• Öncelikle Serdar Koç’u tanıyabilir miyiz? Hem doktorluk hem şairlik nasıl gider?
“Uzun yolun yokuşu. Uyaklı duygular ulağı, uyaksız serseri. Kalbin deli gerçeği. Serdar. Yangında son kurtarılacak özne, belki de nesne. Müktesep hak. Hak’sız. Sızı. Nesneye ant olsun ki, ya da özneye. Bazen sağaltıcı sözcüklerin sesini özlüyorum, farkında olmadan araladığım kapıların eşiğinde, günler geceler boyu, uzun uzadıya susmak. Meyhanede inzivaya çekilmiştir, gezgin ve münzevi. Meyhane, çalışma masasıdır, kütüphaneler cenneti. Başka bir dildir, başka bir ülkenin tek tebaalı yurttaşı, şiir tanrısının torunu. Telli rübap erbabı. Kâhin ve nebi. Mutsuzluğunu içine atar hep, dışı tebessüm. İçi yangın yeri, dışı serin. Vücudun zulmetinden aşk’a sırlanan. Göğün tepesinde gecenin kaynakçısı, ayı perçinleyen, ışıklar dökülürken karanlığın gözeneklerinden. Şiirini adayabileceği bir yaşama aldanmak arzusu. Yarasının kabuğunu soymak için, alkole yatıran. Göğsü daim aşka açık mecnun. Olası hayatlardan arta, yaşam sürgünü. Irmak boylarındaki ıslık. Bozkırda tren yolculuğu, maviş bir kıyıyla karşılaşıp da deliremediği. Delişmen öfkelere, kuru bir kabuk misali, gecikmiş alın yazım. Sözcüklerin ıssız adasına ulaşmak ve orada sukut etmek sonsuza dek. Uzun avaz susmak. Hasta nabzı sayar gibi. Ömrümü gezip de geldim. Konuğum artık hayatıma. En çok kalbimdeki karanlığı sevdim. Bilmem çünkü benden neyi gizlediğini” diyen bir yazarken sözcüklerin haletiruhiyesine bakıyorsam, hekimlik yaparken de insanların haletiruhiyesine bakan bir emekçiyim.
Doktorluk ve şairliğe gelirsek: Şiir yazarken nasıl, sözcüklerin haletiruhiyesine bakıyorsam, hekimlik yaparken de insanların haletiruhiyesine bakıyorum sanırım. Şair-hekimlik belki benim için hastayı sadece bir yüz olarak görmeyi değil, hastanın yüreğini de görmeyi sağlıyor. Hastalarımla zaten arkadaş gibiyim. Hekimlikte inanılmaz hikâyelerle karşılaşıyorsunuz. Eğer hastayla gerçek bir diyalogu ve samimiyeti kurabilirseniz orada şiir de, öykü de, başka şeyler de var. Çünkü hasta hekime gardı düşmüş olarak gelir, siz ona içten davrandığınız takdirde sizinle kimseyle paylaşamadıklarını paylaşır. O nedenle siz sordukça nerdeyse tüm hayat hikâyesini anlatır. Yeter ki sorun ve dinleyin. Bu noktada edebiyat ve şiir üzerinden hastalarla kurduğum ilişkiler çok özgün ve çok özel. Hastalarım aynı zamanda dostlarım, arkadaşlarım. Öte yandan son derece kaba ve nobran insanlarla da karşılaşmak durumunda kalabiliyoruz.
