Etiket arşivi: Köy Enstitüsü

EZAN SESİNDEN RAHATSIZ OLMAK!

Zeki Sarıhan

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

EZAN SESİNDEN RAHATSIZ OLMAK!

1991 yılının Ağustos ayında bir gün, yıllarca Almanya’da kalıp ülkeye dönmüş bir yazarımızı, Ankara’da kalmakta olduğu Seyranbağları’ndaki evine ziyaret ettim. Türkiye’ye dönmekten memnun olup olmadığını sorduğumda “Memnunum ama şu Ezan sesleri de olmasa!” diye cevap verdi.

Bu söz garibime gitti. “Hocam, dedim, Almanya’da da çan sesleri duymuyor muydunuz?”

“Çan sesinden rahatsız olmuyorum ama Ezan sesinden rahatsız oluyorum” dedi.

Öğretmen Dünyası’nın yazı kurulunda haftalık çalışmalarımızı birbirimize aktarıyorduk. Bu ziyareti ve yazarımızın sözlerini yadırgadığımı arkadaşlara da anlattım. Onlardan bir itiraz gelmedi. Demek ki her aydın onun gibi düşünmüyordu. İyi ki de düşünmüyordu.

Sözünü ettiğimiz yazarımız bir burjuva aydını değildi. Köyden yetişmiş, Köy Enstitüsü mezunu, TÖS’lü öğretenlerle birlikte Türkiye Öğretmenler Sendikasının kurucu ve yöneticilerindendi. Köy gerçeğini anlatan ve yoksulları kayıran kitaplara da imza atmıştı.

Onun bu özellikleri Ezan’la ilgili rahatsızlığını daha da anlamlı kılıyor. Halkla bağları olmayan, halk gibi yaşamayan ve halk için “Ne halleri varsa görsünler” diyen bir burjuva aydını olsaydı be sözleri üzerinde durulmayabilirdi. Ama halkın önünde yer alarak onun sömürü ve baskıdan kurtulmasını isteyen bir aydının böyle düşünmesi, ülkemizde aydın-halk ilişkileri hakkında da ipuçları veriyor.

Bu konuyu fena halde dert edinmem nedeniyle epey yazı yazdım :

  • “Laikliğe Halkın Penceresinden Bakmak”,
  • “Aydınlar İslam’la Barışmalıdır”,
  • “Aydınlar İslam’la Niçin Barışmalıdır?”,
  • “Aydınların Dinle İmtihanı”,
  • “Deist, Ateist, Sosyalist”, Dinden Çıkmak Derde Çare Değil”

    başlıklı yazılarım bunlardan bazılarıdır.

Bir devrimci aydının “İslam’la barışması”nı, gericilikle barışması olarak anlamak doğru değildir. İslam’la barışmak, kendi halkıyla barışık olmak anlamına gelir. Ne yazık ki, Tanzimat’tan beri yetişen aydınlarımızın en belirgin özelliği, geri kalmışlığımızı İslam’a yüklemeleridir. Her ne kadar bunların bir kısmı, halkın mücadelesinin yükseldiği dönemde sosyalizmi benimsemişlerse de, emekçilerin mensup olduğu dinle aralarına uçurumlar koymaya devam etmişlerdir.

Bu sorun aynı zamanda “devrimciler neden halkı sıkıca kavrayıp onları bir devrime götüremediler?” sorusuna verilecek cevaplarla da ilgilidir.

Kaba bir materyalizm, din karşıtlığına dayanır. Diyalektik ve tarihsel materyalizm ise dinin hangi ihtiyaçlardan doğduğunu, nasıl evrildiğini ve bugün milyarlarca insanın neden bir dinin mensubu olduğunu araştırır. Dinler, millî kimliklerin göz ardı edilemeyecek bir bileşenidir.

Hristiyan dünyasında çan sesi duyan bir sosyalist, nasıl koşa koşa kiliseye ibadete gitmiyorsa ve gitmek zorunda değilse, Müslüman Dünyasına mensup bir sosyalistin de Ezan sesi duyunca camiye gitmesi veya evde namaza durması beklenemez. Ekim Devrimi döneminde “Müslüman komünist” diye bir kavram vardı. Ondaki “Müslüman” da kültürel bir kimliğe vurgu yapıyordu. Bir sosyalistin halkının inanç değerlerine karşı kılıç sallaması onu halktan soyutlar.

Size bir şey söyleyeyim mi? Eğer Türkiye halkının çoğunluğu Müslüman olmasaydı, Kurtuluş Savaşımız başarılamazdı.

