Etiket arşivi: Salih Bozok

ATATÜRK’ün Annesi Zübeyde Hanım’ı Saygıyla Anıyoruz…

 

Zubeyde_Hanim


Dostlar
,

İzmir’den kardeşimiz, ADD’den yılların dava arkadaşımız sevgili Ahmet Gürel,
14 Ocak 1923, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın annesi Zübeyde hanımın
ölüm yıldönümünde anma amaçlı vefa yüklü bir dvaranışla kapsamlı sayılabilecek
bir yazı hazırlamış. 1. dereceden kaynaklardan yararlanarak özetlemiş..

Sağolsun..

Sizlerle paylaşalım.. (Fotoğrafları biz koyduk..)

Zübeyde Annemiz ve insanlığa armağanı eşsiz ATATÜRK ışıklar içindeler..

Emanetleri Türkiye Cumhuriyet ise sonsuza dek yaşayacak..

Sevgi ve saygı ile.
14 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

=========================================

Zubeyde_hanim

 

 

 

 

 

ATATÜRK’ün Annesi Zübeyde Hanım’ı Saygıyla Anıyoruz…

portresi

 

Ahmet Gürel
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
İzmir Özel Türk Koleji 
Uşakizade Köşkü Md.


Zübeyde Hanım
, Karşıyaka’daki Uşakizade Köşkü’nde 17 Aralık 1922’den 14 Ocak 1923’e dek 28 gün konuk olmuştur. Latife Hanım’ın vefat ettiği bu köşk, günümüzde Karşıyaka Belediyesi’nin mülkiyetinde ‘Latife Hanım Anı Evi’ olarak isimlendirilmiştir.
14 Ocak 1923’te vefat eden Zübeyde Hanım, Ferik Osman Paşa Camisi’nin bitişiğindeki parkın içinde Karşıyakalıların kalbine gömülmüştür. Karşıyakalılar, bu ev sahipliğinden çok mutludurlar.

Zübeyde Hanım’a ait anı yerlerinin onarımı için yaklaşık on yıl katkı koymaya çalıştım. Konuyu her platformda gündeme getirdim. Zübeyde Hanım’ın mezarının onarılması ve Zübeyde Hanım’ın vefat ettiği ‘Latife Hanım Anı Evi’nin 19 Mayıs 2008 tarihinde
Türk toplumunun ziyaretine Karşıyaka Belediyesi’nce sunulması beni çok mutlu etmiştir.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın sınıf arkadaşı ve başyaveri Salih Bozok’tan
Zübeyde Hanım’ın Karşıyaka’ya gelişini dinleyelim:

“Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım’ı merak ve endişede bırakmamak için,
O’nu hoşnut edecek bir mektubu yazıp göndermemi emrettiler. Mektupta Gazi’nin savaşta bindiği Sakarya adlı atı ile birkaç teneke balı, hediye olarak kendi emrindeki muhafızlarından iki üç erle birlikte İzmir’e gönderdiklerini yazdırttı. Hediyelerle erlerin yola çıkışından birkaç gün sonra gece yarısı evimde uyuduğum sıralarda telefonun çalmasıyla uyandım. Telefonun başına gidince Paşa’nın sesini işittim.

“Salih! Uyuyor muydun?” dedikten sonra, “Şimdi giyinerek hemen gel!” diye buyurdular. Derhal köşke gittim:

“Validem İzmir’e gitmek istiyor. Ne doktorları ne de beni dinliyor. Ölürsem İzmir’de öleyim, diyerek yatağından kalkıp çarşafını dahi giymiştir. Hemen şimdi İzmir’e gideceğiz, emir verdim. Bir özel tren hazırlanıyor. Sen de ona göre hazırlanarak annemle birlikte İzmir’e gideceksin. Yalnız şunu da söyleyeyim ki, eğer annem yolda ölürse,
Ankara’ya yakın iseniz buraya gelirsin. İzmir’e yakın iseniz orada,
benim her zaman ziyaret edebileceğim bir yere gömersiniz.”

“Paşa’nın bu emirleri üzerine eve geldim. Hazırlığımı tamamladım. Ve yine Paşa’nın izinleriyle eşimi de beraber alarak İzmir’e geldik. Ankara’dan hareketimizden önce
Latife Hanım’a da telgrafla haber verilmiş olduğundan, tren Karşıyaka İstasyonu’na geldiği zaman Latife Hanım’ı istasyonda bizi bekler bulduk. Kendisini Paşa Hazretleri’nin anneleriyle tanıştırdığım gibi, eşimi de Latife Hanımefendi’ye takdim ettim.
Hastamızı trenden alıp, daha önce hazırlanmış olan ve istasyonun yakınında bulunan köşke taşıdık. Ankara’dan beraber geldiğimiz doktorla eşim ve benden başka Latife Hanım da köşkte hastanın yanında kaldılar. Ölümlerine dek yanlarından ayrılmayarak, hastaya, bir hastabakıcıdan çok bir itina ve özenle baktılar. Gazi Paşa’ya her akşam annelerinin hastalıkları hakkında bilgi verirken Latife Hanım’ın hastaya karşı yaptığı hizmetleri de bildirmekteydim.”