Özellikle son dönemlerde memleketin bir yarısı vasata ve cehalete teslim oldu ve bu cehaletten memnun. Biat kültürü yaygınlaştı ve bu durumdan hiç de rahatsız görünmüyorlar. Artık günlük hayatta kimin ne yapacağını kestiremez olduk. O nedenle kendimizi korumak kollamak da gerekiyor. Doktor hastasından korkar mı hiç, vallahi, bugün artık ülkemizde, hastamızdan korktuğumuz zamanlar da oluyor. Mesela, çok özveride bulunduğunuz, çok emeğinizin geçtiği bir hastanız, onun yanlış bir talebini geri çevirdiğinizde size düşman kesilebiliyor ve ciddi biçimde şiddete yönelebiliyor. Artık çok güvensiz bir toplumda yaşamaya başladık. Genel olarak insanlık, yeni bir ortaçağa teslim oldu. Kötülük çok örgütlü ve bu örgütlü haliyle; örgütsüz, tek başına kalmış, baskı altındaki iyiliği eziyor. Bu noktada toplumsal bir çöküş yaşanıyor. Ancak bu çöküşten kurtulabileceğimize dair halen umudum var. Çünkü toplumların zaman zaman bu karanlıktan sıyrılmayı başarabildiği de oldu. Tüm karanlığa rağmen hâlâ teslim olmayanlar da var. Umut adacıkları. Onlara güveniyorum.
ANKARALI OLMAK
• Amasya’da doğmuş, üniversiteyi İstanbul’da okumuş Dr. Serdar Koç için Ankara’da olmak, Ankaralı olmak ne ifade eder?
Artık Ankaralıyım diyebilirim, ömrümün çoğu bu kentte geçti. Bu kentte çoluk çocuğa karıştım, kendim bu kentte büyümedim ama kızlarım bu kentte büyüdü. Amasya benim doğumum, çocukluğum, gençliğim, ilk göz ağrım, damarlarımda akan usare, Amasias’ın ülkesi. Ankara bir yanıyla, Hitit kenti, Hattuşaş’la komşu ve Amasia ile. Ankara bir dönem de Roma İmparatorluğu’nun serhat başkenti olmuş. Daha derinlerde jeolojik devirlerin bulguları saklı toprağında, içdeniz çağlarının ürünleri. Diğer yanıyla Cumhuriyetin kurucu başkenti. Ben önce müzeleriyle ve tiyatrolarıyla, sinemalarıyla gezdim Ankara’yı, kente yabancı olduğum ilk yıllarımda. Sonra siyasi, sosyal, kültürel yaşamına dahil oldum. Meslek Odamda ve Ankara’nın devrimci, demokrat muhalif hareketinde hep bir aktivist olarak durmaya çalıştım. Hep bir yerlere, bir şeylere koşuşturup durdum. Daha sonra şiirlerime de girecek olan şöyle bir durumdu bu; koşmak yaşam biçimim olmuştu, yavaşlarsam düşecekmişim gibi. Öyle de oldu, bir tatil esnasında yedim kalp krizini, bir düştüm, pir düştüm, ameliyat filan derken, ancak 1-2 yılda toparlayabildim sağlığımı ve artık gövdemi daha tasarruflu kullanıyorum, eskisi gibi kendime eziyet etmekten sakınıyorum.
• 1970’lere ilk gençliğinize, ilk siyasi duruşunuza gelirsek neler söylersiniz?
Benim çocukluğum, köylerde ve bir taşra kasabasında ama her yanından kitaplar fışkıran, gazete ve edebiyat dergilerinin girdiği, Köy Enstitülü bir babanın evinde geçti. Lise (Lâdik Akpınar Öğretmen Okulu) yıllarında, tam da, Deniz’lerin döne yana arandığı, yakalandığı ve idamlarına kadar giden süreçte, bir yandan da Mahir’lerin Kızıldere’de kanlı bir katliamla biten eylemlerinin hemen birkaç on kilometre ötemizde gerçekleştiği günlerde, düşmanlarının bile soluğunu tutmuş, gizli bir hayranlıkla izlediği o günlerde hızla politize olduk. Doğal devrimcilerdik artık. Sonra, İstanbul ve TİP’li gençlik yıllarım…
• Bir zamanlar Türkiye’nin en ünlü şairlerini çıkartan Ankara şiirsizleştirildi mi ne dersiniz?