Afyon’dan geçtiğim bir tarihte, yüzlerce basamakla çıkılan kaleye tırmanmayı göze aldım. O zaman gücüm buna yetiyordu. Kalenin burcundan aşağıya inerken güneş de batmıştı. Tam o sırada Afyon camilerinden ezan sesi yükselmeye başladı. Bu sesler, buranın bir Türk-İslam ülkesi olduğunu haykırıyordu. “İşte budur” dedim kendi kendime…

Eğitimsiz bir sesle okunan ezanlar veya tek bir camiden okunan bütün köy veya mahallede duyulabilirken sekiz on yerde birden, birbirini boğarcasına hoparlörlerden verilen ezanlara karşı hoşnutsuzluk bu tartışmanın dışındadır. Seyranbağları’nda sözünü ettiğim sohbette şikâyet edilen Ezan’ın okunuşuna değil, Ezan’adır.

Bir kere daha belirtmekte zarar yoktur: İslam, ortak kimliklerimizden biridir. Hiçbir aydınımız, en azından kültürel olarak İslam dairesinde bulunduğunu yadsıyamaz. Onun simgeleri de camidir, minaredir, ezandır, cenaze namazıdır, Hıdırellez’dir, Ramazan davuludur, bayramlaşmadır. Bu kültürel dairenin dışına çıkma çabasına hiç gerek yoktur… (7 Mayıs 2022)

Fotoğraf: Fatsa / Beyceli Köyü Cami avlusunda bir bayramlaşma töreni.

================================
Dostlar,

Diyanetin / İktidarın derhal bu konuya el atması ve hoparlörden “EZAN TERÖRÜ” ne son vermesi gerek..

Bolca ve yüksek yüksek minarelerden, çok sayıda hoparlörden ve güçlü amplifkatör ile olabildiğince yüksek düzeyde ezan okumanın / okutmanın yararı değil  zararı vardır.

120 dbA’ya dek ezan sesi şiddetini artırmanın ve insanları sabahın erken saatlerinde derin uykusunda terörize etmenin İslamla bağdaşır hiçbir yanı yanı yoktur. Özellikle sabah ezanlarının 55 DbA’yı geçmeyecek şiddette okunması gereklidir. Gürültü Kontrol Yönetmeliğinde öngörülen düzey 55 DbA’dır.

Ayrıca makamına uygun, şan eğitimi almış ses sanatçılarınca okunması, kayda alınması ve Türkiye genelinde banttan, eş zamanlı okunması da çok yerinde olacaktır.

İslam bir şiddet ve dayatma – zorbalık dini olmamalıdır, aleyhine olur, insanları iter ve soğutur hatta tepkiselleştirir.

Kovit-19 salgını nedeniyle aylar önce yasaklanan saat 00:00 sonrası gece müziği, yukarıda andığımız Yönetmelik bağlamında sınırlamaya bağlıdır. Böyle olmasına karşın, salgına karşı hemen hemen tüm önlemleri 26 Nisan 2022’den bu yana kaldıran AKP iktidarı, müzik yasağını görmezden gelmeyi inat ve ısrarla sürdürmektedir.

  • Müslüman’a çifte standart yakışır mı? İslamiyet her şeyden önce İYİ AHLAK değil mi??!!

Bir yığın insan geçimini bu yoldan (gece müziği ile) sağlamakta. Bakan Soylu’ya göre 4 Bakanlık bu konuyu çalışmakta imiş! Epey de zaman geçti. Bu 4 Bakanlık neyi çözemedi de müzik yasağı sürmekte? Ayıp oluyor, insanları aptal yerine koymayın, aynaya bakın..

Halkın dinden soğuduğu, camilere namaz katılımının son derece azaldığı, özellikle İHO – İHL hatta ilahiyat bitirenler arasında Deizm – Ateizm eğiliminin arttığından DİB / AKP rahatsız. Buradan, ezandan başlayın, yersiz inat, halka dayatma – çatışma yarar sağlamaz.

  • Güleryüzlü, saygılı İslam olun; zorba ve dayatan, İSLAMİ FAŞİST olmayın…
  • Hele emperyalizmin güdümünde SİYASAL İSLAMI derhal terk edin; böyle bir din yok!
  • Bu Kuran – Muhammet dini değil; orta – uzun erimde İslamı kullanıp yok etme tasarımı!
  • Biraz akıllı olun, kendinize gelin, Kuran’a uyun; “aklınzı kullanın” !
  • Anadolu İslamı – İslamın Alevi / Bektaşi yorumu ile barışın!
  • Laik Cumhuriyet İslamiyet için de temel güvence, artık bu yalın gerçekliği kavrayın..

