Kategori arşivi: SİZİN İÇİN SEÇTİKLERİMİZ

Bizim yazdıklarımız, oluşturduklarımız dışında değişik kaynaklardan alarak paylaşılmasını uygun bulduğumuz dosyaları içermektedir.

Makroevrenden Mikroevrene.. 10^44 Mertebelik Bir Spektrum

44_mertebeli_makro_ve_mikro_evren_ae_

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamız çok ilginç bir sunu paylaştı..
Artık kendisini bu siteden de çok iyi tanıyorsunuz..
Savunma Sanayisi Eski Müsteşarı,
Nükleer Fizik uzmanı,
ADD Bilim Danışma Kurulu Başkanı..

“Boyut” kavramının ne denli görece olduğu bundan daha iyi nasıl anlatılabilir?

Evrende “ölçebildiğimiz” kadarıyla 10^44 (10 üssü 44) büyüklüğünde bir spektrum içinde yer almakta tüm canlı ve cansız oluşumlar, nesneler..

Mikroevrenden, makroevrene..

Metrolojiye (Ölçümbilim) teşekür borçluyuz..

Evreni, yaşamı anlama çabamızda da hiç kuşkusuz BİLİM en gerçek yol göstericimiz olacak..

Önce merak edeceğiz.. Merak etmeyi öğreneceğiz..

Dolayısıyla soru soracağız : Neden, niçin, nasıl ??

Sonra da artık evrenselleşmiş bilimsel yöntemle gözlem ve deneye dayalı, ölçmeye-matematiğe dayalı olarak bilimsel bilgi üreteceğiz..

Evreni daha iyi tanıyacak, onunla daha çok uyum sağlayacak ve daha mutlu olacağız bu sayede..

Reçete bu..

Ne mistik, ne ilahi.. Somut, gözlenir ve sınanır durumda.
Üstelik Ay’a iniş ve Mars’a inişle de bilimsel bilgimiz ve bilimsel yöntembilimimiz (metodolojimiz) sınavı başarmış durumda..

Sevgi ve saygı ile.
9.8.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

KEMALİST DİKTATÖRLÜK KONUSU

KEMALİST DİKTATÖRLÜK KONUSU

Dr. Doğu Perinçek

(Aydınlık gazetesi,7 Mart 2012)

Her devlet, kaçınılmaz olarak diktatörlükdür. Bizim gibi ülkelerde, ya emperyalizmin ve gericiliğin halk üzerindeki diktatörlüğüdür. Ya da halkın emperyalizm işbirlikçiliği ve Ortaçağ gericiliği üzerindeki diktatörlüğüdür. Bunun istisnası yoktur.

Demokrasi de diktatörlüktür.

Demokrasi de bir devlet ve hükümet biçimi olarak diktatörlüktür; başka bir şey olma şansı yoktur. Demokrasi,halk sınıflarının krallığı ve senyörlüğü yıkıp temizleyen diktatörlüğüdür. Fransız devriminin giyotinleri, demokrasi için çalışmıştır. Washington’un, Cromwell’in süngüleri de.

Demokrasinin doğru tanımı.

Türkiye tarihinde demokrasiyi en doğru tanımlayan Atatürk olmuştur:

“Türkiye, şeyhler, müritler, dervişler, mensuplar ülkesi olamaz”.

Bu programı hayata geçirdiniz mi, halk özgürleşir ve halk hakimiyetinin koşulları oluşur. Atatürk’ün demokrasi tanımı, Asya’dan Avrupa’ya, Afrika’dan Amerika’ya yedi iklimde geçerli ve bilimseldir.Bu tanım, aynı zamanda Ortaçağ kurum ve ilişkilerine karşı diktatörlük tanımıdır ve dünyanın her yerinde, bütün demokrasilerde uygulanmıştır. Adam gibi uygu-layanlar, demokrasiyi kurmuş ve pekiştirmiştir.

Yarım bırakanlar, tekrar emperyalizmin denetimine girmiş ve tasfiye edemediği
Ortaçağ sınıflarının diktatörlüğü altına düşmüştür. İşte Türkiye!

Adam gibi uygulayanlara örnek, Washington önderliğindedeki Amerikan İstiklal savaşı, Robespierre’in Fransız Devrimi ve Mao’nun Çin Devrimi’dir. Hepsinin geldikleri yerler ortadadır. Atatürk de bunu yaptı ama tamamlayamadı.

Örgütlü ve özgür toplum

Demokrasiyi, halkın örgütlü olması diye tanımlarsak eksik ve yanlış olur. Çünkü, halkı kimin örgütlediği önemlidir. Bugün ABD’den İngiltere’ye ve Ezilen Dünya’daki Amerikancı diktalara kadar, gerici devletler de halkı örgütlüyor. NGO’lar da sarı sendikalar da, cemaatlar da, tarikatlar da halkı örgütleyerek kontrol altına alıyorlar. O nedenle demokrasinin örgütlü halkı, emperyalizmin boyunduruğundan ve Ortaçağ ilişkilerinden kurtulmuş özgür kalktır.

Bu nedenle demokrasinin tarihsel ve toplumsal özü, bağımsızlık ve Ortaçağ’dan kurtuluş anlamında özgürlük ve laikliktir. Laiklik, halk egemenliğidir.

Demokrasi teorisinin kurucuları

Bu yazılanlara sakın “teorik laflar” diye burun kıvırmayınız. Bunlar, Sümerlerden
bu yana sınıflı ve devletli toplumların 5 bin yıllık tecrübesidir. Bu tecrübeyi
ilk özeteyenler Marx ve Engels değil, Guizot, Thierry ve Mignet gibi 19.yüzyılın burjuva liberal tarihçileridir.

