Etiket arşivi: Ekim Devrimi

EZAN SESİNDEN RAHATSIZ OLMAK!

Zeki Sarıhan

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

EZAN SESİNDEN RAHATSIZ OLMAK!

1991 yılının Ağustos ayında bir gün, yıllarca Almanya’da kalıp ülkeye dönmüş bir yazarımızı, Ankara’da kalmakta olduğu Seyranbağları’ndaki evine ziyaret ettim. Türkiye’ye dönmekten memnun olup olmadığını sorduğumda “Memnunum ama şu Ezan sesleri de olmasa!” diye cevap verdi.

Bu söz garibime gitti. “Hocam, dedim, Almanya’da da çan sesleri duymuyor muydunuz?”

“Çan sesinden rahatsız olmuyorum ama Ezan sesinden rahatsız oluyorum” dedi.

Öğretmen Dünyası’nın yazı kurulunda haftalık çalışmalarımızı birbirimize aktarıyorduk. Bu ziyareti ve yazarımızın sözlerini yadırgadığımı arkadaşlara da anlattım. Onlardan bir itiraz gelmedi. Demek ki her aydın onun gibi düşünmüyordu. İyi ki de düşünmüyordu.

Sözünü ettiğimiz yazarımız bir burjuva aydını değildi. Köyden yetişmiş, Köy Enstitüsü mezunu, TÖS’lü öğretenlerle birlikte Türkiye Öğretmenler Sendikasının kurucu ve yöneticilerindendi. Köy gerçeğini anlatan ve yoksulları kayıran kitaplara da imza atmıştı.

Onun bu özellikleri Ezan’la ilgili rahatsızlığını daha da anlamlı kılıyor. Halkla bağları olmayan, halk gibi yaşamayan ve halk için “Ne halleri varsa görsünler” diyen bir burjuva aydını olsaydı be sözleri üzerinde durulmayabilirdi. Ama halkın önünde yer alarak onun sömürü ve baskıdan kurtulmasını isteyen bir aydının böyle düşünmesi, ülkemizde aydın-halk ilişkileri hakkında da ipuçları veriyor.

Bu konuyu fena halde dert edinmem nedeniyle epey yazı yazdım :

  • “Laikliğe Halkın Penceresinden Bakmak”,
  • “Aydınlar İslam’la Barışmalıdır”,
  • “Aydınlar İslam’la Niçin Barışmalıdır?”,
  • “Aydınların Dinle İmtihanı”,
  • “Deist, Ateist, Sosyalist”, Dinden Çıkmak Derde Çare Değil”

    başlıklı yazılarım bunlardan bazılarıdır.

Bir devrimci aydının “İslam’la barışması”nı, gericilikle barışması olarak anlamak doğru değildir. İslam’la barışmak, kendi halkıyla barışık olmak anlamına gelir. Ne yazık ki, Tanzimat’tan beri yetişen aydınlarımızın en belirgin özelliği, geri kalmışlığımızı İslam’a yüklemeleridir. Her ne kadar bunların bir kısmı, halkın mücadelesinin yükseldiği dönemde sosyalizmi benimsemişlerse de, emekçilerin mensup olduğu dinle aralarına uçurumlar koymaya devam etmişlerdir.

Bu sorun aynı zamanda “devrimciler neden halkı sıkıca kavrayıp onları bir devrime götüremediler?” sorusuna verilecek cevaplarla da ilgilidir.

Kaba bir materyalizm, din karşıtlığına dayanır. Diyalektik ve tarihsel materyalizm ise dinin hangi ihtiyaçlardan doğduğunu, nasıl evrildiğini ve bugün milyarlarca insanın neden bir dinin mensubu olduğunu araştırır. Dinler, millî kimliklerin göz ardı edilemeyecek bir bileşenidir.

