Etiket arşivi: Kırım Savaşı

MANÜPLASYON Ya da AVUCUN İÇİNE ALINMAK

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı
07.08.2022

Dilimize dışarıdan sokulmuş sözcük ve kavramlar, özellikle bunları dilimize sokanlar tarafından başkalaştırılarak gerçek anlamlarından koparılır. Bunun sayısız örneği ile her gün karşılaşıyoruz. “Manüplasyon” da bu tür kavramlardan biri.

Maniple etmek, manüple edilmek vb. kavramlar da bağlamından koparılarak gerçek anlamından çok daha hafif duruma getirilmiş, böylelikle insan aklını ve düşüncesini dumura uğratan bu tür bir eylemin kendimizde yaratacağı olumsuz etki hafifletilmiştir. Manüplasyon sözcüğünün teknik anlamını bir yana bırakırsak –ki artık pek kullanılmıyor– etkileme, yönlendirme anlamına kullanılıyor. Oysa etkilemek, etkilenmek, yönlendirmek, yönlendirilmek her ne denli insan aklını ve istencini bir yana koysa bile günümüzde bizleri rahatsız etmiyor. O halde biraz olsun rahatsız olup kendimize gelebilmek için bu sözcüğün kökenine inmekte yarar var.

İnsanoğlu, var olduğu günden bu yana ve özellikle farklı yerleşimlerde yaşamaya başladıktan sonra haberleşme gereksinimi duydu. İşaretleşme, ulak, posta güvercini, duman işareti, semafor, mektup, atlı posta, giderek posta örgütlerinin kurulması kimi çözümler üretse bile, çok uzak yerlerde zaman yitiği oluyordu. Ortaçağda dağların doruklarına kurulmuş kilise ve manastırlar, güvenlik sorununa görece bir çözüm olduğu ölçüde, hızlı iletişimi de sağlıyordu. Haçlı seferlerinde bu dinsel noktalardan ateş, duman, meşale gibi araçlarla Kudüs’ten Roma’ya yarım günde haber iletilebiliyordu!

Elektriğin insan yaşamına girmesinden kısa süre sonra elektromanyetizma ile ilgili kafa yoran pek çok fizikçi oldu. Fransız bilim insanı Claude Chappe, 1792’de telgraf adında bir sistem ortaya attı. Tepelerin üzerine kurulmuş kulelerden bir ağ oluşturuldu ve her kulenin üzerinde 49 değişik konuma ayarlanabilen iki uzun kola sahip bir makine vardı. Her konum bir harfe veya bir rakama karşılık geliyordu. Bu sistem çok başarılı oldu. 19. yüzyılın ortalarında Fransa’daki kule ağı yaklaşık olarak 4828 km idi.

1830’da ABD’li Joseph Henry (1797-1878), elektrik akımını teller aracılığıyla uzaklara taşıyıp, oradaki bir zili çalıştırdı. Zil bir elektromıknatısa bağlıydı. Bu, elektrikli telgrafın doğuşuydu.
1832’de ABD’li ressam Samuel Morse, bir yolculuk sırasında kendisine elektro mıknatıstan söz eden bir yolcuyla tanışmıştı. Telgraf üstünde zaten çalışmaları olan Morse, bu kez elektro mıknatıslı telgraf için çalışmaya başladı. 1835’te Morse, ilk elektromıknatıslı telgrafını yaptı. O telgrafta bulunan elektromıknatısa bağlı bir kalem vardı. Bu kalem kâğıt bir şerit üzerine elektro mıknatıstan aldığı hareketle zik zak çizgiler çiziyordu. Bu sistem pek başarılı değildi. Daha sonra Morse ve yardımcısı Vail bunu geliştirdiler. Nokta ve çizgilerden oluşan bir kodlama sistemi ortaya çıkardılar. Bu kodlama sistemi, daha sonra tüm dünyada kabul gören Mors alfabesiydi. O yıllarda telgraf en gözde iletişim aracı oldu. İlk telgraf hattı ise 1843’te Washington ile Baltimore –  Maryland arasına çekildi.
***
Osmanlı devletinde ilk telgraf haberleşmesi Edirne – İstanbul arasında Kırım Savaşı sırasında 1855’te kullanıldı. Kısa sürede geniş imparatorluk topraklarında Avrupa’dan daha hızlı yayıldı.