Liberal-Sosyal Fransız Tarih Okulu diye anılırlar ve çağdaş tarihçiliğin tartışılmaz kurucularıdır.

Ama onlardan önce bizim İbn Haldun’umuz var. 1332-1406 yılları arasında yaşayan
bu büyük alim, o sırada Asya’nın her yerinde hükümran olan Türk devletlerinin ve emirliklerinin tecrübelerini de inceleyerek çağdaş devlet teorisinin esaslarını
daha 14. yüzyılda keşfetmiştir. Devletlerin asabiye bağlarını (kabile bağlarını) tasfiye ederek kılıçla kuruluşunu ve sınıfsal kılıçla yaşayışını bilimsel ölçülerde teorileştirmiştir. Çağdaş demokrasiyi anlamak için, devleti anlamak gerekir.

Hatta 8.yüzyılın Orhun Yazıtları’nı inceleyiniz, orada feodal devlet kuruculuğunun
çok açık yürekli açıklamalarını bulursunuz. 11. yüzyılın Kudatgu Bilig’i ve Siyasetname’si öyledir. Yusuf Has Hacip ve Nizamül-mülk, yüzyılın Machiavelli’sinden önce feodal devletin özünü ortaya koymuştur. Hepsinin temeli, yüzyılların Pers devleti teorisini aktaran Şahnamelerdir. Hepsinin şahı ise Firdevsi’nin Şahname’sidir.
23 yıl yazmış, 1004 yılında son noktayı koymuştur.

Kemalist Devrimin demokrasisi

Kemalist yönetim, tıpkı Fransız ve Amerikan demokratik devrimleri gibi, Ortaçağ gericiliği üzerinde diktatörlüktür. Türkiye’de demokrasi adına ne yapılmışsa o zaman yapılmıştır. 27 Mayıs Devrimi, o çizgide bir atılım olarak, özgürleştirici bir Anayasa ve siyaset ortamı getirmiştir. Türkiye’nin demokrasi süreci, 12 Mart 1971 darbesiyle kapanmıştır.

Karşı devrim diktatörlüğü

12 Eylül 1980’den ve hele 3 Kasım 2002’den sonra yaşadığımız ise emperyalizmin ve gericiliğin demokrasi üzerindeki diktatörlüğüdür. Şu sırada faşizme doğru gitmektedir. Suriye seferi belirleyici olacaktır.

Özellikle gazetemizin ekonomi yazarları ve bazı sol partiler için söylüyorum :
Bugün Türkiye’deki diktatörlük; ABD, Almanya veya Japonya’daki türden “sermaye sınıfı” diktatörlüğü değildir.

Sıcak para diktatörlüğü

Türkiye’deki diktatörlük 1980’lerden beri emperyalizmin güdümlü mafya-tarikat diktatörlüğüdür. Mafya da kuşkusuz işbirlikçi sermayenin çok dar bir bölümüdür;
ama çok dar bölümü!

Tanımlarsak: Sıcak para komisyoncuları, borsa vurguncuları, hortumcular ve tarikat rantçılarından oluşmaktadır. Üretimle uğraşan sanayici ve tüccar, hakim sınıfların kenarlarına sürülmüştür. Bu olay, çok ama çok önemlidir. En büyük 100 zengin listesindeki değişiklikler ve “sanayici” kılıklı büyük holdinglerin gelirlerinin
% 80’ine yaklaşan faiz kalemleri, bu sürecin göstergeleridir. Türkiye’deki işbirlikçi para babalarının diktasına, kısacası Sıcak Para Diktatörlüğü denebilir.
Çünkü, “sıcak para” bu hakim sınıfın hayat damarıdır.

Sıcak para diktası nasıl yıkılır?

Eğer, Sıcak Para Dikta’sından kurtulmak istiyorsak, o mafyanın kenarlara sürdüğü sanayiciyi ve tüccarı onlardan ayırmak ve mümkün olduğu kadar kazanmak durumundayız.
Bu mümkündür, çünkü Sıcak Para Diktası, ülke üretimi için bir cendereye dönmüştür. Mafya diktatörlüğü, işçi, köylü ve küçük sermaye ve diğer emekçi sınıflar yanında, tüccar ve sanayici üzerinde de diktatörlüğünü kurmaktadır.

Milletin/halkın devrimci demokrasisi

Geldiğimiz bu tarihsel durakta, demokrasinin bir millet ve halk diktatörlüğü olduğunu anlamayan budalalıklarda direterek, demokrasiyi sıcak paranın ayakları altından kurtarma şansı yoktur. Ve kurtarılacak “demokrasi”, Kemalist Devrim ve 27 Mayıs Devriminden kalan ne varsa, odur: Özgür ve başı dik yurttaş!

Türkiye’de demokrasinin kurtuluşu, ancak Kemalist Devrimi katillerinin elinden kurtararak başlar. Milletin / halkın demokrasisi, ancak Haçlının millet düşmanı
mafya-tarikat” ilişkilerinin kararlı olarak tasfiyesiyle ilerler. Türkiye’yi etnik, mezhepsel, cemaat eksenli ilişkilerden temizleyerek ve halkın yönetimini sağlayacak olan budur.