Hristiyan dünyasında çan sesi duyan bir sosyalist, nasıl koşa koşa kiliseye ibadete gitmiyorsa ve gitmek zorunda değilse, Müslüman Dünyasına mensup bir sosyalistin de Ezan sesi duyunca camiye gitmesi veya evde namaza durması beklenemez. Ekim Devrimi döneminde “Müslüman komünist” diye bir kavram vardı. Ondaki “Müslüman” da kültürel bir kimliğe vurgu yapıyordu. Bir sosyalistin halkının inanç değerlerine karşı kılıç sallaması onu halktan soyutlar.

Size bir şey söyleyeyim mi? Eğer Türkiye halkının çoğunluğu Müslüman olmasaydı, Kurtuluş Savaşımız başarılamazdı.

Afyon’dan geçtiğim bir tarihte, yüzlerce basamakla çıkılan kaleye tırmanmayı göze aldım. O zaman gücüm buna yetiyordu. Kalenin burcundan aşağıya inerken güneş de batmıştı. Tam o sırada Afyon camilerinden ezan sesi yükselmeye başladı. Bu sesler, buranın bir Türk-İslam ülkesi olduğunu haykırıyordu. “İşte budur” dedim kendi kendime…

Eğitimsiz bir sesle okunan ezanlar veya tek bir camiden okunan bütün köy veya mahallede duyulabilirken sekiz on yerde birden, birbirini boğarcasına hoparlörlerden verilen ezanlara karşı hoşnutsuzluk bu tartışmanın dışındadır. Seyranbağları’nda sözünü ettiğim sohbette şikâyet edilen Ezan’ın okunuşuna değil, Ezan’adır.

Bir kere daha belirtmekte zarar yoktur: İslam, ortak kimliklerimizden biridir. Hiçbir aydınımız, en azından kültürel olarak İslam dairesinde bulunduğunu yadsıyamaz. Onun simgeleri de camidir, minaredir, ezandır, cenaze namazıdır, Hıdırellez’dir, Ramazan davuludur, bayramlaşmadır. Bu kültürel dairenin dışına çıkma çabasına hiç gerek yoktur… (7 Mayıs 2022)

Fotoğraf: Fatsa / Beyceli Köyü Cami avlusunda bir bayramlaşma töreni.

================================
Dostlar,

Diyanetin / İktidarın derhal bu konuya el atması ve hoparlörden “EZAN TERÖRÜ” ne son vermesi gerek..

Bolca ve yüksek yüksek minarelerden, çok sayıda hoparlörden ve güçlü amplifkatör ile olabildiğince yüksek düzeyde ezan okumanın / okutmanın yararı değil  zararı vardır.

120 dbA’ya dek ezan sesi şiddetini artırmanın ve insanları sabahın erken saatlerinde derin uykusunda terörize etmenin İslamla bağdaşır hiçbir yanı yanı yoktur. Özellikle sabah ezanlarının 55 DbA’yı geçmeyecek şiddette okunması gereklidir. Gürültü Kontrol Yönetmeliğinde öngörülen düzey 55 DbA’dır.

Ayrıca makamına uygun, şan eğitimi almış ses sanatçılarınca okunması, kayda alınması ve Türkiye genelinde banttan, eş zamanlı okunması da çok yerinde olacaktır.

İslam bir şiddet ve dayatma – zorbalık dini olmamalıdır, aleyhine olur, insanları iter ve soğutur hatta tepkiselleştirir.

Kovit-19 salgını nedeniyle aylar önce yasaklanan saat 00:00 sonrası gece müziği, yukarıda andığımız Yönetmelik bağlamında sınırlamaya bağlıdır. Böyle olmasına karşın, salgına karşı hemen hemen tüm önlemleri 26 Nisan 2022’den bu yana kaldıran AKP iktidarı, müzik yasağını görmezden gelmeyi inat ve ısrarla sürdürmektedir.

  • Müslüman’a çifte standart yakışır mı? İslamiyet her şeyden önce İYİ AHLAK değil mi??!!