Kılıç Ali’nin anılarından Zübeyde Hanım’ın İzmir’e gelişini izleyelim  :

“O sıralarda tedavi eden doktorlar, Zübeyde Hanım’ın deniz kenarında bir yerde dinlenmesini gerekli görmüşlerdi. Bunun için en elverişli yer İzmir’di ve doktorların da önerisiyle Zübeyde Hanım’ın İzmir’e gönderilmesine karar verildi. Bu seyahat,
O’na gelinini görme fırsatı da verecekti. Zübeyde Hanım bu nedenle, İzmir’e gideceği için çok memnundu. Kendilerini tedavi eden Doktor Yüzbaşı Asım Bey ile birlikte
hemen İzmir’e hareket etti. Gazi, Başyaveri Salih Bey’le eşleri Pakize Hanım’ı bu seyahatte annesinin yanında gitmelerine izin vermişlerdi.

Atatürk’ün Emir Çavuşu olan Ali Metin’in anılarından Zübeyde Hanım ile
Latife Hanım’ın tanışmalarını izleyelim                     :

“Gazi, annelerini Latife Hanım’ı görüp nişan takması için gereken hazırlıklar yapıldıktan sonra beni de yanlarına katarak İzmir’e gönderdiler. İzmir halkı Zübeyde Hanım’ı çok iyi karşıladı, yakınlık gösterdi. Zübeyde Hanım dizlerinden rahatsızdı. Çok zor yürüdüğünden hasır koltukla taşınıyordu. Zübeyde Hanım, ilk ziyaretine gelen İzmirlileri vagonunda kabul etti. Gelen ziyaretçilerin çokluğundan Zübeyde Hanım çok yorulmuştu.
Çevreyi göremez durumda idi. Bu arada Latife Hanım’ı da tanıyamamıştı. Meraklandığını anlıyordum. Bir ara vagonda birkaç hanım kalmıştı. Zübeyde Hanım bu durumu
fırsat bilerek oturan konuklara bir sorun için yalnız kalmak istediğini bildirdi.
Vagon boşaltıldı. Ben de dışarıya çıkıp Latife Hanım’ın Zübeyde Hanım’a su getirmesini temin ettim. Latife Hanım’ın getirdiği suyu içen Zübeyde Hanım, Latife Hanım’ı yukarıdan aşağı iyice süzdükten sonra bardağı verdi. Latife Hanım dışarıya çıktı.
Zübeyde Hanım bana:

“Ali, bu hanım Mustafa’mı mutlu edebilir mi acaba?” diye endişesini belirtti.
O akşam Latife Hanım’ın Karşıyaka’daki Liman Köşkü’ne konuk edildik.
Bütün İzmir gazeteleri nişandan bahsediyordu. İzmir halkının ne amaçla İzmir’e geldiğimizi bilmesine karşın, Zübeyde Hanım’ın emriyle etrafa bir şey söylemiyorduk. Nişan hediyesi olarak Sakarya isimli Gazi’ye ait çok güzel bir atı da yanımızda getirmiştik.”

Gazi’nin sınıf arkadaşı, İzmir’e girerken kurmay başkanı olan Asım Gündüz’ün
o güne ait anılarında                        :

“Eşim, Zübeyde Hanım’ı İstanbul’dan tanıdığı için, Latife Hanım’la beraber kendilerini Karşıyaka İstasyonu’nda karşıladık. Latife Hanım Karşıyaka’da kendilerine ait olan bir yalıyı daha önce hazırlamış, ayrıca hastaya bakmak için bir hasta bakıcı, bir hemşire, bir de doktor seçmişti. Kendisini doğrudan oraya götürdük. Latife Hanım her gün beyaz elbiseler giyerek bir hemşire gibi ziyaretine gider, yemek ve bakımı ile ilgilenirdi. Bu sevecen ve özenli bakımdan mutlu olan Zübeyde Hanım da oğluna yazdığı bir mektupta:

‘Oğlum çok haklı imişsin, bu kızı çok beğendim, gözüm arkada kalmasın, sana layık bir eş olur..’ demişti. Zübeyde Hanım bu mektubu eşime yazdırıyordu. Zübeyde Hanım böylece Latife Hanım’ın özel ilgisi altında bakılmasına karşın, ne yazık ki çok uzun yaşamadı. Eşimle her ziyaretimde Zübeyde Hanım’ın, Latife Hanım için uzun uzun
dualar ettiğini hatırlarım.

1923 Ocak ayı içinde bir günde Zübeyde Hanım’ın öldüğünü bildirdiler. Latife Hanım ve biz çok gözyaşı döktük. Kendisinin cenaze giderlerini bile Latife Hanım’ın karşıladığını çok iyi hatırlarım.”