Türkiye’de demokrasi, artık ya devrimcilikle kurulur ya da hiç kurulmaz.
========================================

Sn. Dr. Doğu Perinçek’e bu son derece yerinde ve çok öğretici irdelemesi için teşekkür borçluyuz.
Üstelik tutsaklığının 4. yılında, son derece olumsuz, kabulü olanaksız, insan onurunu hiçe sayan hücre koşullarında, hiçbir donanımı olmadan.. Örn. kütüphanesiz ve bilgisayarsız.. Elle yazarak.. Aşkolsun çocuk derler ya.. İşte öylesine.. Bugünler de geçecek.. Türk halkı bir kez daha demokratik devrimini yapacak ve Kemalist devrimi tamamlayacak.. Buna mahkum..

Sevgi ve saygı ile. 9.8.12

Dr.Ahmet Saltık, www.ahmetsaltik.net

Hakkari’de verdiğimiz 8 şehidin düşündürdükleri

Hakkari’de verdiğimiz 8 şehidin düşündürdükleri

Dr. Onur Öymen

Hakkari’de 8 şehit daha verdik.

İçimiz kan ağlıyor.

Bölgede terörist saldırılar sürüyor.

Açılım politikalarının, Oslo görüşmelerinin sonuç vermediğini, terörü büsbütün azdırdığını kabul etmek için daha kaç şehit vermemiz gerekiyor?

Hükümet, Irak Hükümetinden Kuzey Irak’taki terör örgütünü tasfiye etmediği için niçin
hesap sormuyor?

Her gün çok sayıda şehit vermemize rağmen Amerika niçin hala Türkiye’nin PKK’yı Kandil’den tasfiye etmesine karşı çıkıyor?

Niçin hiçbir gazetecimiz bu soruyu Amerikalı yetkililere soramıyor?

Genelkurmay niçin Amerika’nın izni olmadan Kandil’e operasyon yapamayacağımızı söylüyor?

Irak’ı Amerika’nın egemenliği altındaki bir ülke gibi mi görüyoruz?

Muhalefet, Meclisin verdiği yetkiye rağmen Hükümetin Kuzey Irak’a niçin hala kapsamlı bir kara operasyonu yapamadığını sormak için ne bekliyor?

Hala Meclis’te Komisyon kurarak, akil adamları toplayarak terörü bitirebileceğimizi düşünenler var mı?

Onbinlerce vatandaşımızın canını alan terörün, Kürtçe’nin eğitim dili olmaması, anayasamızda Türk kelimesi bulunması gibi gerekçelerden kaynaklandığuına inanmak
mümkün mü?

Dışişleri Bakanının Barzani’yi Erbil’de ziyaret etmesinden hemen sonra bu son saldırının gerçekleşmesi acaba bir tesadüf mü?

Belli ki, Barzani ya terörü önlemek istemiyor veya buna gücü yetmiyor.

Kuzey Irak’ta terörü önleyemeyen Barzani’den Suriye’nin Kuzeyindeki terörün önlemesini beklemek gerçekçi mi?

Bu olumsuzluklar ve felaketler yaşanırken kendimize her fırsatta öğünme payı çıkartmak
doğru bir yaklaşım mı?

Dışişleri Bakanı’nın bu ortamda, Erbil’den Kerkük’e geçmesi, tarihimizde yaşanmamış bir başarı öyküsü gibi sunulmak isteniyor.

Oysa Rafet Ballı’nın hatırlattığı gibi, 1955’te Başbakan Adnan Menderes ve Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü, 1967’de Başbakan Süleyman Demirel, 1967-68’de Cumhurbaşkanı
Cevdet Sunay, 1976’da Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, 1977’de tekrar Başbakan
Süleyman Demirel Kerkük’ü ziyaret etmişlerdi.

Üstelik Davutoğlu gibi Barzani’nin izniyle değil, meşru Bağdat hükümetinin davetlisi olarak.

Şimdi böbürlenmenin değil sonuç alıcı politikalar üretmenin ve uygulamanın zamanıdır.

Bu ortamda siyasetçilerin bu soruları dile getirmekten çekinmeleri,
sorumluluğu paylaştıkları anlamına gelir.

Bu Cumhuriyet dış baskılara korkusuzca direnen insanlar tarafından kuruldu.

Terör şehitlerimiz korkmadan canlarını vererek Cumhuriyeti savunma görevleri yaptılar.

Beyzbol sopasından korkanlar maça çıkmasın.

Saygılar, sevgiler.
5.8.12

KARDEŞLİK HUKUKU

KARDEŞLİK HUKUKU

RİFAT SERDAROĞLU
rifatserdaroglu@gmail.com
twitter.com/rifatserdaroglu
0 532 211 00 11

Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milletinin birliğini temsil eder. Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir. (Anayasa md. 104)

Cumhurbaşkanı Gül, Ankara turu sırasında şunları söyledi;

“Günü geldiğinde de biz kendi aramızda otururuz, konuşuruz ne yapılacaksa en doğrusunu hep beraber yaparız. Ayrıca şunu sizler de biliyorsunuz, bir kez daha hatırlatmak isterim herkese. Sayın Başbakan Tayyip Bey ile olan arkadaşlığımız, ilişkilerimiz kardeşlik hukukunun da ötesindedir…”

Bu sözler, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir kabile devleti, bir çadır devleti gibi yönetildiğinin en açık ifadesidir.

Cumhurbaşkanı ile Başbakan, ister oturarak, ister ayakta durarak, ister yatarak konuşsunlar, hukuk devletinde ikisi arasındaki resmi ilişkinin sınırları Anayasa
ve yasalarla çizilmiştir.