Bir yığın insan geçimini bu yoldan (gece müziği ile) sağlamakta. Bakan Soylu’ya göre 4 Bakanlık bu konuyu çalışmakta imiş! Epey de zaman geçti. Bu 4 Bakanlık neyi çözemedi de müzik yasağı sürmekte? Ayıp oluyor, insanları aptal yerine koymayın, aynaya bakın..

Halkın dinden soğuduğu, camilere namaz katılımının son derece azaldığı, özellikle İHO – İHL hatta ilahiyat bitirenler arasında Deizm – Ateizm eğiliminin arttığından DİB / AKP rahatsız. Buradan, ezandan başlayın, yersiz inat, halka dayatma – çatışma yarar sağlamaz.

  • Güleryüzlü, saygılı İslam olun; zorba ve dayatan, İSLAMİ FAŞİST olmayın…
  • Hele emperyalizmin güdümünde SİYASAL İSLAMI derhal terk edin; böyle bir din yok!
  • Bu Kuran – Muhammet dini değil; orta – uzun erimde İslamı kullanıp yok etme tasarımı!
  • Biraz akıllı olun, kendinize gelin, Kuran’a uyun; “aklınzı kullanın” !
  • Anadolu İslamı – İslamın Alevi / Bektaşi yorumu ile barışın!
  • Laik Cumhuriyet İslamiyet için de temel güvence, artık bu yalın gerçekliği kavrayın..

Ülkeyi daha da çok germeden – kutuplaştırmadan, halkı dinden soğutmadan geç olmadan!!

Sevgi ve saygı ile. 08 Mayıs 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Suay Karaman : DÜNDEN BUGÜNE

Konuk yazar : Suay Karaman..

DÜNDEN BUGÜNE

Birinci Dünya Savaşı, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’yı ziyaret eden Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahdı Franz Ferdinand ve eşinin, Gavrilo Prinsip adlı bir Sırp genci tarafından öldürülmesi sonucunda başlamıştı. Bu olaya Avusturya-Macaristan Hükümeti’nin tepkisi çok sert oldu ve Sırbistan’a ağır bir nota verdi. Sırbistan bu notayı kabul etmeyince, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Sırbistan’a savaş açtı. Daha önceden Rusya’nın seferberlik ilan etmesini savaş nedeni olarak kabul edeceğini açıklayan Almanya, 31 Temmuz 1914’te genel seferberlik ilan eden Rusya’ya, ertesi gün 1 Ağustos’ta savaş ilan etti. 3 Ağustos’ta da Fransa’ya savaş ilan eden Almanya, 4 Ağustos 1914’te Belçika’ya saldırdı. Bu gelişmeler üzerine İngiltere de, Almanya’ya savaş açtı.

Birinci Dünya Savaşı, dört yıl sürdü ve 9 milyon kişinin yaşamına mal oldu. Ayrıca 22 milyon kişi yaralandı ve 8 milyon kişi kayıp olarak bildirildi. Bu savaş sonucunda Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Rus Çarlığı gibi dört büyük imparatorluk yıkılmıştır. Rusya’da 7 Kasım (25 Ekim) 1917’de  Ekim Devrimi gerçekleştirilerek, rejim değişmiş ve 30 Aralık 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği adında ilk kez komünist bir devlet kurulmuştur. Kurulan bu devlet kısa sürede büyük güce ulaşmış ancak komünizmin yanlış uygulamaları ve devlet bürokrasisinin hantallığı gibi nedenler sonucunda 25 Aralık 1991’de SSCB dağılarak, kapitalist devletlerle komünist devletler arasındaki mücadele(AS: 1945-90 arası 45 yıllık Soğuk savaş) son bulmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonucunda yenilen Osmanlı İmparatorluğu, 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalamış ve bu antlaşma sonucunda işgal edilmiştir. Ancak bu antlaşmanın imzalanması, Anadolu’da eşi benzeri görülmeyen bir kurtuluş mücadelesinin fitilini de ateşlemiştir. Mustafa Kemal Paşa, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak amacıyla 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmış, kararlı ve azimli yurtsever mücadelelerin ardından, 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