Gazi’nin kadim dostu ve arkadaşı Kılıç Ali’nin aynı günlere ait anılarına da göz atalım   :

“Latife Hanım kendilerini Karşıyaka’da karşılamış, oradan doğruca Göztepe’deki köşklerine götürerek konuk etmişlerdi. Zübeyde Hanım oldukça zeki, iyi görüşlü,
temiz kalpli bir Türk kadını idi. Karşıyaka’da Latife Hanım’ı gördükten ve kendisi ile birkaç gün temas ettikten sonra Başyaver Salih Bey’i gizlice yanına çağırmış, yavaşçacık:

‘Salih… Benim gördüğüme göre bu kızcağız ile oğlum mutlu olamazlar. Derhal beni geriye götür. Mustafa’mı bu işten vazgeçirteyim..” demiş. Fakat çok arzu etmesine karşın Zübeyde Hanım’ın bu isteğinin yerine getirilmesi olanaklı olamamış. Ankara, İzmir yolculuğunun yorgunluğu da eklendiği için, Zübeyde Hanım’ın hastalıkları
şiddet kazanmış ve kısa süre sonra da İzmir’de vefat etmişlerdi. Bu esnalardaki telaş ve üzüntüden dolayı Zübeyde Hanım’ın görüş ve arzularını Salih Bey, Gazi’ye iletmemişti.’”

Zübeyde Hanım’ın vasiyetini evlilikten sonra Salih Bozok, Gazi’ye iletmiş ve Gazi de yapılan bu gizlemeye gülüp geçmişti. Gazi’nin Emir Çavuşu Ali Metin’in anılarından
o günleri izlemeye devam edelim:

“…Zübeyde Hanım daha da hastalanmıştı. Durumu Ankara’ya bildirdik. Ankara’dan Gazi, doktor göndereceğini ve benim de derhal Ankara’ya gelmemi emrettiler.
Beni istemelerinin nedenini anlamıştım. İzmir’e geleceklerdi demek.
Her gezide hazırlıkları ben yapardım. Zübeyde Hanım’a gideceğimi söyleyince
razı olmadı. Her saat hastalığı artıyordu. Ankara’dan Gazi beni acele olarak isteyince, durumu Zübeyde Hanım’a anlatarak, Latife Hanım’ın verdiği bir mektupla hemen
hareket ettim. Ben yola çıkarken Ankara’dan gönderilen doktorların da İzmir’e yaklaştıklarını öğrenmiştim. Ankara’ya varır varmaz Gazi’yi aradım ve Meclis’te çalışırken buldum. Latife Hanım’ın gönderdiği mektubu verdim. İlk sözleri:

“Annem nasıl?” diye sormak oldu. Ben de gördüklerimi, işittiklerimi anlattım.
Fakat Zübeyde Hanım’ın Latife Hanım hakkındaki fikrini söylemedim, çekindim.”

Salih Bozok’un anılarından Zübeyde Hanım’ın 14 Ocak 1923’te ölümü
ve sonrasını izlemeye devam edelim:

“Paşa’ya her akşam annelerinin hastalığı hakkında bilgi verirken Latife Hanım’ın
hastaya karşı yerine getirdiği hizmetleri de bildirmekteydim. Bir ay sonra hastamız
yaşama gözlerini yumdu.”

Gazi, annesinin ölümünü Eskişehir’de öğrenir. Gazi, annesini ölümünden 13 gün sonra,
27 Ocak 1922 günü annesinin mezarı başındadır. Kimi araştırmacılara göre bu süre
üç gündür. Gazi Paşa’nın annesini mezarı başında söylediği nutuk, ancak bu 13 günlük gecikme sonucunda söylenebilmiştir. Duygu yüklü, ana acısı bastırılarak yapılan
bu konuşmayı Başyaver Salih Bey’in notlarından izleyelim:

  • “Zavallı annem, bir zamanlar kurtuluşu bütün ulus için ülkü olmuş İzmir’in
    kutsal topraklarına vücudunu emanet etmiş bulunuyor. Ölüm yaradılışın en doğal bir yasasıdır. Böyledir ama yine de üzüntü verici belirtileri vardır. Burada yatan annem, zevkin, zorbalığın, bütün ulusu uçuruma götüren kanunsuz bir idarenin kurbanlarından biridir. Annemi kaybetmekten çok üzgünüm.
  • Abdülhamit devrindeydi, 1904 tarihinde askeri okuldan henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımımı atıyordum. Fakat bu adım, hayata değil, zindana rastladı! Gerçekten beni bir gün aldılar ve baskı yönetiminin zindanlarına koydular. Annem bundan, ancak hapishaneden çıktıktan sonra haberdar olabildi.
    Ve derhal beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisi ile ancak üç beş gün görüşebildim. Çünkü tekrar baskı yönetiminin hafiyeleri, casusları, cellâtları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan
    beni takip ediyordu. Beni sürgün yerime götürecek olan vapura bindirilirken,
    benimle görüşmesi yasaklanmış olan annem, gözyaşları ile Sirkeci rıhtımında acı ve kederler içinde terk edilmiş bulunuyordu. Zindanda geçirdiğim senelerde annemin hayatı, ıstırap ve gözyaşları içinde geçmiştir.
  • Başka bir nokta daha: Ateşkes zamanında Anadolu’ya geçtiğim zaman,
    annemi hasta bir halde İstanbul’da terk etmek zorunda kalmıştım. Annemin yanına bıraktığım bir adamım vardı. Bu adamı Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman, annem bu adamın yalnız olarak geldiğinden haberdar olduğu an benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirildiğini zannetmiş ve bu yanlış kanı nedeniyle felç olmuştu. Ondan sonra
    bütün mücadele yıllarını sıkıntı ve acı içinde geçirmişti. Padişah ve hükümetinin
    ve bütün düşmanların sürekli baskısı ve işkencesi altında kalmıştı.
  • Evi çeşitli sebep ve bahanelerle basılır, aranır, kendisi rahatsız edilirdi.
    Annem üç, beş senenin gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. Sonuç olarak annem manen yaşıyordu. Annemin ölümünden şüphesiz ki çok üzgünüm. Ama benim bu acımı yok eden bir avuntum var. Vatanı yoksulluğa sürükleyen idarenin artık bir daha geri gelmeyecek gibi yokluğun mezarına götürülmüş olduğunu görerek ölmüş olmasıdır. Annem şimdi bu toprağın altında; ama bu toprağın üstünde,
    ulusal egemenlik dünyanın sonuna kadar sürüp gidecektir. Annemin ruhuna yüklenmiş olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim:
  • ‘Annemin mezarı önünde ve Tanrı’nın yüce katında söz verip and içiyorum ki, ulusumun bu kadar kan dökerek elde ettiği egemenliğin korunması ve savunulması için, gerekirse annemin yanına gitmekte gecikmeyeceğim, ulus egemenliği uğrunda canım vermek, benim için vicdan borcu olsun, namus borcu olsun.’” 