İşte yaşamımıza birdenbire giriveren telgraf sistemindeki iletim hatlarını saymazsak, en önemli parçanın adı MANÜPLE idi. (Bu sözcük dilimize MANİPLE olarak da girdi.) Türkçede elle düzenlemek, ayarlamak anlamındaki bu teknik sözcük, Fransızca manipüler, “elle düzenlemek, ayarlamak” fiilinden alınmış ve Latince’den geçme “manipulus” , “ele sığan şey, avuç” sözcüğünden türetilmiştir. O da yine Latince kökenli “manuel-elle kumanda” kaynaklıdır. İşte bizim dilimize giren gerçek sözcük budur. Yani “avuç içine alınıp elle kumanda edilen“…

Bu kavram dilimize girdiği telgraf tekniğinde de tam böyledir. Telgrafın iletim hatlarından sonraki en önemli parçası olan maniple (doğrusu manüple) elektik devresini kısa ve uzun sürelerde keserek bir işaret dili yaratır. İşareti gönderen yandaki alet gibi, alıcı yanda da bunun karşılığı yani yine bir maniple vardır. Gönderici yan ne diyorsa, alan yan birebir aynısını alır. Aradaki en küçük hata, gönderilen metni-haberi-bilgiyi anlaşılmaz duruma getirir. Özetle, bilgiyi gönderen yanda üretilen metnin anlamında alıcı yanın bir elektromıknatıs görevi dışında en küçük katkısı yoktur. Gönderici yandaki görevli (operatör ya da manüplatör) avucunun içinde tuttuğu maniple ile karşı yanı bilgilendirmekte yani “avucunun içine alıp” (!) konuşturmaktadır. Olayın teknik boyutunu bilmeyen alıcı yandaki maniplenin bilgi ürettiğini sanmaktadır.

Günümüzde iletişim araçları olağanüstü değişikliklere uğradı. Artık telgrafı neredeyse kullanmıyoruz. Bu nedenle telgrafın tıkırtıları bizi uyarmıyor ve böylelikle manüple edildiğimizin “karşı yanın avucunun içinde olduğumuzun” farkında bile değiliz! Önceleri radyo, sonraları TV, giderek internet, Facebook, Twitter, Metaverse derken, artık büyük tekellerin avucunun içine hapsolduk. Papağan kadar bile özgürlüğümüz yok. Önceleri görece özgür olan yazılı basın (gazeteler) holding-banka-TV kanalı üçgeninin içine hapsolduktan sonra, gazetecilik mesleği de öldü ve adına “medya” denilen medyumluk (AS: kahinlik – önbilicilik) kavramını çağrıştırır oldu. TV kanallarında gözüken medyumlar bize giz (sır) alemlerinden haber vermek yerine, dünya egemenlerinin kulağımıza üflediklerini yinelememizi sağlayarak büyük başarı kazandıktan sonra, kullanılıp çöplüğe atıldılar.
***
Yazının en başında dediğimiz gibi manüple edilmek kavramındaki durum hafifletilerek “yönlendirme-etkileme” durumuna indirgendiğimiz için, bu bizi rahatsız etmiyor. Ama haberleşme tekniğindeki olağanüstü gelişme ile aynı anda milyonlarca insan binlerce km öteden avucunun içine aldığı insanları, kümeleri, örgütleri, hükümetleri kendi ağzından konuşturuyor. Siyasetten, ekonomiye, bilimsel gelişmelerden, eğitime, sağlığa dek her alanda gözümüze, kulağımıza sokulanları yineliyoruz. Yaratılan etki ve gürültü arasında maniple aletinin tıkırtısını duyamadığımız için, başkalarının düşüncesini kendi düşüncemiz gibi yineliyoruz ve üstelik aynı anda aynı “düşünce” ve sözleri çok kişi yinelediği için, “doğru ve çoğunluk kararı” olarak toplumun genelinin kabullenmesini bile isteyebiliyoruz!

Manüple aletini tarihin çöplüğüne atalı uzun zaman oldu. O halde manüplasyon da tarihin çöplüğündeki yerini alıp özgür akıl hükmünü yürütmeli.

Sizleri manüple etmemiş olmayı umarak, biraz olsun rahatsız etmiş olmayı dilerim.

Not : Yazıda aygıt adı “maniple“, yaratılan olay ise “manüple” olarak kullanılmıştır.

