Etiket arşivi: Örsan K. Öymen

İsmet İnönü

İsmet İnönü

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 11.10.18

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, 1960’lı yıllarda Türkiye-ABD ikili görüşmeleri sırasında, Başbakan İsmet İnönü’nün, protokol ve diplomatik nezaket gereği, Türkiye ve ABD bayraklarını elinde tuttuğu bir fotoğrafı gündeme getirerek, İnönü’yü ve CHP’yi “Amerikancı” olmakla suçladı! Bunu yaparken de, İnönü’nün elinde hem Türk hem de Amerikan bayrakları olduğu gerçeğini gizledi, İnönü’nün elindeki Türk bayrağının görünmediği bir fotoğrafı kullandı. Medyanın da alet olduğu bu kadar ucuz bir yalan ve iftira kampanyası, dünyanın en geri kalmış ilkel kabile devletlerinde bile görülmemiştir! Bir Cumhurbaşkanı’na da, bir siyasi parti Genel Başkanı’na da yakışmayacak türden böyle bir davranışa, dünya siyaset tarihinde az rastlanır!

İsmet İnönü kimdir?
İsmet İnönü, Kurtuluş Savaşı mücadelesini, bu mücadelenin lideri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte vermiş, Kurtuluş Savaşı sırasında Batı Cephesi Komutanı olarak görev yapmış, Birinci İnönü Savaşı ve İkinci İnönü Savaşı olarak bilinen savaşları kazanmış, emperyalizme ve işgal kuvvetlerine karşı mücadele verirken yaşamını ortaya koymuş vatansever bir kahramandır! 

İsmet İnönü, Türkiye’yi sömürge devleti statüsüne indirgeyen Sevr Antlaşması’nı yırtıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu sayılan Lozan Antlaşması’nı müzakere etmiş ve onaylatmış, cephede bizzat savaşarak kazandığı toprakları, masa üzerinde hukuken de kazanmış bir kahramandır!
İsmet İnönü, Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kişilerden birisidir!
İsmet İnönü, Cumhuriyet kurulduktan sonra, Başbakan olarak, Aydınlanma devrimlerini, birinci Cumhurbaşkanı Atatürk ile birlikte yürürlüğe koyan kişidir! İsmet İnönü, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Cumhurbaşkanı’dır!
İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı iken, Türkiye’yi, yaklaşık 50 milyon insanın öldüğü ve insanlık tarihinin en büyük savaşı olan 2. Dünya Savaşı’nın dışında tutmayı başarmış devlet adamıdır! Türkiye, 2. Dünya Savaşı’nda büyük bir felaket ile karşılaşmadıysa, bunu İsmet İnönü’ye borçludur!
İsmet İnönü, Türkiye’nin çok partili serbest seçimli parlamenter sisteme geçilmesini sağlayan kişidir! Recep Tayyip Erdoğan, İnönü’nün yürürlüğe koyduğu bu sistem sayesinde Başbakan ve Cumhurbaşkanı seçilmiştir!
İsmet İnönü, Köy Enstitülerini kuran, bu projeyle birlikte toprak reformu hareketlerini başlatan, köylünün ve çiftçinin kalkınması için mücadele veren, toprak ağalarının ve din bezirgânlarının kölesi olmayan, bu nedenle de 1950 seçimlerini kaybetmiş olan kişidir!

Peki, İsmet İnönü kim değildir?
İsmet İnönü, “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” diyen Adnan Menderes’i ve onun liderlik ettiği Demokrat Parti’yi kendi kökeni olarak gören kişi değildir!
İsmet İnönü, yaklaşık 65 bin ABD askerinin Irak’ı işgal etmek üzere Türkiye’de konuşlanmasını öngören tezkerenin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunulmasını sağlayan lider değildir!
İsmet İnönü, ABD emperyalizminin ürünü olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı değildir!
İsmet İnönü, CIA destekli Fethullah Gülen çetesi konusunda “kandırılmış” olan kişi değildir!
İsmet İnönü, ABD destekli Suudi Arabistan’ın Türkiye’deki taşeronu değildir!

İsmet İnönü, “milli kimlik” kamuflajı altında Anadolu kültürünün Araplaşmasının yolunu açan kişi değildir!

  • İsmet İnönü, eğitimi dinselleştirerek, laik eğitim sistemini ortadan kaldırarak, halkını cehalete mahkûm eden ve bu yolla emperyalizmin eline en büyük kozu veren kişi değildir! 