Ülkeyi daha da çok germeden – kutuplaştırmadan, halkı dinden soğutmadan geç olmadan!!

Sevgi ve saygı ile. 08 Mayıs 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

“ALİ BUGÜN MEKTEBE BAŞLADI”

Zeki Sarıhan
www.zekisarihan.com
12.12.2021

1944 doğumluyum. 2. Dünya Savaşı’nın şiddetle sürdüğü yıl. İnönü Hükümeti iktidarda. Köylülerin çok yoksul olduğu, salgın hastalıkla-rın çocukları kırıp geçirdiği bir dönem. Yaşamda kalanlar için ufukta parlak bir gelecek görülmüyor.

30 hanelik mahallemizdeki mescitte açılan “mektep”e 6 veya 7 yaşında başlamış olmalıyım. Taşçı ustası babam, köyde miydi yoksa dışarıda çalışıyor muydu, bilmiyoruz. Annem okuma yazma bilse ve günlük not tutma alışkanlığı olsa, muhtemelen yatsı namazını kıldıktan ve yarın sabah pişireceği mısır hamurunu mayaladıktan sonra yatmadan önce defterine şu notu düşerdi :

  • “Ali bugün mektebe başladı. O’na saman yapraklı bir defter almıştık. Kurşunkalemi de ikiye bölüp yarısını verdik. Eline de bir odun tutuşturup mektebe gönderdik.”

Bu notta “Ali” ben olacaktım. Annem bana bebekken kaybettiği babasının adını vermiş. Babam nüfusa adımı Zeki olarak kaydettirdiği halde, bunu O’ndan başka kimse bilmiyordu. Ben de ilkokula başladığım yıl nüfus kâğıdım kayıt için öğretmene verildiğinde öğrenecektim.

Mektebe başladığım tarih, 1949-1950 yılları olmalı. Mahalle mektebi, İnönü Hükümetinin tek partiden çok partili hayata geçerken açılmış bir okul değil. Bizden önceki kuşakların anlattığına göre köyde Millî Eğitim İstatistiklerine girmeyen, resmî belgelerde sayısı yer almayan mektep her zaman olmuştur. Kaçak eğitim yaparlarmış. Jandarmanın geldiği görülünce ellerindeki cüz ve Kur’anları döşeme tahtalarının altına gizler, kaşla göz arasında dağılırlarmış. Jandarmanın suçüstü yakaladığı hocaların karakola götürüldüğüne ilişkin anılar da var.

Ben üç yıl devam ettiğim ve Kur’anı iki kere hatmettiğim mektebin baskına uğradığına hiç tanıklık etmedim. 1950’li yıllarda hükümetin mektebe göz yumduğu anlaşılıyor. O tarihlerde köyde ve ona komşu olan beş köyün hiçbirinde öğretmen yoktu. İlk kez 1954-55 öğretim yılında bir vekil öğretmen, ertesi yıl onun yerine Köy Enstitüsünün son yıllarında okumuş bir öğretmen gönderildi.

HOCALIKTAN ÖĞRETMENLİĞE

Mensup olduğum sülalenin geleneğinde ilmiye sınıfına mensup olmak gibi bir gelenek vardı. Atalarımızın babadan oğula geçerek kadılık yaptığı bilgisi var. Sülale adının “Sarıkadıoğulları” olması, köy içinde mahallemize “Kadıyanı” denmesi bu söylentiyi güçlendiriyor. Dedem ve altı kardeşinin lakabı “Hoca”dır. Aileden birinin Fatsa Medresesinde müderrislik yaptığını biliyoruz. Dolayısıyla sülale, geç Osmanlı döneminde okumanın değerini anlamış, Cumhuriyet dönemine de uyum sağlayarak bu geleneği sürdürmüştür. Müderristen sonra iki kişi rüştiyeyi (ortaokulu) bitirerek 1930’larda Fatsa adliyesinde kâtip, daha sonra davavekili olmuşlar ve Fatsa ileri gelenleri arasında yer alarak rakip iki partide (CHP ve DP) birbirlerine karşı politika yapmışlardır.