Sözcüklerle özgürleşmek tutkusuyla; tutkuyla dizelerini uzay-zamana gönderir şair, sözcükleri ne kadar pürüzsüzse, sürtünme kuvveti ne kadar düşükse o kadar uzağa gider şiiri, değilse az ötede düşüp kalacaktır. O düşüp kalan sözcükleri de başka şairler sahiplenecek, alıp temizleyip, bakımını yapacak, cilalayıp parlatacak, tekrar fırlatacaktır uzay-zamana, böylece sözcükler elden ele, şiirin devasa kütlesi devinip duracak. Gelecekle, er geç buluşur iyi şiir ama şairi yoktur artık, ölmüştür. Ankara hiç şiirsiz kalmadı, kalmaz da. Her kuşak kendi şairlerini çıkarır. Sanma ki yorgunuyum, başlayan bir yüzyılın, ağılına dokundum çünkü ıssı yıldızın. Şair geçici, şiir kalıcı, yoldaş aşk’a…
• Sizce şairi şiir yazmaya iten neden nedir ve bu anlamda gençlere ne önerirsiniz?
Gerçeği anlamın en güçlü biçimidir şiir.
Şair, rahatsızlık duyduğu dünya gerçekliğini şiir yoluyla değiştirir, dönüştürür. Şair kendine bir vazife yüklememelidir. Hindistan’a diye yola çıkıp, yeni bir kıta bulmalı, buna kendi de şaşırmalıdır. Brecht’in dediği gibi gerçek gerçeküstüdür. Şiir gerçeğin hem kendisi hem de inkârıdır. Şiiriyle çatışmadan ilerleyebilen şair yoktur. Şair şiiriyle çatışma bilincine sahip olmalıdır. Şairin sanatsal ve kültürel birikimi, uzun okumaları ve düşünme süreçleri olmalıdır. Şairin hayata ilgisi, daha da önemlisi güçlü bir dil bilinci olmalıdır. Dil onun temel gerecidir. Üslup yazarın ruhunun parmak izidir. Yüreğinin imzası. İmge izi. Metnin üzerine düşen gölgesi. Ne yazdığımız kadar nasıl yazdığımız da önemlidir. Dili kurma biçimi her şair için biriciktir. Şiir, verili gerçeğin reddi, bir öte gerçek arayışı, bir karşı gerçeğe ulaşma çabasıdır.
Şiir bir özgürleşme alanıdır da. Okuyanı da yazanı da özgürleştirir.
Yazmak itirazın dilidir. Şu şaftı kaymış dünyaya itirazı olmayan yazmasın bence, (isterse de yazsın, kendi bilir…)
• Peki sizin için şiirin estetiği nasıl oluşur?
Biçim ve öz uyumu estetiği oluşturur: Şiirin bir duygusu olmalı; haletiruhiyesi, havası, edası… Şiirin estetiği kısıtlılığındadır. Gereksiz her şeyi atar. Boşluklar bırakarak ilerler. Boşlukları okuyucuya bırakır. Çıkarılan sözcük şiiri yıkmıyorsa atılabilir. İyi bir şiir anlattığı kadar anlatmadıklarıyla da önemlidir. Böylece okuyucuyu da gizlice şiire dahil eder. Aynı şeyin bir görüntüsünü anlatırken diğer bir görüntüsünü gizleyerek aslında daha görünür hale getirir. İfade etmeden ifade etme halidir. Örtüleme başka boyutuyla daha güçlü olarak yeniden görünür hale getirmektir. İmgenin kendisi değil, çağrışığıdır. Tarif edilenin, anlatılanın dışında, ona dair bir yaratıdır. Olmayanı algılatmaktır. Odaklanmadan, odaklanmak istenen şeyi anımsatmaktır. Beklenenin tersini algılatmak halidir de denilebilir. Bir şeye yöneltip diğerlerini çevreden boşaltarak oluşturulan, şiirin arkasında gizlenen duygular ya da şeylerdir. Boşaltılan yerde yeni imge oluşur. Sözcüklerle ve onların oluşturduğu imgelerin oluşturduğu şiirsel anlamlarla; dizelerin uygun içsesi ve uyumuyla ilerler şiir. İmge hem sözcükte, hem sözcükler toplamında, hem dizede, hem dizeler toplamında ve hem de şiirin tamamında, yani şairin şiirsel yaratısının her düzleminde gerçekleşebilir. Bir şairin şiirler toplamı da bir imgedir aslında. Sınırsız olanaklar dünyasında bitmiş şiir yoktur. Değilse, ötesi; esin perisinin şaire beklenmedik armağanıdır şiir.