Bu çizgilerin aşılması veya yok sayılması tümüyle cehalet ve çapsızlık örneği olur.
Cumhurbaşkanlığı makamını “Devremülk Yazlık Ev” sananlar, neredeyse biraz ben oturayım, sonra sen gene oturursun, daha sonra da çocuklar gelsinler, diyecekler!…

Birbirlerinden kaçırmaya çalıştıkları koltuk, babalarından bu ikiliye miras kalmamıştır. O makamın sahibi Türk Milletidir. Türk Milletinin bu kez kendisinin seçeceği bir makam için, iki sene önceden pazarlık ve polemik yapmak, Türk Milletine yapılabilecek en büyük hakarettir. Bu da kimsenin haddi değildir.

Gelelim aralarındaki “özel hukuka…”

Cumhurbaşkanı Gül;

“Tayyip Beyle arkadaşlığımız, ilişkilerimiz, kardeşlik hukukundan da ileridir” demektedir.

Kardeşlik Hukukundan daha ileri bir yakınlık ne olabilir? İnsana, kardeşinden daha yakın kim olabilir? Sevdiği, eşi desek bildiğimiz kadarıyla bunlar arasında öyle bir ilişki yok !…

Aile Hukuku desek, iki Sayın Hanımefendi’nin birbirlerinden hiç haz etmedikleri,
Emine Hanımın eline ilk fırsat geçtiği anda gereğini yapacağını bilmeyen yok!..

Bir zamanlar Beşşar Esad’a da “Aile Hukuku” kapsamında yaklaşmışlardı.
Şimdi Esad, Esed oldu, neredeyse adamın ipini bizimkiler çekecek…

O zaman, kardeşlik hukukundan daha ileri olan hukuk nedir? Ne olabilir?

“Menfaat Hukuku” veya “İhanet Hukuku” olabilir mi? Olamaz, olmamalı…

Devletin 1 ve 2 numaralı koltuklarında oturan bu ikilinin “menfaat” veya “ihanet” ilişkileri içinde olmaları düşünülebilir mi? Elbette düşünülemez, düşünülmemeli !…

“Tarikat Hukuku”, “Cemaat Hukuku”, “Şeriat Hukuku” olabilir mi?

Lâik Cumhuriyeti koruyacağına, “namus ve şeref” üzerine yemin eden bu ikili için bence olamaz, olmamalı…

O zaman Sayın Cumhurbaşkanı, “Kardeşlik Hukuku”ndan daha ileri olan ilişkinin adını ve sebebini Türk Milletine açıklamak zorundadır.

Bu ilişki nedir ki, Cumhurbaşkanı seçmek için oy kullanacak Türk Milletini yok sayacak kadar önemlidir?…

Hz. Adem ile Hz. Havva’nın büyük oğulları Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürmesine aralarındaki “kardeşlik hukuku” engel olamamıştı.

Danışmanlar kanalıyla yürütülen bu kavganın, ileride Kabil-Habil kavgasını aşacak
bir konuma dönüşmemesi ve bizleri üzecek bir sonuca varmaması için bu
“Özel Hukukun” mutlaka Türk Milleti tarafından bilinmesi gerekir.

Haydi Sayın Cumhurbaşkanı;

Oturun ve bize anlatın. Nedir bu meselenin gerçeği?…

Sağlık ve başarı dileklerimle.

07 Ağustos 2012

Tarihe tanıklık etmeye ve içimizdeki hainleri tanımaya çağrı..

Dostlar,

Çok hoş hazırlanmış bir sunu..

Emek veren ve dağıtan arkadaşlara teşekkür ediyoruz..

Özenle okuyalım ve paylaşalım diyorum..

Sevgi ve saygı ile.
7.8.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================================

TURK_HALKINI_TARIHE_ TANIKLIK_ ETMEYE_VE_ ICIMIZDEKI_ HAINLERI_ TANIMAYA_ CAGIRIYORUZ

EMPERYALİZME KARŞI ÇIKMAK

EMPERYALİZME KARŞI ÇIKMAK

Suay Karaman
İlk Kurşun Gazetesi, 6 Ağustos 2012

6 Ağustos 1945 sabahında Amerika Birleşik Devletleri’ne ait ‘Enola Gay’ adlı B-29 savaş uçağından Japonya’nın Hiroşima kentine ‘Little Boy’ (küçük oğlan) adı verilen 14 kilo ton gücünde olan Uranyum 235 tipi atom bombası atıldı.

İkinci Dünya Savaşı’nın son aşamasında yapılan Hiroşima’ya atom bombası saldırısı, ABD’nin insanlığa karşı yaptığı toplu katliamlardan biri olarak tarihe geçmiştir.
ABD istihbarat birimleri önceden Japonların hayat ve hareket tarzlarını araştırarak, onların en çok dışarıda oldukları saati saptamıştır. Buna göre saldırı saati sabah 08.15 olarak kararlaştırılarak, bombalama eylemi yapılmıştır.

Saniyenin on binde biri kadar kısa bir sürede gerçekleşen patlamanın ilk etkisi gözleri kör eden bir ışıktı. Ardından gelen yaklaşık 300.000 derecelik ısı etkisi, 3 km çapındaki her şeyin yanmasına neden oldu. Daha sonra ise patlamanın etkisiyle başlayan ve saatte 1800 km hızla esen alev rüzgarı, çevredeki tüm yapıları yıktı, ağaçları söktü. Ancak asıl kalıcı etkiyi, patlamadan birkaç dakika sonra başlayan bir yağmur gerçekleştirdi. Yağmur ile tüm radyoaktif serpinti bölgeye inmiş oldu. Saniyelerle ölçülebilecek bir zaman dilimi içinde Hiroşima’yı yok eden bu korkunç bombanın bilançosu, yaklaşık 150.000 ölü ve 100.000 yaralı olarak belirlenmiştir.

