Etiket arşivi: “ucuz emek”

Anayasa, insan, toplum

Bilsay Kuruç
Bilsay Kuruç
Cumhuriyet, 07 Şubat 2022

Anayasa, insan, toplum

Geçen aylarda 21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu, Cumartesi Konferansları’nın arka arkaya dört haftasını 1961 Anayasası’nın değerlendirmesine ayırdı. “1961”, toplumun gelişme, kendini aşma iradesini 20. yüzyıldan 21. yüzyıla açılan bir sistematik üzerine yerleştiriyordu. “Çağın ilerisinde bir anlayışı yansıtıyordu.” (Prof. Fazıl Sağlam). İnsanın haklarını geliştirme ufku ile toplumun ekonomik gelişmesi arasında bağdaşmazlık değil, bütünlük olacağını saptayan bir görüşün eseriydi. Planlama bunun içindi. Merkezinde insan vardı: Yurttaş. Geleceğin insanı da diyebiliriz… Onu öncelikle sahip olduğu temel haklarla tanıyacaktık. Toplum bu olgunluğu hak ediyordu. Konferanslar, anayasa alanının büyük ustaları Rona Aybay ve Fazıl Sağlam’ın konuşmaları ile başladı ve tanınmış bilim insanlarının, hukukçuların katkıları ile zenginleşti. Sonra merak ettik: Hukuk fakülteleri, barolar, hukuk dernekleri içinde hangileri 60. yılında 1961 Anayasası’nı değerlendirmişlerdi? Sonuç hüzün vericiydi: Hiçbiri! (Hukukçu olarak sadece Cumhuriyet’teki yazısı ile Alev Coşkun bunu yapmıştı.) Bugün bu noktadayız. Buradan ilerleyeceğiz…

Biliyoruz, dram 1980’de başladı. Rejim, temel hakları askıya aldı. Sonra anayasayı değiştirdi (1982). Böylece kapitalizmin önünü açtığını görenler şimdi artıyor. Kapitalizmi öğrenmek sadece kitaptan okuyarak olmuyor, yaşayarak öğreniliyor. Son kırk yıl, bununla ağırlaşan dönemdir. Dünya kapitalizmi “son aşaması”na vardıktan sonra büyük kavgalar (dünya savaşları) yaratıp 1945’e eriştiğinde kıyıma uğrattığı milyonlarca insana bakarak, kalanlardan bir “meşruiyet” arama noktasına gelmişti. 1950-80 dönemi, bunun getirdiği bir “güler yüzlü kapitalizm” zamanı oldu. Kapitalizmin şeceresinde müstesna bir dönem! İşçi sınıfına ve reformcu orta sınıfa bizim de 1961 Anayasası ile tanıştığımız temel hakları kazandırdı. Sermaye sınıfı “lahavle çekerek” vergi ödedi, sendikalaşmaya fazla direnmedi, toplumsal refah için çekilen “kırmızı çizgiler”e katlandı.

Ancak, 1960’ların sonu, 1970’lerin başlarında krize girdi ve “Artık tamam!” dedi. “Güler yüzlü” dönemi açmamak üzere kapattı. “Artık devlete vergi değil borç veririm!” diyerek yeni dönemini topluma tebliğ etti. Eskisi gibi vergi yok, toplumsal refah da yok. Temel hakları sendikalaşmadan başlayarak “icabına bakılacaklar” listesine aldı.

Türkiye’de 1980 rejimi adeta “büyük kapitalizm”in bu “büyük çağrısı”nı dört gözle bekliyordu. Türkiye’yi geleceğin “has kapitalizmi” ile tanıştırma misyonunu üstlendi. Takdim yirmi yıl kadar sürdü. 1980’den sonra sahneye çıkanlar kadrolaştılar. Yeni kadroların zengin çeşitlilik içindeki koalisyonlarını seyrettik ve bunlarla 2000’den başlayarak kapitalizmin “reel rejimi”ne girdik. Her şeyi açıklamaya girişmeyelim.

HAK NEDİR?

Dünya kapitalizminin 1990’larını ve 2008’e varan büyük dalgalarını akılda tutalım. Şunu görmek kolaylaşacaktır: Kapitalizm, artık elini kolunu bağlayan “toplumsal refah”tan kurtuluyor. Böylece her yere, her şeye adım atıyor. Ülkelerde demokrasi aramak gibi bir tasası da yoktur. Siyasal etik kitaplardadır. Orada kalsın. Her rejim ile bağdaşılır. Meşrep genişlemiştir.

1990’larda şunu görmeye başlarız: Sağlığı, eğitimi kapsayarak verdiği toplumsal refah haklarını geri alma zamanı gelmiştir. Bunları alıp metalaştıracaktır. Piyasa ürünü yapacaktır. “Gelin, satın alın” diyecektir. Krediyle çalışmakta olan şirketler kesimine şimdi insanı (“hane halkı”nı) ekleyip piyasalara sürebilmesi lazımdır. Yeni senaryo yeni insan ister. Bunu şekillendirebildiğimiz ölçüde kâr potansiyelinin nasıl arttığını göreceğiz.