Bize, Atatürk’ü armağan eden büyük ana, ışıklar içinde kal.

14 Ocak 2014, İzmir

Kaynaklar :
Salih Bozok-Cemil Bozok, Hep Atatürk’ün Yanında, İstanbul 1989.
Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, Milliyet Gazetesi, Yıl:2, Sayı: 560, 2 Aralık 1952. 
Ziya Oranlı, Atatürk’ün Şimdiye Kadar Yayınlanmamış Anıları, Ankara 1967.
Orgeneral Asım Gündüz, Hatıralarım, Hazırlayan İhsan Ilgar, İstanbul 1973

ATATÜRK ve BİLGELİK


Dostlar
,

Sayın Aydemir Ceylan emekli validir.

Aydemir_Ceylan

 

 

 

 

 

Aşağıdaki kitapların yazarıdır :

Bir İhtilal Bir Darbe Arasında 20 Yıl..

Bulutların Üstü..

bulutlarin-ustu-bulutlarin-alti-aydemir-ceylan

Sayın Ceylan bu 2 kitabı ile “Bir Cumhuriyet Valisinin Anıları” nı tarihe mal etmiştir.
Yazmak, önemli bir aydın eylemidir ve de edimidir. Sorumluluk ve cesaret ister.

Google’dan adıyla tarattığımızda 6. sırada, sitemizde yer verdiğimiz aşağıdaki yazısını görüyoruz :

29 Ekim ve 10 Kasım sonrası… ASIL GÖREV ŞİMDİ BAŞLIYOR
(
http://ahmetsaltik.net/tag/aydemir-ceylan-emekli-vali/, 27.11.2012)

Kısa süreli Adana ve Amasya valiliklerinin ardından, yurtsever dik duruşu nedeniyle kızağa çekilerek Merkez Valiliği’ne alınmış ve yaklaşık 20 yıl, yaş haddinden emekli olana dek “bu dışlayıcı – pasif – yıkıcı” görevde tutulmuştur.

Sayın Ceylan, bu acı öyküyü ilk kitabında aktarmaktadır.

Belki de bu kadroda en uzun tutulan merkez valisidir!?

Sn. Ceylan, bu uygulamanın çok ağır bir psikolojik baskı olmasına karşın,
uzun yıllar örnek bir sabır, direnç ve olgunlukla karşı koyarak ruh ve beden sağlığını korumaya çabalamıştır.

Denebilir ki, bu 2 uzun “on yıl”, Sayın Ceylan’ı da Mustafa Kemal Paşa gibi bilgeleştirmiştir.

Öyle değil midir ki; “bilge”, “bilgelik” hakkında yetkin – derinlikli felsefi sorgulamalar yapabilmek sıradan insanlarca başarılabilir mi? Üstelik Yüce Atatürk’ün bilgeliği konusunu yetkinlikle işleyebilmek kolay mıdır?

Sn. Vali Ceylan ile ADD Genel Merkez Yönetiminde birlikte çalışma olanağımız oldu.

Genel Başkan Sn. Yekta Güngör Özden, yardımcıları ise demokrasi şehidi
Prof. Ahmet Taner KIŞLALI
ve Sn. Aydemir Ceylan idi.
Biz de Marmara Bölgesinden sorumlu Genel Yönetim Kurulu Üyesi idik.
Tüm gün, nitelikli mesaisini ADD’ye cömertce ve özveri ile harcardı.

Özellikle ADD Genel Merkez Dergisi O’nun sorumluluğunda, kendileri ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE Dergisi Genel Yayın Yönetmeni iken, düzenli ve doyurucu olarak yayımlandı. Biz de o yıllarda yoğun olarak AYDINLANMA KONFERANSLARI veriyor ve saha izlenimlerimizi, konferans konuşma özetlerimizi makale olarak Dergide yayımlıyorduk. Arşivimizde, 1999’larda ADD Genel Merkez Dergisi’ne  makalelerimizi sunduğumuz yazışmalar bulunuyor Sayın Ceylan ile..  