Hiroşima’ya atom bombası atan uçağın pilotu Albay Paul Tibbets (1915-2007), bu olaydan sonra her gece rahat uyuduğunu söylemiştir. Bu bombayı taşıyan uçağın adı, pilotun annesinin adından (Enola Gay Tibbets), bombanın adı ise, annesinin oğluna hitabından (Little Boy) gelmektedir. Emperyalist ABD, insanlığa karşı işlediği bu suçta kullandığı ‘Enola Gay’ adlı uçağı, hiç sıkılmadan ve utanmadan Ulusal Havacılık ve
Uzay Müzesi’nde sergilemektedir.

9 Ağustos 1945 günü ise saat 11.02’de Japonya’nın Nagazaki kentine ‘Bockscar’ adlı
B-29 savaş uçağından, ‘Fat Man’ (şişman adam) adı verilen 20 kilo ton gücünde olan Plütonyum 239 tipi atom bombası ile ikinci saldırı gerçekleştirildi.

Bu kentteki insanların daha önceden uyarılması, buradaki ölümlerin daha az olmasını sağladı. Nagazaki’ye atılan bombanın bilançosu yaklaşık 100.000 ölü ve 80.000 yaralı olarak belirlenmiştir. Ancak, her iki kentte de radyasyondan kaynaklanan ölümler
15 Ağustos 1945 tarihinden sonra görülmeye başlandı. Radyasyondan kaynaklanan ölümler, bombanın patladığı anda meydana gelen şok, ısı ve yıkım etkisiyle gerçekleşen ölümlerden çok olmuştur. Her iki atom bombasının atılmasından sonraki ilk beş yıl içinde bilanço çok acıdır. Radyasyonun toprak ve suyu kirletmesi sonucunda, yüz binlerce DNA hasarlı sakat insanın yanında, yaklaşık 350.000 ölü vardır. Bu iki kentte insan yaşamını hala etkileyen bu radyoaktif saldırılar, günümüzde bile Japonların genetik yapısında kendisini göstermekte ve bombanın atıldığı yerde herhangi bir şey yetiştirilememektedir. Bu sonuç, atom bombasının insanlık için ne denli tehlikeli
bir silah olduğunu ortaya koymaktadır.

İlk kez İkinci Dünya Savaşı sonlarında kullanılan nükleer silahlar için ABD’nin gösterdiği resmi gerekçe komikti :

“Almanya’nın teslim olmasından sonra Japonya’nın teslim olmasını sağlamak ve
İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdirmek.”

Ancak yaygın bir görüşe göre, atom bombası Sovyetler Birliği’yle başlatılan
soğuk savaş ilişkilerinde ABD’nin silah üstünlüğünü göstermek için kullanılmıştır.

Emperyalizmin öncüsü ABD’nin, 2. Dünya Savaşı’ndan günümüze insanlık suçları
çok ürkütücüdür.

1950-53 arasında yüz binlerce yurtsever Kore’liyi katletti.

1954’te binlerce Guatemala’lıyı öldürdü.

1956-59 arasında Küba’da 60.000 kişiyi, ABD’li danışmanların ve Batista’nın birlikte yürüttüğü operasyonlarda katletti.

1965’te Dominik’e paraşütçülerini indirerek, binlerce Dominik’liyi katletti.

1969-75 arasında Vietnam’da beş milyondan çok kişiyi ölü ve sakat bıraktı,
işkenceden geçirdi.

1973’te Şili’de CIA’nın düzenlediği darbe ile binlerce kişiyi katletti.

1975’te Arjantin’de faşist generallerle yaptığı işbirliği sonucu, binlerce kişi öldürüldü ve kayboldu.

1983’te Lübnan’a operasyon düzenlenerek, binlerce Lübnan’lı yurtsever katledildi.

1989’da Panama’ya asker çıkararak, binlerce Panama’lıyı öldürdü.

1991’de Irak’ın Kuveyt’e girişini bahane ederek, Irak halkına bomba yağdırdı ve
yüz binin üzerinde insanı katletti.

2001’de ise demokrasi getirme oyununu Afganistan’da sergiledi ve yüz binlerce insanın ölümüne ve yaralanmasına yol açtı. 2003’te yine Irak’ta yapılan katliamlar sonrasında yaklaşık bir milyon kişi öldürülmüştü.

ABD, demokrasi getirme adına sömürmek istediği ülkeleri işgal etmekte, bombalamaktadır.

Saddam’ın elinde nükleer silah var bahanesiyle, Irak’ta milyonlarca insana zulüm yapıldı. Daha sonra CIA, nükleer silah olmadığını açıkladı. Şimdilerde Suriye’nin elinde kimyasal silah olduğu söyleniyor. İsrail’in elindeki nükleer silahları görmeyen Hiroşima ve Nagazaki sabıkalısı ABD yönetimi, kendi yaptıklarının hesabını verememektedir.

Emperyalizme karşı çıkmak için, dünyada ilk kez atom bombasının atıldığı gün olan

6 Ağustos gününün, Emperyalizm Karşıtlığı Günü olarak ilan edilmesi gerekir.

Terörün destekçisi ABD’den yardım bekleyenlerin, yalakalık yapanların, ABD’ye şirin gözükmek isteyenlerin, ABD’nin sözünden çıkmayanların, delikten süpürülmekten korkanların emperyalizmin kirli yüzünden gereken dersleri çıkartabilmesi dileğiyle..