2000’den sonra, hiçbir kalın, kara kaplı, ciltli kitapta “hak” olarak yazılmasa da artık bir temel hak yaratılmaktadır: Borçlanma hakkı! Bunu keşfeden, ateşi keşfetmiş atasından şimdi kapitalizm için daha önemlidir (Şaka değil!). Çünkü borcu keşfeden insan, ekonomide kapitalizmin muhtaç olduğu motoru, öncelikle tüketimi (talebi), sonra da spekülasyonu çalıştıracaktır. O insan, borçlanmanın getireceği büyük satın alma gücüne inanmalıdır. Kendi emeğinin yaratacağı sınırlı gelire ve haklara değil. Kapitalizmin yarattığı dönüşüm burada, insanı adeta finansallaştırarak dönüştürebilmekte yatıyor.

BOMBARDIMAN VE ALIŞTIRMA

2000’lerde en dikkat çekici olan, sanki bir hücum borusu çalmış gibi dünya finans sermayesinin kuvvetli itişiyle Amerika’dan volkanik patlamalarla doğan büyük likidite (dolar) bombardımanı oldu. Dünya kısa sürede dolara boğuldu. Kapitalistleşen ülkelere bu “rahmet” yağdı. Dünyanın “büyük borçlanma çağı” açılıyordu. Fakat herkes için iyi oldu denilemez. İzlanda Devleti az kalsın iflas ediyordu.

  • Zaten 2008’de her şeyin sonu geldi, kapitalizmin büyük çöküşü yaşandı. 

Türkiye’de insanlar Dolarla ilk kez 1990’larda temas etmişlerdi. Birbirilerine (altınla yaptıkları gibi) Dolarla borç alıp vermeye başladılar. Döviz büfeleri çıktı ve küçük spekülasyonlara kolaylık sağladı. Kaybedenler (maaşını TL ile alanlar!) Karaköy’de “Yaktın beni dolar!” diye bağırdılar. Sonra kredi kartları icat edildi. İlk, küçük alıştırma adımları atıldı.

Büyük adım 2000’lerin işte o ilk on yılında geldi. Dolar bombardımanı ile beslenen dış borçlanmanın tarihi desteği ve bundan feyz alan banka-müteahhit-ticaret kesimlerinin yepyeni işbirliği ile yeni piyasalar doğdu. Doğumdan kısa süre sonra patlama yaparak büyüdü. Piyasalar insanları ilk kez kapitalizmin ana damarları ile tanıştırdı. Piyasalar onlara daha önce sahip olmayı düşünemedikleri şeyleri sunuyordu: Konut, otomobil, ev eşyaları, televizyon, bilgisayar, cep telefonu, vs. sahibi olmak. Bambaşka bir yaşam… Ve tümü krediyle… Yani, borçlanarak. Olsun! Bunu “borçlanma hakkı” olarak kabul ettiler.

Böylece kitleselleşerek kapitalizmin tüketiciliğine terfi ettiler. Kapitalizm insanlara borcu sevdirmeyi başarmıştı. Tüketici kimliği vererek onları daha önce dünyalarının ötesinde bulunan nesnelerle temas ettirmişti. Bir sınıf atlama illüzyonu yaratmıştı. Bu özellikle vaktiyle büyük kentlere taşradan gelerek, gecekondusunu yapmış, yerleşmiş olanların çocukları, yeni kuşaklar arasında kartopu gibi büyüdü. Bir “yapay servet etkisi”ne dönüştü.

Kapitalizm her çevreden ve yayınlardan şunu işliyordu: “Tüketim kademelerinde tırmanabilirsin. Daha çok borçlanırsan üst kademelere çıkarsın!” Ama hep aynı tek sesle. (Sosyal medyada, sokaktaki röportajda, münasip şekilde giyinmiş bir kadın elindeki son model telefonu göstererek “Bunların hiçbiri daha önce yoktu. Şimdi hepsi var” dediği zaman, vurguladığı budur. “Yaktın beni dolar”dan “Şimdi hepsi var”a gelinmiş oluyor.) Ve görüldü ki kapitalizmin borçlandırarak verdiklerini siyaset kendi armağanı gibi sunabiliyorsa, başarı elde etmektedir. O halde, ana çizgi budur.

Borçlanarak her şeye erişilebilir (“en yüce değer” artık budur) alışkanlığı yaygınlaştıkça, 2000’lerde eğitim ve sağlık banka-ticaret-müteahhit işbirliği alanına alındı. Üçü de bundan kazandılar. Çocuğunuzu “eğitim kredisi” çekerek ve bir yılı için ortalama 50 bin TL ödeyerek bir özel okulda okutabilirsiniz. Sağlık alanında da farklı hizmet veren, donanımlı özel hastaneler artık çoğalıyor.

Kısa sürede alışılan tablo kendi insan profillerini yarattı. İlk profil, tüketici kimliğine (geri dönüşsüz şekilde) yerleşen yeni insanınkidir. Onun dünyası, 1961 Anayasası’ndaki (sağlık, eğitim, konut, çalışma haklarının temel toplumsallığına göre tanımlanan) “yurttaş”ınkine artık tümüyle yabancıdır. Kapitalizm “Refah kişiseldir, toplumsal değildir”i son 15-20 yılda yeni insana belletmiştir. Borçlanmaya gücü yeten, toplumsal-sınıfsal düşüncenin temel haklar zemininden dışarı çıkmıştır. Artık ilgisi yoktur. Kapitalizmin kodlarına uyumla siyasallaşır. Kapitalizmden borçla sağladığı kişisel refahını bir siyasal kişiliğe borçluluk olarak algılar, öyle simgeleştirir. “O’na borçluyum!” der.