Dostluklarını bizden eksik olmasınlar, hiç esirgemediler.

Son olarak 31 Temmuz 2013’te Dikili’deki “Lozan Paneli” nde görüştük.
Bizim de çağrılı konuşmacı olduğumuz oturuma teşrif etmişlerdi.. Özlemle kucaklaştık..

Aşağıdaki yazılarını bize göndermişlerdi, tevazu ile.. “Takdirimize sunmakta” idiler. Yanıtlamıştık hemen, “web sitemize koyacağız..” diye..

Kendisine şükranlarımızı sunuyoruz düşündüğü, yazdığı ve paylaştığı için..
Kronolojik yaşları 80’lere yaklaşırken, sağlıklı ve üretken uzun bir yaşam diliyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
01.10.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=====================================

ATATÜRK BİLGE KİŞİ MİDİR EVET, PEKİ NEDEN?

Aydemir CEYLAN
Em. Vali
Eski ADD Genel Başkan Yrd.

29 Eylül 2013 günü Bergama’da yapılan Atatürkçü Düşünce Derneği
eşgüdüm toplantısındaki konuşmamda özetle şu vurgulamayı yaptım:

“Mustafa Kemal, başında bulunduğu tüm savaşların, özellikle Çanakkale ve Dumlupınar meydan savaşlarının muzaffer komutanıdır. Mustafa Kemal ATATÜRK aynı zamanda, Osmanlının külleri üzerinde yepyeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan, yalnız ulusunun değil tüm dünyanın hayranlıkla izlediği inanılmaz devrimleri gerçekleştiren büyük bir önder ve devlet adamıdır. Gözleri, kulakları, beyni ve vicdanları mühürlü olanlar dışında herkes böyle bilir, böyle söyler. Ancak; bu niteliklerinin söz konusu edildiği yazı ve konuşmalarda O’nun bana göre çok daha önemli olan bir başka özelliğinden, bilge kişiliğinden yeterince söz edilmez. O nedenle; böylesine toplantılarda olasıdır ki ilk kez, Atatürk’ün tüm nitelikleri yanında, dahası BİLGE VE BİLGELİĞİN TÜM GEREKLERİNİ YERİNE GETİREN, SERGİLEYEN İNSAN olduğuna da dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Kendi dağarcığımdan bilgilerle, bir başlangıç olmak üzere bir yazı yazma çabası içinde olacağım. Dileğim; siz saygın ve seçkin arkadaşlarımın ve özellikle ADD Genel Merkezindeki bilim ve danışma kurullarımızın da bu konuda kapsamlı bir düşün – düşündürme ve toplumla paylaşma çabası içinde olmalarıdır. Bunun, Atatürk’ü ve öğretilerini daha derinden kavrama ve özümsememize, topluma daha sağlıklı biçimde kilitlenmemize getireceği yararları saymaya gerek duymuyorum. Şöyle bir yararı da olacaktır:

Geçmişten günümüze bildiğiniz ve yaşadığınız gibi; Atatürk’ü ve devrimlerini giderek yozlaştırmak, anlamsız hale getirmek bir yana, gönüllerimizde yaşayan sevgisini,
aziz hatırasını da küllemek, yok etmek isteyen kimi yönetenler, sözde aydınlar ve de kıskananlar hep oldu, olacaktır. Bunlara çanak tutan ya da kayıtsız, sessiz kalan kimilerin de vebali diğerlerinden farklı değildir! Kimi, günübirlik yaşayıp yaşamdan ayrıldı, kimi köşesine çekildi, çekilecek! “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” deyişi onlar için de geçerli, unutulacaklar! Zira; yadsıdıkları, kayıtsız kaldıkları, için için kıskandıkları Atatürk gibi bilge bir kişiliğe sahip devlet adamı, aydın değildiler. Kaçının bırakınız insanlığa, ülkemizin, bizlerin geleceğimize ışık tutan, yol gösteren, çağdaş uygarlığa bilimi, sanatı, kültürü temel alarak barış içinde ulaşmamızı öğütleyen bilgece bir sözü var, kaçı NUTUK gibi bir başyapıtı ülkesine armağan etmiş, bilen varsa beri gelsin! Kaçı; Atatürk’ün 100. Doğum yıldönümü nedeniyle UNESCO Genel Kurulunda alınan karardan haberi vardır?”

Bunları söylemiştim Bergama ADD eşgüdüm toplantısında.

ÖYLEYSE
ATATÜRK BİLGE KİŞİ MİDİR EVET, PEKİ NEDEN?