Akılla birlikte, vicdan, vefa ve dürüstlük duyguları da ortadan kalkınca, İsmet İnönü hakkında, bunları hatırlatmak gerekiyor!
=====================================
Dostlar,

Cumhuriyet Gazetesini oku – oku bitiremiyoruz..
Son günlerde ülkemizin yüzakı aydınlar yazar kadrosuna katıldı, Cumhuriyet daha da güçlendi.. Bu yüzden sitemize de pek çok makaleyi alıntılıyoruz..

Sayın Örsan K. Öymen, daha önce de belirttiğimiz üzere, bir Felsefe profesörüdür.
O’nun yazılarından hem düşünmeyi – doğru düşünmeyi, us yürütme yöntemlerini öğreniyoruz hem de teknik bilgi içeriği ediniyoruz..

İsmet İNÖNÜ hakkındaki yukarıya aktardığımız yazı tam anlamıyla “mükemmel” bir irdeleme..

Anayana.. özellikle “İsmet İnönü kim değildir?” başlığı altındaki sıralama ne çok anlamlı..
İlle de son vurgu :

  • İsmet İnönü, eğitimi dinselleştirerek, laik eğitim sistemini ortadan kaldırarak, halkını cehalete mahkûm eden ve bu yolla emperyalizmin eline en büyük kozu veren kişi değildir! 

Çook teşekkürler değerli Prof. Öymen..

Sevgi ve saygı ile. 14 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Laiklik ve eğitim

Laiklik ve eğitim

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 08.10.2018
– Toplumda birliğin ve bütünlüğün sağlanması, önemli bir ölçüde eğitime bağlıdır. Eğitimde birliğin ve bütünlüğün olmadığı ülkelerde, toplumda da birlik ve bütünlük sağlanmaz, aksine bölünme ve kutuplaşma yaşanır. Türkiye’de yaşanan da budur. Farklı eğitim sistemlerinde yetişen insanlar, aynı ülkenin vatandaşları oldukları halde, başka dünyaların insanları olarak karşı karşıya gelmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdiği ilk devrimlerden bir tanesi, bu nedenle, eğitim alanında olmuştur. 1924 yılında kabul edilen Öğretim Birliği Yasası (Tevhid-i Tedrisat Kanunu) ile birlikte, bilim, felsefe, sanat temelli laik eğitim sistemine geçilmiş, bölünmüş eğitim modeline ve bunun içinde yer alan medrese tarzı din temelli eğitime son verilmiştir. 
Laik eğitim sisteminde, dincilerin iddia ettiği gibi, tek tip insan yetişmez. Tek tip insan, medrese tarzı din temelli eğitim sisteminde yetişir. Çünkü bu eğitim sisteminde, eleştirel, sorgulayıcı, yaratıcı ve analitik düşünce diye bir şey yoktur. Bu eğitim sisteminde, zorla dayatılan dogmalar vardır. 
Öğretim Birliği Yasası, önce merkez sağ hükümetler, daha sonra da dinci AKP hükümeti tarafından yerle bir edilmiştir. Camilere imam yetiştirmek amacıyla bir meslek lisesi olarak kurulan imam hatip okulları, meslek lisesi olmaktan çıkıp, genel eğitim sisteminin bir parçasına dönüştürülmüştür. 

  • AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde 450 imam hatip lisesi vardı. Günümüzde, imam hatip orta okullarının ve liselerinin toplam sayısı 4 bini aştı.
  • Türkiye’de yaklaşık 87 bin cami varken, bir milyondan fazla öğrenci imam hatip okullarında okumaktadır. Bu okulların camilere imam yetiştirmek amacıyla hizmet vermediği açıktır. Amaç, camiye imam yetiştirmek değil, herkesi imam yapmaktır. 

İmam hatip okullarında, ders programının neredeyse yarısı dini eğitimden oluşmaktadır. Orta-okulda, Türkçe, Matematik, Fen Bilimleri, Sosyal Bilgiler, Yabancı Dil gibi derslerle birlikte, Kuranı-kerim, Arapça, Hz. Muhammed’in Hayatı, Temel Dini Bilgiler dersleri; lisede, Edebiyat, Tarih, Coğrafya, Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Yabancı Dil gibi derslerle birlikte, Kuranıkerim, Mesleki Arapça, Temel Dini Bilgiler, Siyer, Fıkıh, Tefsir, Karşılaştırmalı Dinler Tarihi, Hadis, Kelam dersleri verilmektedir. 