MAKASLAR

İkinci profil, borca gücü yetmeyen ve pes eden insanınkidir. Karşımıza kişinin gelir sorunu çıkıyor; yani zor sorun. İki gerçek var: Bir, resmi verilerle Türkiye’de “hane borçluluğu” “‘kullanılabilir gelir”in  (“milli gelir”in değil) %40’ına çıkmıştır. İki, asgari ücret toplam ücretlerin yine %40’ını oluşturuyor ve tüm ücret yapısını aşağı çekiyor. (Bu sermaye sınıfının şikâyetçi değil, hoşnut olduğu, belki de yetersiz bulduğu “ucuz emek” tablosudur.) Özeti, “haneler”in gelirleri ya belli belirsiz şekilde artıyor ya da sabittir. Borçlulukları ise sürekli artıyor. Gelirle borçluluk arasındaki makas gitgide açılıyor. Büyük kitle bu makasın içindedir.

Yukarıda eğitim dedik. Merak edersek, orada da özel bir makas görürüz: Yükselen okul ücretleri, masrafları ve bunun yarattığı aile borçluluğu ile aile geliri arasında açılan makas. Ama eğitimde büyük, yapısallaşan başka bir makas var: Geliri yetersiz ailelerin çocuklarını okuttuğu devlet okulları (imam hatip dahil) ile özel okullarda yüksek ücretlerle okuyabilen çocukların düzeyleri, topluma ve dünyaya bakışları arasında oluşan makas. Ülkenin sürüklendiği ağır kalite sorununu yansıtan, gitgide açılan, 21. yüzyılda topluma ciddi sorunlar yaratacak görünen makas. Ayrıca konuşulmalı…

  • Sağlık dünyasına bakarsak, orada da makaslar var.
  • Ancak günde ortalama iki yüz kişilik can kaybının olağanlaştığı salgın ortamında oradaki dramlara hiç girmeyelim.

YARDIM ORGANİZASYONLARI

Bir önceki yazıda (24 Ocak) son 40 yıllık ekonomi modelinin “pili bitmiş”liğini vurgulamıştım. Gelir yaratma kapasitesi düşük, bu düşüklüğü artan borçlulukla takviyeye çalışan model. Takviye zorlaştıkça ekonomide krizler sıklaşıyor. Bunları da şimdilik bırakalım. İnsan ve temel haklardan ayrılmayalım.

İkinci profile bakalım: Borçlanamayan ve pes edenler yardıma muhtaç olanlar. Yaşayarak görülüyor, borçlanabilenler piyasa insanları olmuşlardır. Piyasalardaki fiyatların, faizlerin, döviz kurlarının hareketlerine öncelikle duyarlıdırlar. Bunların nedenleri hakkında fazla şey bilmeseler de yaşamlarının piyasalara bağlı olduğunu öğrenmişlerdir. Duyarlılıkları piyasalarla kontrol edilir, sınırlanabilir. Borçlanamayanların piyasalara duyarlılığı yoktur ya da anlamsızdır. Onların kontrolü için “yardım organizasyonları” icat edilmiştir. Muhtaç insan çoğaldıkça bu organizasyonlar çoğalır, çeşitlenir. Siyaset dünyası bununla yakından ilgilenir. Orada karmaşık ilişkiler ve sorunlar vardır. Bir önemli bilgi şurada: “Yardım”cıların çoğalması toplumsal hak anlayışını beslemez, zedeler hatta oluşmadan yok eder.

İki insan profilinin, borçlanabilenler ile borçlanamayanların siyasete bakışları kesişse de toplum katında bunlar “razı olan insan”ın farklılaşan iki kategorisidir. Aralarında bir makas açılıyor. Gözle görülüyor. Farklı karakterde iki topluluk oluşuyor. Ancak, dikkat edelim, borca muhtaç insanla yardıma muhtaç insan, ikisi de refahın toplumsal hak olduğunu algılamaktan gitgide uzaklaşıyor. Biri piyasalar dünyasına, öteki “yardımlar” dünyasına kilitlenerek uzaklaşıyorlar.

21. YÜZYILDA ORTAÇAĞ DİLİYLE KONUŞMAK

Kapitalizm Türkiye’de son 20 yılda eski ve yeni katmanlarıyla büyüdü, irileşti. Has kimliğini elde etti. Temel hakları kontrol altına aldı. Ve son yıllarda siyaset topluluğunun özellikle muhalefet kanadında yeni bir söylem moda oldu: “Kul hakkı”. Siyaset kapitalizmin yaşattığı rejime iyice ayak uyduruyorsa, bu söylem bir parola demek olur.

  • Toplumsal bilinçlenme olasılığını kesecek, “tevekkül”ü özendirecek, sermayenin ucuz emek tutkusu ile uyumlu bir işaret.