Evet, ATATÜRK yalnız bir muzaffer kumandan, bir büyük devlet adamı değil,
aynı zamanda insanlığa ve içinde yaşadığı topluma önderlik etmiş bilge bir kişidir.
Neden bilgedir sorusunu, bilge kimdir sorusuyla yanıtlamaya çalışalım:

Zekâ, seziş kudreti, yaratıcılık gibi doğuştan gelen özellikleriyle, hep sorarak, sorularıyla varoluşun nedenlerini, erdemliliği gerçek bilginin kaynaklarını inerek araştıran, öğrenen, bunları aklı ve vicdanıyla yoğurarak özümseyen kişi bilge insandır desek çoğu kişinin itirazı olmayacaktır ancak; bu kısa açıklama bilge insanı tanımlamaya yeterli midir,
elbette hayır.

Olsa olsa aydın bir kişide olması gereken kimi niteliklere değinmiş oluruz. Her toplumda olduğu gibi ülkemizde de bu nitelikte insanlarımız yeterince vardır ancak; bilge kişi ile aydın kişi arasındaki ince çizgiyi görmeden her aydını bilge kişi sanma yanlışlığına da düşmemek gerekir.

Eğer bilgiye, ahlaki değerlere dayalı birikimlerinizi, deneyimlerinizi, eğilip, bükülmeden, kendinizi öne çıkarmadan ve kimseyi ötekileştirmeden toplumun ve insanlığın yararına sunamıyor, dahası; karşılaşacağınız engellerde elinizi taşın altına koyup, bedel ödemeye hazır değilseniz, Bilge değil ama aydın kişi sıfatıyla yaşamak da niye yadırgansın ki!

Üstelik; kimilerine kehanet gibi gelecek olsa da, yaşadığı dönemin çok ötesini görebilecek bilge kişilere yaraşır bir başka özellik de sıradayken…

Yukarıdaki anlatımlardan sonra, Atatürk’ün tüm nitelikleri yanında öncelikle neden
BİLGE KİŞİ olduğunu yazmaya gerek var mı bilmem! Yine de UNESCO’nun bir kararını ve değerli bilim adamı Prof. Dr. Süleyman Bozdemir’in yazısını aşağıya ekleyip konuyu noktalayalım.

  • UNESCO Genel Konferansı; Uluslararası anlayış işbirliği ve barış yolunda çalışmış üstün kişilerin gelecek kuşaklar için örnek olacakları inancıyla, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumunun 100. Yıldönümü’nde, 1981 yılında anılacağını hatırlatarak, UNESCO’nun ilgilendiği
    tüm alanlarda olağanüstü bir reformcu olduğunu göz önünde tutarak, özellikle sömürgecilik ve emperyalizme karşı en önce açılan savaşların ilk liderlerinden biri olduğunu kabul ederek, dünya ulusları arasında karşılıklı anlayışın, sürekli barışın kurulması için çalışmalarının olağanüstü bir örnek olduğunu ve tüm yaşamı boyunca insanlar arasında hiçbir renk, din ve ırk ayrımını gözetmeden, bir uyum ve işbirliği çağının doğacağına olan inancını anımsatarak, eylemlerini her zaman barış uluslar arası anlayış ve insan haklarına saygı yönünden yapmış olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Atatürk’ün kişiliğini ve eserinin çeşitli yönlerini ortaya çıkarmak üzere, 1980 yılında yapılacak sempozyum hazırlıkları için Türk Hükümeti ile UNESCO’nun işbirliği yapmasına karar verilmiştir.”
  • “Tarihteki pek çok büyük devlet adamlarına ve liderlere baktığımızda onların başarılarında önemli rol oynamış bir bilge-edebiyatçı yanlarının bulunduğunu görürüz. Atatürk de bunlardan biridir. Gazi Mustafa Kemal‘i çağdaşı olan öbür ünlü Osmanlı subaylarından farklı kılan ve O’nu sonunda Atatürk yapan tek özellik, gerçekten salt onlardan daha başarılı bir komutan ve devlet adamı oluşumudur acaba? Yazar ve edebiyatçı Demirtaş Ceyhun “Edebiyatımı Geri İstiyorum” adlı deneme eserinde bunun böyle olmadığını usta bir yazar olarak ortaya koymaktadır.

Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki, Sakarya’daki, Dumlupınar’daki tarihe mal olmuş
üstün komutanlık başarılarının yanı sıra, 19 Mayıs 1919’dan sonraki siyasal yaşamına ve gerçekleştirdiklerine bakılırsa, Atatürk’ün bilge kişiliğinin en az komutanlığı kadar, hatta daha da önemli olduğu açıkça görülür. Sivas ve Erzurum kongrelerinin ardından Ocak 1920’de zar zor toplanabilmiş ve iki ay sonra 16 Mart 1920’de İngilizlerce dağıtılmış Osmanlı Meclisi-Mebusan’ı otuz sekiz gün gibi kısa bir süre içinde kaçan milletvekilleri ile Ankara’da bu kez ‘Büyük Millet Meclisi’ gibi hiçbir özel anlamı bulunmayan, tanıyanı da olmayan bir adla yeniden açmasına, hele hele neredeyse tamamı şeriat ve hilafet yanlısı olan bu milletvekilleriyle savaşı kazanarak laik bir cumhuriyet kurmasına, sonra da başta Türkçe ile eğitim olmak üzere gerçekleştirdiği onca devrimlere bakıldığında Atatürk’ün bilge yönünün ne kadar üstün olduğunu yadsıyabilmek olanaksızdır.