MONTRÖ SÖZLEŞMESİ

Dostlar,

Bilindiği gibi Lozan görüşmelerinde Türk tarafıın 2 temel kırmızı çizgisi
Batı’nın Kapitülasyonların sürdürülmesi istemi ve Doğu Anadıolu’da
Ermeni yurdu kurulması idi. Mustafa Kenal Paşa’nın, Dışişleri Bakanı ve
Başdelege İsmet Bey‘e yönergesi bu yönde idi. Öbür sorunlar zamanla çözülebilirdi. Kaldı ki, askeri barındıracak bir “dam altı” bile elde kalmamıştı. Bu bakımdan makul
ve hızlı bir barışa el mahkum idi.

Atatürk‘ün gerçekçiliğini tarih 1 kez daha kanıtladı. 1936’da, yaklaşan 2. Büyük Paylaşım Savaşı koşullarının Batı’yı ve müttefikleri Sovyetleri Almanya karşısında sıkıştırması nedeniyle, Montrö Boğazlar Sözleşmesi büyük ölçüde Türkiye’nin istemlerine uygun olarak bağıtlanabildi. Hatay sorunu da  Yüce Atatürk’ün yaşamda iken üstün ve usta çabaları ile çözüm yoluna girdi ve kendisinin Hak’ka yürümesini izleyen yıl (1939) Hatay Cumhuriyeti anavatan Türkiye’ye katılma kararı aldı.

Yüce Atatürk‘ü ve en yakın dava ve silah arkadaşı İsmet İnönü ile tüm
Kurtuluş Savaşı şehit ve gazilerini, emek verenlerini sonsuz bir şükranla anmaktayız..

Aşağıda, 20 Temmuz 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 77. yılında, deneyimli ve birikimli dşplomat Sayın Onur Öymen’in yazısını paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
20.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================

MONTRÖ SÖZLEŞMESİ

portresi2

 

ONUR ÖYMEN
E. Büyükelçi

 

 

Türk boğazları, taşıdıkları stratejik önem dolayısıyla daima büyük devletlerin ilgisini çekmiştir. Karadeniz’e kıyısı olmayan devletler Boğazlardan sınırsız geçiş hakkına sahip olmak istemişler, başta Rusya olmak üzere Karadeniz’e kıyısı olan devletler, diğer devletlerin savaş gemilerinin boğazlardan geçmesini engellemek istemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine kadar genel kural, padişahın fermanı olmadıkça boğazların bütün yabancı devletlerin gemilerine kapalı olacağı kuralıydı.
Büyük Petro döneminden itibaren Rusya, dünyaya egemenliğini yayma hedefi doğrultusunda sıcak denizlere açılma politikası izlemeye başladı.
Bunun en önemli yollarından biri Türk Boğazlarına hakim olmaktı.

Çariçe Katerina zamanında, 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu’yla Rusya arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması Boğazlarla ilgili eski düzeni değiştirdi. Osmanlı İmparatorluğu artık eski gücünü kaybetmekte ve büyük devletlerin taleplerine karşı direnç gösterememekteydi. Küçük Kaynarca Antlaşmasına göre Rus gemileri istedikleri zaman Boğazlardan geçebilecekler ve Osmanlı limanlarında konaklayabileceklerdi.

18. Yüzyılın son yıllarında Napolyon‘un Doğu Akdeniz için bir tehdit oluşturmaya başlaması üzerine Osmanlı İmparatorluğu  ile Rusya arasında 1805 yılında  imzalanan bir sözleşmede Karadeniz’in bütün yabancı savaş gemilerine kapatılması kuralı yer aldı. Bu kuralın ihlali savaş sebebi sayılacaktı. Ancak bir yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu Batı Avrupa ülkelerinin talepleri doğrultusunda bu sözleşmeyi iptal etti.
1809 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında imzalanan Sözleşmeyle Osmanlı İmparatorluğunda başından beri uygulanan ve yukarıda sözü edilen kurala dönüldü.

1833 yılında durum yeniden değişti. Rusya’nın ağırlığı arttı. O yıl Osmanlı İmparatorluğu’yla Rusya arasında imzalanan Hünkar İskelesi Antlaşmasıyla Çanakkale Boğazı yabancı savaş gemilerine kapatıldı. Bu Rusya’nın kendi güvenlik çıkarları için öteden beri hedeflediği bir durumdu. Osmanlı İmparatorluğu zayıfladıkça bu gibi taleplere karşı koyamaz hale gelmişti.