Bilemeyiz, “yurttaş”tan uzaklaşarak “kul”a yaklaşmak siyasette bir getiri mi sağlıyor? Ama son 20 yılda şunu görebiliriz: “Yurttaş” kavramı, temel haklarını bilen, vazgeçmeye “razı olmayan” insan tipi kapitalizme fazla geldi. Peki, “Kul hakkı” diye bir şey nereden geliyor? Eğer dinler tarihine ve ortaçağa çekilmeyip iktisat âleminden ipucu ararsak, dünya kapitalizminin dedesi İngiltere’ye başvurmak lazım. Yani, gerçekçi olmak lazım. Orada “Kul hakkı yasaları” diyebileceğimiz “Poor Laws”da aradığımız bilgi vardır: Piyasadaki en düşük ücretten daha düşük bir yardım düzeyidir. Geçmiş yüzyıllara gider. Ama siyaset dünyamıza yardımcı olacak kodlar, 1. Elizabeth’in “Poor Act”indedir (1601). Bu “kul hakkı yedirmemek” isteyenler için değerli bir kılavuzdur. Önerilir. Önce çoğalan yoksulları, sonra işçi sınıfını kontrol altında tutmak üzere hep yenilendi. “Poor” (bunu kapitalizm içinde “kul” diye düşünmek lazım) sözcüğü 1867’den sonra bir daha kullanılmadı. Uzatmayalım.

Onuncu Yıl Nutku (1933) “Yurttaşlarım!” diye başlar. Hamaset olsun diye vurgulamıyorum. Bu yüzyıllık bir bakış ufkuna sahip hitaptır. Sanki daha kısa bir bakış ufkunun Cumhuriyet için yetersiz kalacağını hissettirir. 21. yüzyıla pencere açabilmek için hangi tarihten hareket etmek gerekiyor? Siyaset bunu söyleyebilmelidir. Toplum konuşmuyor, ama bunu bekliyor. 1961 Anayasası’nı bu ufka yerleştirmeye çalışan sevgili Mümtaz Soysal, müstesna gerçekçiliğiyle, 1980’deki çöküşü görerek ileri bakmaya çalışanları o zaman uyarmıştı:

Elimizdeki malzeme ne ise yeni yapılar ancak bununla yapılabilir. Unutmayalım…
==========================================

Dostlar,

Sayın hocam, Bilge insan,
Yurtsever bilim emekçisi
……..
…………..

7 Ocak’ta Cumhuriyet‘te yayınlanan eşsiz 2. makalesini kesip önümüze koymuştuk. Bu gün web sitemize yükleme olanağı da bulduk.. İrdelemeleri, her türlü -haddim olmayan- takdirin üstünde.
*
Tam anlamıyla bir “Bilge” olan, 90’a yaklaşan biyolojik yaşına karşın pırıl pırıl bir zihinle bizimle 65 yıllık “İktisat” birikimini-hazinesini paylaşan Profesör Bilsay Kuruç.. DPT’nin efsane müsteşarı!

Cumhuriyet‘te 15 gün arayla yazmaya başladığı ilk yazısı 24 Ocak 2022’de yayınlanmıştı :

Mutlaka okunmasını öneririz (üstteki erişkelere – linklere tıklayınız).

Hem Cumhuriyet Gazetemize hem de Saygın Yurtsever Bilimci Prof. Bilsay Kuruç‘a, aydın sorumluluğuyla ülkemize – insanımıza verdikleri değer biçilmez katkılar için engin şükran ile..

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiye – 2016
13 Şubat 2022

Döviz krizi

Veysel UlusoyVeysel Ulusoy
Cumhuriyet, 21.11.21

Ekonomideki yaklaşımların tersine bir piyasa davranışı gerçekleşiyor son günlerde. Üretilen ürünlerin piyasa fiyatları artarken üretim miktarı azalmakta, azaldıkça da fiyatlara tekrar zam geliyor. Bu sarmalın özellikle son dönemde daha da içinden çıkılmaz bir hal aldığını görmekteyiz.

Kimi bunu küresel arz zincirindeki kırılmalara, kimisi ise ulusal ekonomilerdeki yapısal bozukluklara bağlamaktadır.

Doğal olarak bunlar genel ekonomik dengeleri ilgilendiren yorum ve tartışmalar. Gerçek olan ise hızını inanılmaz derecede artıran fiyat genel seviyesindeki davranış bozukluklarıdır. Öyle ki artık baş döndürücü bir zam yağmuru ve arkasından gelen alım gücü eksilmesi toplumsal yükü oldukça artırmaktadır.

Bugünlerin Türkiyesi’nde, 1970’lerin son çeyreğinde yaşanan aşırı bir enflasyonist ortam ve eriyen reel ücretlerin yansımasını gördüğümüzü belirtmek sanırım yanlış olmaz.

Üç haneye yaklaşan enflasyon oranı, ara mal tedarikinde yaşanan zorluklar, un, şeker ve yağ gibi temel gıda ürünlerinin arzında çalmaya başlayan tehlike çanları ve benzeri örnekler, kontrol edilemeyecek bir sürecin başlangıcının sadece ara göstergeleri olarak karşımıza çıkıyor.

Tüm bu kargaşa içinde kanayan yaraya tuz basan bir karar da Merkez Bankası’ndan geldi birkaç gün önce. Siyasetten bir türlü arındırılamayan faiz kararı, yine olması gerekenin aksine verildi ve indirim yönünde oldu. Aksine, istemesek de enflasyon oranındaki artışın, beklenen enflasyon ve ekonomik büyüme ile kombinasyonunun ortaya çıkardığı fotoğraf bize faiz artırımı veya sabit tutma eğiliminden öte, yükselmesi gerektiğini söylüyordu.