• Şiirin yeni kuşakların gelişimine nasıl bir katkı sağladığına inanıyorsunuz?
Masumiyeti yazar şair: İnsana has, uzak çağların, artık yitirilmiş olan, çocuksu masumiyet özlemini. Bu yüzden de biraz oyuna benzer. Çocuklar dili öğrenirken şiirselliği kullanır. Oyunlarda, tekerlemelerde, şarkılarda; şiirsel bir dille cıvıldaşır, esrir. Şiir, bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya, bir dilden diğerine ya da tarih içinde aynı dilin bir evresinden başka bir evresine veyahut da bir yan kültüründen ötekine, yolculuğunu hep içerikle yapar, şekille değil. Tereddüde düşünce, hükmü kalbimize sorarız. Bir metnin farklı çevirilerinde farklı anlamlar çıkmış ama her biri güzelse, asıl metinde yazar ne ifade ederse etsin, çevirmenlerin her biri farklı ve güzel anlamlara yönelmişlerse, bu çevirilerin hepsi de asıl metne dâhildir. Asıl metnin yeni anlam olanaklarına kapı aralayan gücünü gösterir. Kaleminin gücünü. Şiir, dilden dile ilerlerken -taklalar atarak- farklı anlamlara evirilebilir ve ilk yazandan bağımsız olarak her biri şiire dâhil olur, can bulur. Şiirin göç yollarındaki öyküsü de şiire dâhildir.
• Behçet Aysan Şiir Ödülü’nün ilkinde ‘Seçici Kurul Özel Ödülü’ aldınız, Behçet Aysan da tıpkı Metin Altıok ve Uğur Kaynar gibi şairdi, Ankaralıydı, üstelik doktordu, yakın arkadaşınız mıydı?
Behçet ağabeyle özel bir dostluğumuz yoktu, keşke olsaydı, ama şiirleriyle dosttum, arkadaştım. O dönemin tüm şairleriyle de öyle. Ben iyi bir şiir izleyicisiydim. Okurdum. Yazmak çok sonra geldi, yoğun okumalardan arta kalan zamanlarda, iki ara bir derede. Okuyan, çok okuyan birisi, eninde sonunda yazmaya da başlıyor, fark edilmez ağırlıkta. Dilin çorak toprağında, bir ki dize yeşertme çabası, söylen(e)memiş sözün ırmağında yunmak özlemi, anımsanmaya değer, aşktan arta, bir ömrün yekûnu ve bakiyesi… Nihayetinde, köz uyarır bir kırık dize kalır belki…
• Son olarak kitaplarınıza gelirsek,
– Temmuz Ayazı,
– Çığlık,
– Bir Sağlık Sevdalısı,
-Kül’efil ve 2019’da çıkan
– Beyrut Kuşatması…
Kitap serüvenlerinizi genel olarak anlatır mısınız?