Mısır’da Mehmet Ali Paşa isyanının bastırılmasına yardımcı olan İngiltere’nin baskısıyla bu defa Boğazlarla ilgili yeni bir düzenleme getirildi. Osmanlı  İmparatorluğuyla İngiltere arasında 1840 yılında imzalanan Londra Antlaşması ve bir yıl  sonra, 1841’de Fransa’nın da katılımıyla imzalanan
“Boğazlar Sözleşmesi” ilk defa olarak Boğazlardan geçiş rejimi çok taraflı bir antlaşmaya bağlandı. Artık Boğazlardan geçiş  uluslararası kurallara göre düzenlenecekti.

Bu sözleşmeye göre;
Boğazlar Osmanlı egemenliğinde kalacak, ancak, savaş zamanında bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı, ticaret gemilerine açık olacaktır.

Bu sözleşme de çok uzun ömürlü olmadı. Rusya’nın Eflak Boğdan‘ı işgal etmesi üzerine Batı Avrupa devletleri savaş gemilerini Boğazlar üzerinden Karadeniz’e gönderdiler. Rusya bunun 1841 tarihli Boğazlar Sözleşmesinin ihlali olarak gördüğünü ilan etti  ve bunu Kırım Savaşı için bir bahane gibi kullandı.. Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere ve Fransa’yla beraber Rusya’ya karşı kazandığı Kırım Savaşı’ndan sonra

1856 yılında Paris Sözleşmesi imzalandı.

Bu Sözleşmenin önemli maddeleri arasında bölgesel güç dengelerini en çok etkileyen, Karadeniz’i tümüyle askerden arındıran madde olmuştur. Osmanlı’nın eski kuralı olan ve 1841 Boğazlar sözleşmesiyle pozitif hukuk kuralı haline gelen, yabancı savaş gemilerinin Boğazlara girişinin yasaklanması da 1856 Antlaşmasını imzalayan ülkeler tarafından tekrar onaylandı.

1856 ile 1870 yılları arasında Avrupa’daki güç dengeleri değişmeye başlamıştı. Değişen dünya koşullarında İngiltere artık Osmanlı İmparatorluğuna karşı mesafeli bir politika izlemekteydi. Rusya Balkanlarda daha da güç kazanmış Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da Osmanlı İmparatorluğuna karşı baskıcı bir politika izlemeye başlamıştı. Aslında, Rusya Karadeniz’in tekrar askerden arındırılmasını istiyordu. Ancak bu ülkelerin Boğazlarla ilgili beklentileri farklıydı. Bu nedenle 1871 yılında imzalanan Londra Sözleşmesi’nde Osmanlı İmpartorluğu’nun eski  kuralı yeniden kabul  edildi. Osmanlı Devleti kendi güvenliği açısından gerektiğinde istediği gibi
“dost veya müttefik” güçlerin savaş gemilerine Boğazları açabilecekti.

Birinci Dünya Savaşı bütün dengeleri yeniden değiştirdi. İngiltere açısından
bu savaşta Almanya’ya karşı müttefiki olan Rusya’nın lojistik ve askeri açıdan desteklenmesi büyük önem taşıyordu. Bunun için Çanakkale geçilmeliydi..
Çanakkale savaşları Osmanlı İmparatorluğu açısında dünyanın en büyük devletlerin donanmalarına ve silahlı kuvvetlerine karşı verdiği büyük bir savaş oldu. Düşman kuvvetlerini Boğazlardan geçirmemeye kararlı olan Türkler, Atatürk’ün askeri dehası sayesinde büyük bir zafer kazandı. Bu savaşta her iki tarafın toplam kayıpları
yarım milyona yaklaştı,

Osmanlıların Boğazları bütün gemilere kapatmış olması, Rusya’yı da, ona yardım göndermek isteyen müttefik ülkeleri de zor durumda bıraktı. Rusya’nın deniz gücü  de fiilen Karadeniz’e hapsedildi.