AKP döneminde yürürlüğe giren “4+4+4” eğitim sistemiyle, imam hatip benzeri bir eğitim, seçmeli olarak, genel eğitim sisteminin de içine sokulmuştur. Bu sistemle, çocuk beşinci sınıfa geçmeden önce, daha on yaşındayken, dini içeriği daha fazla olan ders programı ile bilimsel ağırlıklı ders programı arasında seçim yapmak zorunda bırakılmaktadır. Bu seçimi de genellikle çocukların kendisi değil, velileri yapmaktadır. Bu sistem, sekiz yıllık standart zorunlu eğitimin dört yıla inmesi anlamına da gelmektedir. 

Bunlara ek olarak, 12 Eylül askeri yönetimi tarafından yürürlüğe konan, ilköğretim ve lise eğitimindeki zorunlu din dersi uygulaması, 1982 yılından beri devam etmektedir

Bunun dışında, Diyanet İşleri Başkanlığı verilerine göre, bu kuruma bağlı 15 bini aşkın Kuran kursu bulunmaktadır. Bu aynı zamanda, eğitimin dinselleşmesi bağlamında, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın eğitim sistemine müdahale etmesi anlamına gelmektedir.

Üniversitelere gelince, bugün üniversitelerde 80’i aşkın ilahiyat fakültesi bulunmaktadır. Nüfusu Türkiye’ye yakın olan ülkelere bakıldığında, dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde, bu kadar çok sayıda ilahiyat fakültesi yoktur. 

  • Böyle bir tabloda, Atatürk’ün hedeflediği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak olanaksızdır.

Bu konuda, üç maymunu oynayan mevcut CHP yönetimini de, tarih hiçbir zaman affetmeyecektir.

Ne yapmalı?

Ne yapmalı?

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 27.9.18

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’nin içinde bulunduğu derin bunalımdan çıkması için elbette birçok şey yapılmalıdır. Ancak öncelikle yapılması gereken şey, ruhsal ve zihinsel paradigmanın değiştirilmesidir. 
Bu konuda Antik Yunan filozoflarından SokratesPlaton ve Aristoteles, yaklaşık 2400 yıl önce, insanlığa çok önemli bir yol göstermişlerdir. Bu filozoflar, yaşamın amacının iyi bir ruhu taşımak olduğunu, bunun da erdemli olmakla sağlanabileceğini savunmuşlardır. 
Onlara göre erdemden bağımsız bir ahlak anlayışı ortaya koymak yanlıştır. Ahlak gelenekle, töreyle, alışkanlıkla ilgili bir şey olmamalıdır. Ahlak, erdemle bütünleşirse anlam ve değer kazanır. Onlara göre başlıca erdemlerin arasında da, adalet ve cesaret gelir. 

Zalim ve korkak bir insanın ahlaklı ve erdemli olması olanaklı değildir.

Bunun ötesinde, adalet ve cesaret adı verilen erdemlerin, ayrı ayrı tek başına bir anlamları da yoktur. Bu iki erdem birlikte bir anlam ve değer kazanırlar. Bir insan adilse, ama aynı zamanda korkaksa, adaleti sağlayamaz. Bir insan cesursa, ama aynı zamanda zalimse, sahip olduğu cesaret onu iyi bir insan yapmaz. O nedenle, bu iki erdemden birisine değil, bu iki erdeme birden sahip olmak gerekir. Öncelikle yapılması gereken en temel iş budur. Siyaset, böyle bir temel üzerine yapılandırılırsa anlam ve değer kazanır. 

Bu filozofların bizlere öğrettiği bir başka şey; ahlakın, erdemin ve adaletin bireysel bir konu değil, toplumsal bir konu olduğudur. Çünkü insan toplumsal bir canlıdır. Toplumdan yalıtılmış bireyin ahlakı, erdemi ve adaleti olmaz.

Ahlak, erdem ve adalet toplumsal boyutta gerçekliğe dönüşebilir. 

Sokrates bu bağlamda, “iyilik nedir?”, “ahlak nedir?”, “erdem nedir?”, “adalet nedir?” gibi sorulara odaklanarak, bir yandan “güçlü olan haklıdır” zihniyetine sahip yönetici sınıfı sorgulamıştır, bir yandan da retoriği, yani güzel konuşma ve hitabet sanatını eleştirmiştir. Çünkü insanlar retorikle kandırılabilir ve ikna edilebilir, retorikle, doğrulara yanlış, yanlışlara doğru görüntüsü kazandırılabilir. Siyasetin temelinde de retorik değil, doğruluk olmalıdır

Sokrates bu nedenlerle, tanrılara karşı gelmek ve gençlerin zihinlerini yozlaştırmakla suçlanmış, Atina kent devleti meclisi tarafından, oyçokluğuyla ölüme mahkûm edilmiş, mücadelesinin bedelini yaşamıyla ödemiştir. Böylece Sokrates ölümüyle bile ne kadar haklı olduğunu insanlığa göstermiştir. Sokrates ölümüyle insanlığa bir kanıt bırakmıştır. Bu, çoğunluğun ve güçlü olanın her zaman haklı olmadığının kanıtıdır. 