İşte tam bu ekonomik karar bize, ortaya çıkan ürünün tam anlamıyla siyasi faiz oranı olduğunu açıkça belirtmektedir. Her siyasete bağlı akıldışı ekonomik kararda olduğu gibi, yine sonuçta çalkantı ve refahı olumsuz etkileyen faktörlerin bileşenlerini tecrübe etmiş olduk.

Bu çalkantıya artık bir isim koyalım…

Yılbaşından bu yana ABD Doları karşısında %51, son 70 günde ise %36 değer kaybeden ulusal paramızın yarattığı şokun ekonomik teoride açık ve net tanımı tam bir döviz krizidir. Öyle bir kriz ki içinde gübreye iki günde bir yüklü zammın yanında, şeker, yağ, akaryakıt gibi gerekli ürünlerin arzında yaşanan sorunları ve raflarda hemen her gün değişen etiketlerin görünen yüzünü, tecrübe edeceğimiz ve daha uzun yıllar sürecek sorun yumağının birer örneğini barındırmaktadır.

Tüm bunların yanında devletin üretim gücünün piyasalara yansımaması ise sorunları çözümsüz kılan bir etken olarak gözükmektedir. Eksiye düşmüş ve süreklilik arz eden bir Merkez Bankası rezerv yapısı, ucuz emek üzerine kurulmuş, rekabetçi kur sosu ile bezenmiş, fakirleştiren bir ihracat hacmi ile reel büyümenin cılız yapısı bu çözümsüzlüğü bir bakıma kalıcı kılmaktadır.

Düşük faize yapışan yüksek enflasyon ve artan döviz kuru, ithalata göbeğinden bağlı olan üretim yapımızı anlaşılan bu gidişle halka üç haneli bir fiyatlar genel seviyesi artışını, üst sınırı belli olmayan bir döviz kurunu ve reel ücretleri eriten bir süreci tattıracak gibi.

Bir de buna öngörüsüzlüğün ortaya çıkardığı inat ekonomisini eklemek gerekiyor sanırım.

İKTİDARA SORUYORUZ : “2023 HEDEFİ” NEREDE KALDI??


Dostlar
,

CHP eski milletvekillerinden ekonomist Sayın Algan Hacaloğlu, önemli bir derleme yaparak Türkiye Ekonomisinin AKP eliyle ne denli zora sokulduğunu verilerle sergilemiş.
Özene okunması gereken bir makale ve iktidarın yapageldiği gibi yapay gündem oyunlarının peşine takılmak yerine asıl bu sorunların tartışılması gerek. AKP iktidarı da sorunun ne denli ciddi – ağır bir aşamaya sürüklendiğinin ve sürdürülebilirliğinin kalmadığının ayırdında.. O yüzden de karanlıkta (ya da mezarlıkta!) ıslık çalmakta.
Ancak çaresi yok.. Türk insanı ağır ekonomik bunalımı her gün yaşıyor ve bedelini ödüyor. Bir parça gecikse de, sandığa yansıması mutlaka olacak ve 2015 Haziran seçimlerinde etkisi görülecek, AKP iktidarı 13 yıllık sorumsuzluğunun / hovardalığının bedelini mutlaka ödeyecektir. Doğallıkla ülkemiz ve halkımız da.. Çok yazık..

Hiç endişe etmeden masallar uydurdular halka.. 2023’te ilk 10 ekonomi içine girecekti Türkiye.. Dış satımımız (ihracatımız) 500 milyar $’a ulaşacaktı.. Bu hesap bilmez ve halkı aldatmaya dönük politika için biz de bir hesaplama yapmış ve sitemizde yayımlamıştık :

TÜRKİYE 2023’te EN BÜYÜK 10 EKONOMİDEN BİRİ OLABİLİR Mİ?
(http://ahmetsaltik.net/2013/09/19/top-10-biggest-economies-in-the-world-2013/)

Yukarıdaki erişke tıklanarak ulaşılabilecek yazımız oldukça kapsamlı ve somut verilere dayalı matematiksel bir öngörüye dayalı.. Bu yazımızda son soru olarak şunu sormuştuk :

Son soru : Yıllık % 19-20 büyüyen ve bunu 10 yıl boyunca istikrarla sürdüren tek bir ülke dünya iktisat tarihinde var mı? Çin bile % 10’lar dolayında ve azalan marjinal verimlilik / fayda yasası uyarınca bu hızı sürdürmek giderek zorlaşıyor..

Teşekkürler Sn. Hacaloğlu..

Sevgi ve saygıyla.
23.12.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net 

=========================================================

Bilgilerinize sunarım. Yeni yılda size ve ailenize sağlık, esenlik ve başarılar dilerim. Selam ve saygılarımla. 23.12.14
Algan HACALOĞLU

İKTİDARA SORUYORUZ :
“2023 HEDEFİ” NEREDE KALDI!!!