Osmanlı İmparatorluğu Çanakkale’de kazandığı zafere rağmen Birinci Dünya Savaşının mağlupları arasında yer aldı. Artık Boğazlar İngiltere’nin ve müttefiklerinin kontrolüne geçmişti. Savaştan sonra Osmanlı İmparatorluğu ile galip devletler arasında imzalanan Sevr Antlaşması tarih boyunca Osmanlılara karşı dayatılmış en aşağılatıcı antlaşmaydı. Sevr Anlaşması’nın Boğazlar ile ilgili hükümleri 37-61. maddelerde
yer alır. Bu maddelerde şu hükümler bulunmaktadır:

Çanakkale ve İstanbul Boğazı Marmara da dahil olmak üzere, Boğazlardan geçiş barışta ve savaşta, hangi devlete ait olursa olsun, her türlü harp ve ticaret gemilerine açık olacaktır,

Bu geçiş serbestliğinin sağlamması için, Osmanlı İmparatorluğu  Boğazların denetimini çok geniş yetkileri olan bir Boğazlar Komisyonu’na bırakmayı kabul etmiştir. Komisyonun bağımsız bir bayrağı ve yönetimi olacaktı. Komisyon üyeleri İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’dan oluşuyordu. Rusya, Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan da Milletler Cemiyeti‘ne üye olurlarsa Komisyona girebileceklerdi. Komisyon Başkanı,
iki yılda bir dört büyük devlet arasında değişecekti ama Türkiye Komisyon Başkanı olamayacaktı. Fransa, İngiltere ve İtalya, Türk Boğazları dolaylarındaki silahtan arınmış bölgede müştereken asker bulundurabileceklerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Boğazlar üzerindeki egemenlik hakları fiilen sona ermişti.

İşte İstiklal Savaşı sonunda kazanılan zafer Türklerin kötü talihini yenmelerini sağladı ve Sevr Antlaşması bir bütün olarak tarihin çöplüğüne gönderildi.

Sevr Antlaşmasından yalnızca üç yıl sonra imzalanan Lozan Antlaşması dengeleri tümüyle değiştirdi. Lozan, 1. Dünya Savaşında mağlup olmuş bir ülkenin galiplerle
tam eşitlik koşullarında imzaladığı ve isytemlerini büyük ölçüde kabul ettirebildiği
tek antlaşmadır.

Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi, Antlaşmanın 23. maddesine göre genel antlaşmanın bir parçası sayılmıştır. Lozan’a taraf olmayan Rusya ve Bulgaristan da
bu Sözleşmeyi imzalamışlardır. Lozan’ın eki olan Boğazlar Sözleşmesinde özetle
şu hükümler yer almaktadır:

Ticaret Gemileri ve uçakları barış zamanında Türk Boğazlarından geçiş serbestliğine sahip olacaklardır. Savaş gemileri ve uçakları barış zamanında Boğazlardan geçiş serbestisine sahiptir; ancak Karadeniz yönüne geçişte savaş gemileri için sınırlama vardır. Savaş zamanı: Türkiye, Savaşan taraf değilse tarafsızlık haklarını geçişi engelleyecek şekilde kullanamaz; Türkiye Savaşan taraf ise; tarafsız devletlerin
ticaret gemileri düşmana yardım götürmemek şartıyla geçebilirler; savaştığı devletin gemilerine karşı Türkiye, her türlü hakkını kullanabilir.

Boğazlar çevresinde belirli bölgeler askerden arındırılmıştır.
Antlaşmanın öngördüğü düzene uyulmasını başkanının Türk olduğu bir komisyon denetleyecektir.

Lozan’da sağlanan sonucun yukarıda özetleyen yüz yıldaki gelişmelerin ışığında değerlendirilmesi halinde bunun büyük bir başarı olduğu görülecektir.
Gene de bu koşullar Türkiye’nin egemenlik hakları açısından kısıtlamalar getiriyordu.  Boğazlar Bölgesi askerden arındırılmaktaydı ve bu bölgenin
nasıl savunulacağı belli değildi.

Türkiye bu belirsizliğin giderilmesi ve egemenlik haklarının güçlendirilmesi için büyük bir diplomatik mücadele verdi. Yeni bir dünya savaşının yaklaşmakta oluşu ilgili ülkelerin Türkiye’nin talep ve beklentileri doğrultusunda yeni bir sözleşme imzalanmasını
kabul etmeleri sonucunu doğurdu.

20 Temmuz 1936 tarihinde İsviçre’nin Montrö kentinde, 20 Temmuz 1936 tarihinde Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere,Yunanistan, Japonya,Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya tarafından imzalanan Montrö Sözleşmesi özetle şu hükümleri içeriyordu:

Taraflar, Boğazlar’da ticaret gemilerinin geçiş özgürlüğü ilkesini kabul ederler.
Barış zamanında, ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun,
hiçbir formalite olmaksızın, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.
Bu gemiler transit geçerlerken, Sözleşmede öngörülen vergilerden ve harçlardan başka, hiçbir vergi ya da harç ödemeyeceklerdir. Savaş zamanında, Türkiye savaşan taraf değilse, ticaret gemileri, bayrak ve yük ne olursa olsun, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.