1930’lu yıllarda doğan kimi çocuklar da gene akraba yanında ilkokulu bitirmişler, bunlardan üçü İlköğretmen okuluna giderek öğretmen olmuştur. Ben de ilkokula Kumru ve Fatsa’da akraba yanında başlamış ve köyde okul açıldığında oraya nakletmiştim. Benim kuşağımdan başlayarak köy çocukları içinde okuyanlar çoğaldı. İlkokuldan sonra okuyan kız çocuklarının kapısı ise 1 yıllık ebe okulu olmak üzere 1960’ta açıldı.

Biraz geriye sararak 1950’lerdeki mahalle mektebindeki eğitim hakkında bilgi vermek isterim.

Bütün köylüler, çocuklarını mahalle mektebine gönderirlerdi. Burada kız ve erkek çocuklar hocanın çevresinde yarım halka olarak otururlar, bağıra çağıra cüzdeki sureleri ezberlemeye çalışırlardı. Sırası gelen hocanın önüne diz çökerek ezberini veya cüzden okur, hoca “geç” derse sonraki konuya çalışmak üzere yerine geçerdi. Duvarda asılı bir falaka olurdu. Dersini ezberle-yemeyenler değil de yaramazlık yapanlar falakaya çekilirdi. Yere yatırılmış talebenin çıplak ayağına sopa ile vuran da başka bir öğrenci olurdu. Ben uslu bir öğrenci olduğumdan hiç falaka-ya yatırılmadım.

Mahalle Mektebinin iki amacı vardı : Namaz kılmayı ve namazda okunacakları, Kur’anı yüzün-den okumayı öğretmek, bu arada İslam’ın ve imanın, namazın, abdestin guslün farzlarını ezberletmek, öte yandan yeni yazıyla okuma yazma ve hesap yapmayı öğretmek. Bu nedenle köy çocuklarının ilk öğretmenleri ilkokul öğretmenleri değil, mahalle mektebi hocalarıdır.

Hocalar, bir öğretim yılı için ücret karşılığı tutulurdu. Köyde oturmayan mektep hocalarının yemeğini köylüler sıra ile götürürler, öğretimin belirli aşamalarında kendisine börek gibi hediyeler gönderilirdi.

Mahalle mektebini bitirdiğim 1953 ilkbaharında okumayı, yazmayı, dört işlemi öğrenmiş bulunuyordum. O yılın sonbaharında, okul yaşım geçmekte olduğundan 9 yaşımda Kumru’da ilkokula yazdırıldım. Benden yaşları daha büyük olanlar, ertesi yıl köye vekil öğretmen geldiğinde sınavla ikinci sınıfa kaydedilmişler. Üçüncü sınıfta köye dönerek ilkokulu onlarla birlikte bitirdim. O yıl mezun olanlar sekiz kişiydik. Dördümüz toprağa girdi.

Mektep olarak kullanılan mescit, girişte her gün odunları bıraktığımın bir aralık ile derslerin yapıldığı ve namaz kılınan iki odadan ibaretti. Odanın ortasında soba yanar, yanında hoca postu üzerinde otururdu. Teneffüs yerine tuvalete gidecek öğrenci kapıdaki “boş”-“dolu” tahtasını çevirerek dışarı çıkardı. Hocanın elinde daima uzun bir sırık bulunur, uyarmak istediği öğrencilere onunla “dokunur”du. Hocamız uzun yıllar köyün camisinde Cuma namazlarını da kıldırdı ve Diyanetten gelen hutbe metinlerini okudu. Son yıl başka köyden gelen bir hocada okudum.

ÜZERİNDE DURULMAMIŞ BİR KURUM

Anlattığım bu mahalle mektepleri üzerinde eğitim tarihçileri ve anı yazarları yeterince durmamışlar, bunları modern eğitim karşısında geri ve öğrencilere gericilik aşılayan birer kurum olarak değerlendirmişlerdir. Ancak bizim mektepte hocanın siyasi bir sözcük kullandığını hatırlamıyorum.

Köylüler açısından mahalle mektebi çocukların Kur’an okumayı, yeni yazıyı, hesabı öğreneceği bir kurumdu. Yani yeni okulun ulaşamadığı köylerde geleneksel yöntemlerle eğitim yapan birer eğitim kurumuydu. Bu okullar olmasaydı, ilkokul açılıncaya kadar, geçmiş kuşaklar okuma-yazma öğrenmemiş olacaklardı.

NE YAPILABİLİRDİ?