Algan HACALOĞLU (23 Aralık 2014-İstanbul)

Dönemin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan, 28 Ocak 2011’de yaptığı ‘Ulusa Sesleniş’ konuşmasında, “Önümüzdeki 12 yıl içinde, Millî Gelirimizi en az 3 kat artırarak, 2023 yılında ‘2 trilyon Dolar’ seviyesine, ‘kişi başına düşen Milli Gelirimizi’ de ‘25.000 $’ düzeyine ulaştırmayı hedefliyoruz.” demişti…

Yani dönemin Başbakanı, eğer AKP iktidarı devam ederse, nüfusun 2023 sonunda 82 milyon olacağı varsayımı ile, Cumhuriyetimizin 100. yılında kişi başına GSMH’nın 25.000 Dolara tırmanarak, yaklaşık olarak bugünkü Yunanistan veya Slovenya yurttaşlarının gelir düzeyine ulaşılacağını vaat etmişti…

Ancak bu vaadi izleyen son dört yılda işler, ne R.T. Erdoğan’ın dediği, ne de Ali Babacan ve kurmaylarının kurguladığı gibi gitti…

2011’de, uygun dış konjonktürün ve ülkeye giren yabancı paranın da (15,9 milyar $) katkısıyla, %8,8 gibi yüksek bir hızla büyüyen Türkiye ekonomisi, izleyen üç yılda ise ortalama olarak ancak %3,2 hızla (2012’de 2,2; 2013’te 4,0; 2014’te 3,3) büyüyerek, beklentileri boşa çıkarttı.

AKP iktidarı tarafından empoze edilmiş olan ekonomimizin “mevcut kuralsız, yolsuzluklara açık, stratejik planlama vizyonundan ve  sürdürülebilir bir makro stratejiden yoksun yapısı” ile, 2023’te 25 bin dolarlık kişi başı gelir düzeyine ulaşmamız kesinlikle olanaklı değildir. Son 7 yıllık performansa bakarsak, bunun olanaklı olduğunu söylemek ancak aşırı hayalperestlik olur.

2023’te 25.000 Dolarlık Kişi Başına GSYİH hedefine ulaşılabilmesi için, Türkiye’nin kişi başına GSYİH’sını cari fiyatlarla her yıl yaklaşık  1.535 $ artırılması gerekiyor.

Oysa ülkemizin Kişi başına GSYİH değerleri, bir önceki yıla göre,
cari fiyatlarla
;

2003’te 1.067 $,
2004’te
1.205 $,
2005’te
1.258 $,
2006’da
564 $,
2007’de
1.654 $,
2008’de
1.196 $,
2009’da (
)1.980 $, (azalma);
2010’da
1.627 $,
2011’de
365 $,
2012’de
53 $,
2013’te
285 $,
2014’te ise kestirilen olarak
300artış gösterdi.

Yani, AKP iktidarının (2003-14) dönemini kapsayan 12 yıllık iktidarı döneminde Kişi Başına Gayri Safi Yurt İçi Hasılası, cari fiyatlarla her yıl ortalama ancak 640 $ arttı. Görülmektedir ki, AKP’nin ekonomi politikaları altında Türkiye, Cumhuriyetin 100. yıldönümüne dek 2015-2023 döneminde) 9 yıl süresince, geçmiş 12 yıllık performansı göstermesi ve “iç/dış ekonomik konjonktürün” benzeri yapıda gelişmesi durumunda, 2023 sonunda ülkemizin Kişi başına GSYİH değeri ancak 17 bin $ olabilecektir.

AKP iktidarının Orta Vadeli Programı‘nın büyüme konusundaki öngörüleri de (2015’te 4,0; 2016’da 5,0; 2017’de 5,0 oranlarında) dikkate alınırsa, dönemin Başbakanı R.T. Erdoğan ile başta Ali Babacan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek olmak üzere AKP ekonomi kurmaylarının, 2023 hedeflerinin, ‘AKP iktidarı ve politikalarının sürdürülmesi durumunda’ içi boş bir “balondan” öteye hiçbir anlam taşımayacağı açıkça ortaya çıkmaktadır.

Bu durumun farkında olan “Ekonominin  Eşgüdümcüsü, Başbakan Yard. Ali Babacan”, geçenlerde TBMM Bütçe görüşmelerinde, durumu geçiştirmek, kamuoyunun  aklını çelmek için, AKP iktidarının göstermelik 2023 hedeflerini rafa kaldırarak, “Yüksek gelirli ekonomi olmaya (cari fiyatlarla) 2 bin dolar kaldı, 2015 yılı 2014’e göre daha iyi bir yıl olacak, inşallah birkaç seneye kadar bu farkı da kapatırız.” demiş. Bu durumun, reel fiyatlarla yurttaşlarımızın refahına gerçek katkısının ne olacağından ise hiç söz etmemiş.

Bilindiği gibi, Dünya Bankası’nın 2012 Dünya Kalkınma Raporu’nda; Kişi Başına Yıllık GSYİH’sı, ‘3.976 ile 12.275 $’ arasında olan ülkeler “Üst Orta Gelirli Ekonomiler”, bunun üzerinde olanlar ise “Yüksek Gelirli  Ekonomiler” olarak tanımlanmıştır.