1923’te kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti, halkın büyük çoğunluğu yoksul ve eğitimsiz, sanayi kuruluşları yok denecek ölçüde az ve sermaye birikiminden yoksun, geri kalmış bir ülkeydi. Yapılan Kemalist devrimlerin amacı, ülkenin aydınlanması, kalkınması, gelişmesi ve çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkartılmasını sağlamaktı. 1923-38 arasında 15 yılda gerçekleştirilenler, Kemalist Devrim’in büyük başarılarla oluşturduğu yapılanmanın ürünüdür. 1929-39 arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, Türkiye’de %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4-5 iken, Türkiye’de %10 olmuştur (AS: 1923-38 arası 15 yılın ortalaması %6,6!). Bu süreçte yurt dışına uçak satan bir devlet olma özelliğine sahip Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk parasının yabancı paralar karşısında değer kazandığı, fiyatlarda artış oranının %1 düzeyinde olduğu, gelir ve giderin eşit olduğu denk bütçenin gerçekleştiği, dış satımın hep dış alımdan fazla olduğu bir dönem yaşanmıştır.

Eşsiz liderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde on beş yıl gibi kısa sürede yaratılan gurur verici tablonun ardında “6 Ok”;

1. Cumhuriyetçilik,
2. Ulusalcılık,
3. Devletçilik,
4. Halkçılık,
5. Laiklik,
6. Devrimcilik

ilkeleri bulunmaktaydı. Atatürk’ün

– tam bağımsızlık,
– emperyalizm karşıtlığı ve
– “yurtta barış, dünyada barış”

ilkeleriyle bütünleşen kararlı yönetimi sayesinde gelişen Türkiye Cumhuriyeti, bugün 100. yılına yaklaşırken, kuruluş ilkelerinden, cumhuriyet değerlerinden, Atatürk Devrimlerinden uzaklaştırılmış ve çağdaş ülkeler düzeyine ulaşamamıştır.

Büyük önderimiz Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ile Bursa Söylevi’ni okumayan, okuyup da anlayamayan ya da özümseyemeyen bir toplum, bugün

  • şeriatın karanlığında ve terör ile bölünmenin eşiğindedir.

    Ulusal değerlerimiz satılmış, yer altı ve yer üstü zenginliklerimiz talan edilmiş, tarım ve hayvancılık bitirilmiş, ulusal sanayi yok edilmiş, laik eğitime son verilmiş, yoksulluk ve yolsuzluk ile hukuk dışı tutum ve davranışlar alıp başını gitmişken bu geldiğimiz durumun asıl nedeni bizleriz ve bu ayıp hepimize aittir. Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği gençler olarak, başarısız bir sınav verdiğimiz ortadadır. Ancak gelinen nokta ne denli olumsuz olursa olsun, Atatürk’ün gençleri için umutsuzluğa yer yoktur. Yurtseverler, vatanseverler, ülkesini sevenler bilinçli ve kararlı örgütlenme ile yapacakları haklı ve demokratik bir mücadele sonucunda,
    yaşanan bu karanlığı, aydınlığa çevirebilme potansiyeline sahiptirler. Yolumuz uzun ve çok zor ama başaracağız, başarmak zorundayız. (3 Temmuz 2017)

Konuk yazar Rıza Güner : BİZİM İVAN DENİSOVİÇLERİMİZ..

BİZİM İVAN DENİSOVİÇLERİMİZ

Rıza GÜNER

Ekim Devrimi dünyanın en büyük devrimlerinden biriydi.. Bu devrime önderlik eden ve Sovyetler Birliği’ni kuran Lenin de çok büyük bir liderdi. Lenin bir suikast sonucu öldürülünce; Sovyetler Birliği, kaba ve despot Stalin’in eline geçmiş ve ona mahkum olmuştu.