Kitaplarım yazılış sırasına göre yayınlanamadı. 2 Temmuz 1993 Sivas katliamı benim için tam bir kırılma noktası ve ülkemin geleceği için hayal kırıklığıydı. ‘Temmuz Ayazı’, o yangının küllerinden doğdu ve ilk yayınlanan kitabım oldu. Daha öncesinde kaleme aldığım ‘Çığlık’ ikinci sıraya düştü ki, 78 kuşağının, kuşağımın çığlığıdır. Kül’Efil daha sonrasında dergilerde yayınlanan şiirlerden oluşuyor. ‘Bir Sağlık Sevdalısı’ benim hazırladığım bir Ankara Tabip Odası yayınıdır. ‘Beyrut Kuşatması’ 1982 senesinde kaleme aldığım kısa şiirlerden oluşan bir dosyaydı. Ufak tefek düzeltmelerle ancak önceki sene okurla buluşabildi. Ki Beyrut kuşatması ve ardından Filistin liderliğinin sürgünü, Amerikan emperyalizmi ile Sovyetler Birliği arasındaki son büyük hesaplaşma oldu bence ve Sovyetler ütopyasının da sonuna kapı araladı. Ondan sonra bir daha toparlanamadı dağılıp gitti koca SSCB ve yazık oldu… Bu acıyla ve sezgiyle yazıldı bu kitap ve yıllar ve yıllar sonra yayınlanabildi ancak… Yani kitaplarımın her biri kendi iradeleriyle, isimleriyle buluştular ve sıralandılar, bu konuda benim dahlim (AS: katkım) olmadı. Ben onları değil onlar beni yazdılar. Ve yazıyorlar… Henüz kitaplaşmamış, dergilerde yayınlanmış ya da yayınlanmamış yeni şiirler ve kısa öykülerle, pek çok başka yazılar, romansılar, vs, terkimizde pek çok kitap dosyası var ama artık yayınlayıp yayınlamamayı da umursamıyorum pek. İnsan yaşlandıkça, hayaller de anılara dahil oluyor, ‘ayrılığın da aşka dahil olduğu’ gibi. Bütün bir ömür olanca düşleri ve gerçekleriyle tek bir an’da eriyor. Pablo Neruda misal, ‘acılardan daha büyük bir yer yoktur/ bir tek evren var, o da kanayan bir evren’.
ŞİİR VE İNSAN
• Sizce insan şiire ihtiyaç duyar mı duyarsa neden ihtiyaç duyar?
Gelecekle sohbet ihtiyacıdır şiir, edebiyat, yazın, resim, heykel, müzik, tiyatro, sinema, dans; uzak torunlarımızla konuşabilme imkânı… Geleceğin belleği. Rüzgâra pencere açmaktır şiir. Kuantum fiziğinin olasılık kalıbına benzer. Olasılık kalıbı çöker ve şiir kalır. Sonunu bilemediğin. Kâinatın o ilahi düzenini paramparça eder şiir, gerçeğin reddidir. Karşı gerçek, hatta o bile değil. Sözcüklerin ıssız adasına ulaşmak ve orada sukut etmek sonsuza dek. Uzun avaz susmak. Ahenk, ses, ritim şiirin en eski en vazgeçilmez değerleridir. Şiir, müzik ve dans ilk dilin muhteşem üçlüsüdür. İlk sözel dünyadaki, şiir, müzik, dans sarmalı; gerçeğin apayrı bir temel algılama biçimidir. İnsanlığın şafağında, ortak belleği taşımanın en kolay yoluydu şiir. Ses tekrarlarına (aliterasyon) ve canlandırmalara (alegori) dayanan, basit, çocuksu bir şiirsellikti bu. Yani insanlığın ilk geliştirdiği dil şiirseldi. Böyle de olmak zorundaydı. Yazının icadından önce on binlerce yıl; toplumsallaşmanın önkoşulu olan ortak bellek, nasıl taşınabilirdi yoksa. Günümüzün gelişkin şiirinin çok uzağında, dilin ilk nüveleri, öncülleri idi. Bugünün şairleri uzak atalarının bilinçaltı olsa gerek. Geçmişin geleceğe rüyası. Geleceğin geçmişe düşü. Şair, sözcüklerin büyüsüne kapılmıştır; Dili yeni öğrenen bir çocuk gibi, sözcüklerin büyüsüyle esrir. Her şairin esin perisi ile arasının iyi olduğu bir dönemi vardır. Benim de…