Halen Türkiye (2014 yılı sonunda yaklaşık 11.100 dolarlık kişi başına GSYİH’sı ile); “Çin, Tayland, Malezya, Sırbistan, Arnavutluk, Romanya, Bulgaristan, Makedonya, Belarus, Rusya, Brezilya, Arjantin, Meksika, Cezayir, İran, Azerbaycan, Güney Afrika” gibi ülkelerle birlikte
‘Üst Orta Gelirli Ekonomiler’ diliminde yer almaktadır…

Ekonominin aksak topal yürüdüğü çok belirginleşince, Ali Babacan durumu,  30 Eylül 2014’de Wall Street Journal’de yayınlanan  “Türkiye Orta Gelir Tuzağından Nasıl Kurtulacak?” başlıklı yazısı ile kurtarmaya çalıştı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de, sonraki açıklamaları ile O’na eşlik etti…

Son dönemde içeride ve dışarıda iktisatçıların üzerinde görüşlerini sıkça duyurdukları ‘Orta Gelir Tuzağı’; “kişi başına GSYİH’nin belirli bir aşamadan öteye artamaması, orada sıkışıp kalması” anlamına geliyor. Günümüzde bunun ölçütü olarak da, ABD’nin yıllık kişi başına GSYİH değerinin % 20′si, yani yaklaşık “10 bin $” alınıyor.

Bu ölçüte göre Türkiye ekonomisi, 2007’den beri “Orta Gelir Tuzağı” kıskacındadır; Kişi başına GSYİH’sı yaklaşık 10 bin $ düzeyinde patinaj yapmaktadır. Türkiye Kişi Başına GSYİH’sının, ABD’nin Kişi Başına GSYİH’sına oranı (2007’de %19,9; 2008’de % 21,9; 2009’da % 18,8; 2010’da % 21,4; 2011’de % 21,4; 2012’de % 21,0; 2013’te ise % 20,4) olmuştur.

Bunun temel nedenine yönelik genel akılcı kanaat ise, Türkiye’nin;
ucuz emek veya “ileri teknoloji” temelinde ihracata odaklanmış ülkelerle rekabet edememesidir. İstikrar içinde uzun süreli, yüzde 7’ler düzeyinde yüksek bir hızla “ileri teknolojiye dayalı kalkınma hamlesini” gerçekleştirememesidir.

“Orta Gelir Tuzağında” uzun yıllar kalan Çin ve Güney Kore, bu durumdan, “yıllık ortalama %7,0’nin üzerindeki” yüksek büyüme hızı gerçekleştirerek çıktılar… Bunu başarırlarken, Çin ‘ucuz emek’ etmeninden güç aldı, Kore ise ‘bilgi çağı teknolojilerine’ yönelerek rekabet yeteneğini artırdı…. 

Türkiye ekonomisi ise AKP iktidarı altında; son 11 yılda, sabit fiyatlarla, ortalama ancak %4,5 hızla büyüdü. Son 6 yılda yıllık ortalama büyüme hızı %3,7 ile, 2014’de ise % 3,3 ile sınırlı kaldı. “AR-GE, teknolojik yapılanma da, eğitimin niteliğinde, bilgi teknolojilerinden yararlanmada ve yenilikçilikte (inovasyonda) ise, sınıfta kaldı… 

“Orta Gelir Tuzağından” çıkış için uluslararası odaklar tarafından genelde önerilen reçete “yapısal reformların” gerçekleştirilmesi olarak özetlenmekte… Doğru, ancak hangi yapısal reformlar…?

Özellikle bu tür odaklar ile yerel ve uluslararası sermaye kesimleri tarafından, “çıkış” için Türkiye’ye dayatılmak istenen, emek piyasasında sözde yapısal reformlarla ‘daha ucuz emek’ koşullarının gerçekleştirilmesidir. Oysa ülkemizde;

· “İşgücüne Katılım Oranı”, Batılı ülkelerde %70’ler düzeyinde iken, ülkemizde %50’yi aşmamakta… “Kadınların işgücüne katılım oranı” ise, gelişmiş ülkelerde %50’nin üzerinde iken, bizde ancak %30 düzeyinde …

· Çalışanların % 35,7’si “kayıtdışı”, herhangi bir sosyal güvenceden yoksun… Bu oran, Avrupa’nın en yüksek düzeyi…

· Ülke ekonomisinde, çalışanların yaklaşık % 40’nın, kayıt içindekilerin ise yarıya yakının asgari ücretten gösterildiği bir çarpık yapı egemen…

· 15-29 yaş diliminde, çalışmayan, iş aramayan, okumayan, stajda ve askerde olmayan insanların oranı %34,6.. Bu ibretlik konumu ile Türkiye, ILO’nun 40 ülkelik listesinde 1. sırada. Türkiye bu “rezerv emek gücünden” yararlanamamakta…

· Gelir dağılımının bozukluğu, ortalama gelir düzeyinin yetersizliği  ve kurumsal eksiklikler nedenleriyle “Ulusal Tasarruf Oranı” %13,0 gibi
çok düşük düzeyde. O nedenle, yatırımlara yeterince iç kaynak ayrılamıyor… Oysa, bu oranın OECD ülkeleri ortalaması
% 26,0

· 2003-12 arasında, önemli bölümü vurgun niteliğinde, toplam 36,2 Milyar Dolarlık  özelleştirme yapıldığı halde, yeni yatırımlarda bir artış sağlanamadı; “toplam sabit sermaye yatırımlarının” GSYİH içindeki payı %20’nin altında seyretti…

· Sürdürülen dış borçla büyüme modelinin şirketler açısından doğal sonucu “döviz açık pozisyonunun” ve kırılganlığın artması oldu…  2002’de 6,5 milyar $ olan reel sektör döviz açık pozisyonu 2013 sonunda 173,2 milyar $’a dek çıktı.