Terör Rezaleti ve Tayyip

Terör Rezaleti ve Tayyip

Emin Çölaşan
07/08/2012, Sözcü

Sevgili okuyucularım, bu hükümetin ülkemizde bize yaşattıklarını hep birlikte izlerken utanıyoruz, yüzümüz kızarıyor. Aczin, çaresizliğin bu kadarı olmaz ve hiçbir zaman da olmadı.

Şemdinli’de çatışmalar iki haftadan beri olanca hızıyla sürerken, İçişleri Bakanı
İdris Naim Şahin diyor ki; “Son 15 günde 13 hain öldürüldü…”

İsterse 500 hain öldürülmüş olsun. Toprağımızda tanklı toplu, helikopterli, jet uçaklı savaş yaşıyoruz.

Kardeşim, beni vatandaş olarak ilgilendiren, kaç teröristin öldürüldüğü değildir.
Kaldı ki, ben verilen o rakamlara da inanmam. Göstersenize o zaman cesetleri millete.
Önemli olan kaç teröristin öldürüldüğü değil, bizim her gün kaç karakolumuzun basıldığı ve kaç şehit verdiğimizdir.

Önemli olan bizim ülkemizde süregelen savaş durumudur.
Önce çok önemli bir konuyu belirtmek gerekiyor:
Ne acıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında güvenlik güçlerimizin halen
ayak basamadığı topraklar ve bölgeler var.

Oraları PKK’nın elinde.

X X X

Peki ama PKK oralara nereden sızıyor? Bu sorunun yanıtı gün gibi açık.
Kuzey Irak’tan, aşiret reisi ve oradaki Kürt devletinin başındaki Barzani denilen alçağın bölgesinden sızıyor.

Burada ben yazmaktan bıktım, belki siz de okumaktan bıktınız! Hep aynı şeyi söylüyorum:
Bu Tayyip’in vesairenin ağzından bugüne kadar bir kez olsun Barzani’ye karşı söylenmiş bir söz duydunuz mu?

Elbette ki duymadınız…

Çünkü Barzani ile ticari ilişkileri var. Onun sayesinde ticaret yapıp para kazanıyorlar.

Herifler oradan geliyor, vuruyor ve bize de şehit cenazeleri kaldırmak düşüyor.
Sonra da milletle alay eder gibi birbirlerine başsağlığı mesajları (!) gönderiyorlar.
Üstelik bazıları şehit cenazelerinde abdestsiz namaza durup oradan bile siyasi çıkar elde etme peşinde koşturuyorlar.

Bununla da yetinmiyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı olan çapsız şahıs,
daha birkaç gün önce adına Barzani denilen o herifin ayağına girip yalvarıp
yakarmadı mı?

Barzani denilen utanmaz herif dün bir çağrıda bulundu!

“İki taraf da ateşkes kararı alsın, kavgaya son verilsin.”

Tayyipgillerin dostu vallahi böyle dedi, billahi böyle dedi!
X X X
Tayyip televizyona çıkıp yine boyundan büyük lâflar etmiş:

“Terör örgütünün iplerini elinde tutan düşman ülkeye haddini bildirecek güçteyiz!”

Düşman ülke kim?
Terörü topraklarında besleyen Kuzey Irak değil, yeni düşmanımız (!) Suriye.
Daha düne kadar Esad’la birbirlerini ziyaret eder, karılı kocalı öpüşüp koklaşırlardı.

Ne oldu da “Düşman” olduk?
Hiçbir şey olmadı. Sadece ABD’den emir geldi:
Biz Esad’ı devireceğiz, sen de hazır ol Tayyip.
Bizimki derseniz ABD’nin emir kulu, kraldan fazla kralcı.
Hemen zıpladı ve posta koymaya soyundu.

Onun ağzına bir parmak bal daha çaldılar:

“Bak Tayyip, Esad’la birlikte Suriye’deki laik rejim de devrilecek. Sizin sınır boylarında İslamcı Müslüman Kardeşler örgütü egemen olacak. Senin İslamcı yandaşlar yanıbaşına çöreklenince işin iştir yani!”

Fakat gelin görün ki, işler ters tepti ve 800 kilometrelik Suriye sınırımızın büyük bölümünde yönetim, Barzani’nin yönlendirdiği Kürt teröristlerin eline geçti. Bu durumda Tayyip’in tepesi attı ama yapacağı bir şey yoktu. İş işten geçti, bozuntuya vermiyor!
İşte o yüzden Davutoğlu Ahmet isimli Hariciye Nazırını Kürt Barzani’nin ayağına yolladı, yalvarıp yakarmasını sağladı.

Atalarımız “Güleriz ağlanacak halimize” demiş, işte tam öyleyiz.
Devletimizi ve milletimizi dünyaya rezil ettiler.

X X X

Dün BBC’nin bir haberi vardı. Esad rejimine karşı mücadele veren Suriyeli Thwaiba Kanafani isimli bir kadın Adana’da BBC’ye şöyle diyordu:

“Türkiye’de bizim gibiler için özel eğitim programı düzenleniyor. Türk Ordusu’nun yönettiği bazı gizli merkezler var. Pek çok insan bu gizli merkezlerde eğitim alıyor. Profesyonel silah eğitimi alıyorsunuz. Gerçekten zor bir şey. Buralarda Suriyeli gerillalalara (Esad karşıtlarına) askeri destek ve haberleşme olanakları sunuluyor.”
Merkez Adana’da kurulmuş. Kadının doğru söyleyip söylemediğini elbette bilemeyiz.