Bu mahkumiyet; devrimin büyüklük ideallerine inanmayan, her şeyi kendi kişisel çıkarlarına uyduran kişilere Sovyetler Birliği’ni teslim etmişti. Bu kişiler; parti görevlerini kendileri yapmıyorlar, halka zorla yaptırıyorlardı!.. Askeri görevleri, kendileri yapmıyorlar, halka zorla yaptırıyorlardı… Halka zorla iş yaptırmayı da sosyalizmin ve komünizmin davası haline getiriyorlardı.

Ve bu senelerce sürdü. Hitler, Sovyetler Biriliği’ne saldırdıktan, Doğu Avrupa’yı işgal edip Moskova kapılarına dayandıktan sonra; Sovyet Yöneticilerinin akılları başlarına geldi ve halka iyi davranmaya başladılar… Buna rağmen, evlerinden köylerinden devlet zoruyla aldıkları halkı, yeterli olmayan araç ve gereçle, muazzam Hitler ordularının karşısına diktiler ve yalnızca kahramanlık beklediler. Kuzu kuzu ölüme giden insanların arkasından büyük törenler düzenlediler. Yaralılara; madalyalar, ödüller verdiler, büyük törenler düzenlediler. Korkaklık gösterenlere ise, acımadılar; kurşuna dizdiler ya da büyük cezalar verip Sibirya’ya sürdüler.

İvan Denisoviç, Aleksandr Solzenitsin’e konu olan, böyle askerlerden biriydi.

“Yanlışlıkla düşman bölgesine geçmiş,” birkaç gün sonra; “kendi ayaklarıyla” bölüğüne geri dönmüştü. Ama askerlikte, yanlışlıkla da olsa; düşman bölgesine geçmek ciddi bir suçtu. Dahası askerlikte, “yanlışlıkla” da yoktu. Düşman bölgesine geçmek de, düşman bölgesine, bir kere geçtikten sonra, kendi ayaklarıyla gelip teslim olmak da suçtu. Cezası da; o zamanın Sovyetler Birliği’nde öce on yıl, sonra yirmi beş yıl ağır hapisti.

Evet… Düşman bölgesine geçmek de, düşman bölgesinden kendi ayaklarıyla dönmek de suçtu. Ama bunu er bölük komutanından, bölük komutanı tabur komutanından, tabur komutanı alay komutanından, alay komutanı tugay komutanından öğrenmek zorundadır. Her komutan emrettiği askerleri, ceza kanunun standartlarında eğitmekle, yetiştirmekle; ne düzeyde olduklarını denetlemekle mükelleftir.

Özellikle de, dünyanın en büyük savaşı olan İkinci Dünya Savaşında!.. Bu savaşın en şiddetli olduğu, milyonlarca insanın öldüğü, milyonlarca insanın esir düştüğü Sovyet Cephesi’nde… Komutanlar; erlerden önce, kendilerini sorgulamak zorundaydılar.

İvan Denisoviç gibi askerlerin, suçları ne olursa olsun, yargılanmaları ve cezalandırmaları yanlıştı.

Gene de; esir düşen askerleri, “siz niye ölmediniz?” diye yargılamak, bugüne kadar kimsenin aklına gelmedi. Dünyanın hiçbir yerinde, bu gerekçeyle hiçbir asker yargılanmadı. Hiçbir asker, “Siz niye ölmediniz?” diye suçlanmadı. Ve bu soruyu sorabilecek hiç kimseye devlet ve hükümet yetkisi verilmedi.

Verilmedi, çünkü; büyük savaşlarda; bir “KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI,” bir de; “KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI” vardır. Esir düşmek, düşmana teslim olmak, bu sınırlar aşıldıktan sonra; kaçınılmaz da olabilir, normal de sayılabilir.

Dünyanın en büyük savaşlarında, “KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI,” % 30 askerin kaybı anlamına; “KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI DA % 50’den FAZLA” askerin kaybı anlamına gelir.