Kısacası Mustafa Kemal‘i, yaşıtı Osmanlı ünlü paşalarından ayıran temel özelliği,
hiç kuşku yok ki, kendisini toplumumuzun yetiştirdiği gerçek anlamdaki birkaç aydından biri yapan bu bilge kimliği, kesinlikle onlarla kıyaslanmayacak kadar yüce bir düşünce adamı oluşudur.

Bilindiği gibi bütün tarih boyunca kişinin bilge ve edebi kimliği, yani insanlığın ideolojik evrimini sağlayan bilgi üretimi ve birikimi de, öncelikle şiirle, türküyle, oyunla, söylenceyle, masalla, öyküyle, mizahla, kısacası edebiyatla oluşturulmuştur. Eski Yunan düşüncesini oluşturan Sokrates’ler, Platon’lar, Aristotales’ler hiç kuşku yok ki Homeros’un, Aisopos’un, Sophokles’in, Aristophanes’in, Pindaros’un şiirlerinin, oyunlarının, öykülerinin eserleridir.

Roma düşüncesinin temelinde Lucretius, Catullus, Vergilius, Horatius, Ovidius gibi
büyük ozanlar yatmaktadır. Rönesans, Dante ile Boccaccio ile başlamıştır. Çağdaş Fransız düşüncesi Villon’ların, Ronsard’ların, Montaigne’lerin, Moliere’lerin, Corneille’lerin, Racine’lerin; çağdaş İngiliz düşüncesi de gene hiç kuşku yok ki Spencer’lerin, Bacon’ların John Lyly’lerin, J. Swift’lerin, Daniel Defoe’lerin, Shakespeare’lerin, Marlow’ların şiirleri, öyküleri, masalları, romanları, denemeleri, oyunları üzerine kurulmuştur.

Bu nedenle Mustafa Kemal de, kendini asker arkadaşlarından farklı kılan bu aydın
bilge kişiliğini, daha ortaokul-lise sıralarındayken başlamış edebiyata olan ilgisinden, okumaya olan düşkünlüğünden kazansa gerek.

Nitekim kendisi de 10 Ocak 1922 günlü Vakit gazetesinde çıkan bir söyleşisinde
“Merhum Ömer Naci, Bursa İdadisi’nden kovulmuş, bizim sınıfa gelmişti. Daha o zaman şairdi. Benden okuyacak kitap istedi. Bütün kitaplarımı gösterdim. Hiçbirini beğenmedi. Bir arkadaşımın kitaplarımdan hiçbirini beğenmemesi gücüme gitti. Şiir ve edebiyat diye bir şey olduğunu o zaman öğrenmiş oldum. İlgilenmeye başladım. Şiir bana cazip göründü fakat hitabet hocası diye yeni gelen bir zat, ‘Bu tarzı iştigal seni askerlikten uzaklaştırır’ diyerek beni şiirle uğraşmaktan men etti. Şiir yazmak hakkında idadi hocasının koyduğu yasağı unutmuyordum fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bende hep sürdü” diyerek daha Manastır askeri idadisinde (AS : lise) öğrenciyken şiir ve edebiyatla ilgilendiğini, şiir yazmasa bile edebiyata olan ilgisinin daha sonraki yıllarda da sürdüğünü belirtmektedir.

Sınıf arkadaşı Asım Gündüz‘ün anılarında yazdığına göre de, Harbiye’de “Namık Kemal‘in şiirlerini bir defterde toplamış” ve bu şiirlerin birçoğunu ezberlemiştir. Harp Akademisi öğrenciliği yıllarında da “Dünkü vilayetlerimiz olan Bulgaristan’ın, Yunanistan’ın, Sırpların milli şairleri, ülkelerinin hürriyeti için, birlik ve beraberlikleri için şiir yazarken nerde bizim şairlerimiz?” diye hayıflanırmış.

Salih Bozok‘a Sofya’dan gönderdiği bir mektupta da bir Fransız şairinden şiirler çevirdiğini yazmaktadır. Yani, edebiyata olan ilgisi subaylığı sırasında da sürmüştür.
Agop Dilaçar da bir yazısında, “Fransızcayı çok iyi biliyordu. Fransız romanlarını, şiirlerini Fransızca olarak asıllarından okumuş. Asker arkadaşlarından birinin dul hanımı
Madam Corinne‘e yazdığı mektuplarda bu romanlardan söz etmiştir. Türk edebiyatını, divan döneminden yeni akımlara dek iyi bilir, hele Tevfik Fikret‘i çok severdi” demektedir.

Melda Özverim’in “Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü” adlı kitabında verilen bilgilere göre de, “İstanbul’da bulunduğu sürece Corinne’nin salonunda cumartesi günleri düzenlenen müzik ve şiir toplantılarına düzenli olarak katılmış” ve şiir okumayı yaşamı boyunca sürdürmüştür.