Türkiye’de yapılması gereken ilk şey bunun kavranmasıdır.

21. yüzyılda;

  • demokrasiyi sandıkçılık ve oyçokluğu oyununa indirgeyen,
  • yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığı ilkesini yok eden,
  • yargının bağımsızlığını ve düşünce, ifade, yayın, örgütlenme özgürlüğünü ortadan kaldıran,
  • laiklik ilkesini yerle bir eden,
  • eğitimi dinselleştirerek halkını cehalete mahkûm eden,
  • sosyal ve ekonomik adaleti sağlayamayan,
  • Anayasa’nın 2. maddesindeki “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti” ilkesini fiilen bertaraf eden

    AKP iktidarının;
    ahlaktan, erdemden, adaletten ve haktan söz etmesi, boş laftan ve safsatadan başka bir şey değildir.
    ====================================
    Dostlar,

Sayın Örsan K. Öymen felsefe profesesörüdür.
Cumhuriyet‘te yazması başlıbaşına bir değerdir.
Prof. Öymen Cumhuriyet‘e yakışır, tersi de doğrudur..

Bu ilk yazısından çok temel kazanımlar sağlıyoruz..

İktidar, 2400 yıl önce tanımlanan demokratik değerleri ayaklar altına almakta ve üstelik pişkince ve agresyonla (saldırganlıkla) savunabilmektedir.

AKP = Erdoğan, fiili adımlarını her adımda demokrasiyi daha da yok edercesine atıp, özgürlük çemberini daraltmakta

  • Toplum nefes alamaz kerteye sürüklenmiş durumda.

    Bunun nereye varacağını ise, yine 2400 yıl önce Aristoteles’in Devrim Kuramından öğreniyoruz. Dünyanın pek çok yerinde ve bu topraklarda kezlerce yaşayarak deneyimlemiş bulunuyoruz üstelik..

Erdoğan bundan sonrasını merak ederse, O’nu kuşatan danışmanlar umarız Aristoteles’in 24 yüzyıl önce yazdıklarını cesaret ve dürüstlükle O’na sunar, anlatırlar.. daha çok gecikmeden.

Sevgi ve saygı ile. 01 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK 
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ALLAH VAR MIDIR ??


ALLAH VAR MIDIR ??

PORTRESİ

Örsan K. Öymen
orsanoymen@gmail.com
AYDINLIK, 1.2.15

 

Felsefe, sorgulayıcı düşünce demektir. Bilgi Felsefesi (Epistemoloji), Zihin Felsefesi,
Ahlak Felsefesi (Etik), Siyaset Felsefesi, Varlık Felsefesi (Ontoloji), Bilim Felsefesi,
Dil Felsefesi, Sanat Felsefesi ve Din Felsefesi gibi Felsefe’nin çeşitli alt dallarında,
analitik kavram çözümlemeleri ve sorgulamalar yürütülür, çeşitli kuramlar geliştirilir.

“Allah / Tanrı var mıdır?” sorusu da, Din Felsefesi’nin temel sorularından bir tanesidir.
Bu soru aynı zamanda, Epistemoloji ve Ontoloji ile de kesişir. Felsefe tarihinde, bu konuda, – Teizm,
– Deizm,
– Fideizm,
– Ateizm,
– Agnostisizm,
– Panteizm gibi birçok farklı açılım ortaya konmuştur.

Thales, Herakleitos, Anaksagoras, Parmenides, Demokritos, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikuros gibi filozofların yaşadığı Antik Yunan döneminde tektanrıcılık egemen olmadığı için, Allah / Tanrı kavramı Felsefe’nin gündeminde zaten olmamıştır.
Ancak Hristiyanlık ve İslam dinlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, Allah / Tanrı konusu da Felsefe’nin gündemine girmiştir.

Bu bağlamda Augustinus, Aquinas, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Locke, Berkeley gibi filozoflar Tanrı’nın varlığını savunmuşlar, farklı boyutlarda Teist yani Tanrıcı kuramlar ortaya atmışlar, ayrıca dini de reddetmemişlerdir.