Cumhuriyet hükümeti, sorunu, bu kurumları yasaklamakla çözmek istedi ancak bu toplumsal gerçeklere ve ihtiyaçlara aykırıydı. Yasak kararı ve bunun uygulanması da köylüler üzerinde çok uzun yıllar silinemeyecek bir kötü iz bıraktı.

Yeni bir ayakkabı almadan eskisini çıkarıp atmak nasıl insanları yalınayak bırakacaksa, yeni okulu göndermeden (AS: kurmadan) eskisini yasaklamak, eğitimde daha kötü sonuçlar doğura-bilirdi. Yapılması gereken, buralarda görev alan hocaları belirli süre bir kurstan geçirmek, onlara modern eğitim usullerini, çocuk psikolojisini ve belki basit hayat bilgilerini öğretmekti. Cumhuriyet böyle bir görevi, 1936’da Eğitmen Kurslarını açmaya başlayarak hatırladı. Daha sonra bu sistemi geliştirerek 1940’ta Köy Enstitülerini açtı. Ancak Türkiye’nin 40 bin köyü vardı ve buralara öğretmen yetiştirmek uzun zaman alacaktı. Ayrıca Enstitülü sisteminde basit din eğitimi bile olmadığından mahalle mektepleri köylü gözünde bir ihtiyaç olmaya devam etti.  Öğretmeni olan köylerde yaz Kur’an kursları faaliyet göstermeye devam etti. Ancak bunlar Türkçe okuma yazmayı okullara bırakarak yalnızca Kur’a okumayı öğretmeye devam ediyorlar.

Çözülememiş bir sorun olduğu ortadadır.  (12 Aralık 2021)

(İlk aile fotoğrafından, 1952)

Prof. Ayşe BAYSAL’ı sonsuzluğa uğurladık..

Prof. Ayşe BAYSAL’ı sonsuzluğa uğurladık..

Dostlar,

Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölümü’nün efsane bilim kadını Prof. Dr. Ayşe BAYSAL bu gün Ankara’da toprağa verildi. Ankara dışında olduğumuzdan ne yazık ki törene katılamadık. Bizden yaşça epey büyük (23 yıl) ve kıdemli bir akademisyen olmasına karşın son derece olumlu bir iletişimimiz vardı, bizim “Ayşe Ablamız” idi. Editörü olduğu Beslenme ve Diyet Dergisine de çok emek veriyor, bizim orada yazılar yazmamızı teşvik ediyordu. Kendisinin öğrencilerinden Figen Keleş, Trakya Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü (Tıp Fakültesi) Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda Yüksek Lisans (Master) öğrencimiz olduğunda çok sevinmişti. Sevgili Figen’in de katıldığı bir beslenme alan (saha, İng. field survey) araştırmamızın sözlü bildiri ardından Dergisinde yayımlanmasını istemişti ve aşağıdaki makale Beslenme ve Diyet Dergisi’nde yer almıştı (1990).

Saltık A, Keleş F, Yorulmaz F, Dindar İ, Turan N. Edirne Merkez Anaokullarında Fizik Antropometrik Ölçümler ve İlgili Beslenme Parametreleri. Beslenme ve Diyet Dergisi.
19: (1); 43-60, (1990). [Sosyal Pediatri Simp. Bild., Şubat 1990, İzmir]

Prof. Baysal, gerçek bir yaşam ve bilim emekçisi idi ve elbette Cumhuriyet’in fırsat eşitliğinin bir ürünü, aynı zamanda savaşçısı idi. Kurduğu vakıf (BESVAK) örnek ve saygındır.

1930 doğumlu olan Ayşe Baysal hocamız 10 yaşında ilkokulda..

O’ndan Beslenme ve Diyetetik kapsamında çok şey öğrenmekle kalmadık; yaşam savaşçısı olarak azmi, tutkusu, başarıları, ATATÜRK  ve Cumhuriyet sevdası ve kavgası bağlamında da örnek oldu. İvriz Köy Enstitüsü’nd eher yıl sınıf birincisi oldu…. Et fiyatlarının “astronomik” düzeye fırladığı, bereket mercimeğin  bol olduğu bunalım dönemlerinde (1980 başları) Halkımıza yol gösterdi ve çok değerli bir besin olarak Mercimek’i önerdi. Adı “Mercimekçi abla – hoca” ya çıktı! Yaptığı, verili koşullarda bilimel olarak doğru idi.