Ruşen Eşref Ünaydın da ‘odasındaki kitaplıkta’ bulunan kitaplara bakıp “Mustafa Kemal Paşa’nın savaşın durgun dakikalarının boşluklarını bile edebiyatla doldurduğu kanısına vardığını” yazmaktadır. Nitekim Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” kitabını okuyanlar da Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşının hazırlıklarının sürdüğü o yoğun günlerde bile vakit bularak kitaplar okuduğunu, özellikle Reşat Nuri’nin “Çalı Kuşu” romanından çok etkilendiğini ve İsmet Paşa‘ya da okuması için verdiğini göreceklerdir.

Atatürk’ün yaşamını kaleme alan farklı yazarların ortak hayranlıklarından biri,
O’nun kitaplarla olan dostluğudur. Çanakkale savaşının en şiddetli dönemlerinden birinde Mustafa Kemal’le görüşmek için cepheye giden gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ün odasını şöyle tarif eder:

“Yazıhanesi üzerinde bir Çerkez kamasının yanı başında Balzac’ın Colonel Chabert’i, Manpassant’ın Boule de Suif’i, Lavendan’ın Servir’i duruyordu…”
Atatürk Fransız yazarların eserlerinin çoğunu aslından okudu…

Anıtkabir Derneği‘nin yaptığı saptamalara göre Atatürk’ün okuduğu bilinen kitap sayısı 3997’dir. Bu kitapların 1741’i Çankaya Köşkü’nde, 2151’i Anıtkabir’de, 102’si İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde, 3’ü Samsun Gazi İl Halk Kütüphanesinde bulunmaktadır. Dernek güzel bir çalışma yaparak, Atatürk’ün okuduğu kitaplarda altını çizdiği,
yanına işaret koyduğu paragrafları ve Ata’nın kendi el yazısıyla düştüğü notları özenle birleştirerek “Atatürk’ün okuduğu kitaplar” başlığı altında 5000 sayfalık 24 ciltlik bir seri halinde yayımladı.

Sami Özderdim‘in özenle hazırladığı “Atatürk Devrimi Kronolojisi”ni okurken her insanın mutlaka başı dönüyor olmalıdır. Şam’dan Bingazi’ye, Çanakkale’den Afyonkarahisar’a savaşlarla, Kurtuluş Savaşıyla yoğrulmuş bir ömür… Saltanatın kaldırılmasından öğretimin birliğine (Tevhid-i Tedrisat), laiklikten harf devrimine dek devrimlere adanmış bir yaşam boyunca en çok ne yaptı diye sorarsak, galiba kitap okudu demek gerekir.

Ne dersiniz; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü böylesine büyük bir düşünür, eşsiz devlet adamı ve yüce bilge bir kişi yapan unsurların başında “O’nun okumaya olan düşkünlüğü ve sahip olduğu yüksek idealler gelmektedir..” dersek bir gerçeği ifade etmiş olmuyor muyuz? Büyük adam olmanın öyle pek kolay olmadığını, insan Atatürk‘ü tanıdıkça
daha iyi anlıyor.

Okuduğu kitapların sadece altını çizdiği bölümler bile 12 bin sayfa tutuyor. 24 yaşında eğitimini tamamladığında tüm ders kitaplarını toplayıp iki ciltlik kitap haline getirdiğini ve sonraki yıllarda yeri geldikçe onlardan yararlandığını görüyoruz. Okul bitti, ders bitti diyen öğrencilerden biri olmadı!…

Atatürk gibi bir dahi yetiştirmiş ulusumuzun bugün içine düşürüldüğü durum yürekler acısıdır. Ne yazık ki eldeki istatistikler halkın okumadığını gösterdiği gibi, aydın geçinenlerin de yeterince okumadığını ortaya koymaktadır. Bilgisizlikleri konuşmalarından ve yazdıklarından olayları analiz edilişlerinden ortaya çıkmaktadır. Okumayan halk televole kültürü ile yetişmekte, böylece bilimden ve çağdaş gelişmelerden kopmaktadır. Belki istenilen de budur! Gerçeklerden koparılmış, yoksul bırakılmış bir halkı gütmek ve dinsel telkinlerle istendiği gibi yönlendirmek daha kolay olmaktadır. Son yıllarda, “neden büyük adam çıkaramıyoruz?” diye soranlara “Okumayan bir toplumdan daha ne bekliyorsunuz?” diye sormak gerekir.

İşin daha da acı yönü, böylesine okuma özürlü bir toplumda yetişen günümüz kuşağı gelecek için daha büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Çünkü onlar geleceğimizi teslim edeceğimiz emanetçilerimizdir. Onlara okuma alışkanlığı kazandırmak ve
Atatürk’ü doğru bir biçimde öğretmek zorundayız.

Aslında, hepimizin hâlâ Atatürk’ten öğreneceği o kadar çok şey var ki!…

Atatürk’ün büyük eseri Söylev’i okuyan herkes O’nun ne büyük usta bir yazar ve bilge bir edebiyatçı, eşsiz bir düşün adamı olduğunu takdir etmekten kendisini alamamaktadır.

Atatürk’ün yolu, kitap dolu…

Ne mutlu kitap okuyorum diyene!

O’nun yolunda yürüyene… “

Kaynak: Prof. Dr. Süleyman BOZDEMİR, Çukurova Üniversitesi. Fizik Bölümü,
(2006, 10 Kasım Armağanı)