Gerçi Tayyip hükümeti bunları yalanlıyor ama!..

Eğer BBC’nin haberinin bir parçası bile doğruysa, bütün dünyaya rezil oluruz…
Ve eğer Tayyip, iç siyaset propagandası uğruna Türk ordusuna Suriye’ye girme emri verirse, daha beter rezil oluruz…

Çünkü Ortadoğu bölgesindeki pislik yuvasına, bok çukuruna, ateş çemberine bir kez girersek, bir daha çıkmamız asla mümkün olmaz. Sonra Tayyip’i Obama bile kurtaramaz.
Sen gireceksen, eğer sıkıyorsa, eğer ABD’den izin alabilirsen Kuzey Irak’a, terörün ana üslerine gir!

Sen bu ülkede bütün ulusal kavramları yok edeceksin, şimdi yeni anayasadan
“Türk” sözcüğünü çıkarmak için öneride bulunacaksın, okul kitaplarından Atatürk’ü çıkaracaksın, ulusal bayram kutlamalarını defterden sildireceksin, şimdi de karşımıza Suriye oyuncağını süreceksin!…

Sen kimsin, nesin!

Sen kendini yerlerin ve göklerin yaratıcısı ve tek hakimi olarak mı görüyorsun!

Gülerler sana, gülerler!

* * *

ATATÜRK’ÜN KIZLARI OLİMPİYATTA

Kadın voleybol milli takımımız çok şanssız maçlarla elendi. Oysa onlar olimpiyat kürsüsüne çıkmayı hak etmişti. Böylesine deneyimli ve iyi bir takım -ABD maçı hariç-
o maçları nasıl verdi, anlayamadık. Brezilya ve Çin yenilgileri unutulacak gibi değil.
Oysa her konuyu bilen Tayyip onlara baba nasihatı vermiş, “Bloklara dikkat edin” demiş ve ardından eklemişti: “Ben ve Eminanım sizin için dua ediyoruz!”

Demek ki, bunların duası mübarek Ramazan gününde bile tutmuyormuş.

Şimdi kadın basketbol milli takımımız harikalar yaratıyor ve çeyrek finale kaldık.
Burada bir şey söyleyeyim, voleybolcularımız medyada vurgulandığı gibi

“Filenin sultanları” değil.

Basketbolcularımız “Potanın perileri” değil.

Onlar ve bütün kadın sporcularımız “Atatürk’ün kızları.”

Başta bugün kürsüye çıkmasını beklediğimiz Nevin Yanıt olmak üzere kadın atletlerimiz, judocularımız, atıcılarımız, yelkencilerimiz, okçularımız, yüzücülerimiz, haltercilerimiz ve hepsi “Atatürk’ün kızları.”

Eğer Atatürk olmasaydı, o devrimleri yapmasaydı, şimdi onlar da sıkmabaşa bürünmüş olarak İran, Suudi Arabistan, Pakistan, Bangladeş, Mısır, Malezya ve tüm İslam ülkelerinin kadınları gibi evde oturup kocalarının eline bakıyor olacaktı.

Olimpiyatta derece almış veya almamış olsun,

“Atatürk’ün bütün kızlarını” kutluyorum.

Paralı askerlik.. Gelir ve gider..

30 bin TL’yi bulan vatan hizmetini yapmıyor..
Bulamayan ise vatan hizmetine gidiyor ama tabut içinde dönüyor..
Bir de “vicdani redcilerimiz” var..
Akla ve adalete dayanmayan bir düzen sürdürülebilir mi?
Ne getirir? Çöküş..
Sevgi ve saygı ile. 7.8.12,
Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

SİVİLLER ASKERLERDEN, KADINLAR ERKEKLERDEN CESUR..

SİVİLLER ASKERLERDEN, KADINLAR ERKEKLERDEN CESUR..

Türker Ertürk
İLK KURŞUN, 07 Ağustos 2012

Geçtiğimiz Cuma günü Atatürk’ün manevi kızı Ülkü Adatepe’nin Teşvikiye Camii’nde son yolculuğuna uğurlamak üzere yapılan cenaze törenine katıldım. Ülkü hanım ailece tanıdığım, evimde bile misafir ettiğim büyüğüm, dostum ve Gazi’nin bize bir yadigarı olarak çok sevdiğim bir insandı. Allah’tan rahmet kederli ailesine başsağlığı ve uzun ömür diliyorum.

Cenaze töreni öncesi ve sırasında yaptığım tespitleri sizlere nakletmek isterim.
Askerlerin cenaze törenine katlımın seviyesi daha yüksek olmalıydı!

Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısı mazeret olamazdı. Ülkü Adatepe’nin kişiliğinde
Atatürk’ün her şeyine sahip çıkma iletisi toplum için çok önemliydi. Törene katılan askerler ise general-amiraller de dahil olmak üzere moralsiz, kendine güven duymayan, omuzları çökük, ürkek ve nerede duracağını kestiremeyen bir görüntü veriyorlardı.
Hiç değilse
en kıdemlisi tabutun başına gelmeli ve cenaze namazını orada kılmalıydı.
Cenaze namazı sonrası dua ettiren ve helallik alan hoca efendi bütün dünya alemi
3000 yıl öncesine giderek saymasına rağmen, bir türlü Atatürk’ün adı aklına gelmedi.
Ki o insan, hem Cumhuriyetimizin kurucusu hem de cenaze namazı kılınan merhumenin manevi babası olmasına rağmen. Bunun tek bir izahı vardı, hoca efendi kötü niyetliydi.