Kendi ağzından insanı ürperten özyaşam öyküsünü (oto – biyografi) okumak için lütfen tıklayınız : http://portreler.fisek.org.tr/prof-dr-ayse-baysal/

Merhum Prof. Baysal’ın cenaze törenine katılan Halk Sağlığı kümemizin (camiamızın) kıdemli ve çok değerli ustalarından bir başka Prof. Ayşe hocanın (Akın) yazdıkları çok öğretici ve düşündürücü:

*****

portresiAyşe Baysal Hocamızı ne yazık ki bu gün Hacettepe Üniversitesinde yaptığımız bir uğurlama töreni ile ” Sonsuzluğa Uğurladık”….

Böyle bir ruhu olan tören herkese nasip olmaz. Sevgi dolu, gözünün yaşı durmayan, içi kan ağlayan, usulen değil içten, görevi olduğu için değil,  ben de orada olmalıyım diye koşarak gelen Ayşe Baysal sevenleri, arkadaşları, öğrencileri, yetiştirdiği Türkiye’ye kazandırdığı sayısız çocuğu, akrabaları, eşi, dostu herkes…. oradaydı……. Bayrağa sarılı tabutunun başında nöbet tutmayı kimse başkasına bırakmama yarışına girdi.

Konuşmaların  hiçbiri “icabeder diye değil, içten tam da Ayşe Baysal Hocayı herkesin gözünde hafızasında canlandıran içerikte” idi… Herkes çok güzel konuştu. Sn. Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Rahime Nohutçu ve Prof. Dr. Türkan Merdol’un konuşmaları son derece güzel ve içtendi…. Hepimizin duygularını dile getirdiler…

Çok genç Halk sağlıkçılar bilmez, O hepimizden çok daha fazla Halk Sağlıkçı idi. Nusret Hocamız (AS: Prof. Nusret Fişek) O’nu özel olarak sever ve değer verirdi… Prof. Orhan Köksal (AS: Toplum Beslenmesi hocamız) Hocamızla karşılıklı bilimsel bilek güreşleri hala aklımızda. Birbirlerinin  değerini çok fazla bilirlerdi. Sanırım her üçü de şimdi gidilen yerde buluşmuşlardır…. 

Törende şu cümle çok yinelendi : Ayşe Baysal,  Cumhuriyetin yetiştirdiği, laik, Atatürkçü, çağdaş, ülkesini, insanları çok seven, lafta değil yaşamı ile örnek olan, Konya’nın bir dağ köyünde Kurtuluş savaşında bir bacağını yitirmiş Gazi bir babanın 6 kız çocuğundan biri olarak  doğup, o dönemin ilerici anlayışı ile “pozitif ayrımcılık” yapıldığı için okula biraz da zorla başlayan daha sonra Köy Enstitüsü‘nün ufuk ve beyin geliştiren eğitimini alan bir kız çocuğunun daha sonra Amerika’da birinciliklerle Master, sonra Doktora yaptığının öyküsünü dinledik. Zaten de biliyorduk. 

Kurduğu Vakıf aracılığı ile yüzlerce öğrenciye sürekli burslar vererek Türkiye’ye hizmetini bu boyutu ile de hala sürdüren örnek bir Cumhuriyet ürünü bir Hoca, bir Kadın… Bana göre Ayşe Baysal, bir kadın eğitim hakkını kullanabilirse, bu hakkı elinden alınmaz ise, sistem bunu kendisine sağlar ise,  neleri başarabileceğinin, gelecek kuşaklara ne ölçüde katkılarının olabileceğinin “eşsiz bir örneği”…

Herkesin törende dilediği gibi, ben de “Işıklar içinde ve huzur içinde ol sevgili hocam… öyle meş’aleler ateşlemişsin ki; yalnızca sevgili kızın Elif değil bütün yaktığın meş’aleler bir diğerini, kendisinden sonrakilerini ateşleyerek aydınlattığın yolunda ilerliyorlar Hocam….müsterih ol…..

Hiçbirimiz Sizi hiiiç unutmayacağız….
 
Sevgi ve Saygılarımla…
Adaşınız

Ayşe AKIN

=========================

Her 2 Ayşe hocamıza da şükran borçluyuz..
Ayşe Baysal’a uğurlar olsun derken, adaşı çok değerli Prof. Ayşe Akın hocamıza da sağlıklı – üretken uzun yıllar dileriz.. Her 2 hocamızla da çalışmış olmak büyük kazancımız ve övüncümüzdür.

Sevgi ve saygı ile.
15 Ağustos 2016, Tekirdağ

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı
AÜTF Halk Sağlığı AbD
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com