Savaş zamanında, Türkiye savaşan tarafsa Türkiye ile savaşta olan bir ülkeye bağlı olmayan ticaret gemileri, düşmana hiçbir biçimde yardım etmemek koşuluyla, Boğazlar’da geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır. Bu gemiler Boğazlar’a gündüz girecekler ve geçiş, her seferinde, Türk makamlarınca gösterilecek yoldan yapılacaktır.
Barış zamanında, hafif su üstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemiler bayrakları ne olursa olsun, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.
Yukarıdaki fıkrada belirtilen sınıflara giren gemiler dışında kalan savaş gemilerinin ancak Sözleşmede öngörülen özel koşullar içinde geçiş hakları olacaktır.
Karadeniz’e kıyıdaş Devletler, Sözleşmede öngörülen tonajdan yüksek bir tonajda bulunan savaş gemilerini Boğazlar’dan geçirebilirler; ancak bu gemiler Boğazlar’ı ancak tek başlarına ve ençok iki torpido eşliğinde geçerler.
Karadeniz’e kıyıdaş Devletler, bu deniz dışında yaptırdıkları ya da satın aldıkları denizaltılarını, tezgaha koyuştan ya da satın alıştan Türkiye’ye vaktinde haber verilmişse, deniz üslerine katılmak üzere Boğazlar’dan geçirme hakkına
sahip olacaklardır.

Söz edilen Devletlerin denizaltıları, bu konuda Türkiye’ye ayrıntılı bilgiler vaktinde verilmek koşuluyla, bu deniz dışındaki tezgahlarda onarılmak üzere de Boğazlar’dan geçebileceklerdir. Gerek birinci gerek ikinci durumda, denizaltıların gündüz ve su üstünden gitmeleri ve Boğazlar’dan tek başlarına  geçmeleri gerekecektir.

Savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi için, Türk Hükümetine diplomasi yoluyla
bir önbildirimde bulunulması gerekecektir. Bu önbildirimin olağan süresi sekiz gün olacaktır; ancak, Karadeniz kıyıdaşı olmayan Devletler için bu sürenin 15 güne çıkartılması öngörülmüştür.

Boğazlar’dan transit geçişte bulunabilecek bütün yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek toplam tonaji 15.000 tonu aşmayacaktır. Bununla birlikte, bu kuvvetler 9 gemiden çok gemi içermeyeceklerdir. Boğazlar’da transit olarak bulunan savaş gemileri, taşımakta olabilecekleri uçakları hiçbir durumda, kullanamayacaklardır. Karadeniz kıyıdaşı olmayan Devletlerin barış zamanında bu denizde bulundurabilecekleri toplam tonaj aşağıdaki gibi sınırlandırılmıştır.

Sözü geçen Devletlerin toplam tonaji 30.000 tonu aşmayacaktır; Karadeniz’in en güçlü donanmasının tonajı işbu Sözleşmenin imzalanması tarihinde bu denizde en güçlü olan donanmanın tonajini en az 10.000 ton aşarsa 30.000 tonluk toplam tonaj aynı ölçüde ve ençok 45.000 tona varıncaya değin arttırılacaktır.

Karadeniz’e kıyıdaş olmayan Devletlerden herhangi birinin bu denizde bulundurabileceği tonaj, yukarıdaki toplam tonajin üçte ikisiyle sınırlandırılmış  olacaktır.
Bununla birlikte, Karadeniz kıyıdaşı olmayan bir ya da birkaç Devlet, bu denize insancıl bir amaçla deniz kuvvetleri göndermek isterlerse, toplamı hiçbir varsayımda 8.000 tonu aşmaması gerekecek olan bu kuvvetler, Sözleşmede öngörülen önbildirime gerek duyulmaksızın, belirli koşullarda Karadeniz’e girebileceklerdir.

Karadeniz’de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan Devletlerin
savaş gemileri bu denizde 21 günden çok kalamayacaklardır.

Uluslararası Komisyon’un yetkileri Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilmiştir.
Bu hükümlerin de gösterdiği gibi, Montrö Sözleşmesi Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını daha da geliştirmiştir.