Demokratik haklar kullanılmalı!

Hemen yanı başımda bulunan yurtsever ve duyarlı bir beyefendi her iki elini ağzının yanına getirerek “Hoca efendi Atatürk’ümüzü anmayacak mısın?“ diye bağırdı.
Bunun üzerine protesto ve bağrışmalar başladı ve hoca hemen durumdan vazifesini çıkardı ve Atatürk’ü zikreden ve sonu ruhlarına Fatiha ile biten duasını yaptı.
Eğer tepki olmasaydı bunu da yedireceklerdi. Bu nedenle eğer hakkınızı almak ve
ülkenize sahip çıkmak istiyorsanız her yerde ama her yerde demokratik haklarınızı
sonuna kadar kullanın, sesinizi çıkarın, protesto edin ve direnin.

Atatürk’ün adının söylenmemesi üzerine protestoları başlatan ilk itirazın askerlerden veya kameralara çok yakın olarak konuşlanan ve tabutun etrafını saran CHP’lilerden beklerdim.

Cuma günü Ülkü Adatepe’yi defnettik ertesi günü ülkenin gündemine bomba gibi
bir haber düştü. Hatta bomba ülkenin üstüne düştü dersek daha doğru olur.

YAŞ, Balyoz ve öbür davalardan tutuklu ama hüküm giymemiş, masumiyet karinesine göre suçsuz sayılan 40 general ve amirali emekliye ayırdı.

Bu çok açık olarak bir tasfiye hareketidir.

Ama nasıl bir tasfiye hareketi bunu iyi teşhis etmek gerekir. Çünkü iyi niyetle de tasfiye hareketi yapılabilir. Örneğin gençleştirmek veya daha liyakatlileri yönetime getirmek için.

Karşı devrim sürecindeyiz

Burada durum çok farklı! Halen Türkiye Cumhuriyeti Büyük Ortadoğu Projesi’ne yönelik olarak dönüştürülmek maksadıyla sivil darbe veya karşı devrim olarak adlandırılabilecek sürecin içindedir.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin itibarsızlaştırılması, Ergenekon, Balyoz, Casusluk-Fuhuş-Şantaj gibi davalar karşı devrim sürecinin operasyonlarıdır.

Örneğin Balyoz davasına ait iddialar ve arkasındaki tüm uydurma deliller çürütülmüştür. Kanıt diye ortaya konanların hepsi kes-yapıştır türü dijital terör unsuru belgelerdir.

Her şey bu kadar aşikarken YAŞ üyesi askerler operasyonlar nedeniyle tutsak olan
silah arkadaşlarına ihanet etmişlerdir.

Bu köşeyi takip edenler okumuşlardır “ Geleceğini biliyordum “ başlıklı yazımı.

Burada anlatmıştık yüreği vatan sevgisi ile dolu Mehmetçiğin siperden fırlayarak
ve yaşamanı hiçe sayarak nasıl arkadaşının yardımına gittiğini. Ya siz! Ayak bağı oluyor, terfi sorunları yaşanıyor diye mi vurdunuz bu komutanları. Yoksa acı çekmesinler diye mi bitirdiniz işlerini.

Siz bu silah arkadaşlarınızı ölümüne savunmalıydınız.

Çünkü bu operasyonlar karşı devrim için, Büyük Ortadoğu Projesi’nin realizasyonu için, Türkiye’yi Suriye ve İran’la savaştırmak ve bölgede taşeron yapmak için, ülkemizi bölmek ve federasyon haline getirmek için, Türklüğü bu coğrafyadan
bir şekilde silmek için, kukla Kürt Devleti için, ılımlı İslam için ve yeni anayasa için çok gereklidir.

Majestelerinin muhalefeti

Bu tasfiye aynı zamanda TSK’daki liyakat sistemini de bozmaktadır.

Bazı komutanlar yarışmadan, rakibi olmadan terfi etmişlerdir.
Diğer bir anlatımla rakiplerinin tasfiye edilmesinden yararlanmışlardır.

Biliyorsunuz Türkiye’de karşı devrimi gerçekleştirmenin sadece iktidar partisi ile olamayacağını bilen güçler muhalefet partilerine de operasyon yapmışlardır.
Çünkü böyle süreçlerde majestelerinin yumuşak hatta işbirlikçi muhalefetine ihtiyaç vardır.

İşte CHP’ye bu nedenle operasyon yapılmış ve sonucunda Kemal Kılıçdaroğlu gelmiştir. Kılıçdaroğlu’nun önündeki iki seçenek varken O kendisini borçlu hissettiği
operasyon merkezlerinin hizmetine vermiştir.

Terfi eden askerlerin de önünde iki seçenek var :

Ya Atatürk’ten, laik cumhuriyetten, Türk Ulusal kimliğinden, kuruluş felsefesinden,
kuvayi milliye ruhundan, üniter yapıdan ve bölünmez bütünlükten yana olacaklar
ya da operasyon merkezlerinden tarafa. İnsanların kıratı zor zamanlarda belli olur.

Askerlik mesleğinden istifa ettikten sonra sivillerin içinde daha fazla bulunabilme şansını elde ettim. Siyaset yapıyorum, gazetecilik yapıyorum ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarında faaliyetler icra ediyorum. Şu ana kadar edindiğim izlenim;

Bu ülkede siviller askerlerden kadınlar ise erkeklerden daha cesur.

Bu sınıflandırmama girmeyenler olabilir. Bu düşünceme katılmayanlarda olabilir.
Onlara da saygı duyarım.

Esen kalın.