Buna göre; kırk kişilik bir takımda, 14 asker kaybedilmişse (ölmüş ya da görev yapamayacak biçimde yaralanmışsa); KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI aşılmış sayılır. Bu durumda; takım komutanı, geri çekilme emri verebilir…

Kırk kişilik bir takımda, 21 asker kaybedilmişse; KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI aşılmış sayılır. Bu durumda, askerlik ve ordudan söz edilemeyeceği için, Takım Komutanı; geri çekilme emri verebilir ya da herkesin başının çaresine bakmasını isteyebilir.

Eğer Komutan; Çanakkale Hattı gibi, Stalingrat Savunması gibi, Büyük Taarruz gibi tarihin bir dönüm noktasında değilse; askerlerinin son neferine kadar ölmesini isteyemez… Kendisi de, canını boş yere tehlikeye atamaz ve atmamalıdır.

Askerlik; “Mecburi Askerlik Kanunu ile askere alınan gençleri, araç-gereçle donatarak, insan ve araçtan oluşan bir savaş makinesi yaratma sanatıdır.” Makine gerektiği gibi çalışmıyorsa; bundan mecburen askere alınan gençler sorumlu tutulamaz, suçlanıp yargılanamaz!..

Kaldı ki; 2. Dünya Savaşı tecrübesini yaşayan Emperyalist Ülkeler, “KÖTÜ ASKER YOKTUR, KÖTÜ KOMUTAN VARDIR!” anlayışını benimsediler ve mecburen askere alınan gençleri suçlamaktan neredeyse bütünüyle vazgeçtiler. Ordunun kusuru, hatası, yanlışı, kabahati, etkisizliği, başarısızlığı ve yenilgisinden erleri-erbaşları değil, emir komuta zincirini sorumlu tuttular. Canlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen askerlere fatura çıkarmadılar; herhangi bir fatura ödetmediler.

Ama Sovyet Generalleri, her suçu gariban askerlerin üstüne atmaya, kendileri dışındaki herkesi “ihanetle, sabotajla, iç düşman olmakla, düşman ajanı olmakla ve akıllarına gelen her şeyle” suçladılar. En ağır cezalara çarptırmakta tereddüt etmediler. Sovyetler Birliği yıkıldığında da; bunu yalnızca seyrettiler.

Kötü asker yoktur, kötü komutan vardır!..” diyen Batılı Emperyalist Ülkeler ise; zafer üstüne zafer kazandılar. Kazandıkları zaferlerle varlıklarını sürdürdüler. Terörist faaliyetleri, isyanları üç-beş günde bastırdılar… Ne bölünmekten korktular, ne ideolojilerden…

Çünkü; askerlikte nasıl, “kötü asker yoktur, kötü komutan yoktur!..” diyorlarsa; sivil hayatta da, “kötü vatandaş yoktur, kötü lider vardır…” diyorlardı. Kötü liderlerin eline, kötü komutanlar gibi hiçbir yetki verilmiyor; onlar da, kötü komutanlar gibi anında tasfiye ediliyorlardı. Yetkiyi kendi ellerine alan, sorumluluğu halka yükleyen kişilerin eline hiçbir şekilde yetki verilmiyordu. Böyle kişileri seçme anlayışı 1870 Paris Komünü, ABD’deki iç savaştan sonra Amerika’da tümüyle terk edilmişti. Devletin yüksek makamlarına, hep layık olanlar seçiliyor; başarısızlığın başladığı yerde görev ve yetki de sona eriyordu.

Türkiye’de ise; İyi’nin Kötü’ye üstünlük sağlaması adet bile olmamış; İyi, Kötü’yle, hatta en kötüyle yarışma mecburiyetinde bırakılmıştı. Bu nedenle, her kavgayı her mücadeleyi kuvvetli olanlar kazanıyor,”hak kuvvetlinin söz kötünün” oluyordu.

“Yeni Bir Millet Yaratma Anlayışı,” her hatanın, her yanlışın, her suçun üstünü örtüyordu. “Türkiye Cumhuriyeti toprakları üstünde doğan herkes; birbirine eşit yurttaştır. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur; kimse kimsenin üstünde ya da altında değildir;” denilmemişti. Cumhuriyet, Laiklik, Demokrasi; eşit yurttaşlık ilkesi, kesin önyargılarla reddedildikten sonra kabul edilmişti.

