr. Nusret H. Fişek ise, Kurtuluş Savaşımızda ülkemize çok hizmet eden Tümgeneral Hayrullah Fişek’in..

Kalpaksız kuvayı milliyeciydi onlar, Uğur Mumcu‘nun nitemiyle..

Nusret Hocam, Kurthan ağabeyim..

Sizli yıllar çooook hoştu..

Tersi ise…. boşverin şimdi..

Sevgi ve saygı ile.
28.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net