Öte yanda Hume, Nietzsche, Marx, Sartre, Russell gibi filozoflar ateist ve/veya agnostik kuramlar geliştirerek, Tanrı kavramını ve dini reddetmişlerdir.

Felsefe’nin önemi de bu çoğulculuğundan ve diyalektik yapısından kaynaklanmaktadır.

Felsefe kendisini Tevrat’ın, İncil’in, Kur’an’ın ayetlerine sıkıştırmaz.

Bırakın ateist ve agnostik filozofları, teist filozoflar bile bunu yapmazlar;
ayetlerin ötesine geçerek, kendi akıl yürütmelerini gerçekleştirirler.

Çünkü din kitapları referans alınarak Felsefe yapılmaz.

Filozof, hahamdan, papazdan ve imamdan farklı konumda bir kişidir.
Felsefe açısından, bir şeyin gerçekliği, onun Tevrat’ta, İncil’de, Kur’an’da
yazılmış olmasından kaynaklanamaz.

Dinci despotizm ve dogmatizm vesayetinin yaşandığı Türkiye’de,
din derslerinin neredeyse her yıl zorunlu olması,
Felsefe derslerinin ise yalnızca bir yıl zorunlu olmasının nedeni de budur.

Çünkü iktidarlar her zaman Felsefe’den ve sorgulanmaktan korkmuşlardır.

Bu çarpık eğitim sistemine bağlı olarak, Türkiye’deki sözde aydınlar da Felsefe ile ilgilenmedikleri için, Allah / Tanrı ve din konusu sözde entelektüel ortamlarda bile adeta bir tabu haline dönüşmüştür.

Sözde aydınların bu korkaklığı nedeniyle de,
dinci despotizm ve dogmatizm Türkiye’de mutlak egemenliğini ilan etmiştir.

Örneğin, Türkiye’de medyadaki ve akademideki sözde aydınlar, Hume, Nietzsche ve Marx’ın din konusundaki kuramlarını biliyorlar mı? Bilmiyorlarsa öğrenmeye çalışıyorlar mı? Öğreniyorlarsa bu konuda ne düşünüyorlar?

Hume, deneyimlerden bağımsız olarak bilgi ve varlık adına bir şeyin ortaya konamayacağını,
bu bağlamda nedensellik ilkesinin de Teoloji’de ve dinde geçerli olamayacağını,
çünkü nedensellik ilkesinin zihinde, belli olayların ardışıklığının sürekli deneyim edilmesiyle oluştuğunu, bir ilk neden olarak sözde Tanrı’nın ise deneyim kapsamının dışında olduğunu, Tanrı’nın var olduğunun ve her şeyin nedeni olduğunun söylenemeyeceğini, Tanrı’nın var olup olmadığının bilinemeyeceğini, bilginin matematiksel ve olgusal önermelerle sınırlı olduğunu, Tanrı’nın antropomorfik bir kurgu olduğunu, Tanrı’ya yönelik iman temelli bir inanç geliştirilebileceğini, ancak imanın da akla ve deneyime aykırı olduğunu, bilge bir insanın da akla ve deneyime uygun inançlar geliştirmesi gerektiğini söyler.

Nietzsche, bazı insanların güç, iktidar, güvenlik, mutluluk gibi istençler ve dürtüler nedeniyle “Tanrı” adı verilen bir kurgu oluşturduklarını, ancak bunun özgür ruh anlayışına aykırı olduğunu, dinlerin dayattığı ahlak ve yaşam anlayışının sürü ahlakı ve yaşamı olduğunu, özgür ve güçlü bir ruhun, kendi değerlerini kendisinin yaratması gerektiğini,
tektanrıcı ve mutlakçı dinlerin bir çöküşün ve yozlaşmanın göstergesi olduğunu,
dinlerin aşılması gerektiğini söyler.

Marx, dinin halkın afyonu olduğunu, dinin bir mutluluk vaadiyle ve kalpsiz dünyanın duygusu, ruhsuz koşulların ruhu olarak ortaya çıktığını, ancak bu mutluluğun hayali bir mutluluk olduğunu, dinin, metafizik yapısı nedeniyle eşitsizliklerin ekonomik temellerini çözümleyemediğini, din özgürlüğü elde etmek değil, dinden özgürleşmek gerektiğini, kapitalizmin komünizm, dinin de ateizm ile aşılması gerektiğini söyler.

Yalnızca iktidarların değil, sahte-aydınların da korktuğu düşünceler işte bunlardır!