Sistemin her hatası, her yanlışı, her suçu, “yeni bir millet yaratıyoruz…” diye savunmakla da kalınmamış; her türlü hata, yanlış ve suç, bu yolla yüceltilmişti. Sivil sistem de askerlik sistemi gibi sorgulanmıyor ve eleştirilmiyordu. Ortaya çıkan sorunlar, bu nedenle çözülemiyor, kördüğüm haline getirilerek ortada kalıyordu.

PKK ve PKK Terörü, bütün sorunlarımız gibi bir kez ortaya çıktıktan sonra çözülemeyen, kördüğüm haline gelen sorunlarımızdandır. Kuşkusuz da en büyüğüdür. Ama bundan kim sorumludur.

Cumhurbaşkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Makamında bulunanlar…
Başbakanlar ve Hükümetler…
Parlamento ve Türkiye’nin resmi politikasına bağlı Siyasal Partiler…
Genelkurmay Başkanları ve Kuvvet Komutanları…
Bölgede görev almış albaydan daha yüksek rütbeli komutanlar…

Aradan geçen yirmi dört yıldan dolayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarının hiçbir sorumluluğu kalmamıştır. Erden albaya askerlerin de sorumluluğu kalmamıştır. Sorumluluk, artık bütünüyle emredenlerde, bu meseleyi sözde kökten çözmeye kalkışanlarda, bu niyetle yola çıkanlardadır.

Ama İslam Ülkeleri’nin yöneticileri üstlerine sorumluluk almazlar. Emredenler, görev verenler; üstlerine hiçbir başarısızlığın, yetersizliğin ya da yenilginin sorumluluğunu almazlar; sorumluluğu yükleyecek günah keçileri ararlar. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, sorumluluk yüklenecek garibanlar aranır ve Dağlıca’da esir düşen askerlere yapıldığı gibi “canlarını kurtarmaktan başka suçu olmayan,” gariban askerlerin yakasına yapışılır..

Ve haklarında müebbete kadar ceza istenir..

Hayır…. Sorumluluk yetki derecesine göre, yukardan aşağıya doğru aranmalıdır. En altta, tabanda bulunanlarda, suç ve kabahat aranmamalı, en büyük yetkili ve emreden olmanın şerefi, her zaman, tabandakileri masum kabul etmek olmalıdır.

Kaldı ki; terörizmle yapılan ‘savaşlarda’ da bir tek asker ölürse; “siz zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin vatan toprakları üstündesiniz…. Ölseniz de, kalsanız da, bu topraklar vatan toprakları olarak kalacaktır… Boşuna, canınızı tehlikeye atmayın; nasıl kurtulmanız mümkünse öyle hareket edin,” denilmesi gerekmektedir. Yani terörizmle savaşta; “kabul edilebilir ya da kabul edilemez savaş zayiatı sınırı” yoktur. Askerlerin canı nasıl emniyete alınıyorsa öyle hareket edilir.

Dağlıca’da esir düşen askerlerin yargılanması, dünya hukuk tarihine adaletsizlik örneği olarak geçecek ve Türkiye için bir utanç olacaktır. Terör, her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti topraklarının vatan toprağı olduğunun idrak edilmesiyle çözülecektir. Enver Paşa gibi asker öldürterek çözülmeyecek, aksine böylece dökülen kandan beslenecektir. Vatan toprakları üstünde kardeşçe yaşamayı ve yaşatmayı öğreninceye kadar da sürecektir. İvan Denisoviçler’in yargılanması ve büyük cezalara çarptırılması Sovyetler Birliği’ni kurtaramadı. Romanlaştırılması ise sonu oldu. Sovyetler Birliği’nin, sözde hainlerle, bitmez tükenmez iç düşmanlarla yaptığı mücadele unutulmasın ve herkese örnek olsun… 2010-11-30

Rıza GÜNER, 17-01-2008-Malatya