· “Düşük kur – yüksek faiz” sarmalındaki ekonomimizde son 12 yılın lokomotifi olma işlevini kayıtdışı kent rantları üzerinden beslenen
inşaat ve konut sektörleri oluşturdu; tarım ve sanayi sektörlerinde gelişme ve verimlilik artışı sağlanamadı…

· İmalat sanayisi içinde “yüksek teknoloji sektörlerinin” payı % 2-3 düzeyinde. Gelişmiş ekonomilerde ise bu oran, çift haneli.

Ülkelerin birbirleri ile yoğun rekabet koşulları altında yarıştığı küresel ortamda büyüme hedefleri ve stratejilerinin belirlenmesi büyük önem kazanmıştır. Süreç ve sorunlar, siyasal iktidarların kamuoyunun gözünü boyama veya oyalama taktikleri ile göğüslenemez.

Örneğin AB, uygulamaya koyduğu ‘LİZBON II- Avrupa 2020 Büyüme Stratejisi’ çerçevesinde öngördüğü yapılanma ile sorunlarını aşmaya çalışmaktadır. Bu strateji çerçevesinde, AB ülkelerinin “istihdam, verimlilik ve sosyal gelişme/uyumda” yüksek düzeylere ulaşmaları hedef alınmaktadır. Bu kapsamda, 10 yıl içinde; 20-64 yaş diliminin %75’ine istihdam olanağı yaratılması ile her yıl Araştırma ve Geliştirme (R&D) alanına AB GSMH’sının %3,0’ü düzeyinde yatırım yapılması da hedeflenmektedir.

Bu hedeflere yönelik olarak, AB Komisyonu; 26 Kasım 2014’de, önümüzdeki üç yıl (2015-17 dönemi) için toplam 315 milyar € düzeyinde kaynağı, özellikle, “altyapı, araştırma ve geliştirme ile eğitim” alanlarında
yeni yatırımlar için tahsis etti

Bu anlayışla, bizim de öncelikli hedefimiz;

· “Özgürlükçü ve çoğulcu demokrasi ile çağdaş sosyal hukuk devleti normları, Kopenhag Ölçütleri temelinde, “toplumumuzu, devletimizi, Türkiye’yi her alanda yenilemek olmalıdır.

· Ülkemiz ve toplumumuzun güvenlik içinde “refaha, huzura” ulaşmasını, ülkede “erdemli şeffaf siyaset ve yönetimin” her kademede kurala dönüşmesini,  her alanda çağın paylaşmasını, sağlamak olmalıdır…

· Erkler ayrılığının ve yargı bağımsızlığının sağlanması,
makro
istikrarın korunması, ekonomi hukukunun çağdaşlaştırılması, yatırım ortamının iyileştirilmesi, finansa erişimin kolaylaştırılması, devlet idaresinin etkinleştirilmesi, bürokratik işlemlerin enaza indirilmesi olmalıdır…

Bu amaçlarla, Cumhuriyetimizin 100. yılına değin;

· Teknolojik yapılanma, yüksek rekabet ve verimlilik ile inovasyona” dayalı etkin bir üretim ortamına, Bilgi Ekonomisine geçilmesine; bu doğrultuda, halen % 1,0 altında olan, “toplam AR-GE harcamalarının GSYiH’ya oranının”, en az %2,0’ye çıkartılmasına,

· Yıllık ortalama “% 7 sürdürülebilir reel hızla” büyüyerek,
Ukusal Gelirimizin, genel refah düzeyimizin, sabit fiyatlarla
on yılda
ikiye
katlanmasına, 

· Sanayimizi, tarımda yeniden yapılanmanın eşliğinde, “sürdürülebilir dengeli büyümenin” lokomotifine dönüştürmeyi; teknolojik düzeyi, verimliliği ve dış rekabet gücü yüksek bir ileri üretim yapısına geçişi, sağlayacak dönüşümün, enerji ve işgücü verimliliğini artıracak atılımların gerçekleştirilmesine,

· “Vergi tabanını genişletip, kaçakları önleyecek, %65 düzeyinde olan dolaylı vergilerin payını AB ülkeleri düzeyine çekecek, ekonomide çok yüksek düzeyde olan kayıt dışılığı azaltacak” adil ve etkin Reformların,
bir an önce devreye sokulmasına,

· Yüksek Öğretimde bilimsel nitelik artışının sağlanmasına, Orta Eğitimde öğretmen niteliğinin ve yaratıcı düşüncenin öne çıkartılmasına,
nitelikli işgücünün eğitilmesine özel önem ve ağırlık verilmesine,

Ekonomi yönetimimiz, siyaset dünyamız ve toplumumuzun bütünüyle odaklanması, yaşamsal öncelik taşımaktadır…

DİLEĞİM: TÜM BU ve ÖBÜR NEDENLERLE AKP İKTİDARI İLK GENEL
SEÇİMLERDE, HALKIN İRADESİ İLE SANDIKTA İKTİDARDAN UZAKLAŞTIRILMALI, SN. CUMHURBAŞKANI R.T. ERDOĞAN’IN “YÜRÜTME, YARGI ve YASAMAYA” YÖNELİK, ANAYASANIN ÇİZDİĞİ SINIRLAR ÖTESİNDEKİ MÜDAHALELERİNE SON VERİLMELİDİR.

Algan HACALOĞLU
(23/Aralık/2014- İstanbul)